3 Nisan 2018 Salı

Silah yalnızca bir "tık" uzağımızda! - Fatma ÇELİK

Bugün, öncelikle bir kaç ismi anacağım... Eminim ki, bazılarını anımsayacak, bazılarını anımsamayacaksınız... Oysa onlar haber olduğunda hepimiz tepki göstermiş, ailelerinin acılarına ortak olmuştuk.
Peki, sonra ne mi oldu?
Unuttuk...
Neye tepkili olduğumuzu da, bu sonun bizim için de bir ihtimal olduğunu da unuttuk...

Kimlerden mi bahsediyorum?
17 yaşındaki Helin Palandöken, internetten alınan pompalı tüfekle öldürüldü.
11 yaşındaki Güray Kaygusuz, 14 yaşındaki bir çocuğun düğünde havaya ateş açması sonucu yaşamını yitirdi.
2 yaşındaki Muhammet Emir Sezer, anne ve babasıyla parkta oynarken başına gelen kurşunla hayata daha başındayken veda etti.
8 yaşındaki Yağmur Yıldız, sokakta oynarken nereden geldiği bile anlaşılamayan kurşunla yaşamını yitirdi.
19 yaşındaki Göktuğ Diş, arkadaşları ile katıldığı düğünde havaya açılan kurşunun kurbanı oldu.
12 yaşındaki Zehra Gül, komşu evin gelinini izlemek için çıktığı evinin damında, bir kurşunla hayata veda etti.
Helin, Güray, Muhammet, Yağmur, Göktuğ, Zehra ve daha nice masum çocuk...
Yaşamının henüz başında hayallerine, umutlarına veda etti...
Hepsinin geleceği aynı şekilde çalındı...

Bireysel silahlanma!
13 Ekim'de Helin'in ölümünde gündeme gelip tekrardan unutulan konu bu. Her seferinde durum aynı... Acı bir haberle konuşulmaya başlanıp, sonra unutuluyor. Ancak başka bir cinayetle hatırlanıyor. Oysa bu sorunu alt edebilmek için mücadelemizi devamlı sürdürmemiz gerekiyor.
Çünkü hepimiz tehlike altındayız! Sorunun mağduru yalnız çocuklar değil.


Umut Vakfı açıkladı. Geçtiğimiz yıl yalnızca basına yansıyan 3 bin 494 silahlı olayın 2 bin 187'si ölümle sonuçlanmış!

Silahlı olaylarda 2016 ile kıyasladığımızda yüzde 28, son üç yılda ise yüzde 61 artış gözlenmiş.
Bireysel suçlarda silah kullanım oranı, yaklaşık yüzde 80.

Ki bunlar yalnızca basına yansıyanlarla çıkan oranlar. Gerçek sayılar hiç şüphesiz çok daha yüksektir.

Peki, bu sayıları azaltmak için ne yapılıyor?
Ne yazık ki, bireysel silahlanmaya karşı başlatılan onca kampanyaya rağmen, bunu önleyici hiçbir çalışma yapılmıyor.
Üstelik yayınlanan diziler adeta silah reklamı yapıyor! Geçtiğimiz günlerde bir reklamda "öpüşmek yasak, silahlar serbest" deniyordu. Televizyon sansürünün sığlığını, bu kadar güzel özetleyen başka bir cümle daha olamaz.
Öte yandan internette de silah reklamları mevcut ve bu mecra üzerinden silah alımı da artık çok kolay. İnternet üzerinden gömlek alır gibi, silah alınıyor.
Ruhsatsız silah taşımanın cezası ile ruhsat çıkarma bedeli arasında pek bir fark olmayınca, ceza elbette ki caydırıcı olmuyor. İnsanlar cezayı ödemeyi göze alıyor.
Demek ki, ilk yapılması gereken ceza miktarını artırmak! Para cezasına çevrilmesini engellemek...
Türkiye'de bulunan bireysel silah sayısı, yüzde 85'i ruhsatsız olmak üzere, 25 milyon olarak tahmin ediliyor.

Tehlike yalnız ruhsatsız silahlarda değil elbet. Ruhsatlı silaha ulaşımı da zorlaştırmak gerekiyor.
Çünkü silah sayısı arttıkça, cinayet sayısı da artıyor. Rus yazar Çehov'un "Duvarda asılı bir silah varsa sonunda mutlaka patlar" sözü, gerçek hayatta da doğruluğunu koruyor.

Üzerinde tarlası dahi bulunmayan kişi, av tezkeresi ile tüfek alıyor. Ne o? Olmayan tarlasına giren hayvanlara müdahale edecekmiş!

Yalnızca geçen yıl gerçekleşen kadın cinayetlerinin yüzde 80'i ateşli silahlarla gerçekleştirildi.
Belli ki mevcut yasalar sorunu çözmeye yetmiyor. Konu acilen değerlendirilip, çözmeye yönelik önlemler alınmalı. Ölüme davetiye çıkararak bu tehlike, toplumumuzdan acilen uzaklaştırılmalı.

***

Günün Sözü:
"Ortalıkta silah bulundurmak demek, başkalarının seni vurmasına davetiye çıkarmak demektir."
Harper Lee



Fatma Çelik / YENİÇAĞ

2 Nisan 2018 Pazartesi

New York’ta bir Suudi Prens - MELİH YEŞİLBAĞ

Sting “English man in New York” adlı ünlü şarkısında dostu Quentin Crisp’in New York şehrinde bir İngiliz olarak deneyimlediği yabancılaşmayı anlatır. Crisp’in kahve yerine sütlü çay tercihi yadırganır, her yere götürdüğü bastonu tuhaf karşılanır, aksanıyla dalga geçilir. ABD vatandaşı olmadığı halde ABD’de bulunma izni olanların statüsünü ifade eden “yasal yabancı” (legal alien) sözü Crisp’in ruh halini de yansıtmaktadır. Çok yakın bir kültürel dünyaya ait olsa ve aynı dili konuşsa da İngiliz, New York’ta bir yabancıdır.


Dünyanın bir ucundan ve çok farklı bir kültürel evrenden gelerek geleneksel kıyafetleriyle ABD’de arzı endam eden Suudi veliaht prensi Muhammed Bin Salman, namı diğer MBS ise pek yabancılık çekiyor gibi gözükmüyor. Ziyaretin hemen öncesinde CBS kanalına verdiği yüksek profilli bir röportajla gündemde yer eden MBS’nin basına “sızdırılan” programında yok yok. Prens, Başkan Donald Trump, Clintonlar, ABD dış politikasının mimarlarından Henry Kissinger, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres gibi üst düzey siyasi figürlerin yanı sıra medya patronu Rupert Murdoch, Bill Gates, Tim Cook ve Elon Musk gibi teknoloji CEO’ları ve popüler talk show’cu Oprah Winfrey ile de görüşecek.
Trump’ın başkanlık koltuğuna oturduktan sonraki ilk dış gezisini Suudi Arabistan’a yapması ve ABD tarihinde bir rekora imza atarak 350 milyar dolar değerinde bir silah antlaşmasına imza atmış olması iki ülke arasındaki yakınlığın bir nişanesi. Nitekim MBS gezisine Suudi Arabistan’ın ABD’nin Arap dünyasındaki en eski ve köklü müttefiği olduğunu vurgulayarak başladı. Hatta daha da ileri giderek Suudi Arabistan’ın Vahabilik inancını komünizm tehdidine karşı ABD’nin yönlendirmesiyle yaydığını belirtme ihtiyacı duydu. 
      
MBS’nin seyahati çok iyi kurgulanmış ve bütün ayrıntıları hesaplanmış bir PR çalışması izlenimi veriyor. Taht yarışında olası rakiplerini ekarte etmiş ve yaşlı babasından fiili iktidarı devralmış olduğu bilinen 32 yaşındaki prens ABD gezisinde bir anlamıyla görücüye çıkıyor. Yenilikçi ve modern bir görüntü vermeye özen gösteren MBS böylelikle Suudi Arabistan’ın İslami terörizmin membaı olduğu yönündeki olumsuz imajı restore etmeyi umuyor. Bu nedenle, radikal İslam’dan kendisini net bir şekilde ayırmış ılımlı ve yenilikçi bir reformist portresi sunmaya çalışıyor. Kadınların otomobil kullanmasını yasaklayan düzenlemeyi kaldıran yasa değişikliğinin mimarı olduğunu sık sık yineleyen prens Suudi kadınının toplumsal ve iktisadi hayattaki rolünün güçlenmesini destekleyen açıklamalarıyla klasik bir Suudi kral olmayacağını vurguluyor. ABD gezisinin bir bölümünde bu yenilikçi imajın altını çizercesine geleneksel Suudi protokollerinin dışına çıkarak takım elbiseyle Starbucks’ta kahve pozu verdi. 

Suudi Arabistan’ı uluslararası alanda problemli hale getiren bir diğer unsur Yemen’de süre giden savaş. Yemen’de yönetimi el geçiren Hutiler, bu gelişmeyi bir tehdit olarak algılayan Suud rejimi tarafından sert bir askeri müdahaleyle karşılanmıştı. ABD’nin de desteğini alan Suud müdahalesi Yemen’de muazzaam boyutlu bir insani krize yol açmış, BM ve diğer bazı uluslararası kuruluşların yaşanan trajedide Suudların payını gündeme getirmesi rejimi bir miktar zora sokmuştu. MBS’nin gezi öncesinde ve sırasında verdiği demeçlerdeki süreğen temalardan bir tanesi de Yemen müdahalesini meşrulaştırma çabasıydı. MBS Suudileri müdahaleye zorlayan etmenin Yemen’deki Huti iktidarının Suudi Arabistan’ın sınır güvenliğini tehlikeye düşürecek hamlelerde bulunması olduğu tezini yineledi. Dahası, Huti yükselişinin İran yayılmacılığının bir ürünü olduğunu vurgulayarak Trump yönetiminin İran’a karşı alarmist tutumuna oynadı.

Aslına bakılırsa, İran konusu MBS’nin ziyaret kapsamındaki demeçlerinde belirgin bir ağırlık taşıyor. Suudi Arabistan’ın bir nükleer programa sahip olmadığını vurgulayan MBS İran nükleer sevdadan vazgeçmediği takdirde böyle bir yola girmekten de çekinmeyeceklerini ifade etti. Kısa bir süre önce İran’ın dini lideri Hamaney’i Hitler’e benzeterek İran politikasındaki saldırganlık düzeyini arttıran MBS, ABD röportajlarında İran’a karşı uluslararası bir yaptırım uygulanmadığı takdirde 10-15 yıl içerisinde İran’la savaşın kaçınılmaz olduğu yönünde tehditkar bir ifade kullandı. Buna karşılık İran Dışişleri sözcüsü Prens’i “hezeyan içerisinde toy biri” olarak niteleyen sert bir açıklama yaptı. MBS’nin ziyaretinin amaçlarından bir tanesinin ABD’yi İran’ın üzerindeki baskıyı arttırmaya teşvik etmek olduğunu söylemek mümkün. Trump’ın yeni göreve getirdiği Güvenlik Danışmanı Bolton’un da İran rejiminin kısa süre içerisinde devrilmesi gerektiğini açıkça savunacak kadar şahin bir tutum içerisinde olması Suud’ların bu konudaki zamanlamasının iyi olduğunu gösteriyor.  

Daha az öne çıksa da Suriye meselesi de MBS’nin ziyaretindeki önemli başlıklardan bir tanesini oluşturuyor. Aslına bakılırsa bölge basınında görüşmelerin perde arkasındaki ağır topunun Suriye olduğu yorumları yapılıyor. MBS’nin ziyaretinin önemli gerekçelerinden birisinin ABD’nin Suriye’de Suudlara daha etkin bir rol teklifinin görüşülmesi olduğu iddia edilirken, Trump’ın daha birkaç gün önce yaptığı beklenmedik “çok yakında Suriye’den ayrılacağız” açıklaması da kısmen bu stratejiyle ilişkilendiriliyor.    

MBS’nin vitrine koyduğu stratejilerinden bir tanesi de Suudi Arabistan’ın petrole bağımlılığını azaltmayı hedefleyen bir iktisadi çeşitlenme yönelimi. 2030 Vizyonu adını verdiği plan kapsamında turizm ve enerji sektörlerinde kapsamlı altyapı çalışmaları öngören Prens’in ABD ziyaretinde bu projeler için yatırımcı aradığı ve dahası, ülkenin dev petrol şirketi Aramco’nun %5’lik hissesinin New York Borsası’nda işlem görmek üzere arz edilmesi için görüşmelerde bulunacağı konuşuluyor.   
   
Suud hanedanıyla ABD’nin son derece yakın ilişkiler içerisinde bulunduğu sır değil. İki ülke arasında milyonlarca dolarlık askeri ve iktisadi antlaşmalar bulunuyor. Dahası, Suudi Arabistan’ın da aralarında bulunduğu petrol zengini Körfez monarşilerinin dolar rezervleri 1970’lerden bu yana ABD önderliğindeki neoliberal finansal dönüşümlerde kilit bir öneme sahip olageldi. Özetle, MBS ziyaretinin bir kez daha göstermiş olduğu gibi, tüm arkaik görünümüne rağmen Suudi Arabistan küresel kapitalizmin marjında yer alan bir anomali değil, aksine sistemde çok boyutlu kritik işlevler gören asli bir unsur.

Melih Yeşilbağ / SOL

Otizm ‘büyük bir hızla’ artıyor mu? - TOLGA BİNBAY

2 Nisan, otizm farkındalık günü. Önceden böyle bir gün yoktu. Birleşmiş Milletler 2008’den bu yana üye ülkeleri 2 Nisan’ı otizm temasıyla geçirmeleri için destekliyor. Günün amacı otizmli bireylerin toplumun bir parçası olduğu bir kez daha hatırlatmak ya da var olan farkındalığı arttırmak.

Otizm ise yakın zamanda başka bir tartışma üzerinden gündeme geldi: Aşı tartışmalarıyla. Çünkü “aşılar otizme yol açıyor” efsanesi aşı karşıtlarının en çok sevdiği argümanlardan bir tanesi. Ama bir efsane. Hem de tıp tarihinin en kötü aldatmacalarından birisine yaslanan bir efsane. Tıp yayıncılığının en tepesinden yayılmış bir efsane.

Lancet dergisi, 1998 yılında İngiliz hekim Andrew Wakefield’a ait bir makale yayınlar. Makale kızamık aşısının otizme yol açtığını iddia etmektedir. Makale yayınlanır yayınlanmaz ortalık karışır: İngiltere ve İrlanda’da aşılama oranları düşer. Yıllarca süren tartışmalardan, toplumda aşılara karşı oluşan güvensizlikten sonra Wakefield’ın araştırma yönteminde açık bir hile yaptığı ortaya çıkar. Wakefield aşılanmamış çocukları seçmemiştir; artmış bir risk varmış gibi gösterebilmek için olguları aşılanmış çocuklardan seçmiştir.

Makaleyi yayınlayan Lancet 12 yıllık bir incelemenin sonucunda bildirilen sonuçların “doğru olmadığını” ve “daha önceki bir çalışmanın bulgularına ters olduğunu” duyurarak makaleyi geri çeker. 2010’da. Ama iş işten çoktan geçmiştir. Söylenti yayılmıştır bir kere ve Wakefield hekimlik ehliyeti iptal edilse bile aşı karşıtları için bir nevi peygambere dönüşmüştür. Hatta şanı tüm dünyaya yayıldığı için dolaşır. Ve yakın zamanda Teksas’ta aşı karşıtı kampanyanın öncü sesi haline gelir..

Eee, ne de olsa her efsanenin bir alıcısı var. Ve efsaneler özellikle belirsizlikler zamanlarında yayılıyor. Tam da içinden geçtiğimiz dönemde olduğu gibi. Artıyor, azalıyor ama bu tür takıntıların, hatta sanrıların toplumda alıcısı mutlaka oluyor.

Gelelim otizme... İnsan davranışını ve ilişkilerini etkileyen her durum gibi otizm de toplum tarafından görmezden gelinen, görüldüğünde ise garipsenen bir psikiyatrik sorun. Bu nedenle toplumun farkındalığını arttırmak, altını çizmek ve otizmi toplumun bir parçası haline getirmek “iyi” bir girişim. Ama öbür yandan da bu girişimler kamusal bir farkındalık sürecinin, kolektif bir niyetin parçası olarak yürümüyor. Daha çok genel bir iyilikseverlik, hayırseverlik alanı olarak iş görüyor ve daha çok vakıflar, dernekler ilgileniyor bu kampanyalarla. Dünya Sağlık Örgütü de kampanyaların sivil toplum üzerinden yürümesini teşvik ediyor.

Otizm sosyal ilişkilerde rehabilitasyonun gerektiği çok boyutlu gelişimsel bir sorun. Çok boyutlu olunca da çok boyutlu olarak ele alınması gerekiyor. İlaç tedavisinin yeri kısıtlı ve durumun kendisinden ziyade yaşanan ikincil sıkıntılara yönelik. Rehabilitasyon, sosyal iyileştirme gibi hizmetlerin önemli bir kısmını özel sektör üstlenmiş durumda. Kamunun yetersizliğini ise genelde aileler üstleniyor ve örtüyorlar. Bu uzun soluklu yalnızlığı genelde aileler sırtlanıyor. 

Hâlbuki durumun erken fark edilmesi çok önem taşıyor. Okul öncesi, hatta ilk bir iki yıl içindeki değerlendirme ve rehabilitasyon yaşam boyu sürecek etkilere sahip. Bu nedenle otizm ya da bu tür gelişimsel aksamalar kolektif bir müdahale gerektiriyor. 
Peki, artıyor mu? 
Ana akım medya bu konuyu seviyor. Farkındalık günü için yapılan birçok haberde “büyük bir hızla artan” ibaresini görmek mümkün. Medya orta sınıfların “aman benim başıma gelmesin de…” yaklaşımının kaşımayı iyi biliyor. Panik yaratıyor ve sonra da “haydi yırttınız” müjdesi veriyor. Yazdığı ve yazmadığı satırlarda.

Tabii ki birçok sağlık durumunda olduğu gibi otizm ve ilişkili durumların Türkiye’deki durumuyla ilgili bir sayı, rakam bulunmuyor. Haliyle otizmin Türkiye’de yaygınlığını bilmiyoruz. Rakamlar daha çok Batı toplumlarına dayalı. Ve ABD ya da Batı Avrupa kaynaklı bu sayılar otizmin on yıllar içinde arttığını gösteriyor. Hem de on kat kadar.
1943’te ilk kez tanımlandığında çok nadir görülen bir durum olan otizmin 1966’da ABD’de 10.000 çocuktan 5’inde saptandığı bildiriliyor. Rakamlar 1992’ye gelindiğinde ise neredeyse dört kat artıyor: Okul öncesi çağdaki her 10.000 çocuktan 19’unda otizm tanısı saptanıyor. 21. yüzyılda ise bir patlama yaşanıyor: 2006’da her 10.000 çocuktan 90’ında otizm ve benzeri gelişimsel bozukluklar saptandığını bildiriliyor.

Artış birçok farklı nedene bağlanıyor: Öncelikle deniyor ki “tanısal kriterlerin genişlemesinin bir sonucu bu”. Yani daha kolay tanı konuyor. Bir yanıyla doğru bir saptama olduğunu söyleyebiliriz bu ifadenin. 1940’lardan günümüze otizm tanısı, çekirdek belirtileri sabit kalmakla birlikte oldukça değişti. Ve en son 2013 yılında yayınlanan sınıflandırma sisteminde otizm kelimesi yerini “otizm yelpazesi” terimine bıraktı. Yıllar öncesinin silik ya da eşik altı sayılabilecek durumları da tanısal anlam taşımaya başladı.

Ancak artış bir tek “daha çok tanı konması” ile açıklanamayacak kadar bariz. Ve bu uzun yalnızlığı çocuklarının daha ilk günlerinden itibaren sırtlanan aileler de “nasıl önleyebilirdik” soruları ile boğuşmakta. Ve aslında rakamlarda bir artışın olmadığını gösteren çalışmalar da bulunmakta. Örneğin İsveç rakamları gibi: Otizm yaygınlığında 1983’ten 2000’lere pek bir değişim olmamış.

Öte yandan geçtiğimiz on yıl otizm genetiği ile ilgili bazı önemli yeni bulgular saptandı. Genetik arka planının oldukça güçlü olduğu düşünülen otizme dair yeni “kanıtlar” saptandı: Mutasyonlar, kopya sayısı farklılıkları gibi genetik nedenler. Bu genetik farklılıklara yol açan ise ilginç bir durum; baba yaşının geçmişe göre ortalama on yıl kadar yaşlanmış olması. 40 yıl öncesine göre erkekler daha geç baba oluyor. Ve bu durum da spermlerde yeni mutasyonların, otizm için risk taşıyan genetik farklılıkların birikmesine neden oluyor.

Ancak görünen o ki “tanı patlamasının” tek bir nedeni var: Toplumsal dokunun değişmesi. Kentleşmenin, daha yalnız yaşayan, daha az sosyal uyaranla karşılaşan bir nesil yetişmesinin dolaylı sonucu otizm. Ve belki de bir çağrı. Farkında olduğumuz ya da olmadığımız.

Tolga Binbay / SOL

Başkan’ı da güncellesenize! - TAYFUN ATAY

TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın Meclis’te Çanakkale Savaşı anması münasebetiyle gerçekleştirilen tiyatro gösterisinde kadın oyuncuların sahne almasını engellemesinin, kadınla erkeğin asansöre yalnız binmesi halvettir fetvası ile hiçbir mahiyet farkı yok. Ruh, aynı ruh… 
Derece farkı var tabii. Kahraman’ın derecesi yüksek! O yüzden ona karşı bir “güncelleme” lafzının ağızlara alınması mümkün olmuyor!.. 
Asansör fetvasına esip gürlemiş ve bu gürlemeye ek olarak “İslam’ın güncellenmesi” gerektiğini gündeme getirmiş Cumhurbaşkanı’ndan, partinin “İsmail Abi”sinin “güncel”e aynı ölçüde fersah fersah uzak çağdışı tavrı karşısında tık yok. 
Asansör fetvacısından da duyabilirdik pekâlâ, kadının tiyatro yapması haram gibi bir lakırdı, değil mi?.. 
O zaman kuvvetle muhtemel, “güncelleme” olacaktı!.. 
Ve kadının sahneye çıkmasını engelleyen irade, kadını asansöre de bindirmeyebilirdi, değil mi; talihimiz varmış ki denk gelmedi. 
O zaman “güncelleme” de hikâye olacaktı, kesin!.. 
Demek ki İslam mevzubahis olduğunda güncellenebilecekler var, güncellenemeyebilecekler var!
***

Tabii bu bilinmedik bir şey değil. İki yıl önce aynı “İsmail Abi” “Laiklik yeni anayasada olmamalıdır” demiş, bunun yol açtığı infial karşısında da herhangi bir karşılık üretilememiş, bir dolu eveleme geveleme eşliğinde “Gerçek laiklik bizde var” denilerek adeta zeytinyağı gibi üste çıkılmıştı. 
Şimdi ne demiş peki Başkan Kahraman: “Bayan oyuncular çıkmıyor değil mi, aferin.” 
Aferin gerçekten!.. 
Kadının asansörde erkekle yalnız kalması halvet” diyene “Bunlar İslam’ıngüncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar aciz” diye babalanılırken, “Bayanoyuncular çıkmıyor değil mi” sorusuna sessiz sessiz “Evet Abi” dediğiniz için kocaman bir aferin!..
***

Anlaşılır bir durum: Kahraman’a söz söylemeye “İslamcılık tevellütleri” yetmiyor. 
Özgür Mumcu önceki günkü yazısında gayet güzel toparlamış “İsmail Abi”nin İslamcılık müktesebatını (edincini): Tam bir “Soğuk Savaş” çocuğu o ve bu çerçevede ABD yanlısı, Sovyet Rusya karşıtı, anti-komünist bir “yerli mi yerli” İslami gençlik hareketinin (Milli Türk Talebe Birliği) lideri olarak 1960’lardan itibaren “seçkinleşiyor”. 
Şimdi ona “Abi” diyenlerin kısa pantolonla dolaştığı yıllarda o, sokaklarda ABD’yi protesto eden sol gençlik hareketlerine karşı kanlı eylemlerin düzenleyicisi. 
Belki 2000’ler dönümünde Başkan W-Bush’un karşısına kapitalizmi “helâlleme” vaadiyle oturulabilmiş olunmasının altyapısında bile ABD nezdinde bu “müktesebat”ın payı vardır, kim bilir!..
***

Tabii köprülerin altından çok su aktı. Şimdi yine ABD ile (“post-Sovyet”) Rusya arasında başka bir “Soğuk Savaş” atmosferi Suriye üzerinden havaya hâkim ve Türkiye, o zaman olduğu gibi bugün de soğuk savaşların sıcak zeminlerinden biri olmayı sürdürüyor. 
Ve de ABD’den icazetle yola çıkıp bugün gelebildiği noktaya gelmiş bir dinbaz iktidar, şimdi o eski ABD yanlılığının yerinde bir ABD düşmanlığı ile dehşetengiz macerasına devam ediyor. Artık Sam Amca düşman, Rus Ayısı dost!.. 
İşte bizim nev’i şahsına münhasır, kerameti kendinden menkul İslamcılığımızın tarihsel yol haritasının özeti bu: ABD-severlikten ABD-savarlığa, Russavarlıktan Rus-severliğe… 

Bir tek kadını ve kadınlığı, aydını ve aydınlığı, farklılığı, çeşitliliği, marjinalliğiyle insanı ve insanlığı sevemediler.


İnsaniyet namına güncellenemediler gitti vesselam!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Salisbury'de patlayan Rus krizi: May’in çıkmazı ve küçülen Büyük Britanya - İBRAHİM SİRKECİ

Siyasi olarak Corbyn de Wood da daha ulusalcı bir çizgi belirleyip May’in yetersiz olduğunu daha sert hamleler yapılması gerektiğini vurgulayan bir söylem tercih edebilirlerdi. Bunu yapsalar belki May’in hamlesi geri tepebilirdi ancak bu tarz bir milliyetçi tırmanışın sonuçlarını tahmin etmek kolay ancak kontrol etmek zor.


Rusya ve İngiltere arasındaki Skripal krizi büyüyor. Önemli soru bu krizin neden şimdi çıktığı ve hangi amaca hizmet ettiği. Öncelikle olayın detaylarını yeniden gözden geçirmekte fayda var.

İngiltere’nin güneyinde Salisbury kasabasında 4 Mart 2018 tarihinde öğleden sonra 4 civarında bir restoranın önündeki bankta Sergey Skripal ve kızı kendinden geçmiş olarak bulundular. Skripal 66, Moskova’dan henüz gelmiş olan kızı ise 33 yaşında.

Ertesi gün Dışişleri Bakanı, Boris Johnson olayda Rusya’nın parmağı olduğuna dair kanıtlar bulunursa sert tepki vereceğiz diye açıklama yapıyor. 12 Mart’ta Theresa May olayda Rusya’nın parmağı olduğu yönde kanıtlar olduğunu ve Rusya’dan açıklama beklediğini ilan ediyor. Kullanılan Novichok adlı maddenin Rusya menşeli olması kanıt olarak öne çıkarılırken Rusya olayla ilgisi ve bilgisi olmadığını ilan ediyor.

14 Mart’ta Başbakan Theresa May, Rusya’nın açıklamalarının yetersiz olduğunu ve 23 Rus diplomatını sınır dışı edeceğini ilan ediyor ve müttefiklerle dayanışma içinde olduklarını ve destek beklediklerini belirtiyor. Rusya da teamüller gereği beklendiği üzere 23 İngiliz diplomatını sınır dışı ediyor.

26 Mart’a geldiğimizde NATO ve AB üyesi müttefiklerden bir kısmı ve Arnavutluk, Makedonya gibi bazı küçük ülkeler -sembolik sayıda- Rus diplomatı sınır dışı edeceklerini açıklamıştılar. ABD’nin 60 Rus diplomatı sınır dışı edeceğini açıklaması en büyük hamlelerden birisi oldu. Karşılığında, 29 Mart’ta Rusya St Petersburg’taki ABD konsolosluğunu kapatacağını ve 60 diplomatı sınır dışı edeceğini açıkladı.

Bir parantez açıp Skripal ve kullanılan sinir gazından bahsedelim. Skripal uzun yıllar Rus ve İngiliz istihbaratına hizmet etmiş bir uluslararası ajan. Rusya’dan uzaklaştırılmış ve güney İngiltere’nin Salisbury şehrine yerleşmiş. Her iki ülkeye de istihbarat hizmeti vermiş bir emekli ajandan bahsediyoruz.

Olayda kullanılan sinir gazının adı Novichok, Rusça’da ‘yeni buluş’ anlamına geliyor ve 1970’ler ve 1980’lerde Sovyetler Birliği tarafından geliştirilmiş. Bu Sovyet dönemi bağlantısı ve ardından gelen diplomatik sınırdışı manevraları daha ilk günlerden “Yeni bir Soğuk Savaş mı başlıyor” sorusunu gündeme getirdi.

Bu soru hala geçerli ve tehlikeli sularda yol aldığımız ortada. Sınır dışı etmeler, British Council faaliyetlerinin durdurulması, karşılıklı olarak mal varlıklarının dondurulması ve benzeri hamleler müzakere ortamının yavaş yavaş sertleştiğini ve ortadan kalkma riski taşıdığını gösteriyor.

Bütün bu karşılıklı hamlelerin olduğu sırada Rusya’da seçimler yapıldı ve Putin yüzde 76 ile yeniden seçildi.
Theresa May’in siyasi geleceği ise pamuk ipliğine bağlı ve Brexit süreci uzadıkça daha da zayıflıyor. Geçtiğimiz ay, ana muhalefet İşçi Partisi ve lideri Jeremy Corbyn Brexit konusunda tavır değiştirip Gümrük Birliği devam etmeli eksenindeki açıklamalarıyla siyaseten bir adım öne geçmişti.

Durumun bu yüzüne bakınca ortaya saçılan milliyetçi iddialar ve hamaset ister istemez insanı düşündürüyor. Bu işte bir bit yeniği var mı? Bunu muhtemelen hiçbir zaman bilemeyeceğiz ancak bu sert hamleler muhakkak ki muhaliflerini büyük oranda susturmuş Putin’in elini iç politikada çok daha sağlam hale getirdi.

İngiltere’de Corbyn, İşçi Partisi ve bazı küçük ulusal partilerin kanıt talep eden, daha detaylı bilgi talep eden konuşmalarının da Theresa May’in batan siyasi geleceğine kısmen can verdiği söylenebilir.

Corbyn’in çıkışı
14 Mart’ta May’in parlamentodaki konuşmasına eleştirel sorular yönelten İşçi Partisi lideri Corbyn neredeyse sözlü olarak linç edildi. Corbyn’e yöneltilen eleştiriler ‘komünistler Moskova’ya’ sloganını hatırlatır cinstendi.

Halbuki Corbyn’in de, Galler Ulusal Partisi lideri Wood’un da dile getirdikleri -sakin kafayla düşünülürse- mantıklı sorular. Wood, kanıtları görmeden Muhafazakar Parti’nin söylediği hiç bir şeye inanmanın mümkün olmadığını söylediğinde Kremlin savunucusu olmakla suçlandı.

Corbyn saldırıyı kınarken olayda Rus mafya tipi yapılanmaların olma ihtimalini araştırmak gerektiği ve eldeki kanıtların gösterdiğinden daha fazlasını iddia etmenin doğru olmadığı ve riskli olduğunu söylemişti. Bu ‘kanıtların ötesine’ gitmenin Irak savaşında gördüğümüz sonuçlarına vurgu yapmış ve yaptırımların Londra’da cirit atan Rus oligarklarının kirli paralarını da kapsaması gerektiğini belirtmişti. Bu sözler, karşısında hem muhafazakarlardan hem de azınlık bir İşçi Partili milletvekili grubundan tepki gördü.

Siyasi olarak Corbyn de Wood da daha ulusalcı bir çizgi belirleyip May’in yetersiz olduğunu daha sert hamleler yapılması gerektiğini vurgulayan bir söylem tercih edebilirlerdi. Bunu yapsalar belki May’in hamlesi geri tepebilirdi ancak bu tarz bir milliyetçi tırmanışın sonuçlarını tahmin etmek kolay ancak kontrol etmek zor. Örneğin Brexit referandumunda Doğu Avrupalıların karşılaştığı gibi hafiften Rus’a benzeyen herkes milliyetçilerin hedefi haline gelebilir.

Bardağın dolu tarafını görmek isterse, Theresa May kendini muzaffer görebilir. Sonuçta 21 ülke Rus diplomatlarını sınırdışı ediyor ve en önemlisi artık “pek de güvenilemez stratejik ortak” diyebileceğimiz Trump’lu ABD hem Rusya’nın Seattle konsolosluğunu kapatıyor hem de 60 diplomatı sınırdışı ediyor. Fransa ve Almanya’yı yanına alabilmiş olması da artı puan olarak düşünülebilir.

Ancak bardağın boş tarafına bakarsak May’in elinin ne kadar zayıf olduğunu da görürüz. Birincisi, destek veren ülkeler kayıtsız şartsız bir destekten bahsetmiyorlar ve söylenen özetle Skripal olayının ardında “muhtemelen” Rusya’nın olduğu... May veya Johnson’ın dediği gibi “Bunu Rusya yaptı” demiyorlar.

İkincisi AB ülkelerinin 19’u Rusya’nın diplomatlarını sınır dışı etme kararı alırken 9’u bu ‘dayanışma’ya katılmadı. AB dışında ise 9 ülke ve NATO Rus diplomatları sınır dışı edeceğini açıkladı. Yani dünyadaki 190’dan fazla bağımsız ülkeden sadece 28’i tepki vermiş durumda. Daha da önemlisi Çin’in olaya çok temkinli yaklaşıp İngiltere’yi gerçeklere dayanmak konusunda uyarması. “Bu bağımsızlığımıza bir saldırıdır, Rusya sorumludur” demiş olmak yakın zamanda May ve hükümetini sıkıntıya sokabilir. Amerika’nın ve AB’nin desteğine karşın şimdi herkes haklı olarak ‘kanıtların’ açıklanmasını istiyor. Ancak olayın doğası gereği bu kanıtların bulunması ve Rusya ile ilişkisinin ispatlanması neredeyse imkansız olacaktır.

Üçüncü nokta, May ve müttefiklerinin buradan sonra gidecekleri yerin belirsizliği. Rusya’ya yönelik yaptırımlar muhtemelen bugün geldiği noktadan daha ileri gitmeyecek. İngiltere’nin mali sınırlamalar getirmeyi düşündüğü Rus sermayesi için eminim bugünkü dayanışmaya dahil olmayan 160 ülkenin bazıları ellerini ovuşturmaya başlamıştır.

May’in dördüncü başağrısı ise kabinesinde ve partisinde bulunan “kirli eller”. Dışişleri Bakanı’nın Londra’daki bir Rus oligarktan eşiyle tenis oynamak karşılığında yüklü bir bağış aldığı teyit edildi. Ticaret Bakanı’nın da Rusya bağlantılı bir takım paralar aldığı hafta içinde ortaya çıktı. Bunların buzdağının görünen ucu olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Bundan sonrası…
May’in başını ağrıtacak ve Rusya ile düellosunda elini zayıflatacak bir başka konu da bu düzeyde olmasa da yakın geçmişte benzer birçok zehirleme olayının varlığı. Propaganda ustalığı ile de bilinen Rusya’nın ve Putin’in bu konuların üzerine giderek bunlardan fayda sağlayacağı muhakkak.

Uzun vadede iç politikada da başta Corbyn ve İşçi Partisi olmak üzere muhalefet partilerinin May’in zayıflıklarından fayda görmesini bekleyebiliriz.
Skripal krizi ile ortaya çıkan Büyük Britanya ile Birleşik Krallık’ın artık büyük olmadığı ve Brexit olayıyla hızlanan bir biçimde daha da zayıfladığıdır. AB’nin dışına itilmiş ve ABD ile ilişkilerin giderek daha az “özel” olduğu bir dünya düzeninde Büyük Britanya, Rusya’nın diplomat veya değil ajanlarıyla ve şüpheli paralarını Thames nehrinin sularında aklayan oligarklarıyla müdahale edebileceği küçük bir devlet olma yolunda ilerlemektedir.

14 Mart’ta Theresa May’in meclisteki konuşmasını dinlediğimde ilk tepki olarak “Soğuk Savaş yeniden mi başlıyor” demiştim. Son iki haftada olup bitenler bu savaşın başladığını hatta zaten hiç durmadığını düşündürüyor. Seçimden zaferle çıkan Putin’i de düşünerek bundan sonraki gelişmeleri kaygıyla izlemek için daha çok nedenimiz var.

İbrahim Sirkeci / BİRGÜN

Daryush Shayegan öldü; “Kültürel Şizofreni” yaşıyor mu? - TANER TİMUR

83 yıl önce Tahran’da doğmuştu; bir hafta önce de aynı şehirde hayata veda etti. Çağdaş İran’ın en büyük düşünürlerinden biriydi. Türkiye’de de aydın çevrelerde tanınıyordu. Temel davasını anlatan eseri (Yaralı Bilinç; Metis) Türkçeye çevrilmiş ve beş baskı yapmıştı. Yine de ölümü bu topraklarda hiçbir yankı uyandırmadı.


Shayegan, varlıklı bir ailede Azeri bir babadan ve Gürcü bir anneden doğmuştu. Yaşamı ve eğitimi, onu özel bir İranlı ve İran yurtseveri yaptı. Bunu sağlayan da Fars dili olmuştu. Bir konuşmasında söylediği gibi, “Farsçaya adeta dinî bir saygı duyuyordu.” Kendisinde bu duyguyu yaratan ve “İran ruhu”nu en iyi temsil eden şairler hakkında bir de kitap yazdı. Çok kültürlü, çok dilli eğitimi, bu duygusunu ölene kadar sarsamadı.

•••

İlk derslerini bir Rus dadıdan alan; çok genç yaşlarda Fransa, İngiltere ve İsviçre okullarında okuyan; doktorasını da Sorbon’da, Fransa’nın en ünlü İslam bilginlerinden Henry Corbin’in danışmanlığında yapan Shayegan aslında tam bir “dünya vatandaşı” profilindeydi (Le Monde, 28 Mart, 2018). İslamiyet alanında değil, Hint dinleri ve Sanskritçe üzerinde uzmanlaşmış ve yirmi beş yaşında Tahran Üniversitesi’nde bu konularda ders vermeye başlamıştı. Oysa bunlar da daha temel bir davanın parçası idiler. Shayegan, adeta Samuel Huntington’un “anti-tez”i oldu; “uygarlıklar çatışması”nı değil, “uygarlıklar buluşması”nı savunuyordu. Ve bu soruna da, bir “Doğulu” olarak, Amerikalı profesörden çok daha öğretici bir pencereden bakıyordu. 

Kuşkusuz onun penceresi de engellerle, tuzaklarla doluydu ama o bunların farkındaydı. Zaten asıl davası da yasaklarla, tabularla savaşmaktı. Ne var ki 1979’da mollalar iktidara gelip ülkeye fanatizm egemen olunca ülkesinde barınamaz hale geldi ve Fransa’ya sığındı.

•••

Orada da yayın faaliyetlerine devam etti; ödüller aldı; ünü dünyaya yayıldı fakat aklı kendi ülkesinde idi. Nitekim on bir yıl sonra, hava biraz yumuşayınca, İran’a döndü ve bir yayınevi kurarak felsefi-edebi nitelikte eserler yayımlamaya başladı. Altı yıl sonra da onun düşüncelerinden etkilenmiş olan Muhammed Hatemi, Cumhurbaşkanı seçiliyor ve “uygarlıklar buluşması” konusunda –ürkek de olsa- bazı adımlar atıyordu. 2009 yılında Danimarka’da “küresel diyalog” ödülü bu iki şahsa, birlikte verildi.

•••

Shayegan’a göre İran, özgür bir ülke değildi ve bu durumu hukuki ve siyasi önlemlerden çok, kültürel gelenekler yaratıyordu. 2012 yılında İranlı bir gazeteciyle yaptığı söyleşide “İran zihniyeti hep kendi efsanelerinin mahkûmu oldu,” diyordu, “bugün bile büyük İran düşünürlerini hâlâ İran şairleri teşkil ediyor ve bunlardan bize en yakın olanı da yedi yüz yıl önce yaşamış olan Hafız! Bunun içindir ki biz İranlılar özgürce düşünemiyoruz.” Kısaca İran kültürel bir şizofreni içindeydi ve geçici siyasal dalgalanmalar ötesinde özgürlükleri ortadan kaldıran asıl neden de buydu. Nitekim ona göre bu son seksen yıl içinde İran toplumuna damgasını vuran iki liderin (Şah Rıza ve Humeyni) benzerlikleri, farklarından fazlaydı. “Göze batıcı farklılıklarına rağmen” diyordu Shayegan, “bu iki adam aynı kaçınılmaz hatayı işlediler ve İran’a özgü iki özelliği, kendi tarzlarında canlandırdılar: Kültürel şizofreni ve büyüklük hülyası.” (Les Illusions de l’Identité, Paris, 1992. s. 318). 

Osmanlıların “Acem palavrası” dedikleri bu “büyüklük hülyası” elbette İran’a özgü bir “illüzyon” değildi. Bilmiyoruz Farsçada da “Osmanlı palavrası” diye bir deyim var mı? Oysa son günlerine kadar bir sürü Osmanlı “ulema ve şuara” da benzer “büyüklük hülyaları”nı besleyip durdular. Sadece İslamcı hülyaların yerini Türkçü, “Kızıl Elma”cı hülyalar almıştı. Ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün “Biz hayatını ve istiklalini kurtarmaya çalışan erbab-ı sâyiz; zavallı bir halkız” teşhisiyle başlattığı ölüm kalım savaşı ile yeni Türkiye’nin temelleri atıldı. Osmanlıcılığın yeniden yüceltildiği bu son yıllarda ise, Abdülhamid’in allanıp pullanarak bir “Cihan hükümdarı” gibi sahneye sürülmesi eski “Osmanlı kibiri”nin bir tezahürü değil midir? Gerçekten de kof ve temelsiz “büyüklük hülyaları” 19. yüzyıl boyunca Osmanlılara en iyi niyetlerle yaklaşan yazarlarda bile düş kırıklığına yol açıyordu. Bilmiyorum ne kadar incelemiştir; fakat herhalde Azeri kökenli Shayegan’ın da bu konuda ilginç gözlemleri olmuştur. 

•••

Shayegan, Batı’da 1980’lerde moda olan bir akım bağlamında, bir “zihin yapısı” analizcisi idi; zihinleri de biçimlendiren sosyo-ekonomik, sınıfsal güçler üzerinde durmadı. “Her türlü siyasal ideolojinin dışında” olduğunu söylüyordu; fakat bu tüccar çocuğu liberal demokrasinin sınırlarını aşamadı. Yine de kendi toplumu ile ilgili tahlilleri geniş ölçüde bizler için de geçerliydi. Üstelik gelecek için kötümser de değildi. 2015 yılında Financial Times’a verdiği bir beyanatta “İran toplumunun bir bütün olarak şimdiden post-İslam dönemde olduğunu düşünüyorum”, demişti; “Genç nesil çoğulcu kimlik gerçeğini kabul etti.” Yazar “post-İslamic” derken kuşkusuz İslam’ın değil, Humeyni-Hameney devrinin sona yaklaştığına işaret ediyordu. Ne dersiniz bizde de tüm demagojik söylemlere rağmen “post-Erdoğan” döneminin başlamak üzere olduğunu gösteren bazı işaretler yok mu?

Taner Timur / BİRGÜN

Zenginin medyası züğürdün algısını yorar - ÜMİT ALAN

Doğan Medya’nın da aslında bir illüzyon olduğunu hatırlatıp durmanın bundan sonra pek faydası yok. Yenilgi almış Anadolu takımının mağrur topçusu gibi önümüzdeki maçlara bakacağız. Bu maçta okur (izleyici) ve gazeteciler aynı takımda. Okura düşen, kendine yakın gördüğü gazeteciliği desteklemek, gazetecilerinse görevi bu desteğe yakışır bir gazete sunmak.

“Türkiye Türklerindir” ibaresi 1949 sonundan beri Hürriyet logosunun yanındaki yerini koruyor. Bu ibare ara ara tartışma konusu olsa da neden oraya yerleştiği pek konuşulmaz. İrem Barutçu, Babıâli Tanrıları- Simavi Ailesi’nde (Agora Kitaplığı 2004) bu konuya değinmişti.

Evet, Hürriyet’in kurucusu Sedat Simavi milliyetçi bilinir. Hatta Kıbrıs Davası gibi o güne kadar hiç hesapta olmayan bir konuyu gazetenin kuruluşundan itibaren düzenli işleyerek kamuoyu gündemine sokacak kadar. Ancak asıl dert, Hürriyet’in kuruluşundan itibaren ortalıkta gezen “Hürriyet gazetesi Yahudi sermayesiyle kuruldu” dedikodularına cevap vermektir. Çünkü, Simavi gazeteyi kurarken Musevi işadamları Burla Biraderler’den borç almıştır. Sonradan bu borcun komisyonuna kadar ödendiği dillendirilse de dedikoduların önü alınamaz. Bir de gazetenin kuruluşu, İsrail devletinin kuruluş sürecine denk gelip bununla ilgili haberlere ağırlık verilince dedikodular iyice ayyuka çıkar. Bunun üzerine Simavi önce logoya bayrak ekler, sonra altına “Türkiye Türklerindir” ibaresi ekler ve hatta iddialara “Yüzde Yüz Su Katılmamış Türküm” cevabı içeren bir yazıyla cevap verir. Hürriyet’in sermayesine ilişkin iddiaları doğrulayan bir belge yok. Dedikodu ya da hakikat, Hürriyet gazetesinin kamuoyundaki ilk yankısı “ardındaki sermayenin” sorgulanması şeklindedir. Öyle ki, bugün gazetenin geleneğini özetlediği sanılan o meşhur ibare bile bunun sonucudur.

Sermaye nereye, medya oraya
Tesadüf o ki, bugünlerde Hürriyet’le birlikte koca bir medya grubunu elinden çıkaran Aydın Doğan’ın medyadaki yankısı da sermaye üzerinden olur. Bir kere gazetecilik dışından biridir ve Babıâli geleneği buna tepkilidir. Daha da ötesi, 1979’da Milliyet’e büyük ortak olarak giren Aydın Doğan’a sermayeyi Koç ailesinin sağladığı dedikoduları epeyce dillendirilir. Koç’un sahibi olduğu Tofaş’ın baş bayiinin de Aydın Doğan olması söylentileri kuvvetlendirir. Söylenene göre Vehbi Koç, bir gazete sahibi olduğunun bilinmesinin şirketlerine ve itibarına zarar vereceğini düşünerek böyle dolaylı bir alım yaptırmıştır. Ara ara gündeme gelen bu iddianın da delili yok elbette. Ancak her iki örneğin de gösterdiği şu ki, medya sahipliği ve sermaye ilişkisi basın tarihi boyunca merak konusu oldu. Haliyle, bunun yapılacak gazeteciliğe etkisi olacağı düşünülüyordu. Oldu da. Sermaye ve iktidar arasındaki ilişki malum. Gazetenizden ve gazetecilikten başka çıkarlarınız varsa hangi görüşten olursa olsun iktidarlar karşısındaki konumunuz pek değişmez. Ağırlığı, frekansı, yönü değişir ama ilişkinin özü değişmez.

‘Eskiden gazetecilik vardı’ romantizmi
Türkiye’de koalisyon hükümetlerinin hüküm sürdüğü 90’lar boyunca, medyanın hükümetler karşısındaki konumu bugünkünden farklıydı. Ekonomi de bıçak sırtında olduğundan medyanın hükümetler karşısında baskı kurma şansı vardı. Bunun karşılığında da gelsin ihaleler, kurulsun bankalar, kapılsın teşvikler, peşkeş araziler gibi bir ilişki biçimi gelişti. Aslında gazetecilik asıl itibarını o günlerde kaybetti ama bunun asıl sonuçlarını hissetmesi için daha görecekleri vardı. Gazeteciliğin sermayeyle bütünleşme açısından ‘altın çağı’ sayılacak 90’larda gazetecilik yapanlar, şimdi bir kısım muhalif medyada “Eskiden gazetecilik vardı arkadaş” diye romantik romantik takılıyor. Ancak pek azı bu sağlıksız ilişki biçimi doğarken orada olduklarını hatırlamak istiyor. “Ben önce işadamıyım” diyenler zaten mutlu hatırlıyor o ayrı. Aslında bu dönemin sağlaması tek bir soruda saklı: Ya Aydın Doğan eskiden olduğu gibi bugün de hükümetle uzlaşmanın ya da ona hükmetmenin bir yolunu bulsaydı? Bunu denemediğini söylememek mümkün mü? Gazetecilik için savaştığını filan düşününlerinse işin aslını görmek için 90’lardaki ortama biraz derinleşmeleri yeterli. “Ne olursa olsun asla bugünkü kadar kötü değildi” diyebilirsiniz. Haklı da olabilirsiniz. Ancak medyanın iktidar imkânlarına öyle göbekten bağlanmasının, hangi görüşten olursa olsun güçlü bir hükümet geldiğinde doğuracağı sonuç bundan farklı olur muydu sizce?

Bağımsız medya derken neden söz etmeliyiz?
Özetle; medyanın bu hale gelişine bir neden ararken, bunun aslında bir dönemin sonucu olduğunu unutmamak gerek. “Şimdi ne yapacağız?” sorusunun tek cevabı artık kılavuz istemeden görünen köy: Bağımsız medya. Bağımsız derken bunu sadece iktidardan bağımsızlık gibi algılamak hata olur. Sermayenin her türlüsü ve herhangi bir çıkar odağı, lobi grubu da dahil buna. Hatta uzun vadede medyanın klasik gelir kaynağı reklam bile bu gruba eklenir. Bir bağımsız medya kuruluşuna reklam vermenin sermaye için ne gibi riskler doğurduğu ortada. Çünkü çıkarların kesiştiği yerde her defasında ilk feda edilenin gazetecilik olacağını görmek zor değil. Geçiş dönemleri belki biraz farklı hissettirir ama sonuç hep olacağı yere varır. Sermaye el değiştirirken, okura da bir değişim değeri olarak bakılır. Örneğin; bir gazeteci ekrandan veya gazetesinden uzaklaştırılırken okurun veya izleyicinin tepkisi hiç düşünülmez. Mahallede sadece tek bir lokanta veya onun farklı şubelerinin olması ve yemeklerimiz ne kadar kötü olursa olsun bizden yemek zorundasınız demek gibi bir şey bu.
zenginin-medyasi-zugurdun-algisini-yorar-445865-1.
Taz’ın proje yöneticisi Konny Gallenbeck, 2017 yılında Journo’dan Canberk Beygova’ya verdigi röportajda önemli bir detayın altını çiziyordu. 3 bin kişiyle kurulup bugün 17 bin üyeyi aşan kooperatifin geliri çalışanların maaşları için değil, gazeteyi geliştirmek için kullanıyordu. Gallanbeck’in aynı röportajda Türkiye’den BirGün’ün dijital abonelik modelini de geleceğin gazetecilik modelleri arasında göstermesini bir detay olarak ekleyelim. 

Çıkış yolu var mı? 
Eskiden de dillendirilen ancak ütopik olarak görünen bazı şeyleri biraz gecikmiş de olunsa ciddi ciddi tartışmak gerek artık: Var olan bağımsız medyayı güçlendirmek ve sadece okurunun (ya da izleyicisinin) ve çalışanlarının sahibi olacağı yeni bir haber medyasına odaklanmak. Bunları kağıt üzerinde dillendirmek kolay da işin uygulamaya geçmesi biraz zor. Çünkü çoğunluğunu bu yazıyı da okuyanların oluşturduğu bir grup dışında kalan geniş kitleler, haber ihtiyacına karşılık para ödemesi gerektiğini unuttu. Bunda internetin de katkısı büyüktü tabii. Bu sadece ülkemizde değil tüm dünyada bir tıkanma yarattı. Bu tıkanmayı aşmak ve dijital medyayı kârlı bir hale getirmek için yapılan “tık avcılığı” da farklı bir sorun yarattı. İçeriğin kalitesizliği, gazeteciliği ucuzlaştırdı, ona para ödeme motivasyonunu iyice olanaksızlaştırdı. Yine de çıkış yolları var.

Digidays’de Jessica Davies, (Türkçe çevirisi journo.com.tr’de) İngiltere’nin saygın gazetelerinden The Guardian’ın modelinin çarpıcı sonuçlarını özetlemiş. The Guardian’ın gelirlerinde reklamın payı artık eskisinden çok daha az. Bu da gazeteyi tık avcılığından uzak durmak, nasıl olursa olsun daha çok okura ulaşmak gibi takıntılardan kurtarmış. Bu yükten kurtulup, bağış yoluyla finansmana dönen kuruluş, 300 bini düzenli 800 bin bağışçıya sahip olmuş. Bu yola çıktığında sadece 50 bin dijital abonesi olan The Guardian’ın bugün geldiği nokta önemli. Bu bağışların tek anlamı, okurun, kendi haber kaynaklarına sahip çıkması ve onları ödüllendirmesi. Bunun için de bir farkındalık eşiğini aşmak gerekiyor.

Kooperatif modeli
Almanya’nın sol görüşlü gazetesi Taz’ın gelir modeli de bir başka alternatif. Taz, 1979 yılında, gazetecilik için kurulmuş bir kooperatifin gazetesi. Şu anda 17 bini aşan kooperatif üyesiyle bağımsız gazetecilikte başarılı bir model haline gelmiş durumda. Taz’ın proje yöneticisi Konny Gallenbeck, 2017 yılında Journo’dan Canberk Beygova’ya verdigi röportajda önemli bir detayın altını çiziyordu. 3 bin kişiyle kurulup bugün 17 bin üyeyi aşan kooperatifin geliri çalışanların maaşları için değil, gazeteyi geliştirmek için kullanıyordu. Çünkü gazete zaten abonelik ve ilan gelirleriyle çalışanların maaşlarını karşılayabiliyor. Kooperatifse, gazeteyi geleceğe güvenle taşımak için adımlar atıyor. Yunanistan ve İsviçre’de de kooperatif modelinin örnekleri var. Gallanbeck’in aynı röportajda Türkiye’den BirGün’ün dijital abonelik modelini de geleceğin gazetecilik modelleri arasında göstermesini bir detay olarak ekleyelim.

Okurdan destek beklemek kolay da…
Türkiye’deki okur veya izleyicinin, gazeteciliğe sahip çıkmak için fedakarlık yapacağı noktaya eriştik mi? Türkiye’deki okurluk geleneğini İngiltere’yle ya da Almanya ile bire bir kıyaslayamayız ama Doğan Medya’nın satışından sonra özellikle sosyal medyada yaşanan panik havası umutlandırıcı bir işaret. Doğan Medya’nın da aslında bir illüzyon olduğunu hatırlatıp durmanın bundan sonra pek faydası yok. Yenilgi almış Anadolu takımının mağrur topçusu gibi önümüzdeki maçlara bakacağız. Bu maçta okur (izleyici) ve gazeteciler aynı takımda. Okura düşen, kendine yakın gördüğü gazeteciliği desteklemek, gazetecilerinse görevi bu desteğe yakışır bir gazete sunmak. Kitlelerde karşılık bulacak bir gazetenin “Al muhalefet yapıyorum işte daha ne istiyorsun” deme gibi bir lüksü olmamalı. Çünkü gazetecilik=muhalefet değildir. Gazetecilik haliyle yani doğası gereği iktidarları rahatsız edecek sonuçlar doğurabilir, ama adı üstünde bu bir sonuç. Ancak günümüzün medya ortamında geniş kitlelerle buluşması için bu tek başına yeterli değil. Her ne kadar bugün geldiği nokta üzerinden eleştirecek olsak da Hürriyet’in 1948’de girdiği gazetecilik ortamında kırdığı bazı klişeler vardı, örneğin; önceden bir gazete için daha hafif görünen konuları işlemeye başlamıştı, Londra Olimpiyatları’na kimse muhabir göndermezken Hürriyet göndermişti ve karşılığını geniş kitlelerin ilk kez dikkatini çekerek almıştı. Bugün de yeni medyanın sağladığı olanaklar var diyoruz ama her biri maliyet. Kaldı ki gazetecilik gibi düşünsel emeğin yoğun olduğu bir sektörden söz ediyoruz. Öyleyse “iyi gazeteciliği” abonelik veya yeni modellerle desteklemekten başka çare yok, bunun için de bu alana yatırım yapacak “iyi ve cesur bir zengin” beklemek hem hayal hem yanlış. Çünkü öğrendik ki zenginin medyası züğürdün algısını yorar.

Ümit Alan / BİRGÜN

Emperyalizm üzerine bazı hatırlatmalar - ÖNDER İŞLEYEN

Bölgemizde bugün halkları etnik ve mezhepsel temelde birbirine kırdıran emperyalizme karşı güçlü bir karşı çıkışın olmamasının en önemli nedeni onun yarattığı yıkım içinde bir gelecek arama fikridir. Emperyalizmin belki de en büyük yıkıcılığı da budur.

Emperyalizm ve emperyalizme karşı mücadele konusu son dönemlerde sol içinde fikri bir bulanıkla ele alınıyor. Bunun temelinde küreselleşme politikaları karşısındaki tutum alışlar bulunuyor. Reel sosyalizmin yıkılışı sonrasında kapitalizmin ideolojik hegemonyası ile birlikte dünya sermayenin sınırsız hareket kazanmasına dayanan neoliberal politikalar ekseninde bir değişim sürecine sokuldu.

Kapitalizmin, bir önceki dönemdeki ulus devlet ölçeğinde işleyen ekonomik düzeni neoliberal açılımla birlikte ulus ötesi ve yerel ölçeklerde esnetildi. Sermayenin sınırsızlaşması ve tüm alanlara doğrudan sirayet etmesine dayanan bu dönüşüm sürecine karşı tutumlar solun önemli kırılma noktalarından birisi oldu.

Solda bir kesim neoliberal küreselleşmeyi demokratik değişimin manivelası olarak görerek destekledi. Ülkemizdeki neoliberal dönüşümün parçası olarak gündeme gelen ve her konuda ortaya çıkan bu ideolojik bulanıklık, muhalefet hareketinin etkisizliğinin kaynaklarından birisi oldu. Emperyalizmin küreselleşme rüzgarlarını arkasına alarak gelişen bu fikirler sonu, siyasal İslamcı rejim değişikliğinin demokratikleşmeye yol açacağı fikri üzerinden ABD politikalarını desteklemeye kadar vardı. Bunun karşısında da emperyalizme karşı çıkmak adına mevcut iktidar yapısını savunmayı temel alan milliyetçi yaklaşımlar yer aldı. Liberal ve milliyetçi sağ savrulma içinde muhalefet hareketi parçalanarak bu dönemde etkili bir siyaset yapmaktan uzak kaldı.

• • •

Bu fikri dağılmanın en önemli sonuçlarından biri, solun bir bölümünün siyasal İslamcı rejimin gelişimini “demokratikleşme süreci” olarak ele almasıydı. Bu, o kesimin ülkenin cihatçı-dinci bir grubun idaresi altına girmesine sunduğu unutulmaz bir katkıdır! Ancak bunca dersin ardından durumun bugün değişik olduğunu söylemek de mümkün değil. Siyasal İslamcı rejime karşı mücadeleyi, ABD ve Batı’nın programından koparmadan, onların müdahalesiyle dolaylı olarak bütünleşerek ilerlemeye çalışan bir hattan söz etmek mümkün. AKP’nin Gül’lerle restore edildiği bir değişime bel bağlayan ve bunun için ABD eliyle gerçekleşecek her tür adımla da uzlaşmaya hazır siyasi akıl, hiç de küçümsenmeyecek bir etkinlik alanına sahip (Diğer yanda da bir kesimin sözde antiemperyalizm adına AKP’nin arkasında saf tuttuğu yeni bir yetmez ama evetçilik türedi. Bu konuda ileri sürdükleri görüşler üzerinde durmaya gerek dahi yok. Bunlar, malum çevrenin ordu eksenindeki siyasetine bir kılıf uydurma uğraşından ibaret).

• • •

“Emperyalizmin sona erdiği, küreselleşme ile birlikte karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin hakim olduğu…” gibi görüşler barındıran tezlere bugün eskisi kadar rastlamak mümkün değil. Öte yandan dünyada artık eski dünya değil.
Küreselleşmenin, AB ve ABD merkezli ilerleyiş hatları özellikle 2000’lerle birlikte kırılmaya uğradı. 2008 krizi sonrasında artık küreselleşme ekseninde kurulan yeni dünyanın geride kalmaya başladığı, emperyalizmin hegemonya kaybının ortaya çıkardığı kapitalist bloklaşmalar etrafındaki paylaşım mücadelesinin yoğunlaştığı bir dönemdeyiz. Bunun en önemli yansıması bölgemizde sürüp giden savaşın içinde yaşanıyor.

Suriye’de etnik ve mezhep temelli iç savaş, ABD’nin Orta Doğu’da kurmaya çalıştığı yeni düzen arayışının sonucu olarak gelişti. Türkiye’de aslında arkasında 12 Martların, 12 Eylüllerin birikimi olan siyasal İslamcı rejim bunun için kuruldu. Türkiye’de iktidar sahipleri, ABD politikalarına bağlı ve onların tezgahlarında yetiştirilerek iktidara getirildiler. AKP’de, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde, Ortadoğu’da İslamcı iktidar kuşağının parçası olması için iktidara taşındı. Türkiye, ABD’nin bu politikalarına bağlı olarak Suriye’deki savaşın içine sokuldu. Bugün de ABD-Rusya dengesinde ilerleyen savaşın cereyanı altında ve operasyon alanı içinde kalmış bir durumda bağımsız politika geliştirme kabiliyetini tümüyle yitirmiş durumda. AKP, bu sıkışma içinde kimi zaman ABD kimi zaman Rusya dengesine sığınarak ilerlese de bu makas artık iyice daralmış durumda. Bunun en önemli sonucu da Suriye’de, ABD’nin zorladığı parçalanma içinde cihatçılarla alan tutmaya çalışmaktan ibaret bir politikanın bugün ‘yerli ve milli’ olarak sunulmasıdır. (Bunu anti-emperyalizm olarak savunanlara söyleyecek söz yok zaten!)

emperyalizm-uzerine-bazi-hatirlatmalar-445869-1.
Bu hatırlatmalar, emperyalizme karşı hatalı yaklaşımları sıralamanın ötesinde, bu mücadelenin güncelliğine ve yakıcılığına ilişkindir. Kızıldere’nin yıl dönümünde, bunların altını çizmek ayrıca önemli. Devrimci hareket 60’larda emperyalizme karşı mücadele içinde gelişti. 6. Filo protestosundan Commer’in arabasının yakılmasına kadar tüm eylemler, ülkemizi emperyalizme bağımlılık rotasından çıkarma fikrinin sonucuydu.

• • •

Suriye’deki ABD dengesinin bir ucunda da Kürt hareketi bulunuyor. Kürt ulusal hareketi, Suriye’deki iç savaş sürecinin ilk evresinde büyük güçler arasında dengeli bir politika izleyerek, ağırlıkla kendini savunma hattında kaldı. Ancak, daha sonraki evrede Kürt ulusal hareketi iktidar alanlarını korumayı ve geliştirmeyi ABD ile işbirliği içinde gerçekleştirmeye yöneldi. ABD ile kurulan ittifak, Kürt hareketini giderek ABD’nin Suriye politikasının bir kara gücüne dönüştürdü. ABD, Suriye içindeki kontrol alanlarını, Kürt hareketinin merkezinde olduğu askeri güçlerle sağladı. Bu ittifaka yönelik eleştirilere, Kürt hareketi ve belki ondan daha fazla liberal ve kimi sol çevrelerce “milliyetçilik-şovenlik” ifadeleriyle karşılıklar verildi. Soldan kimileri, ABD politikalarına bağlı hareket edilse dahi bunun sorun edilmemesi gerektiğini savunan kallavi yazılar da yazdılar!

Bunların hepsi bir yana şimdi Afrin sonrasında, ABD ile ittifaka ilişkin Kürt hareketi başta olmak üzere bu çevreler bir tartışma içerisine girmiş görünüyor. ABD’nin Suriye planında Afrin’in vazgeçilebilir olduğu görüldü. ABD, şimdi Menbiç dahil başka noktaları da pazarlık unsuru olarak kullanıyor. Bunun sınırının nereye kadar geleceği, Fırat’ın doğusundaki düzenlemelerin nasıl olacağını şimdiden kestirebilmek güç. Burada, Türkiye ile yürütülen pazarlıkların da etkili olacaktır. ABD, bir yandan tavşana kaç tazıya tut derken, öte yandan da hem Türkiye’yi hem de Kürt hareketini ayrı yakalarda aynı politika ekseninde tutmanın da yollarını aramaya devam ediyor. ABD’nin yarattığı yıkım içinde kazanmaya çalışan bir politikanın ortaya çıkardığı sonuçlar bunlar! Bölgemizde bugün halkları etnik ve mezhepsel temelde birbirine kırdıran emperyalizme karşı güçlü bir karşı çıkışın olmamasının en önemli nedeni onun yarattığı yıkım içinde bir gelecek arama fikridir. Emperyalizmin belki de en büyük yıkıcılığı da budur!

Bu hatırlatmalar, emperyalizme karşı hatalı yaklaşımları sıralamanın ötesinde, bu mücadelenin güncelliğine ve yakıcılığına ilişkindir. Kızıldere’nin yıl dönümünde, bunların altını çizmek ayrıca önemli. Devrimci hareket 60’larda emperyalizme karşı mücadele içinde gelişti. 6. Filo protestosundan Commer’in arabasının yakılmasına kadar tüm eylemler, ülkemizi emperyalizme bağımlılık rotasından çıkarma fikrinin sonucuydu. Mahir Çayan’ın ve devrimci hareketin bu konudaki görüşlerini tekrar etmeye gerek yok. Ancak, bugün de demokrasiyi geliştirmenin, halkların özgürce yaşayabilmesinin, emekçilerin kazanabilmesinin emperyalizme karşı mücadeleden bağımsız olmayacağını hatırlamaya gerek var.

Kızıldere’nin arkasındaki bu devrimci düşünceleri sahiplenerek, 70’lerde başardığımızı bir kez daha başarabiliriz!
On’ların anısına sevgi ve saygıyla...

Önder İşleyen / BİRGÜN

1 Nisan 2018 Pazar

Ya cemaat başa, ya cumhur leşe! - Mine G. Kırıkkanat

Cümbür cemaat” sözü, “cumhur cemaat”in bozulmuş halidir. Zaten uyduruk “cümbür” sözcüğü de, “cümbüş” ile “cumhur”un Türk halkına pek yakışan arabesk kaynaşmasından ibarettir. 

Yıllardır kurmaya çalıştıkları İkinci Cumhuriyet, buymuş demek: Cümbüşle cumhurun kesiştiği “cümbür” noktasından, “cemaat cumhuriyeti”ne varıldı. 

Birinci Cumhuriyet ile İkinci Cumhuriyet’in kurucuları arasındaki fark, heyhat! Yalnız zekâ, zarafet, bilgi, birikim, vizyon ve uygarlıkta değil, aynı zamanda fasıl heyetlerindeymiş meğer. 

Böyle bir cemaat cumhuriyetinin fasıl heyetine de elbette çümbüşle eşlik edilir!
Ama kanunla değil.

Oysa Atatürk’ü gerek kendi heyetinden, gerekse İkinci Cumhuriyetin müteahhit ve taşeron kadrosundan, ölçülemeyecek kadar üstün kılan en baş özellik, Türkiye Cumhuriyeti’ni  “kanun” üzerine kurabilmiş olmasıdır. 

Mustafa Kemal, olağanüstü halin ta kendisi Kurtuluş Savaşı’nın en şiddetli, en belirsiz, tehlikenin en büyük olduğu, kazanmakla kaybetmenin arasındaki o ince çizgide, cephe ile Meclis arasında mekik dokuyor, savaşta atılan her adımı bile, TBMM’nin çıkardığı kanunlarla “hukuksal zemine” dayandırıyordu.

***

13 Temmuz 1921’de Yunan orduları Ankara’nın 80 km. yakınına kadar ilerlemiş ve Meclis’te başkentin daha doğuya taşınması tartışılırken, Sakarya Savaşı’nı başlatan ve zaferle sonuçlandıran komutan, TBMM Başkanı Mustafa Kemal’di!


Kurucu Meclis, bir ulusun var ya da yok oluşunu belirleyecek bir kurtuluş savaşının yasama kurumu, savaşın sürdüğü üç yıl boyunca ara vermeden çalışan ve henüz var olup olmayacağı belirsiz yeni Türkiye’yi “hukuk devleti” yapacak, onlarca yasa çıkaran meclistir. 

Öyle bir yapılanmadır ki bu, cumhuriyetin her tuğlası, önceden hazırlanan yasal zemine oturtuluyor, harcı hukukla karılıyordu. Her yasa tek tek, hem de şiddetle tartışılıyor, ayrı ayrı oylanıyordu. 

O insanlar, bir devlet kurduklarının farkındaydılar. İster Mustafa Kemal yandaşı olsunlar ister muhalif, baş sallayıp maaş almak için orada değillerdi. Savundukları ilkeleri ve inançları, cephede savaşan evlatlara saygıları vardı. Meclis’te biri konuşurken oynayacakları cep telefonları, Candy Crush yoktu; ama ahlak vardı, onur vardı. O milletvekillerinin hiçbiri aman tüm yasaları bir torbaya dolduralım, bir kerede oylayalım bitsin, gidip çay içelim, hasbıhal edelim diye düşünmedi. Böyle bir davranış, akıllarına bile gelmezdi. 

Bir de bugüne bakınız. Gecekonduculuktan gelen devletliler; dağları tepeleri işgal, ormanları talan ettikleri, denizleri, gölleri, nehirleri kirlettikleri gibi, cumhuriyetin üzerinde yükseldiği tuğlaları tek tek söküyor, yerine kendilerine benzeyen, çünkü içinde yetiştikleri, gecekonducu, oldubittici etik ve ucube estetiği koyuyorlar.

***

İktidar milletvekilleri torbalara doldurulan çorba yasaları, içinde ne olduğunu bile bilmeden, parti emriyle oyluyor; Meclis’teki işi beyhude itiraz çığırtkanlığı yapmaktan ibaret “Twitter muhalifi” vekillerle birlikte maaşlarını alıp keyiflerine bakıyorlar.
Oysa devlet ve adalet, her şeyden önce kurumlara saygıyla ayakta duran soyut güçlerdir. Bu soyutluğa saygıyı kaldırırsanız ortadan, geriye kaba gücü elinde tutanın somut yaptırımları kalır ki, hukuk tabanından yoksun bu yaptırımlara anarşi denir. Anarşinin de bir ülkeye ne getireceği bellidir: Ya dikta, ya da çöküş.

Bugün hukuku temsil eden yargıya, cüppesinin iliksiz olduğunu unutan yargıcın kızını, partizanın kızanını ve daha nice yandaş yakınını hâkim, savcı atayanlar, sadece liyakati yok etmediler. Toplumda hem adalete saygıyı, hem de devlete güveni ortadan kaldırdılar. 

Türkiye’yi “ya cemaat başa, ya cumhur leşe” düsturuyla yönetenler, bundan böyle ancak korkutarak, ancak zor ve zorbalıkla ayakta kalabilir. Nitekim öyle yapıyorlar.
Ama korku ve zorbalığın bekası yoktur!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Doğan Kuban: Umutsuzluk Yakışmaz - ORHAN BURSALI

Kırmızı Kedi, “Cumhuriyet Bilgeleri” başlığı altındaki serisinin ilk kitabını Doğan Kuban Hoca’nın yazılarına ayırdı: İflah olmaz iyimser bir bilge olan Kuban Hoca’nın kitabının adı: Umutsuzluk Yakışmaz. 


Önce kitabın başlığının çağrıştırdıklarının peşinden gidelim: Doğan Hoca’nın bir umut insanı olduğunu bilirim. Türkiye, Osmanlı ve Rönesans tarihine, Türkiye’nin kuruluşuna ve yarattıklarına ve geleceğe yaklaşımı, derin analizleri hep umut taşır. Kuban, tarihin üzerinden adeta koşar adımlarla geçer, dönemleri birbirine bağlar ve vardığı sonuçların hakikatin bir parçası olmasına ve yeni geleceğin kurulmasında basamaklar oluşturmasına gayret eder ve hepimizin önüne ödevler koyar.

Toplumların yönü nereye? 
Kitabın adı Karamsarlığa Yer Yok da olabilirdi. Hocanın bu umudunun kaynağı, tarihe geniş zaman dilimlerinden bakışıdır. Geçmiş gerçekten geriye değil ileriye, kötüye değil daha iyiye, kötümserliğin yoğunlaştığı zamanlarda birden iyimserliğin çiçek açtığı zamanlara doğru ilerler. 

“Geçmiş daha iyiydi” sözü bazen özlemle dile getirilir ama gerçekten geçmiş daha iyi miydi ve neye göre, hangi açıdan, yaşamın hangi kalemine göre? Toplumların ve insanlığın gerilediğini mi söyleyeceğiz yoksa ilerlediğini mi… Her ne kadar insanlık çok temel sorunlarına henüz kalıcı çözümler ortaya koyamamışsa da ve geleceğin meşalesi gürül gürül yanıyor olmasa da geleceğe yaklaşımımızın iyimser olmasından vazgeçebilir miyiz?

İyilik ve kötülük birlikte var
İyilik ve kötülük iç içedir. İnsanlığın çabası iyiliğin hep üstün geleceği, ağırlıkta olduğu bir yaşam varlığını hedefler. Felsefe de iyiyi, güzeli, hakikati arayış içindedir. Öyle midir gerçekten, yoksa salt umudu koruma düşüncesinin dışavurumu mudur? Umut, yaşamın, daha iyiyi arayışın ve güzelliğin adıdır. Bundan vazgeçmemiz mümkün mü? 
Kaybettiğimiz eleştirel düşünen aydınlarımızdan Ahmet Cemal, Kuban’ın yazıları için “Türkiye’nin yakın kültür tarihinin ender rastlanır bir saydamlıkta çözümlemesidir” diyordu; “Tarihimizin gerektiğinde en uzak köklerine kadar uzanan bu çözümleme, bütünüyle eleştirel düşünce temeli üzerinde yükselmiştir.” 

Kuban’ın haftalık yazıları, önce Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji’de, iki yıldır da Herkese Bilim Teknoloji’de büyük bir merakla okunuyor ve toplumda derhal binlerce paylaşıma konu oluyor. İki Bilge konferanslarının meraklıları tanıktır: Yaşadığımız kötücül siyasi ve toplumsal durumlar karşısında yükselen  “Eyvah!” söylemlerine karşı, Doğan Kuban bilgece umudu yeşertmiştir ve çağdaş yaşamı belirleyen unsurların herkesi birleştireceğini ve kimsenin bunun dışında kalamayacağını söylemiştir.

Umut, yaşamın adıdır 
Kötülükler, eninde sonunda hep yıkılmıştır, bunun nedeni belki de, insanlığın akış yönü iyilikten yana olduğu içindir. 

Bu akışın, yazgısal bir yaklaşımda bulunursak büyük bir bilgelik içerdiğini söyleyebiliriz. Yani, tek tek bireylerin düşüncesinden bağımsız, uzun vadede iyiliğe koşan, umudu içselleştirmiş bir bütünsel insaniliğin varlığını belki düşünmeliyiz... Çünkü yıkıntılar arasından toplumların dünyası her zaman yeniden kurulur. 

Belki insanlığın geçmiş yaşamından yeterince ders alamadığından veya kötülüğün geçici egemenliğini engelleyemediğinden, sistemde bir yanlışlıktan bahsetmeliyiz. 
Umutsuzluk Yakışmaz kitabının konuları ve içerdiği düşünceler üzerine iz sürüyorum kaçıncı kez. Toplum, Çağdaşlık, Kültür, Düşünce, İslam, Kent, Kaos, Cumhuriyet başlıkları altında toplanmış 58 yazının her biri, bir Rönesans insanının eleştirel süzgecinin nasıl çalıştığının ders dolu örnekleridir. Bazen cehaleti ele alır yerden yere vurur, bazen de kurtuluşun yolu olarak halkın aydınlatılmasını önerir. 

Ben ise halkın yüz binlerce öncü kadrosunun adanmışlığıyla toplumun değişebileceğini düşünürüm. 

Umutsuzluk dağıtır, bireyi içine kapatır, onun tüm ilişkilerini kopartır ve salgın hastalık gibi yayılmasını sağlar. Kötülüğün sürmesine yarar. 

Oysa düşünceye, insana, aydına Umutsuzluk Yakışmaz, hiç mi hiç! 
Kuban kitabıyla hepimizi her şeyi yeniden düşünmeye çağırıyor.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET