4 Nisan 2018 Çarşamba

Defilelerle ‘Meyhoş’laştı tesettür! - TAYFUN ATAY

İsmail YK’nın tesettür erotizmine müzikalite kattığı klipi “Meyhoş Oldum”un altını kazıyın, karşınızda tesettür defilelerini bulursunuz!..

“Şaraptan meyhoş oldum / 
Rakıdan sarhoş oldum / 
Ama senin aşkından / 
Daha da beter oldum” diyen İsmail YK, bu şarkısına çektiği fantastik mi fantastik klipinde bir “tesettürlü dilber” aracılığıyla ete kemiğe bürümekte sözel içeriği…

Hayli uç noktaya mı gitmiş, evet hayli uç bir noktaya gitmiş.
Peki, durduk yerde mi gitmiş, hayır!..
İsmail’in klipine giden yolun, (artık bir “sembol” haline geldiği için ismini verebiliriz) “Tekbir Giyim A.Ş”nin iyi niyet taşlarıyla döşendiği söylenebilir. Şöyle ki (kurucusunun ifadesiyle, mealen) başlangıçta büyük şehirlerde köyde olduğundan farklı bir yaşam tarzı ve beğeni düzeyindeki dindar-muhafazakâr genç kadınların (“Bacılarımız”) örtünme ihtiyacını karşılamak üzere, “Allah rızası için” sıvanmıştı kollar (1970’ler sonu). 

Gayet anlaşılır bir amaçtı bu: Köylerde geçimlik ekonominin gereği olarak kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılayan, yani ekmekten elbiseye kadar, tüketeceği her şeyi kendisi üreten insanlarımız, göç ettikleri şehirlerde kapitalist pazar ekonomisi işlerliğinde her şeyi pazardan, marketten alır olmuştu. Dolayısıyla dindar kültürel örüntüleriyle kamu (iş, okul) yaşamında var olmak isteyen kadınların örtünme (tesettür) ihtiyacı için de bir “pazar” oluşturulması kaçınılmazdı.

Kökleri İslami gelenekten çıksa da son derece “modern” bir zorunluluktu bu ve bu topraklarda tesettür, Tekbir Giyim vasıtasıyla “modernleşti”.

Şimdi karşımızdaki İsmail YK’nın klipini ise tesettürün bu topraklarda sosyoekonomik değişme bağlamında yaşanan macerasının “postmodern” aşaması olarak değerlendirmek mümkün.


Bu yolun önünü de yine Tekbir Giyim öncülüğünde karşımıza çıktığı söylenebilecek tesettür defileleri açtı.
Tekbir Giyim, defileye mecbur kalmıştır. Kapitalist işleyişe mahkumiyet, defileye mecburiyeti beraberinde getirdi.

Bir başka deyişle, başlangıçta her şey “Allah’ın emri”ni yerine getirme yolunda Müslüman bacılara iyi niyetle hizmet olarak başlasa da bu hizmetin mekanı ve kapitalizmin tapınağı “Pazar”, hükmünü Tekbir Giyim A.Ş. üzerinde de icra etti.

Tekbir, bir “şirket” olarak ayakta kalma yolunda hem kârı, hem de yavaş yavaş beliren rakipleriyle mücadeleyi önceler olunca artık tekstil/konfeksiyon sektöründen moda sektörüne, diğer deyişle “kültür endüstrisi”ne (“postmodern” çığıra) intikal etti.

“Bacılar” için kanaatkar şekilde “bir baş örtüsü, bir pardösü” üretmenin şirketi ayakta tutmaya yetmediği noktada artık o “bacılar”ı da ihtiyaç olarak tüketimden “değer olarak tüketim” alışkanlığına çekmek gerekti.

Defileler, bunun imkan dahiline girmesini sağlamıştır: “Allah’ın emri olduğu için örtünme sadece; güzel, alımlı, çekici, cezbedici, ‘büyüleyici’ olmak için de örtün!..”  Tesettüre çağrının yeni motifi buydu.
Böyle olunca işte, bir “takva” (sakınma) ölçüsü olan tesettür, teşhir ögesine dönüştü. Tesettürün esası mahremiyet iken, “pazar”, “endüstri”, “moda”, defile” falan derken o, örtünmeye değil, (elbette “fantezi” mahiyette) “örtünerek soyunma”ya vesile kılınır oldu.

Sonrası “çorap söküğü”dür! Her yeni organizasyonda daha iddialı, şaşırtıcı ve kışkırtıcı tasarımlarla karşımıza gelen tesettür kreasyonları; billboard’larda trafik kazasına yol açabilecek kapasitede göze çarpan baş örtülü modeller; sayfalarına bakmaya doyum olmaz muhafazakar moda dergileri!..
Sonuçta tesettür dolayımıyla Müslüman kadının “tepeden tırnağa” metalaşması, magazinelleştirilmesi…
“Güzel bir yemekten sonra olduğu gibi iyi bir orgazmdan sonra da ‘Elhamdülillah’ denmeli” yorumu yapan dindar muhafazakâr kadın doğum uzmanlarının dahi bu süreçte sahne alması!..

Eh, buralara varıldıysa, yolun bugünkü durağında karşımıza çıkan İsmail YK klipine, o klipteki “tesettürlü erotik sevgili” temsiline değil, buna imkan alanı açan tesettür tüccarlarına bakmamız gerekmez mi asıl?!
Yani işin özünde modern/postmoden dünyada Müslümanlık halinin hâkim ekonomik sistemin isterlerine uyumlanması var.

Daha açık seçik ve saçık söyleyelim: İsmail’in “Meyhoş” klipi, bu topraklarda İslâm’ın kapitalizmle dansında valsten geçip tangoyu da aşıp artık “salsa”ya gelindiğinin resmi!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Türkiye’nin milli geliri: Nereden nereye?.. - ERİNÇ YELDAN

Konumuz “milli gelir”, daha teknik ifadesiyle gayrı safi yurtiçi hasıla (GSYH). İktisada Giriş derslerinin belki de en ilginç ve popüler konusu. (Yanılıyor olabilirim). GSYH bir yılın içerisinde bir ülkede üretilen mal ve hizmetlerin piyasa fiyatlarıyla toplam değerini veriyor. 

Türkiye’nin 2017 yılında milli geliri yüzde 7.4 büyüdü. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK’in) verileri söz konusu büyümenin ardında yatan ana unsurların özel ve kamu tüketim harcamalarındaki hızlı artış, sabit sermaye yatırımlarındaki sıçrama ve (net) ihracatın (ihracat eksi ithalat) olumlu etkileri olduğunu belirtiyor.
 
Bu büyüme performansının sağlıklı ve sürdürülebilir nitelikte olup olmadığını görmemiz için söz konusu harcamaların nasıl finanse edildiğine ve nereye harcandığına  bakmamız gereklidir. Büyümenin sürdürülebilir olması için ise yapılan harcamaların üretkenlik ve teknolojik (ve kurumsal) gelişmeyi sağlayacak bilgi sermayesi ve eğitim harcamalarına dayandırılması esastır. 

İlk tespitimiz Türkiye ekonomisinin dış sermaye girişlerine bağımlı olduğu ve yurt dışından sermaye girişleri sürdüğü sürece büyüyen, aksi durumda küçülen bir konumda görüldüğüdür. Bu bağımlılığın en önemli sonucu Türkiye’nin dış borçlarının hızla artması olmuştur. Türkiye’nin dış borçları 2006’da 206 milyar dolardan on bir yılda 450 milyar dolara çıkmış ve milli gelir üretiminin üstünde bir artış göstermiştir. 

Biriktirilen dış borç ise bilgi sermayesi ya da eğitime öncelik yerine, döviz bağımlılığını artırıcı biçimde körüklenen inşaat yatırımlarına yönelmektedir. Milli gelirimizin yıllar boyunca her iki sektör arasındaki dağılımına baktığımızda, inşaat harcamalarının nasıl da eğitim sektörünün önüne geçmiş olduğunu görmek mümkündür. 

Bunun da ötesinde konuya yeni sabit sermaye yatırımları açısından bakıldığında, inşaat sektörünün payının eğitime ayrılan yatırım payının 2.5 misli bir tempoda sürdürüldüğü görülmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin birikim öncelikleri üretkenlik ve inovasyon sağlayıcı faaliyetlerden ziyade, bir saman alevi gibi parlayıp sönen ve gelir yaratma sürekliliği bulunmayan inşaat yatırımlarına yöneltilmiştir. Aşağıda eğitim ve inşaat sektörlerinin gerek milli gelir, gerekse yatırımların dağılımı içerisindeki paylarını gösteren tablo bu gözlemlerimizi haklı çıkarmaktadır.

[Haber görseli]

Türkiye ekonomisinin yakın tarihimiz boyunca bu tür dış borçlanmaya dayalı büyüme senaryolarını sıkça izlediğini hatırlatmakla yetinelim. Yurt içinde katma değer üretmek yerine, dış borçlanmaya dayalı ve ithalata bağımlı bu tür büyüme süreçlerinin her defasında dış ticaret açıkları, işsizlik ve yüksek enflasyon ile birlikte yaşandığını unutmayalım. “Bu sefer herşey değişik” diye geçiştirilen sorunlar her defasında sürdürülemez dengelerin yarattığı krizler ile son bulmuştur, unutmayalım. 

Türkiye bir kez daha sürdürülemez bir Lale Devri heyecanı içine sürüklenmiş gözüküyor.


Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Amerika’nın monarkı - CEYDA KARAN

Amerikalılar iki haftadır ‘jeopolitik’ ağırlığı yüklü bir konuk ağırlıyor. 21’inci yüzyılda hâlâ mutlak monarşi kalabilen Vahhabi krallığı Suudi Arabistan’ın 33 yaşındaki veliaht prensi Muhammed bin Salman’ı... MbS kısaltmasıyla anılan bu monark, ‘genç reformcu’ pazarlaması eşliğinde ABD’deki halkla ilişkiler turunda pek ‘sükse yaptı’. Malum Amerika’nın ‘diktatörü’ olmak ayrıcalık.


***

Petro-doların gözü kör olsun. MbS’ı, hayretlerle izlediğim turunda kimler ağırlamadı ki! Trump yönetiminin üst düzeyinden, Henry Kissinger’a, Hillary Clinton’dan Barack Obama’ya, Bill Gates’ten Elon Musk’a, Lockheed Martin’den Walt Disney’e, Harvard’dan MIT’ye ve hatta Hollywood yıldızlarına uzanan bir kalabalık... 
Tabii Amerikalılara, ‘İslamı güncelleyip reforme edecek lider’, ‘ülkesinin büyük modernleştiricisi’ diye sunuldu. ABD medyasına söyleşiler ‘saçtı’. Doğrusu bunların, Yemen’le ilgili üç beş kırık eleştiriden öte zorlayıcı yanı yokken, MbS’ın zekâ seviyesini gösterdi. Yine de faydalıydı.
***

Örneğin ABD yönetimlerinin Soğuk Savaş’ta ektirdiği ‘gericilik tohumlarını’ sayesinde teyit ettik. Vahhabi Selefiliği Müslüman dünyada Sovyetler’e karşı Batı istediği için yaydıklarını söyleyiverdi. Bunu en iyi The Atlantic’te Jeffrey Goldberg’le söyleşisinde somutladı: 
“1979’dan önce fonlamak derken, Soğuk Savaş’tan bahsediyorsunuz. Komünizm her yere yayılıyordu, Birleşik Devletler, Avrupa ve bizi tehdit ediyordu. Mısır bu çeşit bir rejime dönmüştü. Komünizmden kurtulmak için kimi bulduysak onunla çalıştık. Bunlar arasında Müslüman Kardeşler de (İhvan) var. Onları finanse ettik. ABD de finanse etti.” 
Tabii MbS bugün artık İhvan’ı kendine ‘şeytan üçgeninin’ parçası bellemiş; ruhani liderini ‘Hitler’e benzettiği İran ile Sünni terör gruplarının yanında İhvan’ı da koyuyor. Şu saptama ile: “Demokratik sistemi kullanarak ülkeleri ele geçirip sonra da her yerde gölge halifelik inşa etmeye çalışıyorlar ve bu yolla hakiki Müslüman imparatorluğu kuracaklar.
***
Diğer yandan ‘uyanık’ prens, ‘İslamı güncelleyecek’ fakat Goldberg’in Vahhabizm sorusuna “Öncelikle bu Vahhabizim -lütfen bunu tanımlayın. Aşina değiliz. Bilmiyoruz” diyor. 
Zaten ‘mutlak monarşi’ sorulunca “Mutlak monarşi hiçbir ülkeye tehdit değildir. Siz bunu ‘tehditmiş’ gibi söylüyorsunuz. Eğer mutlak monarşi olmasaydı, Birleşik Devletler olmazdı. Fransa’daki mutlak monarşi Birleşik Devletler’in yaratılmasına yardım etti. Mutlak monarşi Birleşik Devletler’in düşmanı değildir. Çok uzun zamandır müttefikidir” dâhiyane yanıtını yapıştırmış! 
Daha isabetli laf edemezdi.
***
MbS’nin ABD’ye gezisiyle biraz daha aydınlandık. Suriye’yi gericiliği fonlayayıp enkaza çeviren, Yemen’i görev süresi zaten dolmuş bir kuklayı koltuğuna oturtacak diye üç senedir yıkan bu mutlak monark, 21’inci yüzyılda kadınlara direksiyona geçme, konser izleme hakkı veriyor diye gözümüze sokuluyor. Oysa Goldberg’e kadın-erkek eşitliği için “Farklı formlarda eşitlik vardır” demiş işte. Zaten 
o ‘eşitlikle’, Suudi kadınları değil ama elin Batılıları Arabistan’daki yeni şehirlerde bikinileriyle arz-ı endam edecekler.
***

Tabii post-truth âlemin ‘enayisi’ çokken, MbS’nin sırtı yere gelmez. ABD siyasi gelenekleri ve kurumsal yapısını sarsan damat Jared Kushner boşuna ‘kankası’ değil. Zengin işadamları ve rakip prensleri ‘yolsuzluk’ gerekçesiyle bir otele tıkıp işkencelerle ‘varlıklarına çökülür’ ama Amerika’nın ‘diktatörü’ olma ayrıcalığı vardır. Hem Fransa’nın güneyinde beğenip aldığı 450 milyon dolarlık Serene yatı anasının ak sütü gibi helal. 
Daha 2030 vizyonuyla ekonomiyi çeşitlendirip ABD yönetimine fırsatlar sunacak. Dev petrol şirketi Aramco’nun halka arzında bu turun ardından Londra ve Hong Kong yerine New York’u seçerse, ballı börek.
***

Taa 20’nci yüzyılda bağımsızlık savaşları eşliğinde modernleşme devrimlerini yapmış, laikliği anayasalarına koymuş cumhuriyet yönetimleri, ABD emperyalizminin ‘demokrasi sopasıyla’ karşı devrimin membaı kılınmış olabilir. Ama akıl sağlığından şüphe edilen (Alzheimer deniliyor) 82 yaşındaki babasının tahtına oturacak MbS üç vakte kadar ‘ılımlı demokratik İslamın prensi’ olacak. 
Yerseniz...

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Şarap, bira, rakı, öpüşmek yasak... Silah, şiddet, cinayet, işkence serbest-TAYFUN ATAY

Çok değil, bundan 5 yıl öncesine kadar bu memlekette RTÜK başta olmak üzere “kurgu komiserliği”nin en öncelikli hassasiyeti, dizilerde “şiddeti teşvik” motifli içeriklerdi. Bunda o kadar uç ve abartılı noktalara gidilmekte, öylesine “vur deyince öldür”meye varan kararlar karşımıza çıkmaktaydı ki “bu kadar da olmaz” demekten öte söyleyecek söz bulamıyorduk.

Mesela 2013 başında bir sitkom (“Alemin Kralı”), kadına yönelik baskıları teşvik ettiği, kadın istismarını normalleştirdiği iddia edilen içeriği nedeniyle 340 bin lira para cezasına çarptırılmıştı. Üstelik dikkatle bakıldığında kurguda söz konusu olan, aslında gerçek hayatta yaygın bir pratiğin (kadın istismarı) mizaha/komediye vurularak “yanlışlanması” idi.

Ancak RTÜK bunu “düz, dümdüz bir okuma” doğrultusunda yorumlayıp cezayı kesti.

O günler çok gerilerde kaldı. Şimdi “şiddeti teşvik”, dizilerin normali, neredeyse “olmazsa olmaz”ı.
Dinbaz iktidar öyle bir siyasalkültürel iklim yarattı ve yaygınlaştırdı ki memlekette, “şiddeti teşvik” artık zımnen resmi kabullere mazhar bir kurgusal tematik dizilerde... En dişe dokunur, içeriği ilgiye, dikkate, analize değer örneklerde bile hem bireysel, hem kitlesel ölçekte şiddeti, silahı, silahlı çatışmayı merkezileştirmeden yol alınamıyor.


Savaş hikâyelerinin, terör/karşıterör kurgularının, etnofobik, sosyal ırkçı, şoven içeriklerin güncel ve tarihi dizi formatında özgürce serpilip gürbüzleştiği, tam anlamıyla altın çağını yaşadığı bir dönemdeyiz. Hatta neredeyse “yasallaştığı” dönemdeyiz.

Buna karşılık “yasaklar” yok mu?.. Var tabii ki...

Savaşı yasallaştırdığı ölçüde şarabı da “yasak”laştıran bir siyasi irade doğrultusunda şekillenmekte kurgular!..

Aynı irade, evli olarak kurgulanmış olsalar bile kadınla erkeğin öpüşmesini de yasaklıyor, onları gözetleyip yakaladığında cezayı şak diye kesiyor.

Evet, “yeni-normal” bu: Dizilerde öpüşmek yasak, dövüşmek serbest.

Sevişmek yasak, savaşmak serbest.

Şarap yasak, şiddet serbest. Şarabın, bırakın bir kadehle gösterilmesini, adı bile yasak! “Doğu’nun büyük şiiri”nin büyük şairi Hayyam’ın dizelerinde geçen şarap sözcüğünün dahi “haram sayılıp” kurguda bip’lendiği ekranlarda, adeta pornografik mahiyette karşımıza çıkan silahlı çatışma, öldürme-öldürüşme sahnelerine bangır bangır şarkılar, türküler coşkuyla eşlik ediyor.

Hayattan, aşktan ve kadından kendi korkularını emzire emzire alabildiğine korkunçlaştığı söylenebilecek bir iktidarın ölümcül siyaseti, kurgusal yansımalarını böyle buluyor.

Şiddeti yücelten, savaşı fetişleştiren, silahı idealize eden politik kültür, popüler kültür üzerinde böyle yönlendirici oluyor.

“Kültürel iktidar” olamadılar, doğru, ama kültür, popüler kültür “üzerinde” böyle iktidar oldular.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

"Onlar varken şımarırsınız tabii... - Ahmet TAKAN / YENİÇAĞ

1987 devresinden (Kara Harp Okulu) Hasan Akbaş'ın sosyal medya sayfasında okuduğumda çok etkilenmiştim. 26 Mart'ta kaleme almıştı Hasan Akbaş duygularını. AKP Trabzon il kongresinde salona asılan "reis bizi Münbiç'e götür. Afrin'den bir şey anlamaduk" sakil pankartına duyduğu tepkiyi dile getirmişti. Asker gibi lafı eğip bükmeden konuşturmuş ve yazmıştı duygularını. O gün bekledim. "Okurlarımla mutlaka bu yazıyı bir gün paylaşacağım" dedim kendi kendime. Geçtiğimiz Pazar günü "ünlüler"le  Oğulpınar sınır karakolunda çekilen Maraba Afrinvole vizyona girince artık şart oldu. Hasan Akbaş'ın o muhteşem satırlarını aynen aktarıyorum. Sadece küçük imla düzeltmeleri yaparak;

"ONLAR VARKEN ŞIMARIRSINIZ TABİİ...
Afrin  harekâtında 49 şehit verdik yaralıları saymıyorum bile. Belli ki hayatını kaybedenlerden biri senin kardeşin, oğlun ya da bir yakının değildi, senin ocağına öyle bir acı düşmedi. Düşseydi zaten böyle amigo gibi 'Paskal bizi diskoya götür' şımarıklığı ile 'reis bizi Menbiç'e götür, Afrin'den bir şey anlamadık' diye nara atmaz biraz daha saygılı ve sessiz olurdunuz.

Böyle bir ordun varken şımarırsın tabii... Onlar, sessiz sessiz şehit olurlar, onlar ölürken bağırmazlar, isyan etmezler, nutuk atmazlar, 'bizim burada ne işimiz var' demezler. Benim çocuğum var, karım var onlara kim bakacak diye düşünmezler. Anılarını anlatmazlar, övünmezler en önemli özellikleri sessiz olmalarıdır. Emir alırlar giderler ve ölürler. Sadece bir istatistik olacaklarını bile bile ölürler. Sen alt yazıdan öğrenirsin öldüklerini...

Nutuk atmak, övünmek, suyunu, şerbetini çıkarmak, şımarmak sizlere düşer.
Kıblenizin aynı olduğu adamlarla sahte delillerle uydurma kaset ve iddialarla yıllarca zindanlarda çürütürsünüz. Sessiz sessiz yatarlar ağlamadan, zırlamadan, bağırmadan adaletin tecelli edeceği günü beklerler sabırla...

Kimseye yaranamaz onlar. Havaya göre konjonktüre göre yaftalanırlar PKK'lılar için imha ve inkar politikası güden faşist gaddar bir ordudur. İslamcılar için dinsiz imansız kafir, Amerikan uşağı bir NATO ordusudur. Avrupalılar, Amerikalılar için ucuz insan gücüdür. Sade vatandaşa göre, bütçenin üçte birini yiyen, bedava lojmanda oturan, eşleri sarışın ve mini etekli, orduevlerinde sabahlara kadar vals yapan Batı özentili işe yaramaz kışlaları yatma yeri olan, hantal bir güruhtur.

Ama mutlaka ve mutlaka herkesin bu adamlara günün birinde işleri düşer. Yedekleri yoktur çünkü. Her şeyi taşere edersin ama orduyu edemezsin. O zaman bu adamlar bir anda peygamber ocağı, İslam ordusu, kahraman, aslan parçası, kaplan oluverir. Birileri bir anda kendini orduya şirin göstermek için Atatürkçü bile oluverir.
Ama onların çok da umurunda değildir bunlar. Onlar sadece görevlerini yaparlar, sessiz sessiz ölürler. Siz rahat rahat şımarın diye...


HEPSİNİN RUHU ŞAD OLSUN."
Hasan Akbaş'ın satırlarının her cümlesine, virgülünden noktasına kadar imzamı koyuyorum. Yüreğine kalemine sağlık Hasan Akbaş. Sessizlerin, gerçek kahramanların çığlığı oldun!.. Mehmetçiğin gerçek moral kaynağı oldun!..



Ahmet Takan / YENİÇAĞ

3 Nisan 2018 Salı

Altı kaval, üstü emperyalist - AYDEMİR GÜLER

Memleketin yarısı Erdoğan’ın kamuflaj giysilerine gülmekten kendini alamadı. Biraz da sinirden güldük tabii. 

Diğer yarı ise huşu içinde görünüyor. Az daha, yalın kılıç düşman ordularına dalacak bir cengâver imparator! Milletin etkilenmiş görüntüsünün altında ne var, tam bilemiyoruz. Karışık duygular olduğu kesin. Sanatçıların milletin bağrından çıktığını dinliyoruz mesela. Lakin bunlar pek de tarikat erbabı olmayan, en fazla Adnan hoca taifesine yakışır tipler. Kimisi yeni Türkiye’nin yeni milletinin lanetleyeceği türden iflah olmaz Batı taklitçisi. Bir diğerinin sağlam uyuşturucu geçmişi var; mahkemeden tescilli. Sonradan tövbekâr olmuş, dendiğine göre. Öteki desen, beşinci sınıf kadın programlarında yarı çıplak rating yapmış… 

Önceleri çok bakan, başbakan askeri birlik şovuna çıktığında, tatbikat izlemeye falan gittiğinde sırtına asker parkası geçirmiştir. Ama kamuflaj üniforması başkadır. Bu da Erdoğan’ın veya danışmanlarının keşfi değil, bir Bush taklidi olsa gerektir. 


Amerikan başkanları bile bunu moda haline getirmediler anladığım kadarıyla. Zaten İngiliz ve Fransızlar için düşünülemezdi. Britanya’da hanedan üniforma dahil olmadık kılıklara bürünebilir ve bu, aristokratik başka özellikleri için olduğu gibi tanrı vergisi sayılır. Bu zırzopluk aristokrata vergidir. 

Fransa’da topa koyarlar öyle militarist saçmalığı. Burjuva politikacısı militarist olacaktır elbette. Ama asker kökenli eski politikacı kuşaklarıyla birlikte bu konuda görüntü-öz birliği de bitmiştir.

Almanların elini yakar üniforma. Hitler’in görüntüsünün zihinlerde flulaşması gerekiyor önce. Bu mümkün olsa Merkel’e yakışırdı doğrusu.

Bizim tarafı karıştırmazdım, ama aklınıza gelmiş olabilir. Castro kardeşler başta olmak üzere sosyalist ülkelerin veya anti-emperyalist rejimlerin liderleri üniformalarıyla halk içine çıktıklarında, çağrışım direniş olmuştur. Yani konumuzla alakası yok.

Amerikan başkanlarının uçak merdivenlerinde el sallarken çekilmiş çok resmi olur. Muzip gazeteciler başkanın insansız bir tarafa el salladığını birçok kez afişe etti. Sanırsın ki, millet başkanı uzaktan gelen bir akraba veya dost sıcaklığıyla karşılayıp uğurluyor. “Ne de çok seviliyor!” Amerikalılar öyle sanıyordur…

Peki Erdoğan’ın merdivende falan değil uçağın içinden poz vermesi nedir?

Aşağıda mutluluktan coşanların o eli ayırt etmek için kullandıkları dürbün ne markadır? 

Bu uçan aracı havada asılı tutan bir teknoloji mi kullanılmıştır? 

İşin tuhaf tarafı, gidilen yer bir sınır karakoludur. Oğulpınar’da bir medya şovu yapıldığı anlaşılmaktadır... 

Hey, kim var aşağıda!

Bir de, resme dikkatli bakıldığında aşağıda bir pankart ayırt edilmektedir. Cumhurbaşkanı kendi suretine mi el sallamaktadır?

Amerikalıların, dünya halklarının, başkanı bağırlarına bastığına inanması mümkündür. Peki bizim malum memleket yarısı?

İşin esası, Erdoğan memleketin yarısını Türkiye’nin emperyalist bir ülke olduğuna inandırma çabasındadır. Vasat altı bir akıl, tamamen yitirilmiş bir vicdan, -Hülya hanıma plaj ihalesiyse- bana ne düşer çıkarcılığı gibi özelliklere iki ideoloji eşlik etmelidir. Birincisi dinsel taassup, diğeri saldırgan şovenizm. 

Bu insanlar inanırlar veya inanmış gibi yaparlar. En iyi bildikleri budur. Körü körüne inanacak kadar aydınlanma öncesine aittirler. Onları inandırmaya çalışanın, inanmış görünmelerinden tatmin duyacağını hissederler. İşleri birbirlerini aldatmaktır.
Yalnızca el sallarken, milli sanatçı pohpohlarken değil, işsizlik veya milli gelir verilerini açıklarken, milli uçak, silah veya otomobilden söz ederken de aslolan, birbirini aldatmak, aldatılmış görünmektir. 

Bush’un veya Hitler’in durumu bu değildi. Bunların ve aynı ligde oynayan başkalarının sahip olduğu iktidar mutlaktı. Tayyip bey güçsüz değildir tabii ki. Ama gücünün çok büyük kısmı ittire kaktıra yan yana getirilmiş, bin bir dengeye tutturulmuş ve üstü şişirilmiştir.

Emperyalistliğin altyapısı sağlam, üstyapısı buna uyumlu olmalıdır. 21. yüzyıl Türk emperyalizminin altı kaval üstü şişhanedir. Sanatkârlar grubu böyle de olur diyecektir, el etek öperken. Milletin yarısı başını sallayacak, içlerinden küçük bir kısmı yeni moda zikir dansına koşacaktır. 

Reis bizim diğer yarıyla başa çıkamayacağını anlamış, kovmakta karar kılmıştır. 
Bütün bu pespayeliğe ve bizi kovmaya kalkanlara güleriz. Ama gülüp geçemeyiz. Dünyamız işte bu pespayeliği yaşamakta ve alem buysa AKP Türkiyesi emperyalist olmaya doğru ilerlemektedir. 

Gülüp geçemeyiz. Korkup kaçmayız. Bu pespayeliği silip atmanın yolunu ararız. 

Buluruz.

AYDEMİR GÜLER / SOL

Ancak komünistlerin yüreği, vicdanı sızlar - MUSTAFA K. ERDEMOL

İsrailli komünistler işgale de siyonizme de karşı çıkıyorlar. İKP hem İsrail’in hem Hamas’ın hedefinde.

İsrail, işgal ettiği Filistin topraklarında Filistinlilerin topraklarına el konulmasının 42. yılında düzenledikleri ‘Büyük Dönüş Yürüyüşü’nü kana buladı biliyorsunuz. İsrail askerlerinin saldırısında 18 Filistinli yhaşamını yitirirken çok sayıda Filsitinli de yaralandı.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Savunma Bakanı Avigdor Liberman, katliamı gerçekleştiren İsrail askerlerine övgüler yağdırdılar, hepsinin madalyayı hak ettiğini bile söylediler. Kuşkusuz büyük bir vicdansızlıktı bu. İsrail’in büyük Yahudi ahlakçılığına ters düşen bu tutumu yeni değil tabii. Uzun zamandır Filistinlilere karşı artık “terör”ü bir devlet politikası olarak uyguluyor. Buna karşı çıkan kendi yurttaşlarına pek insafsızca davranıyor. İsrail’de devletin “terör yöntemlerine” karşı çıkan, eleştiren aydınların, gazetecilerin, akademisyenlerin işi pek kolay değil. Ama asıl büyük zorluğu komünistler çekiyor. Son katliamda da seslerini çıkartanlar, parlamentodaki merkez sol partiyi de sayalım tabii, onlar oldu.

İsrail Komünist Partisi (MAKİ), İsrail devletinin Filistinlilere karşı tutumuna karşıtlığını her fırsatta dile getiren bir parti. Bir komünist partiden beklenen de bu. İsrail Komünist Partisi (MAKİ) Sözcüsü Efraim Benayun yakın bir tarihte, ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmesi üzerine başlayan krizi BirGün’den Pınar Yüksek ile Mustafa Mert Bildircin’e yorumlarken, “Kudüs tek kimlikli değildir, ortak değerdir” demişti. Benayun Trump’ın karaı için “Bu, ABD yönetimi, İsrail hükümeti ve bazı gerici Arap rejimlerinin ortak kararıdır” diye konuşmuştu.

Bir komünist ancak bu kadar herşeyi göze alarak konuşabilir. Benayun’un yaptığı buydu. Ülkesinin neredeyse tüm bireyleri için “milli dava” olmuş bir konuda, ona tamamen ters düşen bir tutum almıştı. Dahası da var. Anımsatayım, o konuşmada şunları söylemişti Benayun: “ABD, İsrail ve Filistin arasında yıllardan beri süregelen çıkmaz için bir çözüm değil, bu çıkmazın bir parçasıdır. Trump’ın açıklaması, emperyalizmin, Siyonizm’in ve Arap rejimlerinin bölge için yaptıkları tehlikeli planların pratiğinden başka bir şey değildir. Netanyahu da bu durumu kendisi hakkında devam eden yolsuzluk soruşturmalarından uzaklaşmak için kullanmaktadır.”

Benayun, komünistlerin ne yapması gerektiğini de söylüyordu: “Dünya çapında protesto seslerini yükseltmeli, liderlerin suratlarına haykırmalıyız: ‘Katilsiniz!” Bir komünist olarak Filistin sorununun çözümü için önerisi de şuydu: “Başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti kurulması gerekiyor”.

Bunlar İsrail gibi bir “polis devleti”nde dile getirilmesi kolay olmayan düşünceler. Komünistler bunu, her türlü zorluğu göze alarak yapıyorlar. Bu son katliamla birlikte onları bir kez daha hatırlamanın zamanı. Çünkü İsrail, Netanyahulardan, Libermanlardan ibaret bir ülke değil.

İsrail Komünist Partisi 1920’lere kadar giden bir tarihe sahip. İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele koşullarında doğan, Siyonizm’e karşı da mücadele eden Filistin Komünist Partisi’nin içinde bir hücre aslında. 1948 yılında İsrail kurulunca İsrail Komünist Partisi’ne (MAKİ) dönüşüyor.

100 yıllık parti
İsrail Komünist Partisi yani MAKİ’nin de ilk adı Rakah idi, Reshima Komunistit Hadasha’nın kısaltılmışıdır bu isim, Türkçe’de Yeni Komünist Liste anlamına geliyor. Rakah 1 Eylül 1965 günü Maki’de yaşanan ayrışmayla ortaya çıktı. MAKİ, çoğunluğu Yahudi asıllı olan, Moshe Sneh liderliğindeki grup ile çoğunluğu Araplardan oluşan anti-siyonist grup arasındaki anlaşmazlıktan ötürü bölününce, Arapların çoğunluğunu oluşturduğu grup Emile Habibi, Tawfik Toubi, Meir Vilner önderliğinde MAKİ’den ayrılarak Rakah’ı kuracak, Sovyetler Birliği tarafından da “resmi” Komünist Partisi olarak tanınacaktır. 1965 yılındaki seçimlerde Rakah 3 vekillik kazanmıştır. Rakah’ın siyonizme karşı politika gütmüştür, 6 Gün Savaşı’na da karşı çıkmıştır. 1989 yılında Rakah üyeleri partinin ismini tekrar Maki olarak değiştirdiler.

Devletin hoşuna gitmeyen her şeyi yaptı
İsrail Komünist Partisi (MAKİ) arda İsrail’de ülke dış politikasının askerileştirmesine karşı çıktı. Filistin ile Lübnan halkına karşı yapılan askeri saldırılara itiraz etti, bu saldırıları kınayan gösteriler düzenledi. Mavi Marmara’ya yapılan İsrail operasyonunu, Suriye’ye yapılan hava saldırılarını sürekli kınadı, karşı çıktı. İsrail’de çok güçlü bir barış hareketi var. Bunun bir örneği İsrail Komünist Partisi’nin bu politikasına verilen halk desteğidir. Şubat 2009’da yapılan seçimlerde 112 bin oy alan MAKİ 120 üyelik Knesset (İsrail Parlamentos) 4 sandalye kazandı.

İki devletli çözümden yana bir parti MAKİ. Yukarıda da belirttim, başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devleti kurulmasını savunuyor. İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini, 1967 öncesi sınırlara dönülmesini sürekli dile getiriyor. Sadece bu değil. İsrail’de yaşayan İsrail vatandaşı Araplara yönelik ayrımcı politikalara da karşı kararlı bir mücadele yürütüyor İsrailli komünistler. İsrail vatandaşlığının Musevilik üzerinden tanımlanmasına da karşılar. Araplar ile Yahudilerin eşit olduğunu parti politikaları yapmış durumdalar. Sonuna kadar laikler. İsrail’in nükleer silahların önlenmesi anlaşmalarına da dahil olmasını savunuyorlar.

Filistinliler de İsrail Komünist Partisi’nin ilgi alanına giriyor elbette. Hamas’ın Filistinliler üzerindeki gericileştirme politikalarının da karşısında bu nedenle. Bu yüzden hem İsrail devletinin hem de Hamas gericiliğinin hedefi durumunda.

Başta BM olmak üzere hiçbir uluslararası kurumun hukukunu tanımayan İsrail devletinin işgal ettiği topraklarda katliamlar yapabileceği konusunda kimsenin kuşkusu yok. İsrail bu politikasıyla kendisi gibi şiddet yanlısı olanları harekete geçirebilir ancak. O nedenle İsrail’de komünistlerin mücadelesi her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor.


Barışçıl bir gösteride tam 18 silahsız göstericiyi öldürmenin uluslararası alanda yaratacağı olumsuz etki İsrail’in umurunda değil. Oysa uluslararası ilişkilerde de geçen İmaj Teorisi dediğimiz olguyu yaşama en başarılı biçimde uygulayan, bu teori üzerinde Soykırım, antisemitizm gibi olguları kurarak sempati kazanmaya çalışan, bunda kısmen de olsa, başarılı olan bir devlettir İsrail. Ancak artık bir imaj kaygısı gütmediği görülüyor. Çünkü Ortadoğu’da ABD ile birlikte zaman zaman aksayan ortaklıkları gerici Arap rejimlerinin de katkısıyla daha sıkı bir işbirliğine dönüşmüş durumda. Bu işbirliği hiçbir hukuku tanımaya da niyetli görünmemekte.

Ne İslamcının, ne fanatik Musevinin, sadece komünistin vicdanı sızlar. Filistin ve İsrailli komünistler. Siz çözeceksiniz bu işi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Kosova’yı paketlemek - L. DOĞAN TILIÇ

Gizli örgütler dünyanın her yerinde gizli operasyonlar yaparlar. Sorun, o operasyonların resmi yetkililerce açık edilip sahiplenilme biçimiyle başlar!
Kosova epeyce acılı bir coğrafya olan ve adı “parçalanma” ile özdeşleşmiş  Balkanlar’ın en acılı bölgelerinden biridir. Kosova’nın çatışma potansiyeli, henüz Yugoslavya iç savaşı patlamadan, bir akademik dergide bir makalenin yol açtığı krizle ile tanışmıştım. Makalenin Kosovalı Arnavut yazarı, İngilizce metinde Kosova’yı sonunda “a” ile yazıyor; Sırplar da Kosova’nın İngilizce sonunda “o” ile Kosovo olarak yazıldığını söyleyip itiraz ediyorlardı.

Kosova: Milliyetçiliğin Pençesindeki Kartal kitabımda “a” ile “o”nun o çatışmasının Kosova’daki savaşın ayak sesleri olduğunu yazmıştım.
Yugoslavya’nın dağılma sürecinde 1991’de Kosova’da şiddet olayları patlak verdi, 1996’da Kosova Kurtuluş Ordusu’nun (UÇK) saldırıları başladı, 1998-99 yılları Arnavutlar ve Sırplar arasında şiddetli çatışmalara sahne oldu. Nihayet, 10 Haziran 1999’da, 77 gün süren NATO’nun hava operasyonları sonrası Sırplar çekilmeyi kabul etti ve kriz değilse bile çatışmalar sona erdi.
O sürecin Kosova tarafındaki baş aktörü, sicilinde savaş suçu iddiaları ve başka karanlık noktalar da olan UÇK’ydi.

1999’dan 2008’e kadar geçen süreç Kosova’nın bağımsızlığa yürüyüşüyle tanımlanabilir. Nihayet 17 Şubat 2008’de tek taraflı olarak Sırbistan’dan bağımsızlık ilan edildi ve Türkiye de Kosova’nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkelerden oldu.

Şimdi KosovaBM’nin 193 üyesinden 114’ünün tanıdığı bağımsız bir devlet! Seçimler yapılıyor, siyasi partiler yarışıyor, kazananlar hükümet kuruyor.
KosovaArnavutluk gölgesinde bir “tırnak içinde bağımsızlığa” mesafeli oldu ve son zamanlarda gözünü artan oranda AB’ye dikti.

Bugün Kosova siyasetinde etkili olanların çoğunun bir UÇK geçmişi var.
Geçen gün Erdoğan’ın bir “bağımsız” ülkenin başbakanına kolay kolay söylenemeyecek sözlerle “Ey” çektiği Başbakan Ramush Haradinaj UÇK’nin askeri liderlerindendi. 2004-2005 yıllarında da kısa süre başbakanlık yapan 
Haradinaj9 Eylül 2017’de, kökü UÇK’ye giden partilerin koalisyonuyla yeniden başbakan olduğunda hedefini yolsuzluklarla mücadele ve   AB  perspektifinde kararlılık olarak açıklamıştı.

O kararlılık, onun Sırbistan’a yaklaşımında da kendisini gösteriyor. “Biz Kosova ile Sırbistan arasında nihai bir çözümün gerekli olduğuna karar verdik ve ne zaman olacağından bahsetmeden böyle bir çözümü memnuniyetle karşılıyoruz” sözleri de bunun kanıtı.

Erdoğan’ın “Ey çektiği” Haradinaj gibi övgüyle andığı Kosova Cumhurbaşkanı Haşim Taci  de  UÇK  kökenlidir.  Haradinaj komutan, Taci siyasi liderdi.

Taci “FETÖ üyesi” olduğu gerekçesi ile “yasa dışı” ilan edilen 6 Türk  vatandaşının “sınır dışı” edilişini onaylarken, Haradinaj şiddetle karşı çıktı ve dahli olan İçişleri ve İstihbarat bakanlarını görevden aldı.

Olayın, “bağımsız” Kosova’da, medyası, siyasal partileri, liderleri ve tüm kurumları ile şiddetli bir tartışmaya neden olması kaçınılmazdı. Her “bağımsız” ülkede olağan olan, bir şekilde “yasa dışı” duruma düşmüş yabancı vatandaşlar varsa, onlar hakkında mahkemelerin karar verip idarenin gereğini yapmasıydı.

Türkiye, bu “gizli örgüt operasyonu”na açıktan ve cumhurbaşkanı düzeyinde dahil olmasa, belki tartışma bir süre devam eder ve sönümlenirdi.
Olup biten “6 FETÖ’cüyü paketleyip Türkiye’ye getirmek” olarak tanımlanınca, bu bağımsızlığını ilk tanıdığınız bir ülkenin bağımsızlığını “paketlemek” olarak algılandı.

Yetmedi, bir “bağımsız” ülkenin başbakanını, kendi bakanlarını görevden aldığı için, sanki oranın valisiymişçesine “Ey Kosova’nın Başbakanı, kimin talimatıyla sen böyle bir adım attın?” diye sorguladık.

O Başbakan’ın da kendi bakanlarına sorduğu da buydu zaten: “Benim haberim yok, siz kimin talimatıyla bu işi yaptınız?

Ortadoğu’da, Orta Asya’da ve Balkanlar’da Türkiye’ye derin dostluk bağlarıyla bağlı ülkeler var. Bu bağlara en fazla zarar verenin; onlara bir “vasi”, “patron” tavrıyla yaklaşmak olduğuna defalarca tanık oldum!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Medya da tamam, sıradaki? - OĞUZ OYAN

İktidar partisi bütün koşulları lehine dönüştürerek ilerlemek istiyor. Bu, kendine güvenden kaynaklanmıyor. Tam tersine: Korkularını besleyen yeni bir 7 Haziran kâbusundan kurtulamamaktan kaynaklanıyor. Kâbus ise, "ya zafer ya yokoluş" ikilemine sıkışmışlıktan ileri geliyor. Söz konusu olan sıradan bir sistem partisi değil; rejim yıkıcı-rejim kurucu olma iddiasındaki bir parti. Dolayısıyla demokratik bir parlamenter sisteme içkin bir siyasal devir-teslim (alternance/alternation) olgusuna tamamen yabancı. Bunu belediyelerde bile zor kabulleniyor.


Medyadaki cılız eleştirilerin veya görece nesnel haberlerin bile susturulmasına ihtiyaç duyması bu yüzden. Oluşturmaya giriştiği dinci toplum projesinin, otokratik bir yönetim sistemi olmaksızın, bunun için askeriyeyi biat ettirmeksizin gerçekleşme olanağı yok. Bu nedenle, bunun meşruiyetini sürekli üretmesi gerekiyor: İçerde başarısız darbe girişimi bahanesi, içerde ve dışarda "terörizme karşı savaş" gerekçesi, gerekirse de "iç savaş"...  Ancak herşeye rağmen bunlardan gerçekleşen ilk ikisinin toplum gözünde siyasi aşınmanın çaresini oluşturamadığı görülüyor. Öyle görülüyor olmasa işi bu kadar sıkı tutma gereği duyulmazdı.

Aslına bakılırsa, seçim kurullarının ve YSK'nın teslim alınması, seçim sistemine dönük bütün demokrasi-dışı önlemler, ilk aşamaydı. Sandık kurullarının yeni yapısı, özellikle sandık başkanlarının iktidarın memurlarına dönüştürülmesi, aynı binada/sitede oturanların aynı sandıklarda oy kullanmasının engellenmesi, böylece milyonlarca gönüllü denetçiyi temsil eden seçmen kitlesinin ayrıştırılması, daha önceden parmak boyasının kaldırılmasının bir uzantısı olarak mühürsüz oy pusulalarının hukuken geçerli sayılması, güvenlik güçlerinin oy kullanma mahallerine herhangi birinin talebi üzerine girebilecek olmaları, sandık birleştirmelerinin idari kararlara bırakılması gibi düzenlemeler, seçimleri iktidar adına garanti etmenin düzenekleri olarak sahneye sürüldü. (AGİTPA üyesi olarak Sovyetler Birliği'nin dağılması üzerine kurulmuş birçok ülkede 2007-2011 döneminde seçim denetmenliği yaptım: Gürcistan'da, Ukrayna'da (2 kez), Moldova'da, Makedonya'da, Belarus'ta... Seçimlerin demokratik örgütlenmesi genelde oldukça iyiydi. Bunlardan sadece birinde, Belarus'ta, tek bir nedenle seçimler şaibeli olmuştu; o tek neden de, sandık başkanlarının iktidarın doğrudan temsilcisi olmalarından ve verilen talimatları uygulamalarından ibaretti; şimdi Türkiye'de bunun çok daha fazlası örgütlenmiş durumda).

Medyanın teslim alınması aşaması ise 2003'ten beri süren bir süreç. Şimdilik son halkası Doğan grubuydu. Ama medya ile yetinilemezdi kuşkusuz. İzleyen aşama, seçimlerdeki siyasi rakiplerin elenmesiydi. Dokunulmazlıkların kaldırılması bunun için kaldıraç görevi gördü, HDP'lilerin cezaevlerine atılmasıyla sonuçlandı. Sırada, MHP'den kopanların kurduğu İYİ Parti'nin olması kaçınılmazdı.

Bu nedenle İYİ Parti'nin seçime girmesinin engellenmesi, bunun için gerekirse hukuk dışı yolların da kullanılması şart görülüyor. İYİ Parti'nin olağanüstü kongresinin Halk Tv ve TELE 1 dışında görsel medyanın canlı yayınlarında yer bulmaması da bu nedenle. Burada medyanın bütünüyle iktidar yandaşı yapılmasının etkileri açıkça görülüyor. Birşey daha: İYİ Parti kurulmamış olsaydı, yani milliyetçi sağ ikiye bölünmemiş ve muhalefeti seçen kolu iktidar partisi seçmenine hitap etmeye yönelmemiş olsaydı, 2019'un siyasi dengeleri şimdiden iktidar lehine oluşmuş ve seçim sonuçları adeta peşinen ilan edilmiş olacaktı. Dolayısıyla şimdiye kadar İYİ Parti'nin 2019 gündeminden çıkartılabilmesi için uygulanan engelleme biçimleri, bundan sonra denenecekler yanında hafif  bile kalabilir.

***

Peki, Doğan Medya grubu bu kadar kritik miydi, zaten büyük ölçüde iktidara biat etmemiş miydi denilebilir. İktidar gözlüğünden bakarsanız, tam kendisinden olmayan her medya birimi, her toplumsal güç unsuru (parti, demokratik kitle örgütü, dernek, vakıf, platform, vb.) potansiyel bir tehdittir. Aslına bakarsanız, uzun erimde buna NTV de girecektir, İslamist olmayan diğer medya birimleri de, İslamist olup da iktidardan yana olmayanlar da, şimdi Doğan Medya grubunu teslim alanlar da...

Doğan Medya'nın satılmasını önemsiz görmüyor olsanız da, büyük sermayenin medya sahipliği aracılığıyla bir demokrasi, bir özgür medya mücadelesi içinde olabileceği gibi safiyane bir düşünce ile aranıza mutlaka açık bir mesafe koymalısınız. Başka ticari faaliyetleri yanında bir de medya sahipliğini kullanan büyük sermayenin böyle bir hedefi hiç olmadı. İktidarın gücünün dengelenebildiği siyasi ortamlarda, özellikle koalisyon dönemlerinde, medya gücünü kullanabilen sermayedar kullanamayana göre birkaç adım önde oluyordu. Bu nedenle 1990'larda en heves edilen işlerin başında geldi medya sahipliği. Buna dinci medya da eklendi.

AKP, 2007'ye kadarki ilk döneminde, hiçbir iktidara nasip olmayacak yaygınlıkta bir medya desteği gördü. Sermaye medyası ile tam bir al gülüm-ver gülüm ilişkisi içindeydi. Doğan Medya Grubu iktidarın tam gövde arkasındaydı. Böylece işlerini büyütmenin yollarını buluyordu. Eşyanın tabiatı/sermayenin doğası gereği, bir talana dönüşmüş olan özelleştirmelerin katıksız savunucusu ve faydalanıcısıydı. Eylül 2005'te TMSF eliyle satılan Star TV'yi alırken medyada tekel konumuna yükselmesi, iktidarın hoşgörüsüyle gerçekleşiyordu. Tekel'in özelleştirilmesi sürecindeki bir düzenlemenin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından çok sağlam gerekçelerle veto edilmesi, Milliyet'te manşetten, Hürriyet'te de genel yayın yönetmeni Özkök'ün köşesinden, '"Ve Sezer tüy dikti" veciz (!) ifadeleriyle acımasızca saldırıya uğruyordu. Liberallerin toplandığı Doğan'ın Radikal Gazetesi'nin AKP'nin yükselişinde oynadığı ideolojik rolü de azımsamamak gerekir. Buradan yapılan salvo atışlarının hedefinde iktidardan çok muhalefet (özellikle CHP ve Kemalizm) bulunmaktaydı.

Evet 2007 sonrasında -çıkar ilişkileri nedeniyle- aralar açılmıştı. Bu süreçte  Aydın Doğan anamuhalefetin yönetimini dizayn etmeye daha fazla öncelik vermeye başlamıştı. Bu geri çekilmeye rağmen izleyen süreçte astronomik vergi cezalarının gelişini önleyemedi ve bu defa iktidara biat edişi güzellikle değil vergi sopasıyla sağlanmış oldu. Son yıllarda artık yelkenler iyice suya indirilmişti. Ama, tekrar başa dönersek, bu kadarı da yeterli olamazdı. Bu nedenle de Aydın Doğan'ın medya sektöründen çekilmesi gene de yeni bir sayfanın açılması anlamındadır: Azgın liberalliğin yerini liberalizmi de içeren başka bir azgınlık almaktadır ve bu, medyamıza, onu yekpare hale getiren yeni bir veçhe kazandırmaktadır.

***

Geçen hafta burada Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek'in bir konuşmasından bölümler aktarmıştık. Şimşek, aslında dünyadaki ekonomik bozulmaya dikkati çekerken konuyu Türkiye'deki mali kırılganlığa da getiriyordu. Ama zamanlaması pek yanlış olmuştu. Göklere çıkarılacak bir şişirilmiş büyüme oranının açıklanmasından bir gün önce bu pozisyonu alması, Reis'e göre, ayağına kurşun sıkmaktan farksızdı.  "İnanmıyorsan, biz bu işe inananlarla yolumuza devam ederiz" diyor ve Pendik İlçe Kongresi'nde bakanını yuhalatabiliyordu. (Gerçi tıpkı faizleri indirmedeki iktidarsızlığı gibi, uluslararası finans kapitalin kabinedeki son temsilcisi olan Bakanını da yıllardır azledemiyordu).

Bizim varmak istediğimiz yer başka: Medyanın neredeyse tamamına el koyan, yargıyı arka bahçesi yapan bir iktidarın, Hükümetin emrindeki kurumların yöneticilerine istediğini yaptırması zor mudur? Ya da başka türlü davranabilir mi? Bakanını azarlayan ve yuhalanmasına neden olan bir zihniyet, doğrudan emrindeki TÜİK'i boş bırakabilir mi? Korkut Boratav Hoca'nın geçen Cuma günü Sol Portal'daki yazısındaki uyarıları yeterince açıktır.

TÜİK'in tutarsız verileri bugün bağımsız iktisatçıların işlerini zorlaştırıyor olabilir, ama yakın bir zamanda TÜİK'in kendi ayağının da bu tutarsız verilere dolanacağından ve bir istatistik kurumu için en kötü sıfatı, 'güvenilmez' sıfatını boynuna takacağından kaygı duyarız.

Oğuz Oyan / SOL

Körler ülkesinde şair uğurlaması - ORHAN GÖKDEMİR

Körler… Tablonun yaygın bilinen adı bu. “Körün Kıssası” ya da “Körlerin Yürüyüşü”, Hollandalı veya rivayete göre Belçikalı ressam Pieter Brueghel tarafından 1568'de yaratılmış. Brueghel, Avrupa’da süren acımasız din savaşlarının ortasında yapmış bütün resimlerini. Ortaçağın cilalayıp azizleştirdiği insanı azizlik mertebesinden indirmiş ve halelerini silerek birer köylü suretinde yeniden yaratmış.

Onun için “Köylü”ye çıkmış adı. Gerçekten köylü mü, bilinmez ama tarihin dehlizlerinden süzülüp gelen bir devrimci olduğunda kuşku yok. "Para Çantalarıyla Kasaların Savaşı" adlı resminin altına şunları yazmış;
"Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları…" İşte din savaşlarının aslında birer “para” savaşı olduğunun en eski kanıtlarından biri daha.

Brueghel 1569 yılında öldü. Körler’i ölümünden bir yıl önce tamamladı. Tablonun ilham kaynağı, İncil'de yer alan Farisiler hakkındaki bir sözdü. İsa, Matta İncilinde Farisiler hakkında şöyle diyordu: "Bırakın onları; onlar, körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer."

Farisiler Hıristiyanlığın ilk yıllarında hüküm sürmüş yaygın Yahudi tarikatlarından biri. Tarikatın üyeleri teoloji konusunda donanımlıydı, çoğu kutsal kitabı ezbere biliyordu. Fakat bu bağnaz tarikat, din ile çıkar arasındaki mesafeyi de oldukça kısaltmıştı. Hırslarına tanık olan İsa, Farisileri şu sözlerle azarlamıştı: “Kutsal yazıları araştırıyorsunuz. Çünkü bunlarla sonsuz yaşama sahip olacağınızı sanıyorsunuz.” Çıkarcı Farisiler toplumsal anlamda kör olmuşlardı ve çıkarcı öbür körlerin kılavuzluğuna soyunmuşlardı.

Böyledir; dinin en yaygın olduğu zamanlar, ahlaki düşkünlüğün doruğa çıktığı zamanlardır. Ölçüsüz dindarlık ve ahlaki düşkünlük körleştirir. Her şey koca bir çukura dönüşür. İnsanlığın çukurudur bu…

Körler’in ressamı Brueghel, işte o insanlık çukurunu resmetmekteydi. Şöyledir manzara… Birbirlerinin sopalarına ve omuzlarına tutunan kör keşişler yürüyor. Körlerden ilki bir çukura düşmüş ve düştüğünün farkında. Ardındaki ikinci kör, önde giden kör düştüğü için dengesini yitirmiş, çukurdaki körün üzerine kapaklanmak üzere. Üçüncü kör, bir şeylerin ters gittiğinin farkında ama ters gidenin ne olduğunu henüz algılayamamış. Gerideki üç kör ise birkaç adım sonra başlarına geleceklerden habersiz, çaresiz öndekileri izlemekte... Fonda görünen köyde bu altı körün dışında hiç kimse görünmemekte. Ortalıkta bir kilise… Belli ki körler düşerken köy halkı pazar ayininde. Belki de hepsi, körlerin çukura yuvarlanmakta olduğu tam o anda İsa’nın Farisiler hakkında söylediklerini dinlemekte. Kiliseden çıktıklarında onlar da birbirlerine tutunarak çukura doğru ilerleyecekler...
“Körler Düşerken” yıllar önce yayınlanmış bir kitabımın adıdır aynı zamanda ve esinini Brueghel’in Körler’inden almıştır…

***

Hollanda’nın kıyısında bir yerde doğmuştu Brueghel. Hollanda, kapitalizmin ortaya çıktığı ilk ülkedir. Brueghel çizmeye durduğunda Hollanda gemileri çoktan beri denizaşırı sömürge seferlerindeydi. Hâlbuki her şey hâlâ derinlemesine dinsel görünmektedir. Çünkü insan, inançları ve idealleri ile birlikte çökmüştür ve bir çıkış yolu da gözükmemektedir. Yani, uçuruma doğru giden o üç beş kör, tüm insanlığın aldığı tarihsel yolu simgelemektedir. Körseniz çukura yuvarlanmanız kaçınılmazdır…

Belki de trajedi insanlığın her defasında kendi karanlık mağarasını yaratıp kör olmayı seçmesi ve kendini her defasında çukurun başında bulmasındadır. Görmek istemeyenin göze ihtiyacı yoktur. Sözümüz, görmek istemeyen körleredir.

O yüzden gülünçtür ilk bakışta körler ama yüzlerine dikkatle baktığınız zaman görüp görebileceğiniz tüyler ürpertici dramlardır sadece. Brueghel’in devrimci görüşüdür bu, onun tablolarında güzel prensler yerine ablak yüzlü köylüler vardır; melekler yerine dilenciler, kahramanlar yerine körler, sakatlar vardır. Sanki Türkiye’nin son on beş yılını resmetmektedir Brueghel. Kendi karanlık mağarasında kör olmayı seçmişler ülkesidir resmedilen.

***

“Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Köpeklerin bakışlarında birer keman tadı.
Avcılar ve kuşlar avdan dönüyor.
Zaten her yanda hüzün görülür
Uzakta çocuklar kayıyorsa,
Kızaklar tahtadan yapılmışsa,
Kar dinmişse, avdan dönüyorsa avcılar,
İnsan anlamışsa ansızın, başladığını
Gökyüzünün, ayaklarının ucunda.

Kuş tüyleriyle kaplıdır burunları
Birer sirk emeklisine benzeyen avcıların;
Soluk alır, tüy verirler yorulunca,
Yürekleri birleşir, geniş bir av ülkesi olur,
İçinde tazılar yaban ördeklerini,
Çantalı okullular kar tanelerini avlar.
Norveç'in nüfusunu bilir de okullular
Karın nüfusunu bilmezler nedense.
Zaten her zaman hüzün bulunur biraz.
Norveç'ten söz açan şiirlerde.

Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.
Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.
Gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor.
Sırtsız atmacalar çizerdim şimdi
Bir kayığın yelkeni geçseydi elime;
Unutmazdım, yelkenin bir köşesine
Tabut başlı bir avcı yerleştirirdim.
İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.”

Ülkü Tamer, Bruegel'in bir resmine bakarak yazar bunları. “Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor, ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı…”
Bu şiiri okuduğumdan beri ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı takılıp kaldı. Yaptığımız yapacağımız, yazdığımız yazacağımız ne varsa insanlar o uğursuz çukura düşmesin diye. İyi şair, iyi edebiyatçı, iyi sanatçı bu karanlık ve dehşet verici insanlık çukuruna dikkat çekendir, körlere dikkat edin “düşeceksiniz” diyendir.
“Bırakın onları; onlar, körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer." Böyle diyor İsa Farisiler için. Fakat kendisi de kası zamanda bir çukur kazıcısına dönüşüyor. Uzun Ortaçağ diyoruz adına, kazıcısıdır.
Biz ise Ülkü Tamer gibi, insanlığın kara kışında avdan dönen avcılarımızı izliyoruz yine. Körler aynı körler, çukur aynı çukur. Bugünden geriye kalacak tek şey düşen körlerin suratındaki o insanlık dramlarıdır belki, kim bilebilir?

***

Sabahattin Ali’nin katledilişinin yıldönümüydü dün. Ona hazırlanırken kaybettik Ülkü Tamer’i. Bilen bilir, şairdir ama yoksul bir emekçidir ondan daha fazla. Bakmayın ölümünün ardından koparılan fırtınalara, yaşarken kapısını çalıp hatırını soran olmamıştır hiç. Sihirli sözcüklerin peşinden gitmiş, eyvallah etmemiştir paraya pula. Sözün sihrini ve anlamını yitirdiği çukura dönüşmüş bir körler ülkesinin şairidir. Ölümünü bırakın, yaşadığı bile meçhuldür.

“İçinde bir kaçakçı yaşar senin,
Kayıkla dolaşır göllerinde,
Beynine tabanca ve şiir satar,
O kaçakçının bakışını sakın unutma.”
Sessizce çekip gitti o mahzun bakışlı kaçakçı. Pırıl pırıl aydınlık dizeler kaldı geride. Diyor ki özetle: Eyy körler, düşüyorsunuz!

Orhan Gökdemir / SOL