7 Nisan 2018 Cumartesi

Kamera babaların elindeyken... - UĞUR KUTAY

Başını Guillermo Del Toro’nun çektiği bir İspanyol sinemacılar ekibi var, kamerayı İspanya İç Savaşı ve Franco faşizmiyle hesaplaşabilmek için bir araç olarak kullanıyorlar. Filmleri belki faşizmin kökeni ve nedenlerinden ziyade sonuçlarıyla ilgileniyor, ama ‘buna da şükür’ dedirten bir çağda, buna da şükür…

Bu ekipten Sergio Sanchez adını 7337 (2000) adlı kısa filmle duyurmuştu. Bu filmde 1973 yılında İspanya’da bir köy okuluna atanan genç öğretmenin hikâyesini izleriz. Genç kadının geldiği okul binası yıllardır boş ve bakımsız haldedir. Öğretmen büyük bir temizlik ve onarım işine girişir, bu sırada hüzünlü çocuk hayaletleriyle karşılaşmaya başlar. Görünürde doğaüstüyle ama aslında okulun/ülkenin geçmişiyle yaşadığı bu karşılaşmalar sonucu öğretmen 1937’de -İç Savaş’ın en korkunç zamanlarında- okuldaki çocukların nasıl bir zulümle karşılaştığını öğrenir. ‘37’nin karanlığı ‘73’te ortaya çıkar.

İç Savaş yetimlerinin yaşadığı dehşeti anlatan El Espinazo del Diablo/Şeytanın Belkemiği (2001) ve hasta annesiyle üvey babası olan faşist komutanın evinde yaşamak zorunda kalan küçük kızın dramını paylaşan El Laberinto del Fauno/Pan’ın Labirenti (2006) gibi filmleri yapan bu sinemacılar işte bu yüzden çok önemli: Faşizmi unutturmuyorlar.

Daha da önemlisi, meseleyi Franco faşizmine indirgemeden anlatmak gibi bir dertleri var. Del Toro’nun son filmi The Shape of Water/Suyun Şekli 1960lar ABD’sinin Soğuk Savaş faşizmini gösteriyordu. Sergio Sanchez’in bu hafta gösterime giren filmi Marrowbone/Karanlık Sır ise faşizmin karanlığını bir özgürleşme momentinin ortasına yerleştirerek anlatıyor.

Sanchez bu sefer 7337’de yaptığı gibi açık göstergeler kullanmak yerine öyküsünü sosyo-psikolojik bir temele oturtuyor, metafor ve sembolleri de kullanarak 1969’da geçen bir ‘zalim baba’ hikâyesini zamanlarüstü bir ‘zalim devlet faşizmi’yle örtüştürüyor -müzik ve oyunu zulme karşı hem korunma hem de başkaldırı yöntemi olarak kullanan dört kardeşin hüzünlü öyküsünü öyle bir mizansen ve sanat yönetimi çevreliyor ki, filmin 1969’da değil de 2. Savaş sonrası McCarthy ABD’sinde geçtiğini düşünebilirsiniz. Eski İngiliz dramalarını andıran bu filmin güzelliği de burada zaten; zalim baba figürü sadece belli bir tarihsel döneme ait değil. Bugünkü baba/iktidar/devletin kendi çocuklarını yiyen Uranus’tan, Uranus’u yok etmeyi başardıktan sonra iktidarını sağlamlaştırmak için aynı şeyi tekrarlayıp kendi çocuklarını yiyen Kronos’tan ne farkı var ki?!

Türkiye sinemasında hiç bu tür ‘babayla hesaplaşma’ hikayeleri yoktur. Tersine, bizim filmlerimizde baba sürekli yüceltilir, finalde de nihayet babanın yasası kabul edilerek arınmaya (katharsis) ulaşılır. Birçok filmde esas kız veya esas oğlanın babası olan kötü bir zengin/ağa tipiyle karşılaşırız ama bu anlatılarda ya kötü baba sonunda gençlerin haklı olduğunu anlayıp iyi babaya dönüşür, böylece babalık farklı bir boyutta devam eder ya da babanın düzeni kazanır, gençler ölerek arınmaya (katharsis) ulaşır. Bu filmlerde babanın yasası hem sorgulanamaz hem de kaçılamaz bir iktidar odağıdır. Münir Özkul’un müşfik babayı oynadığı Aile Şerefi, Neşeli Günler, Bizim Aile gibi Yeşilçam filmlerindeki zengin ve kötü baba figürünü hatırlayın: Bu aslında aileye (toplum) ve babalığa (iktidar) eleştirel yaklaşmaktan ziyade protagonisti (filmin verili düzenindeki baba/iktidar) yüceltmek için kullanılan bir araçtır; bir yandan babayı kayıtsız şartsız evin/ülkenin direği ilan edip diğer yandan bilinçdışında ‘babalara gelmek’ gibi deyimler üreten toplumun açmazı...
Şimdi aileyi olabildiğince eşitlikçi ve paylaşımcı biçimde yeniden yapılandırabilmek için babaya ve genel olarak aile kurumuna eleştirel yaklaşmak gerek. İspanyol sinemacıların aksine bizimki gibi toplumlarda ‘sıradan faşizm’le, yani 1915’le, Dersim ‘38’le, 6-7 Eylül’le, Maraş’la, Çorum’la, beyaz berelilerle hesaplaşmanın yolu önce baba kültüyle hesaplaşmaktan geçiyor.

Uğur Kutay / BİRGÜN

YÖK, Rektörlük, göz göre göre katliamın neresinde? - Şükran Soner

Lamı cimi yok, göz göre göre gelmiş, göz yumulmuş bir katliamın sayısız görev suçunu, en hafifi ile sorumsuzluklarını kimseler üstlenmeyecektir. Akademisyenler katliamında henüz işin boyutlarının algılanmasının söz konusu olamayacağı saatlerde, ilk gelen resmi açıklamalar dikkat çekiciydi. Rektör, dekanlık ilk açıklamalarında suç ehliyeti olamayabilecek bir tetikçi imajı verilmesi düşündürücüydü.. 50 yılı aşkın gazetecilik, habercilik yaşamımda ağırlıklı yeri olan üniversiteler üzerindeki oyunlar, çatışmalar, faili meçhul, tetikçisi yakalanabilmiş cinayetler, katliamlarda en başından “akli dengesi yerinde olmayan” tanımını görmüşsem, haksız, hukuksuz desteklenmiş kirli siyasetlerin parmağı olduğunu bilirim..

En hafifi ile gizlisi, özeli, resmi polis, güvenlikçi, istihbaratçıların kol gezdiği, güvenlik sorunu çok yüksek eğitim ortamında, günümüzde üniversel ortamın en doğalı olan demokratik protesto eylemlerinde akıl almaz bir şiddet uygulanırken.. Bildiriye imza atan öğretim üyesi, sesini çıkaran öğrenci.. kaba gücün en şiddetlilerine hedef olup, ağır suç yargılamaları, cezaevlerinde süründürülürlerken.. En yüksek oyla seçilmiş rektör, yönetici adayları tasviye edilip “Tak-şak” ilişkisi içinde Saray’a bağımlı kılınmışlarken. Üniversel, bilim ortamı, koşullarının olması gerekenlerine yüz çevrilip bilimsel gelişmenin kuralları yok sayılarak İktidarlarının istedikleri ortama uygun yapılanmaya sadakat ölçümlemeleri ile her kademede görevlendirmeler öncelik almışken.. 

Tehdit ettiği kişiler, yaşam, güvenlik kaygıları ile Bakanlık, YÖK, Üniversite, Dekanlık içinde tüm eğitim katlarında imzalı dilekçelerle şikâyetçi olmuşlarken. İsmi ortaya çıktığı anda, adı geçen tetikçiye dönük haksız, hukuksuz, idari kayırmacılık, kollamaların bilgileri ortalığa saçılabiliyor. Kimi, giriş sınavlarını bile kazandığı tartışmalı, bilimsel sorumlulukları için her türden kayırmacılık yapılmış, kendisinin idari görevlerine yönelik haksız, hukuksuzluklara ilişkin sayısız şikâyetlerin gerekleri yapılmamış, şikâyet edenlere dönük, imza sahiplerini tehdit ederken “24 kurşuna bakar” diyebilmiş. Tam da öyle olmuş, soruşturmaların kapatılamadığı noktada, ifadeye çağrıldığı kâğıdını alınca, arabasındaki silahı alıp, bulabildiklerini bir bir vurma eylemini gerçekleştirmiş. Gerçek çıkmayan suçlamaları ile görevlerinden olanlar çok...

***

Bizi ilgilendirdiği için dün takır takır vurularak öldürülmüş öğretim üyelerinin cenazelerine ilişkin yüzde 95’lere ulaşmış anaakım medyadaki yaklaşımlardan daha çok ürktüm. İlk günü olayın rengi tam bilinemiyorken dehşet boyutlarını yansıtan haberleri verememezlik yapamamışlardı. Habercilik ölçeklerinde hafif geçiştirenleri ağırlıklı olsa da dehşetin kokusunu alabiliyordunuz. Dünün kuşkusuz iç dünyası içinde öğretim üyeleri, öğrencileri ile birlikte dehşetin yaşandığı ortamda yapılan cenaze törenleri, habercilik boyutları ile sansürleyen, gerçek oluşumları ile yok sayan medyanın en ağırından gerçekleri saklama, karartma, toplumu çarpık güdüleme vizyonunda almış olduğu yolun ağırlığını yaşadık.
 
Hani ekonomi tıkırında, Türkiye dünyada en yüksek ölçeklerle büyüyen ülke konumunda güdümlü haberlerinde, bile hiç değilse arada bir işsiz işçiler, pazarda alışverişte kıvranan halka da kamera uzatılır ya. Acı, dehşet içindeki üniversitenin öğretim üyeleri, öğrenci kitlelerinin yüksek katılımlı cenaze törenlerindeki “göz göre göre” katliama göz yumulması nedenleriyle protestoları bir-iki cümle ile çok az canlı yayında gösterildi. Göz göre göre katliamın gelişine yönelik isyanda anlatılanlar, ortaya konulan suç sorumsuzlukların kanıtları verilmeyerek, karartmaların en ağır örneklerinden bir yandaş dayanışma sergilendi. 

Bundan sonrasını yargı süreçlerinde görebilme umudu ile, kimi öğretim üyelerinin, “Adalete güveniyoruz. Umarız yaşadığımız dehşet, tehdit, baskı ortamlarında yok sayılan seslerimiz, 4 arkadaşımızın akan kanından sonra duyulabilir..” türünden cümlelerine ancak yer verilebildi.. Biliyorsunuz kimi tetikçilerin gözü kara eylemleri, ister terör örgütü, isterse bireysel suçlar kapsamında olsunlar kirli ilişkiler ağının apaçık kanıtlarını oluştururlar. Tam da bu türden cinayetlerde hak-hukuk-adaletin işletilmesi çok daha büyük anlam kazanır. Her türden kollama şemsiyesinde, kasıtlı olmasa bile, suç ortaklıklarının siyaseten ayıplı halleri, suç üstülerin ortaya çıkarılmaması nedenleriyle yaşanan karartmalar çok tehlikelidir. Yaşanmış bütün tetikçisi yakalanmış, asıl suçluları ortaya çıkarılmamış faili meçhuller ilişkilerinin ağır siyasal suç ortaklıklarının sırları işte böyle saklanır...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Betona 551 milyar dolar - ERİNÇ YELDAN

Türkiye son yedi yılda yarım trilyonu aşan inşaat yatırımı yaptı. Alınan dış borç betona gömüldü.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2017 yılına ait “büyüme” istatistiklerini yayınladı. Milli gelirimizin 2017’de yüzde 7.4 ile yeni bir rekor kırdığını ve dünya ekonomisinin önemli başarı öykülerinden birisi olduğunu öğrendik. 

2017’nin “göz kamaştırıcı” büyüme olgusunun ardındaki etkenleri kamuoyundaki tartışmalardan biliyoruz: hanehalkı ve devletin tüketim harcamalarındaki hızlı artış; “net” ihracatın olumlu katkısı; sabit sermaye yatırım harcamalarındaki sıçrama, ... Ancak bu değerlendirmeler daha çok milli geliri oluşturan parçaların incelenmesiyle sınırlı kaldığından, büyümenin niteliği ve yapısal kaynakları hakkında sağlıklı bir sonuca ulaşmamıza yeterli olmuyor. Bunun için, TÜİK’in veri eksikliklerine rağmen, daha derine inmemiz gerekiyor. 

Üstteki tabloda, küresel krizin olumsuz etkilerinin (görece) atlatıldığı ve AKP ekonomi yönetiminin artık “çıraklık” dönemini geride bırakarak, “ustalık” dönemine girdiğini ilan ettiği 2010 sonrasına ilişkin üç temel veri var. İlki Türkiye’nin dış borç stokuna ilişkin. İkinci sütunda “inşaat” sektörü katma değeri ve nihayetinde milli gelir rakamları ABD doları bazında sergileniyor. 

Türkiye’nin 2010 yılında dış borç stoku 291 milyar dolar iken, milli geliri 772 milyar dolar idi. İnşaat sektörü bu rakamın yüzde 6.2’sini oluşturmaktaydı ve dolar cinsinden hesaplandığında 47 milyar dolarlık bir katma değer üretmekteydi. 2010’lı yıllar boyunca Türkiye’de konut inşaatına dayalı bir yatırım ve büyüme stratejisini uygulamaya konuldu. Milli gelir, dolar kurundaki iniş çıkışlara da duyarlı olarak, 772 milyar dolardan 2017 sonunda 851 milyara yükseldi (toplam 78.6 milyar dolarlık artış). İnşaat sektörünün payı yüzde 8.6’ya değin yükseldi ve yarattığı katma değer 2017 sonunda 73.2 milyara ulaştı (birikimli olarak 26.1 milyar dolar). 

Yani söz konusu yedi yıl içerisinde inşaat sektöründeki büyüme, milli gelirin toplam büyümesinin üçte birini kendi başına sağlamaktaydı. Dolayısıyla, her bir dolarlık milli gelirimizin üçte biri inşaat faaliyetiydi! 

Şimdi bu harcamaların kaynağına bakalım. Türkiye’nin 2010’da 291 milyar dolar olan dış borç stoku, 2017’nin üçüncü çeyreği itibarıyla 437 milyara ulaşmış. Bu rakama göre dış borçlarımızın yıllık ortalama artış hızı yüzde 5.8’e ulaşıyor. Halbuki dolar bazında milli gelirimizin yıllık artış hızı sadece yüzde 1.4!

İnşaat YUTTU
Yedi yılda milli gelirde toplam artış 78.6 milyar dolar iken, dış borçtaki artış bunun neredeyse iki katı, 146 milyar dolar. Türkiye her bir dolarlık milli gelir üretirken, yaklaşık iki dolar dış borç üretmiş. Bunun üçte birini de inşaata “yatırmış”. İnşaat yatırımlarının yedi yıllık toplamı 551 milyar doları buluyor. Tam yarım trilyon dolarlık beton yatırımı yapılmış. Bu rakamın inşaat yerine, eğitim, sağlık, sosyal altyapı ve araştırma geliştirmeye dayalı hizmet sektörlerine dönüştürülebileceği bir Türkiye’yi mevcut konjonktürde sadece tahayyül edebiliyoruz. Türkiye, yakın tarihimiz boyunca bu tür dış borçlanmaya dayalı büyüme senaryolarını sıkça izledi. Yurt içinde katma değer üretmek yerine, dış borçlanmaya dayalı ve ithalata bağımlı bu tür büyüme süreci her defasında dış ticaret açıkları, işsizlik ve yüksek enflasyon ile birlikte yaşandı. “Bu sefer her şey değişik” diye geçiştirilen sorunlar her defasında sürdürülemez dengelerin yarattığı krizler ile son buldu.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

6 Nisan 2018 Cuma

Kutlanacak ne kaldı ki? - ALİ RIZA AYDIN

Başlık, 5 Nisan Avukatlar Günü nedeniyle Hukukta Sol Tavır Derneği olarak 2015 yılında yaptığımız açıklamadan devir.

“2015 yılı 5 Nisanına avukatların hukuksuz ve onur kırıcı şekilde adliye içerisinde yerlerde sürüklendiği, tartaklandığı, hakarete ve tacizlere uğradığı, kelepçelendiği, gözaltına alındığı AKP'nin yeni Türkiye'sinde girdik” diye başlamış açıklama.

Baro başkan ve yöneticilerinin adliyeden polis kalkanlarıyla süpürüldüğünden, meslek örgütlerinin ortadan kaldırılması gerektiğinin dillendirildiğinden, avukatların mümkün olan tüm haklarının ellerinden alınıp, siyasetten kopuk, örgütsüz ve güçsüz bırakılmasının amaçlandığından, hukuk ve yargının iktidar elinde silaha dönüştürüldüğünden söz etmişiz.
AKP'nin yıllardır süren baskı ve sindirme politikalarıyla avukatlık mesleğinin onur ve saygınlığının zedelenmesi ve itibarsızlaştırma artarak devam ediyor. Adaletten kovulmak istenilenler, avukatlar değil, topyekün avukatlık mesleği ve savunma hakkı.

Artık OHAL dönemindeyiz, yasalaşan KHK’leriyle kalıcı hale gelen OHAL döneminde…
Sorumsuzluk ve cezasızlık döneminde, davaların şartlara bağlandığı dönemdeyiz.
Aslında hak arama özgürlüğünün ve adil yargılanma hakkının “varmış” gibi gösterilip yalnızca sermayenin ve gericiliğin hizmetine girdiği dönemdeyiz.
Uluslararası sözleşmelerle “bağımsız” diye ilan edilen ama “silahların eşitliği” yerine “sermayenin üstünlüğü” esasına dayanan avukatlık dönemindeyiz.
Artık sermaye ve gericilikle özdeşleşen avukatlık makbul…
Artık sermayeye amade zorunlu arabuluculuk dönemindeyiz.
Arabuluculuk daire başkanı patronlarla özdeşleşen arabuluculuğun ilk üç ayını ballandıra ballandıra anlatıyor: İyi gidiyormuş, şikayet yokmuş, iş yargıçları sürece inanmış ve destekliyormuş, bu başarının sürmesi için kurumlarla eğitim devam edecekmiş, işveren dünyasıyla el ele çalışarak seminerler devam ediyormuş, piyasa oyuncuları ile sahneye çıkacaklarmış, çünkü en çok onların bu alana ihtiyacı varmış, ticari uyuşmazlıklara da el atacaklarmış, harici anlaşmalar işverene ve ücretsizlik nedeniyle arabuluculara zarar veriyormuş, önlem alacaklarmış, anlaşmamak üzere gelen işçi veya işveren taraf olmamalı buna izin verilmemeliymiş, müzakere ortamı mutlaka yaratılmalıymış, anlaşmama halinin artması sistemi çökertirmiş, arabuluculuk kurumu için ayrı bir yer ayarlamak avukatlık ofisinden çıkmak bu mesleğin olmazsa olmazıymış…

Dahası var. Büyük arabuluculuk merkezleri kurulmalıymış ki sistem daha iyi işlemeliymiş, “işçilerin hakları yenecek, ayaklanacaklar” iddiaları boşa çıkmış; arabuluculuk toplumsal barışa, iyiliğe, anlaşmaya, iş barışına, toplumun iletişim kurmasına, helalleşmesine katkı sağlıyormuş; bunlar için herhangi bir çıkar, para, mal, peşinde değillermiş…

Okurken bile sıkıldınız değil mi? Bir de işçileri düşünün nasıl bir vahşi planın parçası haline getirilmek isteniyorlar, haklarına nasıl el konuluyor?

Çoğalan hukuk fakülteleri ve mezunlarıyla birlikte, hukukçu emek arzındaki artışın sermayenin hizmetine sokulması için her şey yapılıyor. Büyük hukuk şirketleriyle avukatlık ve arabuluculuk bütünleşmesi içinde stajyer avukatlar, genç avukatlar, serbest çalışma altında köşeye sıkıştırılan ve boğulmaya mahkum edilen avukatlar hem ücretli işgücü hem de esnek ve güvencesiz çalışma koşullarıyla sermayeye hizmete koşturulmaya çalışılıyor.

Nezaketten (!) “bağlı avukat” denilse de özünde “işçi avukat”larla yürütülmek isteniyor düzen. Onların hakkı mı? “Ne hakkı, ne işçisi… onlar avukat” deniliyor, onlar robot der gibi…

Sermaye ve gericilik, para ve dini kullanarak her şeyi kendilerinin planlayıp yapacağını sanıyorlar. Avukatların sermaye sınıfının hizmetlileri, işçi avukatların da ucuz ve güvencesiz işgücü olmasını istiyorlar. Yanılıyorlar.

Yanılıyorlar çünkü kendilerinden başka egemen, kendi dünyalarından başka dünya olmadığını, sınıfsallığı unutturduklarını sanıyorlar.

Yanılıyorlar çünkü hukuk emekçileri bu saldırılara boyun eğmiyor; hukuk dışı, zorba uygulamalara karşı hem kendilerinin hem de toplumun haklarını savunmaya, sınıfsal mücadeleye devam ediyorlar.

Bir yanıyla hoş gözüküyor, hukuku toplumun refah ve mutluluğu için araç olarak görmek; toplumla, felsefeyle ve tarihle birlikte okumak; mücadeleyle kazanılmış hakların güvencesi saymak… Yadsınamaz ama sınıflı toplum gerçeği ve hukukun sınıfsallığı da yadsınamaz.

Fidel Castro, 1953’teki tarihi davada gerçeklerle hukuk ve hukukçu arasındaki ilişkinin hiç abartılmadan savunmaya nasıl dönüştürülebileceğini, davaya nasıl sınıfsal karakter yüklenebileceğini hem sanık hem avukat olarak gösterir ve “Beni tarih aklayacaktır” diye bitirir savunmasını (Yazılama Yayınevi, 2017).

Hem avukat hem de sanık Castro savunmasının başında: “İki nedenle kendi savunmamı üstlenmek zorunda kaldım. Birinci neden, savunmamı üstlenecek herhangi bir merciye ulaşma olanağından tümüyle yoksun bırakılmış olmamdır. Diğeriyse, böylesine bir savunmayı ancak ve ancak ülkesinin ne denli hak ve hukuktan uzaklaşmakta olduğunu ve bu durum karşısındaki çaresizliğini görüp kavrayan, bunu derin bir sızı olarak ta içinde duyan biri üstlenebilir, yüreğinin sesine kulak vererek, cesaretle bu gerçekleri bu savunmada dile getirebilirdi” diyor.

Castro’nun “özgürlük savaşı neferleri” dediği avukatların haklarının ellerinden alınması, emekçi halkın haklarının ellerinden alınmasına karşı yapılacak savunmanın ve mücadelenin köreltilmesini amaçlar.

Yasaklamalar ve baskılar ne kadar yaygınlaşırsa yaygınlaşsın, sınıfsal mücadeleyi, devrimci fikir ve eylemleri engelleyemez; adaletsizliğin kapitalizmin ve emperyalizmin ekonomi politiğinden kaynaklandığı gerçeğinin üstü örtülemez. 
Para ve dinin zifiri karanlığının içinde kutlanacak bir şey kalmadı.

Kutlama değil, mücadele etme zamanındayız. Avukatlığın sınıfsal mücadelenin ayrılmaz parçası olduğu kavrandıktan sonra geriye kalıyor “emekçi avukatlar günü”nü kutlamak.

Ali Rıza Aydın / SOL

Dışardan Türkiye’ye bakmak... - ÖZLEM YÜZAK

“Çatlayın patlayın AKM’yi yıktık” diyen bir Cumhurbaşkanı... Ülkede sayılı iyi üniversitelerden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’ne yöneltilen kinci üsluplu saldırı, ki benzeri ODTÜ için de yapıldı dönem dönem... Ayrıştırma ve ötekileştirme politikaları ile beslenen bir siyaset... Kadın sanatçıların sahneye alınmaması... Barış bildirgesine imza atan akademisyene kesilen 1 yıl hapis cezası...

Bir süreliğine Kanada’dayım. En batıda... Vancouver’da... 10 saatlik bir zaman dilimi ile Türkiye’yi geriden takip ediyorum.

Bizdeki siyasi iktidarın “Bu ülkede yaşamak istemeyen gidebilir, tutan yok...” üslubu ile Kanada’nın dünyanın her yerinden nitelikli beyinleri çekmek için oluşturduğu ekosistemi yakından görüp tanıdıkça dışarıdan Türkiye’ye bakmak daha bir acı oluyor.

Zaten çekip gidiyorlar da... Huzur, sadelik, çocuklarının eğitimi için endişelenmemek, çalıştığı işte emeğin karşılığını almak en temel ve anlaşılabilir insani gerekçe... Yüreklerinin bir parçasını doğup büyüdükleri, eğitim aldıkları ülkede, ailelerinde, sevdiklerinde, dostlarında bırakarak göç ediyorlar... Onlarca genç insanla tanışıyorum, hepsi de son birkaç yıl içinde Türkiye’yi bırakma kararı alan gencecik, yeni çocukları olan aileler. Çoğu mühendis ya da akademisyen. Kimisi doktorasını yapıyor. Gerekçeleri tek: “Geleceğimizi göremediğimiz için buraya geldik.”

Oysa içinde bulunduğumuz dönemde bir ülkenin insani sermayesi en önemli itici gücü. Bilimi ve teknolojiyi ürün ve hizmete dönüştürenin kazandığı bu yeni küresel ekonomik sistemde gelişmekte olan bizim gibi ülkelerin kendi ekonomik özgürlüklerini elde etmesinin de temel harcı. Ama bunu anlamıyor, anlamamakta da ısrar ediyoruz.

Erinç Yeldan Hoca yazıp duruyor. Türkiye ekonomisi dış sermaye girişlerine bağımlı ve yurtdışından sermaye girişleri olduğu sürece büyüyen, aksi durumda küçülen bir ülke. Bu bağımlılığın sonucu ise hızla artan dış borç. 2006 yılında 206 milyar dolar iken 2017’de 450 milyon dolara ulaşmış. Yani 2 kattan fazla artmış. Gelen para, ağırlıklı olarak inşaat yatırımlarına yönlendirilmiş. Eğitime ayrılan payın 2.5 misli harcanmış inşaat yatırımlarına...

Oysa bilim üretmeden teknoloji de üretilemiyor. Bilimi üretebilmek de daha okulöncesinden başlatılan bir eğitimin ve kültürün sonucu. O kültür öyle kendiliğinden kazanılamıyor ne yazık ki...
Bilim ve mühendisliğin itici gücü Ar-Ge. Ama tek başına o da yeterli değil. İçinde eğitimden yatırımlara, patent ve fikri mülkiyet haklarından, hükümet politikalarından küresel mal ve hizmet tedarikine, nitelikli beyinlere, inovasyona kadar uzanan geniş bir ekosistemi de zorunlu kılıyor.

Özgür bir akademik ortamı, bağımsız medyayı, kadın erkek eşitliğini, kadınların da ekonomiye katılımının koşullarının devlet tarafından yaratılmasını, yurttaş bilincini de gerekli kılıyor. Yurttaş bilinci derken yaşadığı çevreye, yaşam alanına, doğasına sahip çıkan, hükümetin yaptığı harcamaları sorgulayan, hesap soran, keyfiyete asla olanak bırakmayan bir yapı bu.,

Başa dönersek... Nitelikli işgücü, yaratıcı beyinler olmadan Türkiye’nin teknoloji ve bilimde sıçrama yapması olanaksız. Bu beyinlerin gitmesini hiç umursamayan siyasi iktidar, Türkiye’ye belki de verebileceği en büyük zararı veriyor...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Akkuyu kapitülasyonu - ÇİĞDEM TOKER

Kapitülasyon kısa tanımıyla bir devletin bir başka devlete tanıdığı ayrıcalık. 
Daha uzun tanımda ise iktisadi, sosyal ve siyasi ayrıcalıkların, tek yanlı hukuki işlem veya anlaşmalar yoluyla tanınması diye ifade ediliyor. 

Türkiye, Rusya’ya Akkuyu’da dört reaktörlü bir nükleer güç santralı (NGS) kurma iznini sekiz yıl önce imzalanan bir milletlerarası anlaşma ile verdi. Şüphesiz Resmi Gazete’de yayımlanan (6 Ekim 2010) bu milletlerarası anlaşmanın, başında yahut herhangi bir yerinde kapitülasyon sözcüğü geçmiyor. 

Fakat, Türkiye’nin TETAŞ (Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş.) üzerinden verdiği kilovatsaat başına 12.35 cent alım garantisi başta olmak üzere Akkuyu NGS için Rusya’ya sağladığı olanaklar karşısında bu anlaşmayı kapitülasyon diye nitelemek abartı sayılmaz. (NGS’nin yapımı, inşaat finansmanı Rusya’da görünse de Rusya’nın 7-8 milyar dolarlık kısmının Türkiye’ce karşılanmasını istediğini ancak bu durumun çözülemediği için askıda kaldığını not düşelim.) 

Akkuyu’nun -özellikle Avrupa’nın kademeli olarak nükleerden çıkış kararları ve ülkemiz açısından da güncellenmiş elektrik enerjisi talep projeksiyonları dikkate alındığında- bir ihtiyaç değil, siyasi bir tercih kimliği daha çok ortaya çıkmaktadır. Bu devasa ölçekli inşaat Rusya’nın desteğini almak ve şirketlere iş sahası yaratarak siyasi ömrü sağlamlaştırma işlevi görecektir.

Atık yönetimi muğlak 
Atık yönetimi bir NGS’de temel kritik alanlardan biri olmasına karşın Akkuyu’da atıkların nasıl yönetileceği belirsizdir. Bu konunun nasıl muğlak bırakıldığı, 6 Ekim 2010 tarihli milletlerarası anlaşmanın “yakıt, atık yönetimi söküm” başlıklı 12. maddesinden de anlaşılabilir: 
Madde 12 
YAKIT, ATIK YÖNETİMİ VE SÖKÜM 
1.Nükleer Yakıt, Proje Şirketi ve tedarikçiler arasında yapılan uzun dönemli anlaşmalar bazında tedarikçilerden temin edilir. 
2.Taraflarca mutabık kalınabilecek ayrı bir anlaşma ile Rus menşeli kullanılmış nükleer yakıt, Rusya Federasyonu’nda yeniden işlenebilir. 
3.Taraflar, devletlerinin yürürlükteki kanunları ve düzenlemeleri izin verdiği ölçüde, nükleer yakıt, kullanılmış nükleer yakıt veya herhangi bir radyoaktif materyalin sınır ötesi taşınması da dahil olmak üzere, ancak bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla, nükleer materyallerin sınır ötesi taşınmasına ilişkin gerekli tüm ilgili onay, lisans, kayıt ve rızaların alınmasında Proje Şirketi’ne yardım eder. 
4.Proje Şirketi, NGS’nin sökümü ve atık yönetiminden sorumludur. Bu çerçevede, Proje Şirketi yürürlükteki Türk kanun ve düzenlemeleri ile öngörülen ilgili fonlara gerekli ödemeleri yapacaktır. 
 

Devlet sırrını yabancılar biliyor 
CHP Enerji Komisyonu Başkanı Necdet Pamir 2014’teki kritik bir gelişmeyi hatırlatıyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın Türkiye’ye, Akkuyu NGS konusunda 39 başlıkta uyarıda bulunduğunu ancak açılan davada talep edilmesine karşın bu uyarıların “devlet sırrı olduğu” gerekçesiyle mahkemeye sunulmadığını belirtiyor. İnsanların aklıyla alay edildiğini söyleyen Pamir, “Düşünün Türkiye’nin devlet sırları Uluslararası Atom Enerjisi’ndeki uzmanlarca hazırlanmış. Onlar biliyor ama bizim bilmemiz istenmiyor” diyor. 

Durmaksızın 20 milyar dolar yatırım tutarı vurgulanan Akkuyu’da, Rusya’nın 15 yıl boyunca, 12.35 cent üzerinden satacağı üretim gelirleriyle, yapacağı harcamayı fazlasıyla çıkaracağını unutmasak iyi olur. Milletlerarası anlaşmaya, bundan sekiz yıl öncesinin dolar kuru dikkate alınarak konulmuş 12.35 cent, bugünkü kur ortamında ürkütücü bir fiyattır. Akkuyu’nun kapitülasyon olmadığını iddia edecek olanlar önce 12.35 cent için “halk için çok iyi bir fiyattır” demesi gerekmektedir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Bu olsa olsa Putin’in rüyası - GÖZDE BEDELOĞLU

İktidar medyasının ‘altmış yıllık rüya gerçek oluyor’ diye müjdelediği Akkuyu Nükleer Santralı’nın temel atma töreni önceki gün gerçekleştirildi. İddia o ki, nükleer enerjiye kavuşan Türkiye daha güçlü olacak. Altmış yıl önce de nükleerin dünyayı kurtaracak güç olduğu söyleniyordu. Bu sevda yolunda meydana gelen faciaların en bilineni olan Çernobil’in etkilerini, otuz yıl sonra bile, Karadeniz’de rastlanan kanser vakalarında gözlemliyoruz. Japonya hala, 2011’de Fukuşima Nükleer Santralı’nda meydana gelen patlamayla çevreye yayılan radyoaktif maddeleri kontrol altına almaya çalışıyor. Reaktörlerin çevresindeki alanın ancak 40 yılda temizlenebileceği ve bunun da maliyetinin 100 milyar doları geçeceği belirtiliyor. Her iki felakette de yüzbinlerce insan yaşadıkları bölgeyi, evlerini terk etmek zorunda kaldı. Japonya, nükleer santralların geleceğinin olmadığını kabul etti. Almanya 2020’ye, İsviçre 2033’e kadar santrallarını kapatma kararı aldı. Dönüşü imkansız zararlar neticesinde nükleer gücün ucuz ve güvenilir olmadığı; aksine, yüksek maliyetli ve tehlikeli olduğu acı şekillerde deneyimlendi.

• • •

Nükleer santralların yapılması gerektiğini savunanların ilk argümanı ekonomik kalkınma! Dolayısıyla karşı çıkanların önüne de hep ‘ülkenin gelişmesini istemeyen vatan haini’ kartı konuyor. Bu, kendisi ve ülkesi için kıymetli olan bir değeri muhafaza etmenin kıyısından dahi geçmeyen bir muhafazakarlık anlayışıyla yola devam eden Türkiye’deki sağ-milliyetçi siyasetin pankartı gibi bir şey. Bunun yanında, Rusya doğalgazı keserse “tezek yakarız” diye kükreyen ‘vatanseverler’ bugün nükleer istemeyenlere rahatlıkla “tezek mi yakalım?” diye çıkışabiliyor. Akkuyu gibi dünyanın en güzel sahillerinden birini; tehlikesi belli, ömrü belli, kapatması açılmasından daha masraflı bir nükleer santral inşa ederek radyoaktif bir mezara çevirmek konusunda da bir sıkıntı duymadıkları gösterdikleri bayram sevincinden belli. Ancak olası bir nükleer kaza felaketinin kimseyi ayırdığı yok. Yaşamın devamı için enerji kaynaklarına ihtiyaç olduğu kimsenin reddettiği bir şey değil; ama bunun için, hele ki bizim gibi güneşi rüzgarı bol bir ülkede, alternatif güç kaynaklarına değil yönelmek, tartışılmasına fırsat bile vermemenin anlaşılır bir yanı yok.

• • •

Doğa çeşitli yerüstü ve yeraltı hareketleriyle, iklim değişikliğiyle kaynaklarını sorumsuzca kullanan ve tüketen insana patronun kim olduğunu defalarca kanıtladı. Aklını başına almış halklar gösterdikleri direnç ve kararlılıkla, devletlerin insani değil siyasi-ekonomik çıkarları doğrultusunda hareket etmeye teşne yöneticilerine engel olup toprağa, suya, havaya sahip çıkıyor ve hükümetlerini doğaya saygılı enerji kaynakları üzerinde daha fazla çalışmaya teşvik ediyor. Kaldı ki, her enerji üretiminin az ya da çok olmak üzere çevreye kaçınılmaz zararları olduğu konusu pek çok bilim insanının üzerinde hemfikir olduğu bir konu. Bu yüzden, doğaya en uyumlu yenilenebilir enerji sistemlerini bile kullanırken tasarrufa önem vermek ve doğayı insanın hizmetine girmiş; insanın beklentilerini sınırsızca karşılamakla yükümlü bir varlık olarak görmenin trajik sonuçları hakkında bilinçlenmek gerekiyor. Biz hala doğaya en az zararı verecek hangi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeliyiz diye konuşacağımıza; pek çok felakete yol açmış pahalı ve tehlikeli nükleer enerjinin neden Türkiye için gerekli olup olmadığını tartışamıyoruz bile.

• • •

Nükleer santralların dünyadaki dağılımına bakınca bugüne kadar bizden başka kimsenin Akdeniz’de bu işe yeltenmediği görülüyor. Düzenli olarak soğutulmaya ihtiyaç duyan reaktörleri nisan ayında 20 derece sıcaklığa kavuşan deniz suyu ile soğutmaya çalışmak akla yatkın bulunmadı herhalde. Soğutma işlemi sonrası yüzlerce derece sıcaklığa kavuşan suyun denize bırakılacak olması da Türkiye’nin küresel ısınmaya eşsiz bir katkısı olacak. Öldürücü etkilerinin ortadan kalkması için yüzyılların geçmesi gereken radyoaktif atıkların depolanması ise belki de en önemli sorun! Üstelik atıkların yıllar içinde gömüldüğü yerde ne tür bir etkileşime gireceği tamamen kontrol dışı! Hal böyleyken ülkesini, gezegenini seven insanlar adına soralım; Putin’e sunulan Akkuyu’da nükleer santral açma, işletme ve ürettiğini de bize üç katı fiyatına satma fırsatı nasıl oluyor da Türkiye’nin rüyası oluyor?

GÖZDE BEDELOĞLU  / BİRGÜN

Torpilci, torpilli ve mülakat - ÜNAL ÖZMEN

Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı her sınava giren bir öğretmen arkadaşım vardı. Özellikle yurtdışına öğretmen görevlendirme sınavlarını kaçırmayan bu arkadaşım, girdiği her sınavın yazılı aşamasında en yüksek puanı almasına rağmen mülakatta takılıp kalırdı. Yine de pes etmez sonraki sınavı ajandasına not etmekten geri durmazdı.

Arkadaşımın katıldığı son sınav, Fransa’da görevlendirilecek üç öğretmenle ilgiliydi. Yüzlerce aday arasından yazılı sınavda barajı aşan tek kişi o oldu. Üç kontenjanın tek kazanan adayı olarak elenmesinin söz konusu olamayacağını düşünürken her zamanki gibi mülakatta takıldı. Konuyu idari yargıya taşıdı ve mülakatın yok sayılmasını sağladı.

Bakanlık, mahkeme kararına uygun olarak süreci o noktadan devam ettirerek güvenlik soruşturmasını başlattı. Asker, polis, MİT ne kadar istihbarat birimi varsa Kadir’i “temiz” buldu! Fakat günler, aylar geçmesine rağmen sınavı kazandığı ülkeye öğretmen olarak gidebileceği bu arkadaşa tebliğ edilmedi. Kadir, işini politikacıya, bürokrata takip ettirecek biri değildi. Dosyasının müsteşarlıkta beklediğini öğrenir öğrenmez bir öğretmende bulunması gereken bütün nezaketini yanına alarak müsteşarın karşısına dikildi. Hakkında yürütülen soruşturmanın tamamlandığını, ancak uzun süre beklemesine rağmen görevin tebliğ edilmediğini söyleyerek gecikmenin nedenini öğrenmek istediğini anlattı. Müsteşar, “güvenlik soruşturmalarında sorun gözükmüyor, fakat benim kişisel istihbaratımdan geçemediniz” dedi arkadaşıma. Din ve milliyet Kadir için uyduruk kavramlardı; fakat ona rağmen babadan, atadan yadigâr saklama gereği duymadığı gibi övünç kaynağı olarak görmediği, kendisi yok saysa da devletin kayıttan düşürmediği “affedersiniz” bir Ermeniliği vardı. Müsteşarla görüşmesini anlatırken “kendimi Ermeni gibi hissediyorum” demişti Kadir, o yıl biriktirdiği hizmet puanlarını kullanarak bu tiksindirici ortamdan uzaklaşacağını umduğu Ermeni kilisesi olan bir köye tayin isteyerek Ankara’dan ayrıldı ve bir daha da sınava girmedi.

•••

Kadir’in başına gelenin bugün herhangi birimizin başına gelmesi için “affedersiniz Ermeni” olmak gerekmiyor, AKP’li olmamak yetiyor!
Yazılı sınavlar, sınava katılanlara eşit uygulanarak fırsat eşitsizliğine meşruiyet sağlardı; sözlü sınav denilen mülakat, mülakatı yapanın sınava katılanlar arasından kendine göre kimin eşit olacağına karar verdiği sistemin adıdır. Devletin bu yönteme tevessül etmesi, elediği adaya açıkça seni yurttaş olarak tanımıyorum demesidir.

Hükümet yazılı sınavlarda taban puanı düşürerek, bir yandan mülakatı belirleyici seçme yöntemi haline getiriyor öte yandan yazılı sınavda başarı gösteremeyen yandaş adaylarına huzura çıkabilme şansı tanıyor. Kamu kadrolarına alacağı personeli (yakında okullar arası geçişe de mülakat gelirse şaşırmayın) mülakatla belirleyen islamcı iktidar, kelimenin tam anlamıyla toplumu makbul olan olmayan olarak ikiye bölüyor.

Sorun, iktidarın kendi makbul anlayışıyla devlet için makbul olanın yer değiştirmesi değil sadece; asıl sorun, iktidardan ayrıcalık talep etmenin olağan toplumsal davranışa dönüşmesidir. Öyle ki torpilci iktidarları değiştirseniz bile kolay kolay değişmeyecek bir dönüşüm bu.

Kayırılan veya kayırılma talebinde bulunan, her durumda başkasının hakkına tecavüz etmiş olur. Ciddi ruhsal ve sosyal baskı karşısında kişi yerini aldığı kişinin vatan sevgisinin; milliyetinin, inancının, kültürünün; olmadı cinsiyetinin, yaşam tarzının, boyunun posunun, saç renginin oraya layık olmadığını iddia ederek rahatlatır kendini ancak. Seçimi yapan ona öyle öğretir çünkü. Aksi halde bir insan hakkına tecavüz ettiği kişinin yüzüne nasıl bakabilir! Hele kayırılarak görev verilmiş kişi bir de öğretmense… Bu kişi öğrencisine samimiyetle ahlaktan, haktan, hukuktan, adaletten söz edebilir mi? Diyelim ki torpilli yargıç, polis veya asker; adaleti işe başlarken katletmiş bir meslek mensubundan adil davranmasını bekleyebilir misiniz?

Ünal Özmen / BİRGÜN

5 Nisan 2018 Perşembe

Kabul edin ki bu gençler sizden zeki - AYŞE YILDIRIM

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın okuma hakkı tanımayacağını söylediği öğrencilerden dokuzu sulh ceza hâkimliklerince tutuklandı. Hâkimliğe göre tutuklama kararı “ölçülü”ymüş, çünkü öğrencilerin yaptığı eylem “toplumda oluşan refleks ve infial durumu dikkate alındığında ceza miktarının üst sınıra yaklaşılabileceğini” gösteriyormuş. 

Nasıl ama?
 
Toplumda bir infial var doğru. Ama bu infial o öğrencilere yapılan muameleye, tutuklanmalarına, gözaltına alınmalarına, baskıya uğramalarına, sindirilmeye çalışılmalarına karşı bir infial. 

Yeter, çocuklarımızı rahat bırakın” diyen insanların infiali. 

Bunun için de bir tutuklama yapılacaksa yanlış kişiler tutuklu. 

Yine hâkimliğe göre bu öğrenciler “terör örgütü propagandası yapmış”. Sırf Afrin harekâtına karşı çıktıkları için. Mahkemeye göre, barış isteyen herkes “YPG/PKK lehine amaçlarını meşru gösterici, şiddeti tavsiye eder mahiyette” imiş. 


Evet, evet “şiddeti” diyor.
 
Ülkenin Cumhurbaşkanı, bakanları ve onların yandaş kalemleri öyle deyince hâkimliğin de farklı bir şey demeyeceğini biliyoruz artık. 

Yoksa herkes o gençlerin tutuklanma gerekçelerinde söylenen şeylerin tam tersini savunduğunun farkında. Şiddeti, savaşı, ölümü değil barışı ve yaşamı savunan, bunu da korkmadan söyleyen herkesin başına gelen şeyi yaşıyorlar şu anda. 
Sulh ceza hâkimliği daha iddianameleri bile yazılmayan, yargılamaları yapılmayan öğrencileri tutuklarken “size ceza vereceğiz ve bunu üst sınırdan vereceğiz” demeye getiriyor. 

Ki, sadece onları cezalandırmakla kalmayacaklar, diğer öğrencileri, öğrencilerini destekleyen hocalarını, anne babalarını, arkadaşlarını hatta onları hiç tanımayan ama yanlarında olan insanları da korkutacaklar. Yani korkuttuklarını sanacaklar. 
Her şey çığrından çıktı. Her şey yerle yeksan. Demokrasi, hukuk, özgürlük adına ortada bir şey kalmadı. 

Kalan tek şey mücadele ve umut. 
Bir türlü yok edemedikleri iki şey. 
O çocukları gece yarısı evlerini basarak gözaltına almaları bundan. Evde kızlı-erkekli kalmalarına kızgınlıkları, “siz evli misiniz” deyip tokatlamaları, zekâlarına yönelik hakaretlerin altında yatan kıskançlıkları bundan. 


Boğaziçi’ni polis üssüne çevirmeleri, kampusta kimlik kontrolü yapmaları, üniversitenin çevresindeki kafeleri bile basmaları, öğrencileri muhbirliğe teşvik etmeleri hep bundan. 
Çünkü o gençler umudu, mücadeleyi ve de en önemlisi geleceği temsil ediyorlar. 

Farklı bir gelecek hayali kuran insanlardan korkuyorlar. O kadar çok korkuyorlar ki “bilet paralarını verip” ülkeden göndermek istiyorlar. Pasaportuna bile el koydukları insanlara “git” demelerinin komikliğinin farkına varamayacak kadar korkuyorlar anlayacağınız. 
İşte o korktukları geleceği bugünden yok etmek istiyorlar. 

Olmuyor, bir türlü başaramıyorlar. 
Ve başaramayacaklar da. 


Ne diyordu o tutuklanan gençlerden birinin babası adliyenin önünde oğlunun arkadaşlarına: 
“Oğlumla gurur duyuyorum, ağzından çıkan her lafın arkasındayız. İnançlarınız neyse ondan ödün vermeyin çünkü biz haklıyız. Bunlar yatar çıkar, siz daha gençsiniz. Ömrünüzde birkaç ay hiç önemli değil. Geç mezun olmak da hiç önemli değil, ister bir, ister iki sene ama siz ömrünüzün sonuna kadar başınız dik yaşayacaksınız. Bizim anne baba olarak sizin desteğinize ihtiyacımız var. Bunu arkadaşlarınıza da anlatın.” 


Böyle babalar var olduğu sürece, onların yetiştirdikleri çocuklar var olduğu sürece işleri çok zor. 
Boşuna o gençlerin eyleminin ardında örgüt aramayın. Bulacağınız tek şey kendi korkularınız ve o korkunun Saray’da yarattığı infial olur. 


Haa tabi bir de mücadele ve umut. 


Onu da cezalandırarak yok edemeyeceksiniz.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Deizm, ateizm vs. - ÖZGÜR MUMCU

Konya İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün dini iki eğitim derneğiyle beraber düzenlediği “Gençlik ve İnanç Çalıştayı”nın sonuç bildirgesi, “Gençler arasında deizm yayılıyor” başlıklarıyla haberlere konu oldu. 


Çalıştay’ın düzenleyicilerinden İkdam Derneği ise, internet sitesinde “İnanç bunalımı yaşayan gençlerde ateizmin değil daha çok deizmin gözlendiği ifade edilmiştir. Bu ifade deizmin hızla arttığını iddia etmemektedir” diye bir açıklama yayımladı. 

Bu haber, bir süredir devam eden bir tartışmanın son halkası. İktidar medyasının köşe yazarları ve kimi ilahiyatçılar bir süredir gençlerin deizme ve ateizme yönelmesinden yakınmakta. Yani Tanrı tanımazlığın ya da bir yaratıcı inancı muhafaza edilse de dinsizliğin yayıldığından bahsediliyor. 

Diyanet dergisinin de geçen yaz ayında “deizm, ateizm, nihilizm kıskacındainsanlık” konusunu ele alarak bir süredir meseleye eğildiği biliniyor. 

Yani böyle bir eğilimin bulunduğu genel olarak kabul ediliyor. Özellikle muhafazakâr ailelerin çocuklarında bu eğilimin gözlendiği saptaması yapılıyor. Teşhis ve tedavi yöntemleri öneriliyor. 

Son dönemde bazı tarikat liderlerinin ve ilahiyatçıların cinsellik hakkındaki açıklamalarının yarattığı rahatsızlık sayın Cumhurbaşkanı’nın “dinin güncellenmesi” gerektiğini söylemesine varacak bir seviyeye erişmişti. 
Bu da muhtemelen, bahsi geçen teşhis ve tedavi yöntemleriyle ilişkilidir.

İlahiyatçıların, din adamlarının, tarikatların, İslami dernek ve vakıfların bu gelişmelerden rahatsızlık duymaları elbette doğaldır. İslamcı siyasetçilerin, siyasal İslamın hiç olmadığı kadar iktidarda bulunduğu bir dönemde gençler arasında dinden uzaklaşma olgusuyla karşılaşınca şaşırmaları ve buna bir çözüm bulmaya çalışmaları da öyle. 
Gelgelelim, laik bir devletin dindar ya da dinsiz gençler yetiştirme gibi bir misyonu bulunmamakta. Bu sebeple Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde İslami derneklerle beraber gençlerin dini inançları hakkında toplantı yapmanın laiklik ilkesiyle bağdaşmayacağı ortada.
 
Benzer bir şekilde devletin ve yürütmenin başı olan sayın Cumhurbaşkanı’nın İslamın güncellenmesi konusunda bir fetva makamı gibi açıklamalarda bulunması da öyle. 
Eğitimin amacı “dindar nesiller” ya da “dinsiz nesiller” yetiştirmek değil, kendini gerçekleştirebilecek, zamanın hiç olmadığı kadar hızla aktığı bir dönemde geleceğin dünyasına uyum sağlayıp onu şekillendirebilecek nesiller yetiştirmek olmalı. 
Bu satırların geldiğimiz aşamada safça olduğunun farkındayım. Yine de devlet kurumlarının gençlerin dini inançlarına ilişkin müdahalesinin içselleştirilmemesi önemli.
Bütün inançlara eşit mesafede olması gereken laik bir devletin “gençlerin imanı elden gidiyor” diyerek İslami derneklerle toplantı yapması ya da Cumhurbaşkanı’nın ilahiyat tartışmalarına girmesi alışılmaması gereken bir durum.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

4 Nisan 2018 Çarşamba

Enflasyon: Karnabahar olmadı lahana verelim - HAYRİ KOZANOĞLU


Merkez Bankası Ocak 2018 Enflasyon Raporu’nda 2018 yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 7,9’du. Bu oranın tutturulması şimdiden imkânsız gibi görünüyor. ‘Çarşı pazar cep yakıyor’ klişesi de mart ayında bir kez daha doğrulanmış durumda.

Dün açıklanan verilere göre, tüketici fiyatları mart ayında bir önceki aya göre yüzde 0,99 arttı. Böylelikle son bir yılın tüketici enflasyonu yüzde 10,23 olarak gerçekleşti. Enflasyonu tek hanelere indirme iddiasının hayata geçmesi için haliyle umutlar nisana kaldı. 2017 yılının aynı ayının enflasyonu yüzde 1.31’di. Ancak gelecek ayın tüketici fiyatları yüzde 1,08’in altında bir yükseliş sergilerse, kısa bir süre yüzde 10’un altında bir oranla karşılaşabiliriz. Ondan sonra 5 aylık bir dönem, baz etkisi nedeniyle yıllık enflasyonu aşağı çekmek çok güç olacak. Çünkü 2017 yılının Mayıs-Eylül döneminde toplam fiyat artışı yüzde 1,50; aylık ortalama ise yüzde 0,30’tü. Hatta Haziran 2017’de eksi enflasyona bile tanık olmuştuk.


Aylık harcama grupları itibariyle değerlendirildiğinde, en dikkat çekici gelişme gıda ve alkolsüz içecek fiyatlarının yüzde 2,03 artışıyla yaşandı. Toplam harcamalar içerisinde ağırlığı yüzde 23.03 olan gıdanın, yoksulların tüketim kalıplarında daha da önem kazandığını biliyoruz. Yılın ilk çeyreğindeki gıda fiyatları artışı ise yüzde 6,06’yı buldu.

Merkez Bankası Ocak 2018 Enflasyon Raporu’nda 2018 yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 7,9’du. Bu oranın tutturulması şimdiden imkânsız gibi görünüyor. Ne var ki daha da vahim olanı, 2018’in ikinci yarısıyla birlikte işlenmemiş gıda fiyatlarının yüzde 4,6 civarında bir artış sergileyeceği öngörüsünün daha yılın üçüncü ayında geçersiz kalması, yüzde 6’nın üzerinde bir sıçramanın gerçekleşmesi. Diğer bir ifadeyle, “çarşı pazar cep yakıyor” klişesinin bir kez daha doğrulanması.

Et yemeyelim de…
Madde madde incelendiğinde de, fiyatı en fazla hoplayan listenin başını gıda ürünlerinin çektiği görülüyor. Hadi fiyatı yüzde 54,5 artan karnabaharı bu ay pas geçsek, yüzde 8,5 sıçrayan kuzu etini de mi yemeyelim! Protein gereksinimimizi yumurta ile giderelim desek yine yüzde 4,7 zamla karşılaşıyoruz. Karnabaharı beyaz lahana ile ikâme etme hamlemiz de yüzde 4,4 yükseliş karşısında sonuç vermiyor…
enflasyon-karnabahar-olmadi-lahana-verelim-447099-1.Özel kapsamlı TÜFE göstergeleri denilen; fiyatları en oynak gıda, enerji gibi ürünleri dışarıda bırakarak oluşturulan endeksler de, umut verici bir görünüm sergilemiyor. Örneğin, C endeksi adı verilen; enerji, gıda ve alkolsüz içecekler, alkollü içkiler ve altın hariç TÜFE Mart ayında yüzde 0,79 artmış. Yıllık oran ise yüzde 11,44 gerçekleşmiş.

ÜFE sert yükseldi
ÜFE diye kısaltılan üretici fiyatları da; hem üretimin maliyetini yansıtması bakımından, hem de yarın tüketici fiyatlarına etki yapma potansiyeli göz önüne alınınca çok önemlidir. Mart 2018 ÜFE artışı yüzde 1.54, son bir yılın değişimi ise yüzde 14.28. Ana sanayi gruplarında da en fazla yükseliş döviz kuru değişimlerinden çokça etkilenen ara mallarında gözlemlenmiş.

enflasyon-karnabahar-olmadi-lahana-verelim-447100-1.Maliyet enflasyonu tehlikesi
Özetle, ÜFE artışları maliyet yönlü bir enflasyonla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. 2018’le birlikte fiyat artışlarının yavaşlayacağı vaatlerinin boş çıkması da enflasyon beklentilerini yukarı çekerek, olumsuz etki yapıyor. Geçen hafta açıklanan büyüme rakamlarına stok artışının yüzde 0,7 puan pozitif katkı vermesi talebin zayıflamış olabileceğine, stoklarda birikmenin ortaya çıkışına işaret ediyor. 2017’de beyaz eşya ve mobilyaya yönelik vergi indirimleri, hanehalklarının dayanıklı tüketim malları harcamalarını öne çekmesine, yıl genelinde yüzde 24,1’lik bir artış sergilenmesine yol açtı. 2018’de ise talebin doğal yavaşlaması, büyümeyi aşağı çekme sinyali veriyor.

Durum parlak değil
Tüketicilerin nisan ayına daha umutla bakması beklenebilir mi? İlk işaretlere bakılırsa ne yazık ki hayır! Ciddi geçirgenlik etkisi bulunan döviz kuru sepeti, dolar 4 TL, avro 5 TL civarında salınınca, 4.50 TL dolaylarında seyretmeyi sürdürüyor. Nisan başından geçerli, elektrik fiyatlarındaki yüzde 2,89’luk, doğalgazdaki yüzde 8,9’luk zamları göz önüne alınca, şimdiden gidişatın pek parlak olmadığını söylemek mümkün…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN




O klarnet nasıl oluyor da çalınabiliyor? - FATİH YAŞLI

Bu işler bir gecede ya da son üç beş senede, daha da ileri giderek söyleyelim, son on beş senede olmadı, bu işlerin bir evveliyatı, bir tarih öncesi var.
Bakın, geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın veliaht prensi Muhammed bin Selman, Washington Post’ta yer alan röportajında tarihsel bir itirafta bulunarak, Soğuk Savaş esnasında komünizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı Vahhabiliği yaydıklarını ve bunu da müttefikler, yani ABD ve Batı istediği için yaptıklarını söyledi.

Bu itiraf, bütün bir yakın dönem Ortadoğu tarihinin ve bizim de tarihimizin bir özetidir: Türkiye’nin yakın tarihi, devleti yönetenlerin ve sermaye sınıfının, emperyalizmle işbirliği içerisinde ve sol düşmanlığıyla, komünizm korkusuyla İslamcılığa kapıları açmasının ve o kapıdan girenlerin devleti ele geçirerek nihayetinde rejimi değiştirmelerinin tarihidir, olan bitenin özeti budur.
Ordu bu dönüşümün en iyi gözlemlenebildiği yerdir; çünkü Türkiye yönetici sınıfının Soğuk Savaş’ta batının ileri karakolluğunu üstlenme hevesiyle birlikte emperyalizm açısından asıl önemli kurum ordu olmuş, en derin ilişkiler de bu yüzden orduyla kurulmuştur ve NATO üyeliği bu ilişkilerin somutlaştığı mekanizmadır.

İşin daha derin kısmında ise Gladio yapılanması vardır. Komünizmle “hukuk dışı” ve gizli yöntemlerle mücadele adına kurulan bu yapılanma, Soğuk Savaş boyunca bütün NATO üyesi ülkelerde son derece etkili olmuştur. Bir yandan sivil faşistler sokak gücü olarak solun karşısına çıkarılırken öte yandan İlim Yayma Cemiyeti’nden Komünizmle Mücadele Dernekleri’ne uzanan genişlikte dinselleşmeye ivme kazandırılması, tarikatların, cemaatlerin palazlandırılması bir NATO/Gladio projesidir.

Peki İslamcılaştıranın bizatihi kendisi İslamcılaşmadan münezzeh olabilir mi, bundan etkilenmemesi düşünülebilir mi, çürütenin çürümemesi mümkün müdür?

Bu soruların yanıtını biliyoruz artık. Türkiye’nin dinselleştirilmesine paralel bir şekilde devletin bütün kurumlarıyla birlikte ordu da dinselleşti, öyle ki son noktada Fethullahçı çete mensubu subaylar darbeyle iktidarı almaya bile kalkıştı, uçaklar Meclis’i bombaladı, tanklar insanların üzerine sürüldü, sokakta iç savaş manzaraları yaşandı. Bunun sonucunda belki Fethullahçılar –en azından bir kısmı- ordudan temizlendi ama bu sefer de hem başka tarikat ve cemaatler ortaya çıkan boşluğu doldurmaya başladı hem de iktidarın kişiselleşmesi olgusunda somutlaşan yeni rejimin ruhuna uygun bir ordu ortaya çıktı, bu sefer de ordu kişiselleşmiş iktidarın beka mücadelesinin hizmetine sokuldu.

İşte tam da bu nedenle, ihalecisinin, kumarbazının, düşkününün, geçkininin, şöhretini yitirmişinin, botokslusunun, belediyeden konser, devlet kanalından program kapmak isteyeninin tekmili birden bir uçağa doldurulup sınır bölgesine götürülmesi ve kamuflajla taçlandırılmış bir lümpenlik müsameresinin, vıcık vıcık bir arabesk sahne gösterisinin fondaki klarnet sesiyle birlikte tüm topluma seyrettirilmesi şaşırtıcı değil.

Komünizmle mücadeleden, sol düşmanlığından ve korkusundan, dinselleşme politikalarından, Türk-İslam sentezinden, toplumun çürütülmesinden, aklın, bilimin, aydınlanmanın inkârından, cemaatin devleti adım adım ele geçirmesinden buralara geldik. Bu yüzden buradayız, bu akıl tutulmasının, bu kolektif irrasyonalizmin tam ortasındayız.

Tam da bu yüzden işte, öyle olmadığı iddiasıyla ya da olmaması temennisiyle “o askerler siz klarnet şov yapasınız diye mi öldü” sorusu yanlış, çünkü bu sorunun cevabı, bir tür inkâr psikolojisiyle kabul edilmeyecek olsa da aslında “evet”.

Evet, iktidarın iktidarda kalmaya devam edebilmesi için, İslamcılarla milliyetçilerin kurduğu ittifaka can suyu verilmesi için, işsizliğin, enflasyonun, yolsuzluğun ve yoksulluğun konuşulmaması için, muhalefetin susturulabilmesi, olağanüstü halin süreklileşmesi için savaş siyasetine ihtiyaç var. Yeni bir rejim inşa edilebilmesi, “ikinci kuruculuk” iddiasının sürdürülebilmesi, Gazilik, Mareşallik, Başkomutanlık vb. unvanların konuşulabilmesi için savaş siyasetine ihtiyaç var.

Mesele tam da burada başlıyor zaten. Hala karşıda normal bir hükümet varmış gibi yapıldığı için, hala içeride yanlış olanın dışarıda doğru işler yapabileceğine inanıldığı için, hala “ikinci yetmez ama evetçilik” diye adlandırdığım bir tutumla “iktidarı desteklemiyorum ama…” diye başlayan cümleler kurulabildiği için, ahmaklaştıran bir milliyetçiliğin peşine takılıp gidildiği için, savaş siyasetine esastan değil usulden karşı çıkıldığı ve “yaptığınız iş doğru ama ah bir de şöyle demeseydiniz/yapmasaydınız” gibi bir tutum takınıldığı için, “ortada bir vatan savaşı, bir beka savaşı yok, o sizin kendi bekanızın savaşı” denilmediği için çalınabiliyor o klarnet, bu yüzden bu kadar kolay gerçekleşebiliyor bu muamele.

Bu klarnet sesinden, bu müsamereden rahatsız mısınız, -mış gibi yapmadan, eğip bükmeden, hakikatin bir kısmını değil bütününü görerek tutum alacaksınız, başka çare yok, başka çaremiz yok.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN