8 Nisan 2018 Pazar

Tarihte Osmanlı-Rus ilişkileri aynasında: ‘Çar’ Putin ve ‘Sultan’ Erdoğan dostluğu - TANER TİMUR

Tarihteki Türk-Rus ilişkilerinde de ilginç benzerlikler ve “tekerrür”ler var. Konumuz bu; şimdi tarihte panoramik bir gezinti yapalım.

Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin Türkiye’ye geldi; sıcak bir şekilde karşılandı; Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte Akkuyu Nükleer Santralı’nın temelini attılar. Sonra İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin de katılımıyla üçlü bir “zirve” yapıldı; Suriye’nin geleceği konuşuldu.


Her şey güzel, her şey uyumluydu; tek uyumsuz nota ekonomiden geldi. Döviz kurlarında özel bir ayrışma yaşanıyor, dolar dünyada düşerken, Türkiye’de rekor üstüne rekor kırıyordu. Afrin’de Türk bayrağı çekilirken piyasalarda Türk lirasının çöküşü acı ve açıklanması gereken bir rastlantı olmuştu. 

Kuşkusuz daha çok bir Çarlık imajı sergileyen, özgürlüklerden yoksun, çeşitli yaptırımların hedefi ve diplomatları birçok ülkeden kovulan bir ülkenin, “Batı müttefiği” bir ülkede yarattığı jeo-stratejik sarsıntı bu çöküşe yabancı değildi. Türkiye’nin yıllardır konuşulan “eksen değiştirme” politikasının bundan daha anlamlı bir resmi olamazdı. 

Aslında bu resimde geçmişteki Osmanlı-Rus ilişkilerini çağrıştıran bazı renkler de vardı ve Putin’in “Çar”, Erdoğan’ın da “Sultan” giysileriyle sunulduğu bir dünyada, bu ilişkileri hatırlamanın bazı yönleriyle bugünü de aydınlatabileceğini düşündüm. “Tarih tekerrürden ibarettir” demişler; gerçekten de tarih tekerrür ediyor, bazen trajedi bazen de komedi şeklinde. Tarihteki Türk-Rus ilişkilerinde de ilginç benzerlikler ve “tekerrür”ler var. Konumuz bu; şimdi tarihte panoramik bir gezinti yapalım.

•••

Rus tarihi de Türk tarihi gibi göçlerle başlamıştır. Bir kısım Slav aşiretleri 12. yüzyılda Moskova’ya yerleşmiş ve hedefleri de bu yerleşimden sonra hep “denizlere açılmak” olmuştu. Büyük Petro döneminde Ruslar Baltık kıyılarına ulaşana kadar, bu bölge, yüzyıllar boyunca Germenler, Finliler, İsveçliler ve Slavlar arasında kanlı kavgalara sahne oldu. Baltık kıyıları da Ruslar için sadece ilk hedefi teşkil etti.

Slavlar Moskova-Novgorod-Petersburg hattında ilerlerken, önce Tatarlarla karşılaşmış ve yenilmişlerdi. Cengiz’in torunu Batu Han 1238’de Moskova’yı işgal ve tahrip etmiş; Slav beylikleri de böylece uzun süre Altınordu hanlarının vesayeti altında yaşamıştı. Bu vesayetten ancak III. İvan (1440-1505) zamanında kurtuldular. Arkadan IV. İvan (1530-1584) geldi ve ilk Çar unvanını taşıyan hükümdar oldu. Rus Devleti’nin temelleri de onun zamanında atıldı. Bir yandan köylü üzerindeki baskıyı artırıyor, öte yandan da topraklarını genişleten bir fetih politikası izliyordu. İlk yerel (feodal) Meclisler (Zemski) onun zamanında örgütlendi; Kazan hanlıkları onun zamanında ilhak edildi; Volga nehri ile temas da yine onun zamanında sağlandı. 

IV. İvan’ın adı “Grozny İvan” idi; Batılılar bunu dillerine “Korkunç İvan” diye çevirdiler. Gerçekten de katı mutlakiyetçi bir yönetim kurulmuştu; Çar’ın ölümünden kısa bir süre sonra, Birleşik Krallık Kraliçesi Elisabeth’in Rusya’ya gönderdiği elçi, “Çarlık yönetimi Türk yönetimine çok benziyor” diyor, “Rusların Türkleri taklit etmeye çalıştıklarını” iddia ediyordu. Her iki “tiranlıkta da her şey hükümdarın çıkarına uygun şekilde yapılıyordu”. Rusya’nın Batı’ya açılması, Büyük Petro’dan da önce, Boris Godunov döneminde başladı.

•••

Aslında Boris Godunov (1551-1605) toplumsal planda çelişkili bir politika izledi. Bir yandan köylüleri iyice toprağa bağlayarak feodal bağları (serfliği) güçlendiriyor, öbür yandan da İngiltere ile ticareti teşvik ederek bu bağların tasfiyesine zemin hazırlıyordu. Batı’dan öğretmenler getirtiyor, genç Rus öğrencilerini de Batı ülkelerine, okumaya yolluyordu. Henüz Ruslar Osmanlılarla doğrudan ilişkiye geçmemişlerdi; fakat Godunov’un din ve Kırım Hanlığı politikası ilerde bu alanda etkileri kuvvetle hissedilecek uygulamalar oldular.

Boris Godunov ılımlı bir din politikası benimsemiş, ülkesinde Lüterci Protestanların kilise açmalarına izin vermişti. Fakat bu konuda daha da önemli girişimi Rus Patrikhanesi’ni İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin vesayetinden kurtarmak oldu. Böylece bağımsızlığına kavuşan Rus Kilisesi Balkan halklarını etkileme potansiyeline de kavuşmuş oluyordu. Bu potansiyel 19. yüzyılda gerçeğe dönüşecek ve Rus diplomatları, Engels’in deyimiyle, “halklara ‘özgürlük’, krallara da ‘istikrar ve huzur’ vaat ederken” Kilise bu konuda arkalarında önemli bir destek olacaktır. 

•••

Godunov Kırım’ın stratejik değerini anlamış ve onları Osmanlılara karşı kışkırtmaya başlamıştı. Oysa 15. yüzyılın ortalarında Osmanlı hâkimiyetine giren Kırım Hanlığı Osmanlılar için çok önemliydi ve yaygın bir anlayışa göre eğer bir sultan arkasında bir veliaht bırakmadan ölürse, tahta Kırım Hanı geçecekti. 18. yüzyılın sonlarına doğru Kırım’ın kaybı da, Osmanlı tarihinde de ölümcül bir kırılma noktası teşkil etti. Gerçekten de 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşını izleyen Küçük Kaynarca Anlaşması ile Ruslar Karadeniz’e iniyor, 1783’te de Kırım’ı ilhak ederek Boğazlar üzerinde baskı kuruyordu. 

Doğu Sorunu başlamıştı. 

•••

Yükselen Rusya karşısında acze düşen Osmanlı Devleti’nin artık Batılı büyük devletlere (“Düveli Muazzama”ya) dayanmaktan başka çaresi yoktu. Batı Avrupa için de Osmanlılar tehlike olmaktan çıkıyor, asıl tehlike Boğazları ele geçirerek Akdeniz’e sarkma potansiyeli taşıyan Rusya haline geliyordu. Bu tabloda Osmanlı Devleti Batı Avrupa ile Rusya arasında tampon devlet haline geldi ve Osmanlı ordusunu “ıslah ederek” Ruslar üzerine sürmek Düveli Muazzama için bir güvenlik önlemi oldu. İlginçtir ki Ruslar da “Osmanlı Islahat hareketleri”ni kendilerine karşı tezgâhlanan oyunun bir parçası olarak görüyorlardı. Rus diplomatları 1882’de yayınladıkları Rus resmi belgelerinde şu yorumu yaptılar: “1840’dan sonra Babıâlî, Canning’in klavuzluğu ile, İslamizmi Avrupa uygarlığı ile aşılayarak yenileme çabasına girişti. Bu girişim esas olarak bize karşıydı. Latin propagandası ve Polonyalı göçmenler de buna destek oldular.” Böylece 19. yüzyıl, Osmanlılar arasında koyu bir “Moskof düşmanlığı” içinde Türk-Rus savaşlarıyla geçecektir.

•••

Yine de bu uzun yüzyılda Osmanlı-Rus ilişkileri üç “dostluk” parantezi yaşadılar. Bunlardan birincisi Sultan II. Mahmud ile Rus Çarı arasında “Hünkâr İskelesi” anlaşması ile kurulan “dostluk”tu. Kendi valisi karşısında tutunamayan ve İngilizlerden de beklediği yardımı alamayan Sultan Mahmut çaresizlik içinde “yılana sarılmış”, Çar’ın himayesini kabul etmişti. O sırada Osmanlı sultanı için, asi paşanın cezalandırılması ve kırılan onurunun tamiri, her türlü düşünceden önce geliyordu. Öyle ki Fransız Elçisi M. Roussin, Paris’e yolladığı raporda, II. Mahmud’un “Mehmed Ali’nin cezalandırılması için imparatorluğunun yarısını vermeye hazır olduğundan kuşku duymadığını” iddia ediyordu. 

Hünkâr İskelesi Antlaşması aslında Osmanlıların ne istedikleri, ne de benimsedikleri bir şeydi. Üstelik Ruslar, antlaşmadan sonra da Osmanlı yöneticilerini kendi halklarının gözünden düşürmek ve zayıflatmak için sistemli bir çaba sarf etmişlerdi. Şöyle ki, Rus imparatoru, bir “dostluk gösterisi” içinde, kışladaki Osmanlı alaylarına madalya vermek istemiş, neden olarak da Osmanlı askerlerinin anlaşma sırasında Rus askerleriyle “kardeşçe ilişkilerini” ileri sürmüştü. Oysa gerçek durumun çok farklı olduğunu elbette kendisi de çok iyi biliyordu. Ayrıca madalya merasimi Ramazan ayına rastlatılarak, askerler büsbütün kışkırtılmak istenmişti. Nitekim Osmanlı yöneticilerinin bütün isteksizliklerine rağmen Rus Elçisi Boutenief, Çar’ın bu isteğini kabul ettirince Osmanlı askerleri de gerçekten ayaklandılar ve bahtsız sultana da bu ayaklanmanın elebaşlarından yirmi kişiyi idam ettirmek görevi (!) düştü. Bu tutumuyla, Sultan, halkın nefretini kazanıyor ve tüm otoritesini kaybediyordu. Kısa bir süre sonra da İngiltere’den ünlü elçi Stratford Canning geliyor; Babıali’de yıllarca sürecek bir İngiliz hegemonyası başlıyordu. Böylece Osmanlı-Rus dostluğunun bu birinci perdesi hazin bir şekilde kapandı.

•••

“Osmanlı-Rus dostluğu”nda ikinci perde 1869 ve 1871 yıllarında Fuad ve Ali paşaların ard arda ölmeleriyle açıldı. Tahtta Abdülaziz vardı; İngiliz-Fransız baskılarından bunalmış olan Sultan, otoriter nazırlarının sultasından da kurtularak “özgürlüğüne kavuştuğunu” söylüyordu. Onun “ıslahat modeli” de Rusya idi. Şahsına özgü naiflik içinde Fransız elçisine Rusların nasıl başarılı “reformlar” yaptıklarını anlatıyordu. Üç yüz yıl önce Ruslar Osmanlıları taklide çalışırken, şimdi taklit sırası Osmanlılara gelmişti. Sultan Aziz, Damadı Mahmud Nedim Paşa ve Büyükelçi İgnatiev’in hazırladıkları tasarıları onaylayacak, ülke kalkınacaktı. Otuz yıl önceki “Reşit Paşa-Canning” ikilisinin yerini, bu kez “Mahmut Nedim-İgnatiev” ikilisi almıştı. 

Ne yazık ki kısa süren bu ikinci perde de hazin bir şekilde kapandı. 1875’te ülke borçlarını ödeyemez hale gelmiş, iflasa sürüklenmişti. Söylentilere göre Osmanlıları tek taraflı hareket etmeye ve müzakere masasına oturmamaya kışkırtan da İgnatiev olmuştu. Böylece kriz daha da derinleşiyor ve bu hengâmede Sultan da (intihar ya da cinayet) hayatından oluyordu. 

•••

Üçüncü perde Osmanlı İmparatorluğu fiilen tarihe karıştıktan sonra açıldı. Rusya ile Osmanlılar Büyük Savaş’ta karşı karşıya gelmişler, fakat Rusya daha çatışmalar bitmeden bir devrimle savaş alanından çekilmişti. Mağlup cephede yer alan Türkiye’de ise, ulusal güçler ise Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde yeni bir savaşı, bu kez bir varoluş savaşını başlatıyorlardı. III. Enternasyonal’in ikinci kongresinde (Temmuz, 1920) alınan karar, sosyalist bir devrimle ulusal bir devrimi antiemperyalist kavga temelinde birleştirmişti. Bu kez dostluk, Osmanlı-Çarlık ilişkilerinin riya ve aldatmacalarından uzak bir ruh içinde, İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürdü.

Nazizm ezildi, savaş bitti; özgür dünya kazandı; fakat o da ne? Sovyet talepleri, Soğuk Savaş, ikili anlaşmalar, NATO derken Canning’in yerini Dulles almış, geleneksel “Moskof düşmanlığı” yeniden hortlamıştı. Menderes’in “Moskova ziyareti” şantajı; İnönü’nün “yeni dünya düzeni” umutları; Demirel’in Sovyet yapımı demir-çelik tesisleri?.. Hiçbiri para etmedi; Sovyetlerle sağlıklı bir ilişki kurulamadı. İşler ancak Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan iktidara gelip, ufukta “Çarlık” ve “Sultanlık” hayalleri görününce değişmeye başladı. Oysa kimse aldanmasın; emperyalist metropoller arasındaki kavganın kızıştığı bu günlerde, Türkiye-Rusya ve Erdoğan-Putin dostluğunun (dördüncü perde?), 1920’lerin Türk-Sovyet ve Lenin-Mustafa Kemal dostluğuyla hiçbir ilgisi bulunmuyor. ABD baskısı altında sıkışmış bugünkü AKP iktidarının Rusya kartı, daha çok II. Mahmut’un ya da Abdülaziz’in Rus çarlarından medet ummasını anımsatıyor. 
Ne demeli? 
Karşı devrimin kol gezdiği, 19. yüzyılın “Doğu Sorunu”nun “Ortadoğu Sorunu” olarak yeniden hortladığı bu günlerde hayallere kapılmanın ne âlemi var? 

Evet, tarih –ister trajedi ister komedi şeklinde olsun- tekerrür ediyor; fakat ne yazık ki bunun yükünü de daima aldatılan ve boş hayallere kapılan halk yığınları taşıyor..

Taner Timur / BİRGÜN

Akkuyu, Sinop nükleer güç santralları: Dışa bağımlı enerjide çıkmaz sokak - BİRGÜN/PAZAR

Akkuyu NGS’nin üreteceği elektriğin yarısı için, devletin garanti ettiği alım fiyatı olan 12.35 USD cent; piyasa rayicinin 2,5-3, rüzgar fiyatının ise 3,6 katıdır. Bu yüksek bedeli vatandaşlar ödeyecektir. Bu rakamın ucuz olduğunu iddia edebilmek için ancak ‘eğitim görmüş cahil’ olmak gerekir.

Geçen hafta Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Putin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ankara’dan katıldıkları, abartılı bir gösteri ile Akkuyu Nükleer Güç Santralı’nın (NGS) inşaatının temeli atıldı. Güdümlü medya organları yanlış bilgilerle dolu haberlerle projeyi övmekte birbirleri ile yarıştılar.

Şimdi gelin, söylenen ve yazılan bu işi boş yalanların bir kaçını mercek altına alalım:
1. Akkuyu NES Türkiye’nin Elektrik Enerjisi Açığını kapatacak, Enerji sorununu çözecekmiş (!)
TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu’nun hazırladığı; Türkiye Enerji Görünümü 2018 başlıklı rapordaki verilere göre; 2017 yılı elektrik üretimi 295,5 GWh. Mevcut 85,200 MW kapasitedeki kurulu güçteki santrallar daha etkin ve verimli kullanılır ise ilave 100-150 GWh elektrik üretim imkanı var. Rapora göre, bugünden sonra yeni hiçbir elektrik üretim tesisi yatırımı yapılmasa bile, mevcut projelere, yapım ve yapım öncesi aşamalarındaki santrallar da eklendiğinde, kurulu güç 127.000 MW’ye ulaşabilecek. Bu kurulu güçle Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 50 artarak 450 GWh’a ulaşması mümkün. Santralların tam verimli kullanılması durumunda ise, elektrik üretimi 550-600 GWh’a kadar çıkabilir. Bütün bu veriler, bırakın açığı, ihtiyacın üzerinde bir kapasitenin bulunduğunu, Akkuyu NGS’ye ve üreteceği elektriğe hiçbir ihtiyaç olmadığını ortaya koymaktadır.

2. Akkuyu enerjide dışa bağımlılığı azaltacakmış(!)
Bir Rusya Federasyonu devlet şirketi tarafından; teknolojisinden yakıtına, atığına; yapımından işletilmesine kadar her boyutta Rusya’ya bağımlı olan bu santralın kurulması halinde, Rusya ülkemizin doğalgaz, kömür ve petrol gibi enerji girdileri ithalatında üçte bir, toplam enerji arzında ise dörtte bir düzeyinde olan başat payını daha da artacak ve ilk sıradaki yerini daha da pekişecektir.

3. Nükleer santrallar elektriği ucuza üretirmiş(!) 
Bugün özelleşmiş elektrik piyasasında bir KWH elektriğin satış fiyatı 4-5 USD cent aralığında değişiyor. Son rüzgar YEKA ihalesini üstlenen grup kuracağı 1000 MW güçte rüzgar enerjisi santrallarında üreteceği elektriği 3.48 USD cente satmayı kabul etti. Akkuyu NGS’nin üreteceği elektriğin yarısı için, devletin garanti ettiği alım fiyatı olan 12.35 USD cent; piyasa rayicinin 2,5-3, rüzgar fiyatının ise 3,6 katıdır. Bu yüksek bedeli vatandaşlar ödeyecektir. Bu rakamın ucuz olduğunu iddia edebilmek için ancak ‘eğitim görmüş cahil’ olmak gerekir.

Akkuyu santralının yılda 38 milyar KWS elektrik üretmesi planlanmaktadır. Bunun yarısı olan 19 milyar kilowatsaat için devletin bir yılda ödeyeceği bedel 2 milyar 346 milyon ABD dolarıdır. Aynı elektriğin piyasa fiyatı olan ortalama 4.5 ABD cent/KWH’yi bedelle alsa, ödeyeceği miktar, 855 milyon ABD Doları olmaktadır. Yani vatandaşın cebinden fazladan yılda 1 milyar 491 milyon ABD Doları, on beş yılda toplam 22,3 milyar dolar yatırımcı Rus şirketine aktarılacaktır. Bu uygulamayı hangi sözcüklerle nitelendirileceklerine okurlar kendileri karar verebilirler.

4. Nükleer santrallar Türkiye’ye çağ atlatırmış(!) 
Yakıtından, atığına; yapımından işletilmesine kadar her boyutta Rusya’ya bağımlı olan ve bir Rus şirket tarafından işletilecek bu santralın; Türkiye’ye nükleer teknolojiyi getirmekle kalmayıp, geliştireceği ve çağ atlatacağını söyleyenler boş konuşmaktadır.

Türkiye’nin planlı bir enerji stratejisi olmadığı gibi, nükleer enerji ve nükleer teknolojinin kullanımıyla ilgili olarak; temel ilkeleri ve bu alanda görev yapacak kuruluşları tanımlayan ulusal politika ve strateji belgesi, yol haritası, eylem planı gibi yasal düzenlemeleri yoktur. Nükleer enerji ile ilgili bir stratejik bir yaklaşım olmadığı gibi, kurulmak istenen santralların saptanmasında, ülke şartlarına uygun ve transfer edilebilecek nitelikte bir teknoloji seçimi gibi ölçütler de bulunmamaktadır. Akkuyu’da Rusya, Sinop’ta Fransız-Japon, İğneada’da Amerikan-Çin kırması şirketler, dünyada örnekleri olmayan reaktörleri seçerek, ülkeyi deneme tahtası yapmakta beis görmemektedir. Nükleer yakıt, atık, risk gibi kavramlara aşina olmayan, nükleer santral kurmanın ve işletmenin ne denli ciddi bir iş olduğunu kavramayan, Rusya’da nükleer santrallarla ilgili lisans düzeyinde eğitim alan öğrencilerle santral işletmeciliğini yapabileceğini sananlara güvenilemeyeceği açıktır.

5. Nükleer santrallar Türkiye için stratejikmiş(!)
Strateji, stratejik yaklaşım, sistem analizi vb. kavramları anlamamış oldukları halde; strateji sözcüğünü çok sık kullanan bazı yöneticiler; nükleer santralların Türkiye için stratejik olduğunu da tekrarlamayı pek severler. Oysa Akkuyu NGS, Rusya için çok stratejik bir politikanın uygulaması iken, biçim için ülkemize atılmak istenen bir kazıktır.

Rosatom, Akkuyu’da yönetimi de, mülkiyeti de kendine ait olan bu santralı kurabilirse, bu örneği diğer ülkelerde de yaygınlaştırma ve çok sayıda ülkeyi kendine bağımlı kılma yolunda önemli bir adım atmış olacaktır. Bunun Rusya için stratejik bir kazanım olacağı açıktır.

Santralların yapımında, yerel müteahhitlere sus payı olarak bazı inşaat işleri yaptırılırken, işin en kazançlı kısımları Rus şirketlerince üstlenilecektir. Rusya’da devletin nükleer enerji kurumu Rosatom’un iştiraki Rusatom Energo International’ın Genel Müdürü Anastasya Zoteyeva’nun, Akkuyu Nükleer Santralı’nın inşasının Rusya ekonomisinde ciddi bir gelişme sağlayacağını ve Ruslar için binlerce istihdam alanı yaratacağını belirtmesi ve “Bu başta makine inşa, yan ürünler ve metalürji alanında trilyonlarca rublelik sipariş demek… Elbette Rosatom için de çok sayıda sipariş söz konusu. Neredeyse önümüzdeki 100 yıl için bu siparişleri alacağız” demesi, nükleer santralların kimin için stratejik olduğunu ortaya koymaktadır.

Bunun yanı sıra, Akkuyu NGS projesine, iktidar tarafından “Stratejik Yatırım” statüsü verilmiştir. Bu projede KDV istisnası, gümrük vergisi muafiyeti, vergilerden %90 oranında indirim, %50 oranında yatırıma katkı, KDV iadesi desteği, yatırım yeri tahsisi, faiz desteği vb. milyarlarca dolar bedelinde desteğin; yurttaşların sırtından yatırımcı Rus şirkete aktarılmak istenmesi de, santralın kimin için stratejik olduğunu gösteren ayrı bir detaydır.

6. Hukuki denetimden kaçmak mümkünmüş(!)
1980’lerden bu yana ülkemizde Turgut Özal’ın “Anayasayı bir kere delsek ne olur?”, “Benim memurum işini bilir?” gibi ifadeleriyle yaygınlaştırılan, idarenin işlemleri üzerindeki yargı yetkisini sınırlayan uygulamalar, bugünkü siyasi iktidar döneminde daha da yoğunlaşmıştır. Bir yandan idarenin işlemlerine karşı dava açma hakkı, doğrudan zarar görme gibi koşullarla sınırlanırken, bazı kişiler ve mahkemeler Anayasa Mahkemesi kararlarını bile tanımadıklarını ifade edebilmektedir. İdarenin işlemlerini iç hukuk denetiminin dışına çıkarmak amacıyla; Akkuyu ve Sinop projelerinde görüldüğü üzere, hiç gereği olmadığı halde şirketler arasındaki ticari anlaşmaları TBMM onayından geçirme, uluslararası sözleşme niteliği kazandırma ve ulusal iç hukukun denetimi dışına çıkarmaya çalışmak, bu tür sözleşmelerin toplum ve ülke çıkarları doğrultusunda değiştirilmesini güçleştirmeye yönelik bir yasal hile değil midir?

Öte yanda, Akkuyu NGS için verilen “ÇED uygundur” kararının ve dayandırıldığı yasal düzenlemelerin iptali için açılan davalarda hukuki süreç devam etmektedir. Davacı TBB-TTB-TMMOB ve yerel kuruluşların iptal talebi, Danıştay 14. Dairesi tarafından reddedilmiş ancak davacılar tarafından temyiz edilmiştir.

Peki ne yapmalı?
Akkuyu NGS ile ilgili olarak ÇED raporunun iptali için açılan davada, davacıların talebi üzerine, mahkeme tarafından ilgili makamlardan gönderilmesi istenen Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın ülkemize yönelttiği sorular ve bu sorulara enerji yönetiminin verdiği yanıtlar, “gizli “olduğu gerekçesiyle Türkiye yurttaşlarından saklanmıştır. Bu bilgilere mutlaka erişmeli ve tüm toplumla paylaşmalıyız.
Pek çok ülkede, kamu kaynaklarının tahsis edileceği projelere ve yasal düzenlemelere dair kararlar, toplum yararının olup-olmadığını araştıran, ekonomik ve sosyal fayda maliyet analizi, maliyet etkinlik analizi gibi kapsamlı çalışmalara dayanmaktadır.

Bizler de,

-Toplum yararı ölçütünün, fayda maliyet analizi gibi yöntemlerin, ilgili kurumların lisans/ruhsat/izin verme süreçleri ile ilgili bilgilerin mevzuata eklenmesini,
-ÇED raporlarının, incelenen yatırımın çevresel, ekonomik ve toplumsal etkilerini gerçekten sorgulayan ve olası risklerin neler olabileceğini ve nasıl giderilebileceğini araştıran bir içerikte olmasını, başta yöre sakinleri olmak üzere yatırımdan etkilenecek tüm kesimlerin görüşlerini dikkate alarak hazırlanmasını, mevzuatta bu doğrultuda düzenlemelerin ivedilikle yapılmasını,

-Kapalı kapılar ardında, gizli görüşmelerle yapılan hiçbir anlaşma, geliştirilen hiçbir plan ve projenin, hangi gerekçe ile olursa olsun, ülke ve toplum çıkarlarının üzerinde olamayacağını, hiçbir bilginin ülkenin kurumlarından ve yurttaşlarından saklanamayacağını;

-Acele kamulaştırma denen, sermayenin enerji yatırımları için, yurttaşların oturdukları evlerden, topraklardan, çevrelerden koparılmasına, sürgün edilmesine dayanak olan yasal düzenlemenin iptal edilmesini, insan haklarına aykırı bu uygulamanın derhal sona ermesini,

-Enerji yatırımlarını teşvik iddiasıyla, ülkenin ve toplumun ortak varlığı olan verimli tarımsal arazilere, ormanlara, tarihi ve kültürel sit alanlarına enerji tesisleri kurulmasına izin veren düzenlemelerin iptal edilmesini; verimli tarımsal arazilerin, ormanların, tarihi ve kültürel sit alanlarının yok edilmesinin önlenmesini,

-Kullanılamayan bir hakkın hak olmadığı gerçeğinden hareketle, toplumsal adalet için, idari ve adli, tüm yargı süreçlerinin, halkın ve demokratik kuruluşların hatalı uygulamalara yasal itiraz hakkını sınırlayan, önleyen (hatalı yoruma açık “doğrudan zarar görme” şartı, yüksek dava açma harçları ve çok yüksek bilirkişi ücretleri vb. gibi) tüm düzenlemelerden arındırılmasını
-Bugünden sonra enerji üretim tesislerinin, kamusal bir planlama anlayışı içinde, esas olarak rüzgâr, güneş, jeotermal, biyokütle vb. yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı olarak ve toplum çıkarlarını gözetir biçimde kurulmasını, savunmalıyız.

Son söz
Verimli tarımsal arazilere, ormanlara, SİT alanlarına, yerleşim yerlerinin yakınına santral kurulmamalıdır. Trakya’da, Yumurtalık’ta, Eskişehir-Alpu’da, Çanakkale’de ve bir çok yerde kömüre dayalı termik santral, Sinop, Akkuyu ve İğneada’da nükleer santral, Doğu Karadeniz'de, Dersim'de, Alakır'da, Göksu'da, Türkiye'nin dört bir yanındaki HES’ler gibi; bölgede yaşayan halkın istemediği tüm projeler iptal edilmelidir.

Kirlenmeden, kirletmeden, barış içinde, eşit, özgür, adil, aydınlık bir dünya ve bağımsız ve demokratik bir Türkiye dileğiyle… 
Mücadeleye devam!

Oğuz Türkyılmaz - TMMOB MMO Enerji Çalışma Grubu Başkanı
BİRGÜN / PAZAR

24 kurşuna bakar!’ - Işıl Özgentürk

Volkan Bayar, kısaca şöyle biri: Birlikte çalıştığı akademik personeli, sürekli FETÖ’cü diye ihbar etmiş. Bir yıl önce de sürekli tehdit ettiği 24 akademi üyesi tarafından rektöre şikâyet edilmiş ve o kısaca şöyle yanıt vermiş: “24 kurşuna bakar!” Sözünde durmuş, sürekli kendisini koruyan, şikâyet dilekçelerini hasır altı eden rektörün kendisi hakkında soruşturma başlattığını öğrendiği gün de fakülteyi basarak 4 akademi personelini öldürmüş. Silahı tutukluluk yapmasaymış sayının kaça çıkacağı bilinmiyor. 
OHAL ve KHK ile yüzlerce insanın işinden olduğu, emeklilik haklarını yitirdiği bir ortamda doğrusu Volkan Bayar gibi birinin, elinde silah fakülteyi basması hiç şaşırtıcı değil. Çünkü iktidar yaşadığımız ortamı öyle bir cehenneme çevirdi ki, Volkan’ların sayısı inanılmayacak kadar hızla arttı. Kimseler Volkan Bayar için, bu işi bir çılgınlık anında yaptı demesin. Volkan Bayar son derece aklı başında biri, o 15 yıldır başımızda ülkedeki her iyi şeyi yok etmeye var gücüyle çalışan, her şeyi allak bullak eden, cehaleti ve muhbirliği kutsayan iktidarın parlak bir ürünü.
 
Volkan’ı her yerde görmek mümkün: Trafikte, esnaf kahvelerinde, sokaklarda, barlarda, minibüslerde, taksilerde aklınıza gelen her yerde. Çünkü artık bu ülkenin sağlıklı yaşaması için gerekli olan adalet duygusu yok edildi ve herkes kendine göre bir adalet anlayışında. Ve herkes kendini her an güçlü ve en haklı görme alışkanlığı edindi. Bunu her yerde test etmeniz mümkün, örneğin bizim mahallede bir kadın arkadaşımıza şiddetle çarpan ve bir an bile durmadan geçip giden bir arabanın kadın şoförü, plakası alınmasına, tanıklara rağmen, “ben böyle bir kaza yapmadım” diye yalan söyleyebiliyor. Benim başıma geldi, sıradaki bir taksiye binip kısa bir mesafe söyledim. Sürücü anında yüzünü ekşitip, “Yürüseydin ya, sabahtan beri sıra bekliyorum” diye yakınmaya başladı. Bende de akıl işte, “Madem öyle sıraya girmeseydiniz” demek gafletinde bulundum, sürücü arkadaş anında benim Uberci olduğuma karar verdi ve Uberci’lerin bir Hollanda firmasına bağlı olduklarını söyleyerek onlara binenleri vatan haini ilan etti. Çünkü Uber’in parası PKK’ye gidiyormuş ve ben birden vatan haini oldum. Adam öyle kızgındı ki, hemen arabayı durdurup indim.

Açıkça söylemek gerekirse, sürekli yalanlanan ekonomik kriz, adalet duygusunun yok olması, insanların emniyet güçlerine güveninin sarsılması, ülkenin her yerinde çalışanın değil, işini iyi yapanın değil, muhbirlerin, yalakaların önemli yerlere getirilmesi bu ülke insanında büyük bir tedirginlik ve güvensizlik yarattı. Baba oğluna güvenmiyor artık, üniversite hocası ellerinde sürekli cep telefonlarıyla dersi izleyen öğrencilerine kuşkuyla bakıyor, işlerin iyi zamanlarında can ciğer olan iş ortakları birbirlerine kazık atmak için her sabah çeşitli planlar yapıyorlar. Anneler kızları için öyle endişeliler ki, her dakika başı kızlarını telefonla arayıp “neredesin” diye soruyorlar. Her meslek grubunda bir yozlaşma alıp başını gittiğinden kimse yarın ne olacağından emin değil. Bir muhbir sizi işinizden edebilir. Cehaletin baş tacı yapılması, vasatın el üstünde tutulması insanı her güzel şeyden soğutabilir. 


Bütün bunlara rağmen, ayakta durmaya çalışan, işini iyi yapmaya çalışan binlerce insan da var. Örneğin bu hafta bir filme gittim ve acayip bir sevinç yaşadım. Kültür Bakanlığı’nın projesini reddettiği Tolga Karaçevik’in Kelebekler filmi, doğrusu bu karanlık günlerde binlerce kelebeği benimle birlikte uçurdu. Arkadaş dayanışmasıyla çekilen filmden çıktığımda şöyle düşündüm: Türkiye coğrafi ve insan yapısı olarak öyle bir zengin ülke ki, her bölgesi ayrı bir insan profili, her bölgesi ayrı bir hikâyeler yumağı. Böyle olduğu için de ne olacağı, ne yapacağı belli olmayan bir ülke! İşte ben en çok bu özelliğimize güveniyorum. 

Bütün olumsuzluklara karşı, ülkede kadınlar “biz varız!” diye haykırıyorsa, tüm tutuklanmalara karşı hâlâ hukukçular, gazeteciler, yazarlar gerçeğin peşindeyse, öğrenciler kendi hayatları için iyiden ve doğrudan yanaysa, şeker fabrikaları, kıyılar, nehirler için direnenler varsa, hâlâ köylerde mucizeler yaratan öğretmenler işlerinden vazgeçmedilerse, korku artık ülkeyi usul usul terk ediyorsa, 15 yıldır ülkeye giydirilmeye çalışılan düzen elbette bir yerlerinden yıkılmaya başlayacak. Ben bize güveniyorum, bu ülkeye güveniyorum! 

Ütopya mı, öyle olsun, ütopya varsa hayat var demektir. Ve iktidar mensuplarına Ülkü Tamer’in dizeleriyle sesleniyorum: “Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten!”

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

7 Nisan 2018 Cumartesi

Muhalefet “İslam’da güncelleme” için ne yapmalı- AYDIN TONGA / ODATV

Din adına hareket ettiğini söyleyen örgütlenmeler, hayata dair iddialarda bulunmaya ve bunun da ötesine geçerek siyasal iktidara talip olmaya ya da iktidara örtük veya açık destek vermeye başladıklarında kendiliğinden siyasetin içerisine girmiş olurlar. Zira siyasi bir özne olarak yaşamın içerisinde yer almak için özel olarak örgütlenmenizin başında “parti” adının yer alması gerekmiyor. Çünkü sanattan, bilime, hukuktan, sağlığa, felsefeye ve hatta spora karşı takınmış olduğunuz söylemler, açıklamalar doğrudan sizin siyasal duruşunuzu ve öznelliğinizi ortaya koyar. Bu noktada din adına hareket ettiğini söyleyen bir örgütlenme de siyasallaşmıştır ve dolayısıyla siyasal muhatap olmayı kabul etmiş demektir.
SİZİ BEKLEYEN BÜYÜK BİR TEHLİKE MEVCUT
Dini örgütlenmelerin sözünü ettiğimiz politik tutumlarına karşı verilecek mücadele ve eylem pratiği ise tahmin edileceği üzere hiçte kolay bir konu değildir. Çünkü bu noktada sizi bekleyen büyük bir tehlike mevcuttur. Şöyle ki, dini örgütlenmelerin siyasal söylemlerine, mücadele pratiklerine ve iktidar alanlarının meşruiyetine dair eleştirel tutum takındığınızda, başta o örgütler ve akabinde de onu destekleyen siyasal iktidar anında sizi “din düşmanı”  olarak kodlayabilecek ve buradan oldukça gerilimli bir fay hattı yaratarak, sizi o hattın beri tarafına izole etmek isteyebileceklerdir. Nitekim ifade ettiğimiz bu durum tarihte sıkça başvurulmuş bir yöntemdir. Burada amaçlanan dini/siyasal örgütler karşısında, muhatapları  “dinsizlik” yaftasıyla korkutarak adeta linç etmek ve akabinde de susturmaktır. Nitekim tarih bu durumun ibretlik örnekleri ile doludur.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin dini örgütlenmeler ve iktidarın din siyaseti karşısında takındığı ürkek ve düşük profilli muhalif tavrı da bu noktada oldukça dikkat çekici ve çarpıcıdır. Çünkü bir yandan ülkenin ana muhalefetini temsil edip, öte yandan dini/siyasal örgütlenmeler karşısında layıkıyla eleştirel bir siyaset izleyememek, neticesi ağır olan sonuçlara yol açabilecektir.  Anladığımız kadarıyla CHP Genel Merkezi, bu ürkek muhalif tutumunu din karşıtı görünmemek ya da dinin toplumdaki hassasiyetini gözetmek gerekçeleriyle açıklamakta. Bu çekinceler önemli ve elbette üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir muhteviyata sahip. Nitekim dinin toplum içerisinde psikolojik, sosyolojik ve değer odaklı bir ilişkiler ağıyla yaşam bulduğu, insanın mana dünyasında önemli bir öge olarak var olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu anlamda gerek dinin bu öznel kimliğini gerekse de insanın din ile kurduğu ilişki biçimini elbette göz önünde bulundurmak gerekir. Lakin din adına hareket ettiğini söyleyen, dini/siyasi yapılar için aynı durum geçerli değildir. Onlar ellerindeki imkan ve kabiliyetleri, öncelikle iktidarını savundukları din yorumu lehine değiştirmek için ve sonrasında da yaşamın dönüşümü için harekete geçirmektedirler. Yaşam ve iktidar dönüştürülüyorsa, burada artık siyasal bir muhataplık ilişkisi zorunlu hale gelmiştir. Tam da bu nedenden dolayı, siyasal/dini örgütlere karşı daha canlı, dinamik ve cesur siyaset izlenmesi gerekmektedir.
SONUÇ TAM BİR YIKIM OLABİLECEK
Peki ya aksi olursa? Yani siyasal din söyleminin saldırılarına ve dini örgütlenmelerin yarattığı tahribata karşı, CHP gibi laik ve seküler örgütler de “hassasiyet siyasetini” gerekçe göstererek harekete geçmez; bu zihniyete aktif, akılcı, dinamik, zinde bir muhalefet geliştirmezse ne olur? Kelimen tam anlamıyla, tarihsel süreç içerisinde, sonuç tam bir yıkım olabilecektir. Çünkü bu aşamada “bireyler ve toplum; korkutularak, sindirilerek, kandırılarak adeta kendi korkuları ile hipnotize edilerek, yanlış doğru kavramlarının yer değiştirmesi sağlanır. Değer yargısı kaybı ve kavram anarşisi içerisine itilen toplumlar sürekli olarak değişen düşman hedefler, art arda verilen sloganlarla şaşırtılır ve sonuçta pasif, aldırmaz, tepki vermeyen bireylere ulaşılır. Bu bireylerden oluşan toplumlar içine itildikleri düşünsel kaosta, telkin edilmek istenilen yeni düşünceleri, zararlı da, önceden tümüyle reddettiği fikirler olsa da pasif bir itaatkârlık duygusu içerisinde kabul etmeye başlarlar. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu algılamayacak konuma indirgenen toplumlar, içine itildikleri kavram kargaşasında daha önce savunduğu değerler sisteminin tümüyle aksi değerleri sessizce kabul etmeye, sebep sonuç ilişkilerini irdelemez hale gelerek kendilerine empoze edilen her şeyi kendi düşünceleri gibi kabul etmeye başlarlarBu durum ise öğrenilmiş ya da öğretilmiş çaresizliktir”[1]
HZ. MUHAMMED ÖLDÜKTEN SONRA NELER OLMUŞTU
Öte yandan dini siyasal söylemlerin tarihi ve yarattığı kaosta yeni değildir. Örneğin İslam peygamberinin ölümünün ardından yüzyıl geçmeden yüz bini aşkın Müslüman savaşlarda öldürülmüştür. Üstelik savaşın iki tarafı da Müslüman’dır. Üçüncü halife Osman’ın evini günlerce kuşatıp sonra da onu döve döve öldürenler Müslüman’dır. Yine dördüncü halifeye suikast düzenleyip katledenler, oğlu Hüseyin’i çocukları ve yakınlarıyla öldürenler Müslüman’dır. Mekke’yi iki defa kuşatıp, kabeyi yakılma tehlikesiyle baş başa bırakanlar, Harre vakası sonrasında Medine’de üç gün sürecek yağmayı başlatanlar, Müslüman halkın malını bile ganimet diyerek talan edenler Müslümanlardır. Örnekleri çoğaltabiliriz. Diyeceğimiz Cumhuriyet Halk Partisi yaşanılan sorunun yalnızca güncel değil, tarihsel ve teorik boyutları da olan bir sorun olduğunu görmelidir.  
Ve tam da bu sebeplerden dolayı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “dinde güncelleme”  açıklamasına, CHP liderinin “dinde güncelleme olmaz” demesi ya da CHP Grup başkan vekili Engin Altay’ın “ayetleri sorgulamak işi değil” diye cevap vermesi oldukça önemli bir tartışmayı güncelin içinde “boğmak”,hadiseleri şimdi ve an üzerinden okuyarak, olayın  “politik kimliğini” hiçleştirmek anlamına gelmektedir. Oysaki bu noktada CHP, iktidarın din siyasetini teşhir etmeli, dini örgütlerle kurduğu ilişkiyi gözler önüne sermeli ve bugün pek revaçta olan “fetvacıların” arkasındaki güç üzerinden bir cevap vermeliydi. Buna karşın ana muhalefet tartışmaya, konuyu bağlamında okumak yerine -muhtemeldir ki yine o “hassasiyet” siyasetinden yola çıkarak- dini “savunma” yöntemiyle dâhil oldu. Hâlbuki korkunun ecele faydası yoktu. CHP burada iktidarın sorumluluğunu açığa çıkarmalı, Osmanlı’da Kadızadelileri,[2]  Günümüzde Fethullahçı Örgütü bir kez daha hatırlatmalıydı.
Geldiğimiz noktada şunu ifade etmemiz gerekir ki, siyasetin merkezine dinin yerleştirilmesi kadar dinin siyasete alet edilmesi de kabul edilemez. Tarih, bu kabulün sonrasında kurulan darağaçlarının, engizisyon mahkemelerinin, bedenleri ateşe verilen insanların,   “kutsallık”  iddiası ile yakıp yok edilen hayatların utanç verici örnekleriyle doludur. Elbette bugün, dün yaşanan aynı örneklerle karşılaşmayabiliriz. Fakat bilimden, sanattan, doğadan yüzünü çeviren; kadını bir biçimde “saklama kabına” hapseden, kendinden olmayanı düşman ilan edip, dinsiz diye linç etmeye çalışan zihniyetin inşa ettiği hayat, adeta kolu kanadı kırılmış, kötürümleştirilmiş bir hayattır. Bu hayatın ruhumuzdaki tesirini ve acısını görmek için onu yaşamamız gerekmiyor. Ana muhalefet olup bitenleri ısrarla bir “korku” sığınağından yorumlamak istiyorsa, gözünü biraz da giyotine, diri diri yakmak için insan kovalayan Engizisyon mahkemelerine, idam fetvalarına, dili kesilen, sürgün edilen, katledilen bilim insanlarına çevirmelidir.[3]
Aydın Tonga / Odatv.com
[1] Halis Çetin, Korku Siyaseti ve Siyaset Korkusu,İletişim yay.
[2] Aydın Tonga, Osmanlı’nın Paralel Devleti Kadızadeliler, Doğu Kitabevi.
[3] John Bury, düşünce Özgürlüğünün Tarihi

Tanrının gözü - ORHAN GÖKDEMİR

Amerikalı astronom Edwin Hubble 1920'lerde tüm zamanların en şaşırtıcı keşiflerinden birini yaptı; Evren durağan değildi. Gökyüzünde asılı duran yıldızlardan oluşan bir evren algısı yanılsamadan ibaretti. Hubble, o güne dek nebula zannedilen çok uzaklardaki pek çok gök cisminin her birinin yüz milyarlarca yıldız barındıran birer gökada olduğunu fark etmişti. Üstelik bu gökadalar büyük bir hızla birbirlerinden uzaklaşıyordu. Evrendeki her şey, sürekli büyüyen, genişleyen sonsuz bir balonun içindeydi. Haliyle bilinen evren de bildiğimizden çok büyük olmalıydı. Samanyolu galaksisinden ibaret sandığımız evrenin anlamını değiştiren keşif bu oldu. Onun bu keşfiyle insanlık ailesinin evren algısı birden bire milyarlarca kat büyüyüvermişti.


Şimdi onun adını taşıyan bir teleskop dolaşıyor Dünyanın yörüngesinde. 24 Nisan 1990’da Uzay Mekiği Discovery tarafından taşınmış Dünya dışına. 28 yıldır görevde. Hubble Uzay Teleskobundan (HUT) söz ediyorum. HUT, NASA ve Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA) ortak çalışmasının ürünü. Bu tür bir teleskopun inşası 1923'ten beri gündemdeydi. Ancak gereken fon 1970’li yıllarda bulunabildi. Yapımına girişildiğinde plan teleskobun 1983'te uzaya gönderilmesiydi. Teknik aksaklıklar, bütçe sorunları ve Challenger faciası nedeniyle plan hedefleri tutturulamadı. Nihayet 1990'da yörüngeye yerleştirildikten sonra da ana aynanın teleskobun çalışmalarını kısıtlayacak şekilde yanlış yerleştirildiği fark edildi. Sorun üç yıl sonra bir uzay mekiği yolculuğunda giderilebildi.
HUT, Dünya atmosferinin dışında konumlanması sayesinde, yeryüzündeki teleskoplara kıyasla pek çok avantaja sahip. Mesela atmosferin olumsuz etkilerinden azade. Bu sayede yüksek çözünürlüğe sahip kamerasıyla görünür ışık ile en uzak mesafeden detaylı görüntüler alıyor. Bu görüntüler, evrenin genişleme oranı gibi çözümü zor alanlarda devrimsel sonuçlar yaratıyor. Onun sayesinde şimdiye kadar gözlemlenebilmesi mümkün olmayan, milyarlarca yıl yaşında binlerce galaksiye meraklı bakışlar atıyoruz. Evrenin bugünkü halini almak üzere yola çıktığı o ilk anlara onun merceği sayesinde bakıyoruz ve var oluşumuzun köklerini görüyoruz.

***

Yardımıyla elde edilen verilere göre gözlemlenebilir evren 13,8 milyar yıl yaşında. HUT büyük patlamadan hemen sonra oluşan ve “havai fişek” patlamasını andıran yıldızların görüntüsünü yakaladı mesela. Büyük patlamadan sadece 2,7 milyar yıl sonra oluşmuş bir galaksideki yeni doğan yıldızları oluşturan kümelerin çok net görüntülerini ortaya çıkardı. Bu galaksi güneşten 11 milyar ışık yılı uzakta. Fotoğraflara bakan astronomlar zaman ve mesafe arasındaki bağlantıdan dolayı 11 milyar yıl önceki halini gördüler haliyle. Geçmişe, bildiğimiz evrenin yola koyulduğu 13,8 milyar yıl öncesinin sadece birkaç milyar yıl sonrasına bakıyorlar demek ki. Tanrı olsa başka ne görebilir ki?

HUT’un görüş açımızda yaptığı radikal değişikliği şöyle özetleyeyim. Daha yakın zamana kadar evren insanlık için Samanyolu gökadasından ibaretti. Şimdi Samanyolu’nun evrende bir kum tanesinden ibaret olduğunu biliyoruz. Gözlemlenebilir evrende yapılan incelemeler gökadaların yüzlercesinin bir araya gelerek kümeler oluşturduğunu gösteriyor. Bizim gökadamız olan Samanyolu’nun yerel kümesinde 40’tan fazla irili ufaklı gökadanın bulunduğu tahmin ediliyor. Kümenin en büyük elemanları Samanyolu, Andromeda ve Triangulum gökadası. Evrenin kısmen seyrek nüfuslu bir bölgesindeyiz yani. Bu kümeler de belli sayılarda bir araya gelerek çok daha büyük yapılar olan “Süper Kümeleri” meydana getiriyorlar.

Samanyolu gökadasının kıyısında önemsiz küçük bir yıldız olan Güneş galaksideki 200 milyonu aşkın yıldızdan biri. Yine de çapı Dünyanın çapının 110 katı büyüklüğünde. Kendi ekseni etrafında saatte 70 bin km hızla dönüyor ve bu hıza rağmen bir turunu 25 günde tamamlıyor. Yaşının 8 milyar yıl olduğu tahmin ediliyor.

O Güneşin etrafından dönen mütevazı gezegenlerden biri olan genç Dünyamız kaç yaşında peki? Kutsal kitapların birkaç bin yıl ömür biçtiği Dünyanın yaşının da yaklaşık 4-5 milyar yıl olduğu kabul ediliyor. Delili kayaçlar. Dünyadaki en eski kayaçlar, Grönland’ın batısında bulundu ve yaşları yaklaşık 4,1 milyar yıl olarak saptandı.

***

Demek ki HUT’u evrenin uzak bir köşesine çevirdiğimizde aşağı yukarı 10 milyar ışık yılı derinliğinde bir alana bakıyoruz ve muazzam bir sonsuzluğun ortasında buluyoruz kendimizi. Kaba hesap, saniyede 300 bin kilometre hızla 10 milyar yıl yol almak demek bu. Düşünün, HUT’un camına çarpan en uzak galaksinin ışığı yola çıktığında daha Güneş oluşmamıştır, Dünyadan en ufak bir iz yoktur. Belli ki bu muazzam sonsuzluğun ne yaratılmaya ne de bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. Her şey her an o muazzam sonsuzluğun içinde olup bitmektedir. Evrenin milyarlarca ışık yılı ötesinde bir yerde yeni bir hayat filizleniyor, milyarlarca ışık yılı berisinde var olan bir başkası kendi üzerine çöküp yok oluyor. Var olan yok olmayı, yok olan var olmayı hak ediyor. Eskiyen, çürüyen düşüyor, taze olan, yenilenen yükseliyor.

***

Ama çok şükür HUT’un kışkırtıcı ve yıkıcı bakışlarından uzakta, inancın korunaklı alanında huzur içinde yaşayıp gidiyoruz biz. Mesela AKP’li Metin Külünk Türkiye’yi bekleyen büyük tehlikenin Deizm olduğunu söyledi. Deizm ise onun tarifine göre, “Kuransız İslam, peygambersiz Kuran, daha da ötesi Allah’ın yeryüzünde hiçbir şeye karışmayacağının iddia edilmesi”ydi. Hâlbuki Külünk’ün “din elden gidiyor” diye dövündüğü sırada haksızlıktan, hukuksuzluktan boğuluyordu ülke. OHAL sopası 80 milyonun başında sallanıp duruyordu. Yoksuldan alıp zenginin cebine doldurmuşlardı. Her sokağa bir imam hatip projesi yetmemişti ve imamları evlere göndermeyi planlıyorlardı. Ama sıkıntılıydılar hâlâ. Çünkü ne zulmü, ne hırsızlığı, ne tecavüzü, ne yalanı, ne dolanı, ne yağmayı, ne sömürüyü önleyebilmiş değildi bunlar. Tam tersine toplum bir ahlaksız deryasında debelenip duruyordu ve kendi üzerine çökmek üzereydi.
Zamanın akışı Deizme mi yoksa dine doğru mu bilmem. Ustanın dediği gibi din bunalmış yaratığın iç çekişi, merhametsiz dünyanın ruhu ve akılsız bir çağın aklıdır. Ağrı kesici böyle toplumlarda elzemdir.

Ama Hubble’ın aynası var bir de. Aydınlanmanın ışığıdır yansıttığı. Ve neye, kime inanırsa inansın o aynada gördüğünden ibarettir insanlık.

Orhan Gökdemir / SOL

Lula cezaevine girerken: Brezilya'da sivil darbe - KORKUT BORATAV

Brezilya burjuvazisi, finans kapital ve ABD’nin üç yıldır tezgahladığı “sivil darbe”nin son aşaması tamamlandı.

İlk aşamada, 2014’te ikinci kez Başkanlığa seçilmiş olan Dilma Roussef iki yıl geçmeden görevden alınmştı. Suçu neydi? Seçim kampanyasında devlet imkânlarını kullanmış olması…

İkinci aşamada da bir önceki başkan Lula, “düzmece” bir yolsuzluk davası sonunda dokuz yıl ceza yedi; ilk aşama itirazı reddedildi; mahkumiyeti 12 yıla çıkarıldı. Suçlama neydi? “Pişmanlık affı”ndan yararlanmak isteyen bir yolsuzluk sanığının iddiası: Lula’ya OAS şirketinden rüşvet olarak verilen bir villa… Ama bir sorun var: Konutun mülkiyeti hâlâ aynı şirketin üzerindedir; Lula ve ailesi de burada hiçbir zaman oturmadı.


Temyiz başvurusunun sonuçlanması vakit alacaktı; Ekim 2018 Başkanlık seçimlerinde Lula aday olacağını açıklamıştı ve anketlere göre açık-ara öndedir. Seçilince Lula dokunulmazlığa kavuşacak; Başkanlık Sarayı’na geçebilecekti. Bu felaket senaryosunu önleyecek tek seçenek kalıyordu: Hızla cezaevine atmak… Lula’nın, “temyiz aşamasının sonlanmasına kadar tutuksuzluk” başvurusu 4 Nisan’da Yüksek Mahkeme tarafından 6 / 5’lik oylama ile reddedildi. (Brezilya’da tutukluluk halinin seçilme hakkını önlediği anlaşılıyor.)

Lula bugünlerde cezaevine girecek; Başkanlık seçimi bu tehditten arındırılacak; Brezilya da on altı yıl önce başlayan “solcu Başkanlar kâbusunu” temelli arkada bırakacaktır. Veya öyle umuluyor…

Ben de bu vesileyle, Dilma Rousseff’in görevden alınması sırasında kaleme aldığım (sendika.org sitesinde yayımlanmış) bir yazıdan bazı bölümler aktarmayı düşündüm.

ADALET SERMAYENİN EMRİNDE
Brezilya İşçi Partisi on dört yıldan beri, yani Lula da Silva’nın (2003-2010) ve Dilma Rousseff’in (2011 ve sonrası) başkanlıkları döneminde iktidardadır. Sermaye “artık yeter” demektedir.

Rousseff’in başkanlık süresinin bitimine 33 ay var. Acele ediliyor; erkenden görevden alınması isteniyor. İlaveten, tekrar aday olduğunda seçimi kazanma olasılığı yüksek olan Lula’nın siyasete dönmesi de önlenmeli; İşçi Partisi iktidardan (mümkünse temelli) uzaklaştırılmalıdır. Bu nedenle, Rousseff’in parlamento tarafından azledilmesi; Lula’nın da tutuklu olarak yargılanıp hüküm giymesi gerekiyor.

İşçi Partisi parlamentoda azınlıktadır. Sağcı partiler, görevden alma çoğunluğunu oluşturmaya çalışıyorlar. Bu sürecin polis ve yargı ayağı da belirleyicidir. Brezilya’da federal yargının tutucu-sağcı çevrelerin kontrolünde olduğu ileri sürülüyor. Federal polisin ise FBI ile işbirlikleri biliniyor.

Federal savcılar tarafından yürütülmekte olan kapsamlı bir yolsuzluk soruşturması söz konusudur. Soruşturmanın siyaset ayağında, kamu mülkiyetindeki enerji şirketi Petrobras’tan on yıl boyunca İşçi Partisi’ne 150-200 milyon dolar aktarıldığı iddiası yer alıyor. Madalyonun diğer yüzü de var: Lula’nın, Petrobras aracılığıyla Exxon ve Chevron’un Brezilya’daki faaliyetlerini kösteklediği biliniyor.

Federal polis, sabahın 6’sında Lula’yı gözaltına alıyor; dört saat sorguya çekiyor; militan bir savcının tutuklama isteğiyle mahkemeye sevk ediyor. (Başkan Rousseff’in Lula’yı hükümete atayacağı öğrenilince tutukluluk kararı verilmiyor.)

BURJUVAZİ ILIMLI SOLA DA KARŞI
Bu noktada, Brezilya’da on dört yıllık İşçi Partisi iktidarına dönük soldan gelen eleştirileri hatırlatalım.

Programı sosyalist öğeler içeren İşçi Partisi, zamanla sınıf mücadelesini siyasete yansıtan bir örgüt olmaktan çıkmış; seçimlere öncelik veren geleneksel bir partiye dönüşmüştür. 

Daha da kötüsü, yöneticiler, iktidarın maddi nimetlerinden kişisel olarak veya İşçi Partisi lehine yararlanma yöntemlerinde ustalaşmıştır. Yolsuzluk suçlamalarından bireysel olarak arınsalar dahi, Lula ve Rousseff bu yozlaşmadan sorumludur.

İktisat politikaları da “uzlaşmacı” olmuştur: 2003-2014 arasında neoliberal reçetelerin enflasyon hedeflemesi, sıkı para ve maliye politikaları gibi) öğeleri ısrarla izlendi. Devlet bankaları, sermayenin bazı katmanlarına cömert teşvikler sundu.

Ancak, madalyonun diğer yüzü de var: Bu iki siyasetçi, neoliberalizmin bölüşüm reçetelerine itibar etmedi. 2014’e gelindiğinde, Brezilya toplumunun sınıflar arası güç dengesinde emekçiler lehine önemli değişiklikler gerçekleşmişti. İşsizlik oranı çarpıcı boyutlarda düşmüştü. Sosyal harcamaları hızla yükselmiş; finansmanı, burjuvazinin artan vergi yüküyle sağlanmaktaydı.

Dahası, Lula ve Rousseff, ABD’yi dışlayan iki işbirliği örgütünün (Unasur ve Mecrosur’un) liderliğini üstlendi. Başta Venezuela, diğer sol iktidarlarla dayanışmaya öncelik verdi.

Emek lehine etkili yeniden dağıtım öğeleri ve emperyalizmden bağımsız bir dış politika izleyen siyasi iktidar ile Brezilya burjuvazisi arasındaki gerilimler 2014’te kopma noktasına geldi. “Neoliberal teknokrat” Neves’in seçimleri kazanması bekleniyordu. Rousseff, yoksul Kuzeydoğu eyaletlerinin ve kent varoşlarının desteğiyle seçimleri kazandı.

Dört yıl beklenemezdi. Sermayenin karşı saldırısı hızla başlatıldı.

EKONOMİK KRİZ AĞIRLAŞTIRILIYOR
2009’da uluslararası krizi en hafif (aşağı yukarı sıfır büyüme ile) atlatan çevre ekonomilerinden biri Brezilya’dır.
Brezilya nasıl başardı? 
Lula, kamu harcamalarını yukarı çekti; bütçe açığı biraz yükseldi; iç talep kamçılandı; dış talepteki gerilemeyi telafi etti. Ekonominin dış dengesi bu önlemlere imkân veriyordu.
2014’te Rousseff ikinci defa iktidara geldiğinde Brezilya 2009’u andıran bir dış şokla karşılaştı. Ana ihracat kalemlerini oluşturan ham madde fiyatları ve dış talep gerilemekteydi. Ekonomi durgunlaşmıştı. Rousseff de 2009’daki genişleyici politikalara başvurmayı hedefliyordu. Ne var ki, uluslararası sermaye, seçimlerden hemen sonra sert bir kemer sıkma reçetesi önerecekti: Faizler yükseltilecek; kamunun harcamaları hızla daraltılacak, borç yükü aşağı çekilecek… Aksi halde sermaye kaçışı hızlanacak; döviz fiyatları tırmanacak; Brezilya uluslararası piyasalardan dışlanacaktı. 2009’daki dış denge kaybolmuştu. 
Rousseff hızla teslim oldu. Merkez Bankası, politika faizlerini %14,25’e yükseltti. Maliye Bakanlığı kaskatı bir neoliberal olan Joaquim Levy’ye verildi. Bu zat, sosyal harcamalardan başlayarak bütçeyi tırpanlamaya başladı. Önceki dönemde neredeyse tam çalışma sağlanmış; işsizlik %4,9’a inmişti. Levy, bu duruma hayıflanıyor; sınıfsal pozisyonunu açıkça ortaya koyuyordu: “Emek arzını (yani işsizliği) artırmadan büyüyemeyiz.”

Son darbeyi Standard & Poors (S&P) vurdu: Brezilya’nın uzun dönemli dövizli borçlarının puanını hurda (“junk”) düzeyine indirdi. Bu karar bir skandaldır. Zira, son üç yılın ortalaması alınırsa Brezilya’da dış borçlarının milli gelire oranı %22’dir.

Durgunlaşan bir ekonomiye daraltıcı maliye ve para politikaları uygulanırsa ve sermaye kaçışı tezgâhlanırsa, sonuç bellidir: 2015’te milli gelir %3 düştü; küçülme 2016’ya da taşındı.

BURJUVAZİ MEYDANLARI ELE GEÇİRİRSE...
Ne var ki burjuvazinin asıl önceliği neoliberal program değil, Rousseff’in iktidardan uzaklaştırılmasıydı.

“Kanbersiz düğün olmaz”; sokak desteği (“turuncu”) olmayan silahsız bir darbe eksik kalır. Rousseff’in yeniden başkanlığa seçilmesinden iki ay sonra “beyaz Brezilyalılar”, küçük burjuvalar, profesyonel, eğitimli, diplomalı katmanlar, burjuva çocukları özellikle Güney eyaletlerinde meydanları işgal etti; “Rousseff istifa”, “görevden alınsın” sloganlarıyla sokak gösterilerini başlattı. Orkestra şefliğini büyük medya üstlendi; dış basına “milyonlar yolsuzluklara ve Rousseff’e karşı ayaklanıyor” mesajları aktarıldı.
Gerçekçi gözlemciler gösterileri, “zengin, iyi bakımlı Brezilyalıların protestoları” olarak betimliyor. Yaşam koşullarından yakınma var; ama bunlar özel okul harçlarının, özel sağlık sigorta primlerinin yükselmesi gibi sınıfsal şikayetler içeriyor; sosyal politika talepleri değil…

Aşırı sağın anti-komünist, ırkçı sloganları benimseniyor, hatta askeri darbe çağrıları yaygınlaşıyor. Bazı yorumlara göre, bu hareketleri sürükleyen etken, ayak takımının, yoksulların kazanımları karşısında Brezilya seçkinlerinin hazımsızlıkları, ürküntüleridir.

İşçi Partisi, meydanları burjuvaziye nasıl teslim etti? Yanıt, bir boyutuyla bu partinin militan sınıf mücadelesinden uzaklaşan ılımlı solculuğunda aranabilir. Bir diğer boyutuyla da, kriz yönetiminde neoliberal reçetelerden, sermayenin programından, tamamen kopmayı göze alamamasıyla ilgilidir.

2018'DEN GÖZLEMLER
İki yıl önce bunları yazmıştım. Dilma bir ay sonra parlamento tarafından azledildi. “Sivil darbe” tezgâhçılarından biri olan Başkan Yardımcısı Temer, görevi devraldı. Sağ siyasetten gelen bu zat, katı bir “kemer sıkma” programını hayata geçirdi; özellikle sosyal harcamaları kıstı; emeklilik haklarını tırpanladı. Ekonomi, finans kapitalin vaat ettiği canlanma yerine durgunluğa saplandı. Temer, “Brezilya’nın en sevimsiz, hatta en çok nefret edilen Başkanı” olarak tarihe geçti.

Brezilya’dan bir iktisatçı, Matias Vernengo, “tarihsel olarak oligarşinin siyasî kolu olarak kullanılmış olan yargının” Lula’nın hüküm giymesinde oynadığı rolü hatırlatıyor ve Ekim’deki seçimlere bakarak şunları yazıyor: “Asıl tehlike, Brezilya’nın [yeniden] durgun, ihracata dayalı bir ekonomide rantların az sayıda güçlü aile arasında paylaşıldığı, büyük çoğunluğun dışlandığı oligarşik bir devlete dönüşmesidir.” (NACLA, 30 Mart)

Bu yorum, bence eksiktir; zira, Rousseff ve Lula’ya karşı yapılan “silahsız darbe”nin daha kapsamlı bir saldırının parçası olduğunu göz ardı etmektedir. ABD emperyalizmi, finans kapital ve yerel burjuvazilerin oluşturduğu bir ittifak, son dört yılda Latin Amerika’daki pembe-kırmızı dalgayı topluca ve kalıcı olarak tasfiye etme operasyonuna girişmiştir: 

“Yumuşak” yöntemlerle Arjantin, Şili, belki de Ekvator’da; silahlı darbe ile Honduras’ta, belki Venezuela’da; sivil darbelerle Paraguay ve Brezilya’da…

Kapitalizmin ve emperyalizmin dünya çapında meşruiyet krizine saplandığı dönemin Latin Amerika örnekleri… Her yerde olduğu gibi inşayı, yenilenmeyi, dinamizmi değil; yıkımı, karanlığı, gericiliği, giderek faşizmi besleyen dönüşümler.

Tabii ki Orta Doğu’yu ve artık orada yer alan Türkiye’yi kapsayan bir çürüme dönemi…

Korkut Boratav / SOL

Bayar: ‘Enkaza’ dikilen tüy - ERK ACARER

Akademi dünyası Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Eğitim Fakültesi'ndeki (ESOGÜ) katliamla sarsıldı. Eğitim Fakültesi Dekan Yardımcısı Dr. Mikail Yalçın, Fakülte Sekreteri Fatih Özmutlu, Dr. Serdar Çağlak ve Araştırma Görevlisi Yasir Armağan'ın otopsi işlemleri tamamlandı. Aileler cenazeleri aldı.”
‘Nerede?’ şartında ’eğitim kurumu’ yazan bir haberin içeriği için gerçek üstüymüş gibi duran ağır ifadeler. Fakültede işlenen cinayet, gerçekte her yönüyle AKP iktidarının 16 yılda Türkiye’yi nereye getirip, bıraktığını gösteren, büyük ve acı verici bir örnek. “Ne alakası var?” diye itiraz edenler olacaktır. Maddeler halinde anlatmaya çalışalım.

Katili ve suçluyu koruma geleneği
Hedeflerden biri olduğunu söyleyen ve dışarıda bulunduğu için katliamdan kurtulan Doç. Dr. Ayşe Aypay, “Bırakın, konuşacağım” diyerek olayın perde arkasını aktardı. Aypay, "Rektörlük, Volkan Bayar hakkında dilekçelerimizin sisteme girmemesi için memurlara talimat verdi. Kavga dövüş işleme soktuk dilekçeleri. Hiçbirine yanıt alamadık” dedi ve sordu: “Dokundurtmadılar. Şimdi açıklasın Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) Başkanı, rektör. Eşim, Bayar’ın ifadeleri yüzünden işinden atıldı, 5 buçuk ay hapis yattı. Bir çok arkadaşım mağdur oldu. Kim verecek bunların ve 4 canın hesabını? ”


Hrant Dink cinayetinden, IŞİD bombacılarından, istismar edilen kadın ve çocuklardan alışık olduğumuz bir tablo bu. Görmezden gelinen, ‘dahası yol verilen’ örgütlü bir suçun yolu. “Bir tuğla çekilirse, duvar yıkılır” sözleri AKP iktidarında adeta kurumsallaştı. 4 akademisyen cinayeti, 'duvar yıkılırsa altında kalırım’ korkusuyla katili ve suçluyu koruma geleneğinin, en uç noktaya geldiğinin kısa izahı.

Şiddetin meşrulaştırılması
Üniversitedeki katliam, 15 Temmuz darbesinden sonraki idam tartışmaları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılan ölüm güzellemeleri ve ölüm vaatlerinin temize çekilmesi gibi. Bunlardan kopuk değil! Araştırma Görevlisi Bayar’ın silahından çıkan kurşun, İstanbul Başakşehir Osmangazi İlköğretim Okulu’nda görev yapan Aydın Erekmen adlı öğretmenin sınıf öğrencilerinin elllerine tutuşturduğu idam ipi bit nevi!

Suçun yeni tanımı
Volkan Bayar, gerçekleştirdiği katliamın ardından “Pişman değilim” dedi. Durum, ’suçun’ yeniden tanımlanması, failin kendini konumlandırması ve ‘gerçekte hissettikleri’ ile ilgili. Belki de yine, 15 Temmuz’dan ve hemen sonrasından bir örnek vermek mümkün. Bayar vakası, AKP polisinin, darbe sabahı işkence altındaki binbaşıyı 10 aylık kızına tecavüzle tehdit etmesine beniyor. “Pişman değilim” dedi Volkan Bayar. Takip edin; mahkemeye çıktığı ilk gün “Erdoğan’a selam gönderip ‘vatan ve teferruat’ vurgusu yapacak. 'O gün’, “Her türlü günahınıza, ruhsal çarpıklıklarınıza, huysuzluklarınıza, yolsuzluklarınıza, çıkarlarınıza ‘vatanla’ kılıf buluyorsunuz” denmemişti. Yine denmeyecek! Suçun ‘yeniden tanımı' karşısındaki sessizlik sürecek.

Kutuplaşma dili ve ‘görevlendirme’
Öncelikli olarak oy kaygısına dönük, ayrıştırma ve kutuplaşma dili toplumu dört bir yandan sardı. “Öteki” algısı yaygınlaştırıldı. ‘Erdoğan’ın kişisel beka projesinde’ iki tür kurban yaratıldı. ‘Kullanışlılar’ ve ‘geri kalanlar.’ Bayar’ın gerçekleştirdiği katliam, bu ayrışma ve derin kırılmanın sonuçlarından biri. Türkiye’ye tutulan ‘Bizdensen, her yol mübahtır’ çanağı! Görevlendirmenin, sırt sıvazlamanın, ‘benim esnafım’, ‘benim polisim’, ‘benim vatandaşım’ sözlerinin bir tezahürü. Bayar, ‘makul şüpheli yasası’nın, ‘muhbir vatandaş’ konseptinin kağıt üzerinden uygulamaya geçmiş temsilcisi.

696 sayılı KHK
Üniversitedeki cinayet, aynı zamanda 4 ay önce yayımlanan 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin (KHK) öne çıkan 121'inci maddesi. Bu madde, darbe girişimi ve sonrasındaki eylemlere müdahale eden sivillerin cezai sorumluluğunu ortadan kaldırıyor. Bayar, bu madde kapsamında, “Terörle mücadele ediyorum” diyen herkesin ‘başkasını boğazlayabilme’ potansiyeli taşıdığı endişesinin gerçeğe dönüşmesi.

Silahlanmadaki artışın göstergesi
Bireysel silahlanmaya karşı mücadele veren Umut Vakfı verilerine göre 2017 yılında, bireysel silahla 3494 olay yaşandı. Vakaların, yüzde 40.7’si tüfek, yüzde 35.37’si tabanca, yüzde 20.58’i kesici aletler, yüzde 3.32’si beylik silah ve ‘sıkı durun’ oran düşük olsa da; 0.03’ü dinamitle gerçekleşti. 2017 yılındaki vakalar, bir önceki yıla göre yüzde 28 oranında arttı. Üstelik, bunlar sadece medyaya yansıyanlar. Üniversiteye ceket cebinde dolmakalemle girmesi gerekirken, belinde tabanca ile girip, meslektaşlarına 23 kurşun sıkan Bayar, silahlama boyutunu deşifre eden önemli bir istatistik.

Bilimin, kurumların çöküşü
Olayın ardından, Eskişehir Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Cemil Yücel; “Saldırganın akli dengesi yerinde değildi” deyince ‘o tuhaf soru’ öylece ortada kaldı: “O halde, akli dengesi bozuk birini neden bir bilim kurununda istihdam ettiniz?”

Bayar, Memur-Sen’in ‘Eğitim ve İnsani Bilimler Dergisi’nde makale yazıyordu.“Erdemli İnsan Yetiştirme Modeli: Hacı Bektâş-ı Velî Felsefesinden Çağcıl Eğitim Sistemleri İçin Bazı Çıkarımlar” başlığıyla bir makalesi yayımlandı. Volkan Bayar kimdir sorusunun karşılığıdır bunlar. ‘Gerçekte ve aslen’ iktidara yakın olan yapıların bir şer odağına dönüşümü, riyakarlığın ürkütücü boyuta ulaşması, kurumların çöküşü, bilimin bitişidir.

Bayar, büyük bir ‘Yeni Türkiye’ fotoğrafıdır. 14 yıllık yıkıntılar üzerine son iki yılda dikilen tüydür. Her şeyi aynı anda gösteren korkunç bir enkazın anafikri, sonuç kısmı, anlama kılavuzudur!

Erk Acarer / BİRGÜN