16 Nisan 2018 Pazartesi

ABD ‘simülasyon’a dönüşürken… - TAYFUN ATAY

Şimdi olup bitenin miladı, 1991 Birinci Körfez Savaşı’dır aslında ve adı da Baudrillard tarafından konulmuştur.

 Fransız sosyolog Jean Baudrillard, SSCB’nin yıkılıp “Soğuk Savaş”ın bittiği dünyada küreselleşen kapitalizmin tek kutbu olarak ABD’nin kabara kabara Saddam’a karşı başlattığı “savaş”ı değerlendirme yolunda “simülasyon”, “simülakr” kavramlarını işlerliğe sokmuştu. Onları açacağız birazdan ama önce Baudrillard’ın Birinci Körfez Savaşı üzerine meşhur yorumunu ABD, İngiltere ve Fransa’nın şimdi Suriye’deki füze saldırılarıyla titreşimli çerçevede kaydedelim: 
Baudrillard, “Körfez Savaşı olmadı” demişti. 
Ona göre ortada olan, televizyon ekranında bir “belirim”den öte bir şey değildi. 
Tabii ki “fiziksel” olarak savaşın yaşanmadığı anlamında söylemiyordu bunu. Kastettiği, kitleler açısından, bu “fiziksel” olayın savaştan ziyade “seyirlik” olarak alınmasıydı. 
Medya, savaşı “şov” olarak alımlanır, algılanır, duyumsanır ve anlamlanır hale getirmişti. 
Daha açık deyişle Baudrillard, günümüzde insanlığın adeta bir “elektronik yağmur ormanı”nda yaşarcasına maruz kaldığı medya sağanağında gerçekliğin anlamını kaybettiğini ileri sürmekteydi. Hayat, insanlar için artık bir parçası oldukları değil, sadece izleyicisi oldukları bir gösteriden ibaretti. 
İşte bu söylediklerini kavramsallaştırma yolunda zihnimize tutuşturmaktaydı simülasyon ve simülakr terimlerini Baudrillard. Simülasyon, olmayan bir şeyi var gibi gösterme; diğer deyişle, gerçeklik adına bir “gösterge”. 
Simülakr da benzetim, temsil ya da herhangi bir şeyin “gibi”si… 
Yani sanat “gibi” düşünce “gibi”, din “gibi”, eğitim “gibi”, bilgi “gibi”, siyaset “gibi”, savaş “gibi” olarak karşınıza çıkan her şey “simülakr”dır. 
Netleştirmeyi bir testle sağlamaya çalışalım: Bugün bu ülkede “eğitim” gerçekten var mı, yoksa “simülakr” olarak mı var? 
Bu ülkede “üniversite” var mı, yoksa “simülakr” olarak mı var? 
Din var mı, yoksa “simülakr” olarak mı var? 
Demokrasi var mı, yoksa “simülakr” olarak mı var? 
Televizyonda izlediğiniz tartışma programlarında “tartışma”, “düşünce”, “bilgi” var mı, yoksa “simülakr” olarak mı var bunlar?.. 
Aynı doğrultuda sorduğumuzda, Suriye’deki füze saldırısında ABD ve Trump gerçekten var mı? Yoksa “simülakr” olarak mı varlar?! 
Sanırım bu sorulara cevapları yazarken Baudrillard’ın neden “Körfez Savaşı olmadı” dediği de açıklığa kavuşmuş oluyor. 
ABD’nin 20’nci ve 21’inci yüzyıldaki hali pürmelalini en doğru teşhis edenlerden Immanuel Wallerstein’in tabiriyle “Amerikan gücünün gerileyişi”nin, Birinci Körfez Savaşı’nın medya marifetiyle bir gerçeklikten “simülasyon”a dönüştürülmesiyle iyiden iyiye ivme kazandığı söylenebilir. Başta Amerikan halkı olmak üzere dünya, o savaşı ve savaşta atılan bombalarla yerle bir olan kentleri “film gibi”, patlamış mısır, kola, patates cipsleri eşliğinde rahat koltuklara yerleşmiş halde, havai fişek gösterisi izlercesine “tüketti”. (Evet, bu tam da endüstriyel anlamda bir “tüketim” idi.) 
Sonrasında hem bu savaşın, hem de onu izleyen İkinci Körfez Savaşı’nın “benzetimi” bilgisayar oyunları, çoluk çocuğun en gözde eğlenceliği de oldu. 
Bu, savaşın seyirleştirilerek oyunlaştırılmasıydı. 
Gerçeklik ekrandan ibaret, ekranın içindeki ise bir savaş simülasyonuydu. Ekran, her şeyi ama her şeyi kendisi için bir “temsil sahnesi”ne dönüştürürken tarih, din, siyaset, savaş ve başka pek çok şey de gerçeklik sahnesinden çekiliyordu artık. Baudrillard’ın deyişiyle bir “hiper-gerçeklik” içindeydik artık. 
Savaşın, şiddetin, ölümün böyle seyirlik, bir hiper-gerçek haline dönüştüğü dünyaya ilk “kristal” örnek Birinci Körfez Savaşı olduysa, en son, en taze, dumanı üstünde örnek de işte Suriye’deki füze saldırısı. İnsanlığı seyre öyle bir alıştırdılar, gerçekliği “şov”dan ibaret hale getirdiler ki Körfez Savaşlarından 11 Eylül’e, IŞİD’in kafa kesmelerinden Suriye operasyonuna kadar geniş bir yelpazede kim ne yapıyorsa çekici/etkileyici bir seyirlik (“spectacle”) olarak yapıyor.
Ve “Amerikan gücünün gerileyişi” de hâlâ ağırlıklı olarak onda merkezleşmiş teknoekonomik işleyişin onu giderek bir “simülasyon”dan ibaret hale getirmesiyle ayırt ediliyor. 
Hâlâ Üçüncü Dünya Savaşı ihtimali var mı peki?.. 
Elbette, bir “simülasyon” olarak neden yaşanmasın?!

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Esas konu geleceğin hegemonya savaşları - Ergin Yıldızoğlu

Tam Suriye iç savaşı biterken, “kimyasal silahlar kullanıldı” iddiası ortaya atıldı, ortalık karıştı. ABD, İngiltere, Fransa, “Esad’ın işidir, cezasız kalmayacak” dediler. 
İngiltere denizaltılarını Doğu Akdeniz’e getirdi; Trump; füzeler geliyor gibi tweet’ler attı, Fransa, ABD ile eşgüdüm içine en uygun anda vuracağız dedi. Suudiler de “biz de, biz de” dedi. Rusya, Esad rejimi, uçaklarını, füze rampalarını yeniden konuşlandırdı. İsrail, İran’ın Suriye’deki, varlığına son vermek için fırsat bekliyordu. Bu garip koalisyon cumartesi sabahı 100 kadar füzeyle, önceden Rusya’ya bildirilmiş Suriye hedeflerini vurdu. Reuters’in Rus ve Suriye kaynaklarından aktardığına göre en az 13 füze havada vuruldu. ABD savunma bakanı Mattis’in “bir kereye mahsus” olarak nitelediği saldırı, İran ve Rus hedeflerinden de uzak durmuştu.


Ortada kimyasal silahların kullanıldığını kanıtlayacak, doğrulanabilir veriler yok. Yalnızca iddialar var. “Esad rejimi, tam savaşı kazanırken, tüm Batı blokunu birleştirecek, Ortadoğu’daki vasallarını karşısına alacak bir aptallığı neden yaptı?” “Putin, Batı blokunu üstüne çekecek bu aptallığa nasıl izin verdi, hem de İngiltere’de zehirlenme olayının ardından (yine kanıt olmadan) suçlandığı, yüzden fazla Rus diplomatının ABD, AB ülkelerinden kovulduğu bir dönemde” sorularının cevabı yok. Ortadaki tek açıklama, Bush döneminin “evil doers” kavramını anımsatıyor: “Putin ve Esad kötü, yapabildikleri için yaparlar!” 


Benim bunlara aklım yatmıyor. Trump (Soruşturmalar), May (Brexit) ve Macron  (grevler) ülkelerinde ciddi siyasi sorunlarla boğuşuyorlar, “dikkat dağıtmak için yaptılar” açıklaması anlamlı ama yeterli gelmiyor. Nükleer silahlara sahip iki “süper devleti” savaşın eşiğine getirebilecek, İsrail ile İran’ı doğrudan savaştırabilecek bir “çılgınlığın” arkasındaki mantığı ararken, gözüm başka yere doğru gidiyor.

Hegemonya savaşları 
ABD liderliğindeki Batı kapitalizmi bir “uzun ekonomik durgunluk” içinde. ABD’de, teknolojik gelişmelere karşın bir türlü açıklanamayan kronik bir “düşük verimlilik sorunu” var. Batı kapitalizmi, kronik talep yetersizliği ve borç yükü sorununu aşamıyor; halkları huzursuz. 

ABD liderliğinin, dünyada sorun çözücü, düzen dayatıcı etkileri 35 yıldır sürekli geriliyor; ekonomik modelini çalıştırmak için kurduğu IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, hatta BM Güvenlik Konseyi gibi kurumlar verimliliklerini kaybettiler. “Batı”, Afganistan, Irak, Libya’da başlattığı savaşları kazanarak düzen kuramadı. Kısacası ABD hegemonyasının gerilediği, yeni güçlerin “kurallara” uymak istemediği görülüyor. 
Bu “revizyonist” güçlerden Rusya, aslında bir yükselme değil, restorasyon çabası içinde. Rusya’nın ekonomik derinliği, mali, teknolojik kaynakları, nüfusu, bir küresel hegemonya adaylığına uygun değil. 

Buna karşılık Çin, ekonomik, teknolojik ve askeri olarak hızla yükseliyor. Çin ekonomisinin büyüme hızı, ABD’ninkinin neredeyse iki katı. Çin ekonomisi satın alma gücü paritesi (PPP) hesabıyla ABD ekonomisinin yüzde 119’na ulaştı; emek verimliliği de artmaya devam ediyor. Daha şimdiden dünyanın en büyük 20 ekonomisi için Çin, ABD’den daha büyük bir çekim merkezi. Çin’e yaptıkları ihracat, ABD’ye yaptıklarını geçti. Teknolojik gelişmelerde de Çin, ABD’yi yakalamaya başladı, kimi alanlarda geçiyor (Financial Times); “Tek yol Tek kuşak” projesi mekân düzenleme  kapasitesine işaret ediyor. Çin, “Çıkarlarını ve küreselleşmenin geleceğini korumak için savaşmaya hazır olduğunu” (Halkın Günlüğü, 08/04/2018) her fırsatta açıklıyor. 
Gerçek küresel hegemonya adayı Çin. Gelecekte, bir hegemonya savaşı olasılığı yüksek. ABD ve İngiltere, gelecekte, Çin’e karşı durabilecek, belki caydırıcı olabilecek, bir bloku şimdiden inşa etmek için, “uluslararası topluluk” kavramına dayanarak,  Rusya karşıtlığını bir katalizör olarak kullanmaya çalışıyorlar. Suriye’de izlediğimiz “çılgınlığın” arkasındaki mantık da bence bu...

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

14 Nisan Suriye saldırısı: Herkes neden memnun? - BİRGÜN

Yedinci yılındaki Suriye Savaşı’nda Suriye Yönetimi’ne yönelik 2. ABD saldırısı bu kez İngiltere ve Fransa ile birlikte 14 Nisan Cumartesi sabaha karşı gerçekleşti. Acaba çıkacak mı denilen 3. Dünya Savaşı çıkmadı ama 3. Dünya’nın savaş alanı olarak kullanıldığı yeni bir askeri saldırı gerçekleşti. Saldırıyı gerçekleştirenlerin bu aşamasını tamamladıklarını söylediler. askeri eylemin niteliğine bakarak öncesindeki hangi öngörü veya beklentilerin yanlışlandığı, hangi analizlerin isabetli şekilde süreci okuduklarına bakarak Suriye’deki durumu, Suriye savaşının aktif unsurları olan ABD, Rusya, İran, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, İngiltere ve Fransa arasındaki ilişkileri anlamlandırmaya çalışacağız.


Meşru saldırı zemini olarak istihbarat raporu
Yine Birleşmiş Milletler mekanizmaları çalıştırılmadı. Yine Uluslararası bir soruşturma komisyonu sahaya gidip raporunu yazamadı. Hatta bu kez tek taraflı bir rapor dahi beklenmeksizin Trump, May ve Macron ve sözcüleri Suriye’de kimyasal silah kullanıldığı ve bunun Suriye yönetimince kullanıldığına dair kanıtı kendi istihbarı kaynakları olarak gösterdiler. Böylelikle ilk defa 3 ülkenin aynı anda başka bir ülkeye karşı kendi istihbaratlarını kanıt göstererek saldırı yürütmeleri ve saldırı meşruiyetini milli istihbarat teşkilatlarına dayandırmaları uluslararası hukuk literatürüne girmiş oldu.

Sınırlı tırmandırma: Rusya faktörü
14 Nisan öncesinde her gerilim döneminde olduğu gibi bir 3 Dünya savaşı çıkacağını ima edenler hiç az değildi. Ancak bu spekülatif görüşe katılmayanlar dahi geçtiğimiz gece yarısı-sabaha karşı gerçekleşen saldırıdan daha büyük ölçekli bir saldırı olacağını öngörmüştü. ABD öncülüğündeki üçlünün Suriye askeri üslerine ve askeri endüstri merkezlerine ciddi zarar verecek bir saldırı gerçekleştirmesi kuvvetle muhtemel idi. Öte yandan Obama’nın ilk kimyasal silah kullanıldı iddiası yayıldığında saldırıyı son anda iptal ettiği keza geçtiğimiz yıl benzer iddialar çerçevesinde Trump’ın 6 nisan 2017’de son derece sınırlı bir saldırı ile Al_shayrat hava üssünü vurduğu anımsandığında yükselen tansiyonun tehdit seviyesinde kalarak somut bir saldırıya dönüşmeyebileceği de gündemde idi. 14 Nisan 2018’de (dün) ortaya çıkan tablo ise tüm bu tahminlerin ortasında bir tablo ile sonuçlandı. 6 Nisan’dan askeri olarak biraz daha etkili ancak Suriye yönetiminin savaş kapasitesine zarar veremeyecek kadar da zayıf bir saldırı gerçekleşti.

Öte yandan askeri anlamının ötesinde Trump, Macron ve May cephesinden bakıldığında önemli bir siyasi güç gösterisinin gerçekleştiği söylenebilir. İngiltere’deki eski Rus ajanının Rusya tarafından zehirlendiği iddialarının ardından Trump’ın başlattığı Rus diplomat kovma yarışından ne kadar başarıyla çıktığı, birkaç istisna dışında tüm NATO ve NATO partneri ülkeyi nasıl aynı hedefe yöneltebildiğini görmüştük. Rus diplomatlara yönelik protesto ve sınırdışı hareketlerini takiben Rusya’nın nüfuz sahasına yönelik tek taraflı harekât gerçekleştirmesi, ABD’nin gücüyle (hele de yanına önemli NATO müttefiklerini aldığı zaman) hâlâ boy ölçüşecek bir odak olmadığını ortaya koydu.

Trump “Güçlü Amerika’yı geri getirme”, onu dosta düşmana gösterme konusunda düşük riskli ve düşük maliyetli bir gösteri gerçekleştirmiş oldu. Onun hanesine kendi beklentileri için bir artı daha yazılmış oldu. Rusya ile işbirliği yaptığı-yapacağı spekülasyonlarını yaparak onu görevden almaya çalışanlar karşısında da önemli bir psikolojik üstünlük elde etmiş görünüyor. Benzer yaklaşımları Londra ve Paris’teki yeni güç merkezleri için de söyleyebiliriz.

İngiltere ve Fransa
Şüphesiz 14 Nisan saldırısı İngiltere ve Fransa’nın yeniden Suriye oyununa dönüşlerinin de tarihi oldu. Arap Baharı sonrası başta Libya olmak üzere Ortadoğu gelişmelerinde çok daha görünür ve etkili roller alan İngiltere ve Fransa’nın süreç içinde sahadaki gelişmeler neticesinde etkilerini kaybetmeleri ile sonuçlanmıştı. İngiltere’de ikinci Demir Lady olmaya soyunan Theresa May ve Fransa’da Emmanuel Macron’un içeride ve dışarıda profil gösterme arzuları bu saldırı ile yerine gelmiş oldu.

İran kaynaklarına bakılırsa Fransa’nın üçlü arasında yer almasına karşın saldırı öncesinde Suriye sahasında bulunan İran’a (ve Hizbullah’a) ait hedeflere yönelik saldırı gerçekleşmemiş olmasında önemli bir rolü olduğunu not etmekte yarar var. Bize göre bu durum üçlünün anlaşmazlıklarını gösterdiği kadar bir sonraki saldırı dalgasının münhasıran ABD ya da İsrail tarafından bu hedeflere yönelik ayrıca gerçekleşmesi ihtimalini güçlendirmektedir.

İran kaynaklarına bakılırsa Fransa’nın üçlü arasında yer almasına karşın saldırı öncesinde Suriye sahasında bulunan İran’a (ve Hizbullah’a) ait hedeflere yönelik saldırı gerçekleşmemiş olmasında önemli bir rolü olduğunu not etmekte yarar var. Bize göre bu durum üçlünün anlaşmazlıklarını gösterdiği kadar bir sonraki saldırı dalgasının münhasıran ABD ya da İsrail tarafından bu hedeflere yönelik ayrıca gerçekleşmesi ihtimalini güçlendirmektedir.


Rusya
Suriye yönetiminin yanında olduğunu, yanında olduğu bir ülkenin dünyanın en güçlü devleti olan ABD tarafından dahi yıkılmasına izin vermeyeceğini gösterdi. Askeri savunma sistemlerinin uluslararası silah pazarında hala etkili ve alınabilir olduğunu duyurmuş oldu. Moskova ve Şam merkezli açıklamalara göre hava savunma sistemi atılan güdümlü füzeler karşısında yüzde 70 oranında başarılı oldu ki bu da fiyatlarına göre hiç fena bir sonuç almadıklarının işareti olarak sunuldu. Rusya’nın silah pazarındaki yerini korumasına hizmet edeceği düşünülen savunma sistemi başarısına ilişkin raporundan daha önemlisi elbette saldırı öncesi diplomatik-siyasi yaklaşımları ile ABD-Birleşik Krallık-Fransa üçlüsünü sınırlı bir saldırıya yöneltmeyi başarmış.

Öte yandan Rusya’nın Suriye’deki ateşkes sürecindeki iki önemli partnerinden birisi olan Türkiye’nin 14 Nisan saldırısını resmen desteklediğini bildirmesinden anlaşılacağı üzere Rusya’nın Suriye’de işleri yoluna koymak için önünde daha çok engel olduğu da görülmüş oldu.

Türkiye
Ruhani ve Putin ile sıcak fotoğraf karelerine giren Ankara’nın yeni kimyasal krizin ortaya çıktığı ilk günden itibaren bir yandan ikircikli, başka açılardan dengeleri gözettiği söylenebilecek politikası gerginleşen ortamlarda işinin ne kadar zor olduğunu bir kez daha gösterdi. Esad ile anlaşmasına ramak kaldı hatta aslında anlaştı ama kamuoyu ile paylaşmadıkları yönündeki açıklamaların ne kadar spekülatif olduğu bir kez daha görüldü. Türkiye (Katar’la birlikte) Rusya ile bölgesel yakınlaşması ile Suriye’de desteklediği güçler ve Suriye siyaseti (Esad’ın kademeli ya da doğrudan gideceği ve İslamistlerin güç kazanacağı herhangi bir formül) arasında bir uyum olmak zorunda olmadığına inanıyor. Bu durumun karşılıklı olarak bilindiği, kabul edildiğine de inanıyor. Ancak özellikle krizlerden sonra devletler dış siyaset ve ittifaklarını revize ederler ki, bu süreç Moskova’nın Ankara’ya verdiği krediyi düşürecek, aralarındaki güvensizliği derinleştirecek sonuçlar doğurmuş görünmekte.

Peki sonuç;
Trump, May ve Macron mutlu: hedeflerini düşük maliyetle gerçekleştirdiler ve bir sonraki hamle için içeride ve dışarıda güçlerini arttırdılar. Rusya en azından memnuniyetsiz değil: Çünkü daha kapsamlı bir saldırıyı daha sembolik bir saldırıya dönüştürme başarısı kendisine ait. Dostları Şam sokaklarında Rusya bayrağı sallıyor. Rus Genelkurmayı saldırı karşısında savunma silahlarının büyük başarı sağladığı reklamını ihmal etmiyor. Şam, “Saldırı bize zarar veremedi operasyonlarımız sürecek” diyerek olayı daha da büyütmeme taraftarı. Türkiye Rusya’dan sert bir nota yemeden Batı’ya göz kırpma fırsatını kullanmak suretiyle planlandığı gibi ilerlediği kanaatinde. Suudiler sahadaki güçleri için umut verici bir destek gelmesinden, Katar, Rusya ile yakınlaşan ama kendi desteklediği gruplara da sahada yer açan bir süreci idare edebildiği için memnun. İran yönetimi saldırıları kabul edilemez bulup en sert açıklamaları yapan devlet olarak belki de en az memnuniyet gösteren ülke olsa da o dahi olaylar bu kadarıyla kalırsa iyi diyecek gibi görünüyor.
Mutlu olmayan elbette savaş yorgunu Suriye halkı başta olmak üzere otoriter ve diktatöryal yönetimlerini sürdürebilmeyi bu gergin ortama borçlu olan Ankara, Doha, Riyad, Tahran yönetimlerinin baskı altında tuttuğu mazlum ve geçim sıkıntısı içindeki Ortadoğu halklarıdır. Herkesin savaş ve gerilim ortamına odun taşıdığı bu cehennemin yok edilmesinin Ortadoğu’da laiklik, demokrasi ve bağımsızlık prensiplerinde birleşen tüm güçlerin asgari müşterekte bir cephe kurmaktan başka bir yolu da yok..

Doç. Dr.Hakan Güneş 
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

BİRGÜN

15 Nisan 2018 Pazar

Suriye saldırısı: Kim kazandı, kim kaybetti? - FATİH YAŞLI

ABD Başkanı’nın Twitter hesabından Rusya’ya “Size yeni ve akıllı füzeler yollayacağız” diyebildiği, Beyaz Saray’da Trump gibi bir psikopatın oturabildiği tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Elbette ki bu daha önceki ABD başkanlarını aklamak, ABD’nin eylemlerini başkanın ruh haline bağlamak ya da Trump öncesi ABD’nin dünya barışı için uğraşan, çabalayan bir ülke olduğunu söylemek değil. Ortada, “yeni” ve uluslararası kapitalist sistem açısından, emperyalizm açısından bile irrasyonel bir durum var, bunu görmek gerekiyor öncelikle.


Dünkü saldırıda ise şaşılacak bir şey yoktu, bağıra bağıra, göstere göstere geldi. Çarşamba günü bu köşede, Suriye’ye yönelik komplonun nasıl hazırlandığını, günbegün ve aktörleriyle birlikte anlatmıştık. Yaklaşık iki ay önce, Suriye ordusunun hızlı ilerleyişine paralel bir şekilde “kimyasal saldırı” üzerine konuşulmaya başlanmış, Fransa “Suriye’de kimyasal silah kullanılırsa saldırırız” diye açıklama yapmış, ABD Fransa’yı “Suriye’de daha etkili bir rol üstlenmeye ve Türkiye ile ilişkilerini derinleştirmeye” çağırmış, İngiltere eski bir Rus ajanı olan Skripal’e yönelik suikast girişiminden Rusya’yı sorumlu tutmuş, tüm bunların ardından da cihatçılar eliyle Duma’da bir kimyasal saldırı mizanseni tertip edilmişti. Sonunda ABD, İngiltere ve Fransa Suriye’ye saldırdılar.

Aslında son bir haftada yaşananlar bu üçlü açısından kolay geçmedi. Her şeyden önce inandırıcılıkları zayıftı, uluslararası kamuoyunu ikna etmekte ve harekete geçirmekte zorlandılar. Emperyalist bloğun parçası olan Almanya, İtalya, Hollanda gibi ülkeler saldırıya katılmayacaklarını açıkladılar. Rusya askeri seçenekler de dâhil bütün seçeneklerin masada olduğunu söyledi ve bu özellikle Pentagon’da saldırıya dair tereddütler yarattı, çünkü sahada Rusya’yla karşı karşıya gelinmesi halinde bunun nereye uzanacağını kimse kestirebilecek durumda değildi.

Ancak başta Trump’ın açıklamaları olmak üzere emperyalizm bir hafta boyunca öylesine el yükseltmiş ki, eğer hiçbir şey yapmazsa, amiyane tabirle madara olacaktı. Bu yüzden, ülkenin iletişim, ulaşım, su, elektrik altyapısını çökertip rejim değişikliğiyle sonuçlanabilecek ve Rusya’yla bir tür çatışmayı göze almak anlamına gelebilecek büyük bir saldırıyı göze alamasalar da, geçen yıl tam da yine Nisan ayında yapılana benzeyen, sadece füzelere başvurulan, ancak o saldırıdakinden yaklaşık iki kat daha fazlasının kullanıldığı bir saldırı gerçekleştirildi.

Eğer bu saldırı uzun vadeli bir askeri operasyonun ilk dalgası değilse -ki öyle değilmiş gibi görünüyor şu an- ortada emperyalizm açısından herhangi bir başarı bulunmuyor. Kendi içlerinde güçlü bir müttefiklik ilişkisi tesis edip tek ses olamadılar, bir kamuoyu yaratamadılar, Trump ve Pentagon arasındaki ihtilaflar bir kez daha açığa çıktı, saldırı Suriye sahasındaki herhangi bir şeye etki yapacak güçte değildi, Suriye ordu güçleri ve müttefikleri kayda değer bir zayiat vermedi, Suriye hava savunma sistemlerinin fena çalışmadığı görüldü, ABD ve müttefikleri Suriye hava sahasına uçak sokmaya ve bir hava bombardımanı yapmaya cesaret edemediler.

Rusya ise başından beri Trump’ın “çılgın” ve May’le Macron’un “kifayetsiz muhteris” hallerine karşı “aklıselim”i temsil etti. Putin soğukkanlıydı, Lavrov ve Zaharova iyi bir imaj çizdiler, savaşı mahkûm edip diplomasiye çağıran açıklamalar yaptılar. Esad da savaşın başından beri koruduğu vakur, metanetli tavrını muhafaza etti, sağlam duruşunu sürdürdü. Dolayısıyla Rusya’nın belki anlık olarak “karizmasını çizdirecek” ama reel olarak hiçbir dengeyi değiştirmeyecek bu sınırlı saldırıya askeri bir karşılık vermemesini bir zaaf ve zayıflık belirtisi olarak okumak yerine uzun vadede kazandıracak, akıllıca bir hamle olarak değerlendirmek akla çok daha uygun görünüyor.

Çarşamba günkü yazıyı bitirirken iki şeye bakmak gerektiğini söylemiştik. Bunlardan ilki saldırının kapsamı ve şiddetiydi, çünkü bu ne kadar büyük olursa Rusya’nın askeri yanıt verme ihtimali de o kadar artacaktı. Yukarıda da anlatmaya çalıştığımız üzere, “dostlar alışverişte görsün”den öteye giden bir saldırı olmadı ve Rusya da bu nedenle savaşı tetikleyebilecek bir yanıt vermedi.

İkinci olarak ise şöyle demiştik: “Gelişmelerin seyri, Ankara’da Putin ve Ruhani’yle fotoğraf verdikten üç gün sonra Doğu Guta gerekçesiyle Batı’ya Suriye’ye saldırma çağrısı yapan şark kurnazlığının pozisyonunu da belirleyecek. Dolayısıyla, daha önce de yazdığımız üzere, aynı anda ABD’yi ve Rusya’yı idare etmeye dayalı siyasetin de sınırlarına dayanıldığı daha net bir şekilde görülecek.”

Görülmüş olmalı, tüm o Rusya ve İran’la yakınlaşma, eksen değiştirme, anti-emperyalizm, yerlilik ve millilik iddiaları bir kez daha fos çıktı. Suriye’ye yönelik saldırı memnuniyetle karşılandı ve geçen yılki saldırı esnasında bu köşede yazdığımız “Tomahawk füzeleri ve özüne dönen İslamcılar” adlı yazıyı hatırlayarak söyleyecek olursak, “göklerden gelen karar”a uygun bir şekilde, kendisi bizzat bir emperyalizm projesi olan siyasal İslam’dan anti-emperyalizm falan çıkmayacağı bir kez daha tecrübe edildi.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Aşılar tartışılmalıdır! - Mine G. Kırıkkanat

Türkiye’de ailelerin bebek ve çocuk aşılarına karşı giderek artan kuşkucu yaklaşımı ile birlikte aşısız çocuk sayısındaki tırmanış, başta sağlık uzmanları olmak üzere pozitif düşünceyi temsil eden aydınların çoğunu, aşı savunması cephesinde birleştirdi.
Oysa kuşkusuz iyi niyetli bu kişilerin, ‘aşı yararlıdır’ kesinliğinin arkasında cepheleşmesi; aşı karşıtlarının ‘zararlıdır’ fikrini sağlam gerekçelere dayandırmadan benimsemesi kadar abes.


Abes, çünkü herhangi bir konuda kuşkuyu elinin tersiyle itip sorgulamayı reddetmek rasyonel değildir, dolayısıyla bilimsel gerçekliği de olamaz. 

Bilimsel mantık her şeyi, yeni verilerin ışığında her zaman yeniden sorgulamayı gerektirir ve zaten böyle ilerler.

Türkiye’deki aşı karşıtlığı, dünyanın her yanında artıyor! 

Fransa’da, hükümetin Dünya Sağlık Örgütü ve AB’nin kararlarına uyarak çocuklara zorunlu yapılan 3 aşıyı 2018 başından beri 11’e çıkarması, halen grevlerden daha derin ve kalıcı bir muhalif hareket yarattı, giderek de yayılıyor. 

Le Point dergisinin yayımladığı bir kamuoyu yoklaması, Fransız halkının yüzde 41’inin aşı olgusuna tümden karşı olduğunu gösteriyor. 

Ama aşıya karşı olmayanlar bile, çocuğuna 11 zorunlu aşı yaptırmaya razı değil. Her gün bir olay var ve hükümetin aldığı karar, henüz uygulamaya konulamadı; bu gidişle de hiç kolay olmayacak gibi görünüyor.
***

Direnişçiler örgütleniyor, hükümet AB’deki ilaç lobilerine teslim olmakla suçlanıyor, parlamenterlere mektuplar yazılıyor, sağlık bakanlığına davalar açılıyor.
Zorunlu aşı sayısının arttırılmasına itiraz edenlerin başında, genel sağlık hekimleri var. Uzman hekimler ise ikiye ayrılmış durumda, kamusal alanda çok sert tartışmalar içine girdiler.

Ancak her geçen gün zorunlu aşıları savunanların işi zorlaşıyor, çünkü aşırı sayıda aşının zararını vurgulayan cephe, bugüne kadar adı geçtiğinde ayağa kalkıp selam durdukları, şimdiyse yerden yere vurdukları tıp otoritelerinin katılımıyla genişliyor.
Bunlardan biri, immün sistem virüsü keşfiyle Nobel ödülü alan virolog Prof. Dr. Luc Montaigner. Bir diğeri, kanserle mücadelede ulusal madalyalı Prof. Dr. Henri Joyeux.
İkili, ‘Aklıselime çağrı’ başlığı altında bir bildiri yayımladı. 

“Aşıya karşı değiliz. 2 yaşından küçük çocukların çok sayıda ve sistematik olarak aşılanmasına karşıyız” açıklamasıyla başlayan metinde, Hepatit B aşısının sadece ebeveynlerden birinin virüs taşıyıcı olması şartıyla ve ergenlik sonrası yaşadığı ya da çalıştığı ortam risk taşıyorsa, 15 yaşından sonra yapılması gerektiği vurgulanıyor.

***

Menengogok ile kızamık aşısı gibi bazı aşıların da ancak salgın durumunda uygulanması savunuluyor. 

Aşılardaki nörotoksik alüminyum katkısı yerine kalsiyum fosfat kullanılması öneriliyor.
İlaç sanayini rant iştahıyla suçlayan ve bazılarının yararsızlığı kanıtlanmış aşırı sayıda aşı yapmanın göz ardı edilemeyecek risklerini sıralayan bu çok ayrıntılı bildiriyi, yarıya yakını doktor olan, 8 bin kişi imzalamış bulunuyor.* 

Le Parisien gazetesi, Fransız Sağlık Bakanlığı’nın bir araştırma ekibine gizlice ısmarladığı aşılardaki alüminyum raporunu ele geçirip yayımladı. Sonuçlar dehşet verici: Evet, alüminyum böbrek, karaciğer, dalak ve pankreasta birikerek kana karışıyor, beyne gidiyor. Dolayısıyla çok vahim otoimmün ve nörolojik hastalıklara yol açabiliyor.
Sizin anlayacağınız, aşılar tartışma dışı bırakılamaz ve aşırı aşılamadan kaçınmak, ilk ihtiyat önlemi. Ama asıl yapılması gereken, alüminyumsuz aşı üretimi.

Bu ihtiyatın karşılığı, ‘aşıların sağladığı koruma taşıdıkları riskten çok daha fazla’ gerekçesi olamaz. 

Hayat piyango olabilir ama hiçbir çocuğa risk bileti kesilmemeli.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* https://www.11vaccinsobligatoires.com/appelmontagnier- joyeux/script/

Esir Şehrin İnsanları - Ayşe Şule Süzük

Kemal Tahir’in en sevdiğim romanının adıdır Esir Şehrin İnsanları. İstanbul’un işgali, Kasım 1918’den başlayarak 6 Ekim 1923’e dek sürüyor ve neredeyse 5 yılı bulan bu işgal süresince İstanbul’un çehresi kararıyor, soluyor, İstanbul nefessiz kalıyor. Az bir süre değil, bu kadar uzun bir işgal dönemini her boyutuyla anlatan, iz bırakan, derinden sarsan sanat yapıtları; romanlar, filmler, şiirler var mı? Var elbette, ama yeterince var mı? Bu soru burada dursun…

Bir ufak not niyetine Halide Edip’in Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı kitabından birkaç satıra yer vereceğim. İşgal altındaki İstanbul’un gündelik yaşamına, insanlarımızın alabildiğine panik içinde günlerini geçirirken korkunun nasıl türlü hikâyelerle yayıldığına dair bir minik dokunuş… Hayal ediniz…

Müttefik kuvvetlerin İstanbul’a gelişi ile bir kısım azınlıklar sokaklarda barış içinde yaşamaya alışmış olan Türk vatandaşlarına çok kötü muamele etmeye başladılar. Bir aralık etrafta dolaşan dedikoduların en kuvvetlisi Senegalli askerler hakkındaydı. Ortada dolaşan bir söylentiye göre sokakta Türk kadınlarını ısırıyorlar, Türk çocuklarını kesip akşam yemeği olarak yiyorlarmış. Tabii bu bir söylentiden ibarettik. Yalnız şu var ki müttefik kuvvetleri küçük bahanelerde durmadan Türkleri tevkif ediyor, cezalara çarptırıyor ve bazen de müttefik merkezlerinde fena halde dövüyorlardı. Evler zorla sahiplerinin ellerinden alınıyor, içeridekiler dışarı atılıyordu. Müttefik tercümanlarının umumiyetle azınlıklardan olması tabii onlara karşı çok kötü bir his uyandırıyordu.

Dönemin işgal altındaki İstanbul’unu anlatan en güzel romanlarından biri ise dediğim gibi Esir Şehrin İnsanları. Ara ara dönüp Kemal Tahir’in roman karakteri Kâmil Bey’i hatırlamak hoşuma gidiyor. Bazı roman karakterleri vardır. Ete kemiğe bürünürler, seversiniz onları, gelse de karşıma bir sohbet etsek, laf lafı, laf tütün kesesini açsa dersiniz, özlersiniz, göresiniz gelir. Benim için de Kâmil Bey öyle biri. Nazım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaki Galip Usta gibi. Bilirsiniz, konuşacak tonla şey vardır. Onun karanlık dönemdeki halleri, kararsızlıkları, açmazları, korkuları, olup biteni anlamaya, anlamlandırmaya çalışması, sonra mücadelesi, kararlılığı size güç verir. Bugünle, kendinizle paralellikler kurarsınız, orada, işgal altındaki İstanbul’da karanlık bir mahzende Milli Mücadele’yi yazılarıyla destekleyen, umutsuzluğa karşı umudu örgütlemeye çalışan Karadayı Dergisi’nin loş, rutubetli bir handa bulunan odasında Ankara’dan gelen haberleri tasnif etmeye çalıştığınızı hayal edersiniz. Sonra Nedime girer kapıdan son havadisleri anlatır. İşgal kuvvetlerinin tutsak ettiği eşi İhsan’dan Kâmil Bey’e selam getirir. İhsan, Kuvvacı’dır. Kâmil’in Galatasaray’dan sınıf arkadaşıdır.
Dedim ya, ara ara Esir Şehrin İnsanları üzerine düşünmeden, hatta yazmadan edemiyorum. Benim bu gönül bağımın kadim Fethi Naci’de de olduğunu görünce pek mutlu oldum.  Türk Romanında Ölçüt Sorunu adlı kitabında, Eleştiri Günlükleri’nde yer vermiş 1981 yılının 1 Aralık’ında. Haliyle, eski bir dostla karşılaşmışız gibi yeniden sıkıca sarıldık Kâmil Bey’le. Ancak yeni bir şey öğrendim Fethi Naci’nin yazdıklarından, çok şaşırdım, merak ettim. Bakacağım.  Az çok nedenlerini tahmin etmekle birlikte Kemal Tahir’le yarattığı Kâmil Bey arasındaki husumeti öğrenmek bir yazarla yarattığı karakter arasındaki çekişmeye tanık olmak, hay Allah dedirtiyor… Hay Allah…

Fethi Naci’den dinleyelim:
"Her iki roman (Esir Şehrin İnsanları ve Esir Şehrin Mahpusu) Kâmil Bey’in belirgin niteliklerini vurgular: Kültürlü, sakin, kolay sinirlenmeyen, alçakgönüllü, yaptıklarıyla övünmeyen, hatta övünülecek davranışlarını bile saklayan, onurlu, kendinden çok başkalarını düşünen (Bu yüzden yedi yıla mahkûm olmuştur.), bileği güçlü biri.
Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları’ndan 15 yıl sonra yayımladığı Yol Ayrımı’nda (Sander Yayınları, 1971) Üçüncü bölümün beşinci kısmında, Kâmil Bey’in eski karısı Nermin Hanım’ı Kâmil Bey hakkında konuşturur ve birden bire bu iki romanda tanıdığımız Kâmil Bey gider, yerine “başka” bir Kâmil Bey gelir.  '…Bana hep… Ne kadar güçlü adam gibi görünmüştü. Ruhuyla aklıyla güçlü. Meğer ne kadar kolay yanılıyormuş insan, en yakınlarında bile… Pazı gücünden başka hiçbir gerçek gücü yokmuş… Gücü değil, güçlenme yeteneği bile yok… (…) Ayşe’nin babası, örneği az bulunur bencillerdendi (…) Ayşe’nin babası o kadar bencildi ki, haklı bir davaya inanmak, bunda direnmek, kazanmak bile onu güçlü kılamadı. Destan kahramanları yerine koydu kendisini. Bir çeşit Allahlık özentisidir bu… İnsanları, insancıl yasalarla yargılamaktan çıkmıştır. Kendilerini kutsal misyon yüklenmiş sayanların zulme varan, orada rahatça yerleşen bağışlamazlığı… En korkunç alçaklık… 1921’lerde ne yaptı Ayşe’nin babası? Bütün namuslu insanların yapmayı ödev bildiğini… Kolayca yaptığını… Aslında kimi insanlar için, tehlikeli boğuşmalara atılmak evinin gündelik geçimini sağlamaktan daha kolay oluyor. Daha büyük sorumluluk yükleniyor gibi davranıp asıl küçük, gündelik sorumluluklardan kaçınmak… Ayşe’nin babasına, 1921’lerde, İstanbul şehrinde bize ekmek parası kazanmak, hapse girmekten çok daha zor geldiğine eminim.'"


Ne korkunç bir nefret değil mi? Ayrıca ne kadar da tanıdık… Ama Nermin tüm bunları söyleyebilecek kadar derinlikli bir karakter mi olarak çizilmiştir romanlar boyunca? Pek değil…  Peki kimin sesidir bu? Fethi Naci daha detaylı ve kapsamlı tüm bu saldırıları anlatıyor. Ve şöyle bağlıyor yazıyı… Katılmamak mümkün değil.

Kemal Tahir, sanki Kâmil Bey’i bahane ederek bir başkasıyla hesaplaşmakta. (Ben bu başkasının Nazım Hikmet olduğuna inanıyorum.) Ve bu arada, tabii, kendisiyle de. Bütün çabası Kâmil Bey’i suçlayarak huzura kavuşmak sanki.

Ne diyeyim, Kâmil Bey bizimdir. Dokundurtmayız…

 Ayşe Şule Süzük / SOL

OHAL'de Akkuyu Nükleer Santralı - SERPİL GÜVENÇ

OHAL olmasaydı bu kadar kolay imzalanıp yürürlüğe girebilir miydi Akkuyu Nükleer Santralı? Bu kadar abartılı bir gösteri ile atılabilir miydi temel? 
Yanıtı hepimiz biliyoruz.
TMMOB, sol siyasal partiler ve sol, sosyalist ve demokrat basın ve internet portallarının her konuda olduğu gibi bu konuda da sergiledikleri yürekli duruşun dışında önemli sayılabilecek bir toplu kamuoyu karşı çıkışından söz etmek mümkün değil. “Allahın lûtfu” ile gelen darbe girişimi ve onu izleyen OHAL, bölge ve dünya koşullarının da etkisiyle, birçok konuda olduğu gibi yine siyasal iktidarın önünü açtı. Bu kez Türkiye’nin hiç gereksinmediği bir malı, nükleer enerjiyi çok yüksek bedellerle ithal ettik.


70’li yıllarda MTA’da uranyum ve toryum çalışmalarının yürütüldüğü dairede işe başladığımda kurumun Köprübaşı tesislerindeki uranyum zenginleştirme ünitesinde pilot çalışmalar yapılmaktaydı. Türkiye’de yaklaşık 9-10 bin ton civarında yani oldukça düşük miktarda bir uranyum rezervinin bulunduğunu, bunun yanı sıra – teknik özellikleri nedeniyle uranyumun yerini tutamayacak olan - 400 bin tonluk bir toryum rezervinin olduğunu o yıllarda öğrendim.

Nükleere ilişkin tartışmalar o günlerde de yoğun olarak sürmekteydi. Söz konusu tartışmalar, uranyumun yakıt olarak kullanılacağı bir santralın büyük bir dış kaynak bağımlılığı yaratacağı, nükleer santral kazalarının bilinenden çok daha fazla ve yaygın olduğu, gelişmiş ülkelerin bu santrallerden kurtulmaya ve onları az gelişmiş ülkelere pazarlamaya çalıştıkları, santrallerin en ciddi sorunlarından birisi olan nükleer atık sorununun ise henüz çözümden çok uzak olduğu gibi konulara odaklanmaktaydı.  O tarihlerde enerji sorununun çözümü için ulusal kaynaklardan yararlanma bağlamında MTA’da geniş kapsamlı kömür arıtma, jeotermal kaynaklardan yararlanma vb. konularında çalışmaların yapıldığını da anımsıyorum.

2000’li yıllarda, ABD, Kanada şirketlerinin başını çektiği nükleer santral teklifleri gündeme geldi. Kamuoyunda günümüzden daha fazla ses getiren tepkilere tanık olduk. Türkiye’nin nükleere ihtiyacı olmadığı, var olan birçok enerji kaynağının henüz değerlendirilmediği, elektrik sistemindeki kayıp- kaçaklar önlendiği takdirde “4-5 adet Akkuyu Nükleer Santralı”nın üreteceği elektriğin sağlanmış olacağı, kurulması plânlanan nükleer santralın var olduğu iddia edilen elektrik açığının sadece yüzde 2’sini karşılayacağı, nükleer santralın normal çalışması sırasında yaydığı veya kaza sonucu ortaya çıkan kanserojen, hücre yapısını bozucu radyasyonun canlılara besin ya da solumayla geçtiği, dünyanın hiçbir bölgesinde nükleer atıkların saklanması ve imhası için “lisanslı nihai bir çözüm ve depolama alanı” bulunmadığı bilimsel verlere dayanılarak yazıldı, çizildi. Yine, bütün bunların ötesinde, santralın kurulması düşünülen Akkuyu’nun Marmara’daki sanayi yük merkezlerine uzaklığı nedeniyle, elektrik taşınması sırasında kayıpların artacağı ve enerji kullanım veriminin düşeceği, saniyede yaklaşık 30 ton deniz suyuyla soğutulacak santralın, Akdeniz’in sıcak bir deniz olması nedeniyle, veriminin azalacağı, turizm açısından da bölgenin zarar göreceği anlatıldı[1].

Bugün Akkuyu’da bir Rus şirketine verilen ihaleyle yapımına başlanacak olan nükleer santralla ilgili olarak yukarıda değinilen tüm sakıncalar sürmektedir. Mevcut elektrik üretimi ile ilgili santrallerin tam verimle kullanılması ve yapım aşamasındaki diğerlerinin de devreye girmesi durumunda, elektrik açığı bir yana, gereksinimi aşan bir kapasitenin söz konusu olduğunu sayılarla kanıtlayan uzmanlar, kurulacak santralın ciddi bir dış bağımlılık yaratacağını ve ülkeye “çağ atlatma” ya da “stratejik” açıdan gerekli olma iddialarının da doğru olmadığını belirtmektedirler[2]. Akkuyu nükleer santralına  “stratejik yatırım” kimliği verilmesi ile yatırımcı Rus şirketten tahsil edilmeyecek kamu fonlarının miktarı ise bilinmemektedir[3]. Bunun yanı sıra, Akkuyu’da üretilecek elektriğin yarısı için devletin garanti ettiği fiyat ve bir çok uluslu şirket olan Rosatom’a tanınan diğer ayrıcalıkların tümü Türkiye halkının çıkarlarına ters düşmekte, bir başka ifadeyle halk kazıklanmakta, çok uluslu şirket inanılmaz ölçülerde bu işten nemalanmaktadır. Bir başka önemli sakınca ise, Akkuyu’daki başta olmak üzere yapımı plânlanan santrallerin henüz yeterince denenmemiş nükleer reaktörler olmalarıdır[4].

Yasal açıdan da bir dizi sorun yaşanmaktadır. Akkuyu Nükleer Güç Santralı ile ilgili  ÇED Raporu'nun iptali için TMMOB, TTB, TBB ve birçok yerel kuruluş tarafından açılan dava henüz sonuçlanmadığı halde santral ihalesi tamamlanmıştır. Dava sürecinde UAEA (Uluslararası Atom Enerji Kuruluşu)  tarafından Türkiye’ye yöneltilen sorular ve Türkiye yönetiminin yanıtları “gizlilik” gerekçesiyle ülke kamuoyundan saklanmaktadır. Üstüne üstlük, nükleer güç santral yatırımlarına izin vermek, izlemek, denetlemekle görevli bağımsız bir düzenleme kurumu kurulmamışken,  TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) yasal yetkisi olmadığı halde, nükleer santral kuruluşuna izin vermektedir[5]!  Yine, söz konusu santrallerle ilgili ticari sözleşmeler TBMM onayından geçirilmekte ve  uluslararası sözleşme niteliği kazanmaktadırlar. Sonuçta, bu sözleşmeler  ulusal iç hukukun denetimi dışına çıkarılmakta, bir bakıma “toplum ve ülke çıkarları doğrultusunda değiştirilmesini güçleştirmeye yönelik bir yasal hile”ye başvurulmaktadır.[6]

Görülen odur ki, birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da, sadece AKP iktidarının çıkarlarına dayanılarak, kamu çıkarları gözardı edilerek bir karar alınmıştır. Türkiye’nin siyasal koşulları gözönüne alındığında, ülkede yatırım kararları dahil, tüm alanlarda, kamu çıkarları, kamuoyunun bilgilendirilmesi, yargı süreçlerinin şeffaflığı ve benzeri uygulamaların bu iktidar tarafından yaşama geçirilmesi hayaldir. Ne var ki, önceki iktidarların da soruna yaklaşımları halkın çıkarlarıyla örtüşmemektedir. Bunun nedeni, hepsinin birer sermaye yönetimi olmalarıdır. Sermaye iktidarları halkın çıkarları için değil, sermayenin çıkarları için çalışırlar. Emekçi halkın mücadelesinin ağır bastığı dönemlerde kamu yararına bazı kararların alınması bu gerçeği değiştirmez. Halkta yana çözümler ancak bir emekçi iktidarından beklenebilir.

Kurtuluşun sosyalizmde yani bir emek iktidarında olduğunu gözden kaçırmadan, AKP iktidarının her konudaki piyasacı, neoliberal yani sermaye yanlısı politikalarına karşı, kamu çıkarlarını öne çıkaran mücadeleler vermeliyiz.

Bıkmadan, usanmadan ve yılgınlığa düşmeden…

Serpil Güvenç / SOL

[1] Necdet Pamir “Enerjinin İktidarı” ve Tolga Yarman, “Nükleer Santral Mevkii olarak 'Akkuyu' üzerine Görüş” ve “Türkiye’de Nükleer Enerji Üretimne ilişkin Düşünceler”
[2] Oğuz Türkyılmaz, “Dışa Bağımlı Enerjide Çıkmaz Sokak”, 8.4.2018
[3] MMO’nun “Enerji Yönetimi Ciddiyet İster! Siyasi Güç Gösterileri ve Gösterişli Temel Atma Törenleri ile Nükleer Santral Yatırımlarının Daha da Yoğunlaştıracağı Dışa Bağımlılık ve Yaratacağı Devasa Sorunlar Gizlenebilir mi?” başlıklı açıklaması
[4] O. Türkyılmaz, agy
[5] MMO’nun “Enerji Yönetimi Ciddiyet İster! Siyasi Güç Gösterileri ve Gösterişli Temel Atma Törenleri ile Nükleer Santral Yatırımlarının Daha da Yoğunlaştıracağı Dışa Bağımlılık ve Yaratacağı Devasa Sorunlar Gizlenebilir mi?” başlıklı basın açıklaması
[6] agy

Kültürel iktidar - MELİH YEŞİLBAĞ

Seçim şarkıları ve 15 Temmuz afişleri çalıntı çıktı; heykelleri hiç Rönesans olmamış gibi; mizah dergileri insanlık adına üzüntü verici derecede sığ; restoratörleri yapsatçı müteahhitler gibi çalışıyor; kültür merkezleri düğün salonlarından farksız; mimarileri eklektik, tutarsız ve görgüsüz; tarihçileri tahrifatçı; gazetecileri yalaka, yalancı ve tetikçi; sosyologları yıllardır “Biz Batı'dan bambaşka bir dünyayız” teranesini geveleyip duruyor; felsefecileri Ortaçağ'da bir yerlerde takılmış kalmış, kanal kanal gezen stratejistleri ”algı operasyonu” ve “üst akıl” çorbası üzerine çeşitlemeleri analiz diye yutturmaya çalışıyor.   
Fazıl Say’ın karşısına Sagopa Kajmer’le, ODTÜ’nün karşısına Sabahatttin Zaim Üniversitesi’yle, Türk Tabipler Birliği’nin karşısına Hacamatçılar Derneği’yle çıkıyorlar.

Vaktiyle bu işlere görece daha rafine yaklaşıyorlardı. Bonservisi elinde “solcu” kültür bakanı transfer etmişlerdi, Gülencilerin alandaki bağlantıları daha gelişkindi ve iyi kötü sol liberaller vardı. Şimdi arkalarında beş on tane çaptan düşmüş Saray ünlüsü dışında kimse kalmadı. Onlar da ihale peşinde. Biraz mürekkep yalamış eski kadrolarını küstürdüler. Ortalık kifayetsiz muhterislere, şarlatanlara, amigolara kaldı.     

Hasılı, yandaş krallıkta bir şeyler fena halde çürümüş vaziyette.  AKP etrafında kümelenen çevre kendisine sunulan cömert kaynaklara rağmen entelektüel alanda tam bir fiyasko olmaya devam ediyor. Onca debdebe, tantana, fon ve teşviğin çıktısı kültürde, sanatta, bilimde dramatik bir başarısızlık. 15 yıldır iktidardalar. Koca bir devlet aygıtını ele geçirdiler ama kültürel iktidarı bir türlü ele geçiremiyorlar.

Bunu biz değil kendileri söylüyorlar.

Ordu, polis, YSK ellerindeyken kültürel iktidarın ne önemi var diyebilir miyiz? Yoksa belirli alanlara hala nüfuz edememeleri içimizi rahatlatmaya yetmeli mi? Yanıtlamaya çalışalım.

Öncelikle, her kapsamlı hegemonya projesi kurucu bir ideolojiye, bir “ruh”a, bir değerler sistemine yaslanmak zorundadır. Böyle bir ideolojik kapasite, uzun vadede en az iktisadi ve siyasi kaynaklar üzerindeki kontrol kadar hayatidir. Bu yönüyle bakıldığında AKP, uzun vadeli bir hegemonya için gereken ideolojik kapasiteden yoksun. Bu sayfalarda daha önce defalarca yazıldığı gibi kültür alanında da eski rejimi tasfiye etmeyi başardılar ancak yenisini kuramıyorlar.

Kentli, eğitimli nüfusu kendisine bu denli yabancılaştıran, nitelikli entelektüel üretim alanında bu denli becerkisiz bir gücün tökezlememesi imkansız. Kısacası, AKP’nin kültürel iktidarsızlığı sol için bir züğürt tesellisi olmadığı gibi hafifsenecek bir mesele de değil.

Dahası, sorunun bir kısmı yapısal. Fonla, ödenekle, kültür çıkarmasıyla çözülemeyecek bir boyutu var. Dün ak dediğine bugün kara diyen, her alanda günü kurtarmaya yönelik hareket eden bir iktidarın bu tür bir ideolojik çekim geliştirmesi mümkün değil. Nasıl mümkün olsun ki? Aylardır ABD karşıtlığı üzerine bina edilen sahte söylemin bir gecede yerle bir oluşuna daha dün hep birlikte tanık olmadık mı? Artık meşhur olmuş videoda“Müslüman Uyuma” diye başlayıp devamını getiremeyen kafası karışık küçük mücahide üzülmemek mümkün mü?

Ve fakat, AKP’nin kültür alanına müdahalelerinin bütünüyle yönsüz ve beyhude olduğunu iddia etmek mümkün değil. Bu konuda son yıllarda belirginleşen üçlü bir stratejiden bahsetmenin mümkün olduğunu düşünüyorum.

Birincisi, özellikle kültür endüstrisinin parçası olarak değerlendirebileceğimiz dizi sektöründe niteliksiz olsa da kendi amaçları açısından işlevsel bir alan tutmayı başardılar. Devasa bütçelere sahip Diriliş, Payitaht, Fatih gibi tarihsel diziler son derece lümpen, karikatür ve hamasi de olsa Yeni Türkiye için bir resmi tarih anlatısı kurgulayarak etkili bir endoktrinasyon görevi görüyor. Siyasal İslam’ın bir devr-i saadet olarak kurgulanan Osmanlı dönemine yönelik ilgisinin güncel siyaset belirlenimli kaba göndermelerle ve Holywoodvari aksiyon sahneleriyle buluştuğu bu pespaye eserler bir kesimi heyecanlandırmayı başarıyor.

İkincisi, özel olarak seçilmiş izlenimi veren bazı alanlarda kendi belirlenimlerinin dışındaki aktörlere karşı “yerli ve milli” alternatifler oluşturmaya çalışıyorlar. “Cumhurbaşkanlığı himayelerinde” düzenlenen bir dizi festival, yarışma vb. etkinlik bu kapsamda değerlendirilebilir. Geçtiğimiz günlerde kurdele kesme merasimiyle açılan Yeditepe Bienali’yle el yükseltmiş görünseler de, stratejinin en zayıf ayağını burası oluşturuyor. İktidarın var olan kültürel organizasyonlara alternatif yaratma hamleleri sıklıkla fiyaskoyla sonuçlanıyor.

Üçüncü ve en şiddetli müdahele biçimi ise kapsayamadıkları, satın alamadıkları, biat ettiremedikleri ya da hizaya sokamadıkları prestijli alanlara/kurumlara karşı doğrudan saldırı politikası gütmeleri. Belirgin bir aşağılık kompleksiyle güdülendiği belli olan bu politikanın en çarpıcı ve güncel örneği Boğaziçi Üniversitesi’ne karşı sistematik saldırı.
Gönüllerindeki rektör adayını seçtiremeyince aylarca beklediler, çözümü rektörlük seçimlerini bütünüyle kaldırıp kayyum rektör atamakta buldular, ardından üniversiteyle ilgisiz çakma bir dernek Erdoğan’ı üniversiteye davet etti. Erdoğan burada “Boğaziçi Üniversitesi bu ülke ve milletin değerlerine yaslanmadığı için uluslararası planda beklendiği yere gelememiştir” tespitini yaptı ve kısa bir süre sonra savaş karşıtı öğrencilerin yaka paça gözaltına alınmasıyla sonuçlanan provokasyon yaşandı.    

Solun kültürel hegemonya alanındaki bu üçlü stratejiyi nasıl karşılayabileceği üzerine bir fikir egzersizi ayrı bir yazının konusu olsun. Şimdilik şöyle bir özet sonuçla yetinelim. 

Bir, AKP’nin kültürel iktidarsızlığı, “Yeni Türkiye” yolunda önemsiz sayılamayacak bir engel. 
İki, sol bu konudaki üstünlüğünü gerekirse ifade etmekten kaçınmamalı. 
Üç, iktidar tarafından kapsanamayan nitelikli entelektüel üretim alanının giderek radikalleşmesi düzen için ciddi bir ideolojik kriz dinamiği, sol içinse önemli bir fırsat oluşturuyor. 
Dört, farklı muhalefet dinamikleriyle buluşmayı önüne koymayan ve dar bir alan savunmasına yönelik ortalamacı çizgi kaybetmeye mahkum. 
Ve son olarak, gerçek ve devrimci bir sol kültürel atılım her zamankinden daha acil bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor.

Melih Yeşilbağ / SOL

14 Nisan 2018 Cumartesi

Sınır - ORHAN GÖKDEMİR

1908 Hürriyet Devrimi ile 1923 Cumhuriyet Devrimi arasında 15 yıl var. 14 yılı iç savaştır. Savaş, 31 Mart gerici ayaklanması ile başladı. 1912’de Balkan Savaşları ile ülke sathına yayıldı ve göz açıp kapayıncaya kadar bütün Rumeli’nin kaybı ile sonuçlandı. Osmanlıyı yenip süpürenler Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ oldu. Ardından Dünya Savaşı başladı ve Osmanlıyı da girdabına sürükleyerek iç savaşını savaşa dönüştürdü. O girdapta da Ortadoğu ellerinin arasından kayıp gitti. 10 milyon insanın ölümüne, milyonlarcasının sakat kalmasına yol açan bu büyük savaş Osmanlının yanında, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya imparatorluklarının parçalanması ile sonuçlanmıştı. Şimdi üç kıtanın siyasi haritasının yeniden çizilmesi zamanıydı.


Osmanlının yıkılışı, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da büyük bir boşluk yaratmıştı. Görünüşe göre 19. yüzyılın “Doğu Sorunu” Batılıların öngördüğü gibi nihayete ermek üzereydi. 1916’da, büyük savaşın ikinci yılında İngiltere-Fransa ve Rusya arasındaki Sykes-Picot anlaşması ölüyü nasıl gömeceklerini ve mirasını nasıl paylaşacaklarını kararlaştırıyordu. Artık bir ceset olan “Hilafet”e karşı Ortadoğu’da ilk ayaklananlar Peygamberin soyundan gelen Haşimiler oldu. İngilizler, Şerif Hüseyin’i de yanına alarak yıkılan Osmanlıdan bakiye topraklarda büyük Arap krallığının altyapısını kurmaya girişmişti. Plan tutmadı, onun yerine küçük Arap devletçikleri kuruldu. Yakın zamanda ABD o başarısız planı BOP adı altında diriltmeye çalıştı. Malum, bizimkiler de “eş başkanlığına” soyunmuştu. O da çökmüştür.

İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour’un Yahudi sermayedar Rothschild’e bir mektup göndererek, savaştan sonra Filistin topraklarında Yahudiler için bir yurt kurulmasını desteklediğini bildirmesi de savaş sonrası Ortadoğu haritasının şekillenmesinde önemli bir rol oynadı. Bugün tartıştığımız Ortadoğu haritası böylece kabataslak ortaya çıkmıştı.
1917’de Rusya’da Sovyet iktidarı kuruldu. Rusya masadan kalkınca çökmüş Osmanlının toprakları İngiltere ve Fransa’ya kaldı. Anadolu’yu paylaşmaya giriştiler. Bizim iç savaşımız ise sürüyordu ve 1920’de artık daha fazla gerilemeyeceğimiz belli olmuştu. Alacaklarını aldılar ve kalanı bıraktılar. Anadolu’dan ibaret coğrafyaya razı olduk. Hatay dışındaydı ve elde kalan bu sınırı korumayı, “misak-ı milli”, milli yemin kabul etmiştik. Küçülmüştük ancak Cumhuriyet olmuştuk. Büyük kazançtır.

***

Dünya savaşının ikinci safhasına 1939’da geçildi. Bu birinci savaşta belirlenen ve ihtilafa konu olan sınırlara son şeklini verme kavgasıydı. Almanya kendine düşen paya itiraz ediyordu ve Rusya oyunda artık sosyalizmin olduğunu hissettiriyordu. Savaşın sonunda Almanya yine yenildi. Fakat kazandığını sananlar da kısa süre sonra hayal kırıklığına uğradı. Belçika, Fransa, Hollanda, İngiltere ve İtalya’nın deniz aşırı sömürgelerinde ulusal kurtuluş hareketlerinin fitili ateşlenmişti. Asıl önemlisi birinci savaşta filiz veren sosyalizm ikincisinden de güçlenerek çıkmıştı. Sosyalizm yeryüzünü kasıp kavuruyordu. Böylece, Birinci Dünya Savaşının şapkasından çıkan küçük ülkelerin ve sosyalizmin sınırları belirlenmiş oldu.  

***

Bugünkü karmakarışık tablonun oluşmasına yol açan iki kırılma noktası var. 

İlki, Irak’ın Kuveyt’i işgali bahanesiyle başlatılan Körfez Savaşı’dır. Saddam Hüseyin 1990'ın Ağustos ayında, Batılı Devletlerin kışkırtmasıyla Kuveyt’i işgal etti. İşgal, petrol paylaşım savaşının bir uzantısıydı. Bunun üzerine Amerika’nın öncülüğündeki İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır’ında aralarında bulunduğu 28 koalisyon üyesi ülke Irak’a savaş açtı. Irak’ın bölünmesi ile sonuçlanan bu müdahaleden Irak’ın kuzeyinde Kürt özerk bölgesi çıktı. Sonrası malum. Irak’ın sınırsızlaştırılması ile başlayan projenin Ortadoğu’daki diğer devletlere yayılacağı anlaşıldı. Nitekim 10 yıl sonra Irak’ın tamamı işgal edildi ve milyonlarca Iraklının hayatı pahasına Saddam devrildi.

Körfez Savaşı ile yıkılan şey sadece Irak’ın değil bütün Ortadoğu’nun statükosuydu. Böylece Birinci Dünya Savaşı ile bu coğrafyada kurulan statüko parçalanmış oluyordu. Birinci savaşın sonudur. Ortadoğu şimdi de Osmanlı İmparatorluğunun dağıldığı dönemdeki halindedir. Sınırlar ortadan kalkmıştır ve yeni sınırlar için acımasız bir savaş sürmektedir.

İkincisi, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüdür. Bu çözülme de İkinci Dünya Savaşı ile kurulan statükoyu parçalamıştır. Çözülüşle Doğu-Batı Almanya sınırı ortadan kalktı ve bütün Doğu Avrupa’da sınırlarının yeniden çizilmesi imkanı doğdu. Polonya’dan Balkanlar’a kanlı bir işgal hareketi yürütüldü ve kırılma NATO’nun sınırlarını genişletmesi ile sonuçlandı. İkinci savaşın sonudur.

***

Şöyle toparlayalım: 19. yüzyıl Birinci Dünya Savaşı ile sona ermişti. 20. yüzyıl ise Körfez Savaşı ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile kapandı. Kapanışın, 1917’de ve 1923’te kurulmuş iki cumhuriyetin sonu ile paralel gelişmesi rastlantı değildir. Yüzyıl kapanırken, Sovyetler çözülmüş ve Türkiye Cumhuriyeti yıkılmıştır. Bunlarla birlikte, bu iki devrimci durumu yaratan ve ikincisi birincisinin devamı olan iki büyük savaşın sonuçları bütünüyle silinmiştir. Şimdi dünya bir arayış içinde. Üçüncü savaşın başlangıcıdır.

Arayış, sınırların yeniden çizilmesi arayışıdır. Demek ki sınırlar artık ortadan kalkmıştır. Suriye’ye emperyalist müdahale sırasında, bu saldırıya sınırlarımızı silerek katılmamız ne kadar manidar. Sildiğimiz sınırımızdan cihatçı katiller sınırsızca geçtiler ve Suriye sınırlarını düzlemeye giriştiler. Böylece kuruluşumuzdan bu yana, Hatay sorununu bir yana koyarsak, kıskançlıkla koruduğumuz sınırları kendi elimizle silmiş olduk. 

Ortadoğu’da sınırları belli olmayan İsrail’e Türkiye, Suriye ve Irak da katılmıştır ve hep birlikte sınırsız bir coğrafyaya dönüştük. Şimdi yeni bir sınır savaşının içindeyiz. Ancak bu arada eldeki Cumhuriyet de kayıp gitmiştir. Bölgede geleceği en karanlık görünen ülke, küçülmüş ve Cumhuriyetini yitirmiş Türkiye’dir.

***

21. yüzyılın başlama vuruşu bu karmaşanın içinde çoktan yapıldı. Liberal rüya bitti. Demokrasi denilen şeyin koca bir yalan olduğu ortaya çıktı. Kapitalizmin insanlığa yıkımdan başka hiçbir şey vermeyeceği anlaşıldı. Sosyalizmin üzerine soğuk savaşın örttüğü şal paramparça oldu. Eşit ve özgür bir dünya özlemi her zamankinden daha güçlü ve günceldir. Bize yeni bir dünya lazım…

Kapitalizme ise yeni bir yıkım ve yeni bir savaş lazım. Suriye krizinin açığa çıkardığı gerçek budur. Ancak emperyalizm dediğimiz şey, ördeklerden bir filo ve bir de kazdan amiralden ibarettir. Kaz Trump’la, ördek Macron’la, Mey’le, Putin’le, Erdoğan’la ne savaşı verecekseniz, ne zaferi kazanacaksınız? Birbirlerine tutunarak çöküyorlar. Savaş ve yıkım dışında çıkış yolları kalmadı.

Ama bu arada Suriye vesilesiyle başka bir şey daha görüyoruz. Bizlerin, dünyanın ezilen halkları ve emekçilerinin bu oyunu bozacak gücü ve yeteneği var. Tek eksik örgüt… Bu kadar basit.

Örgütleneceğiz demek ki. Sömürüye ve zulme karşı birleşerek aşılmaz bir sınır oluşturacağız. Ve yeryüzünde eşitlik ve özgürlük hükmünü ilan edinceye dek ayakta kalacak tek sınır bu olacak!

Orhan Gökdemir / SOL