19 Nisan 2018 Perşembe

Şer ittifakı için deniz bitti!.. - FİKRİ SAĞLAR

Şer ittifakı son numarasını yaptı!..
Erdoğan’ın açıkladığı erken seçim tarihine bakılırsa, şer ittifakı artık denizin bittiğini gördü.
İttifakın her iki kanadı için de ölüm kalım meselesine dönüşen 2019’a yaklaşılırken, aylardır süren abartılı gövde gösterilerinin yeterli olmadığı apaçık ortaya çıkmıştı zaten.
Erdoğan ve Bahçeli bu durumu gördü ve son hamlelerini yapmaya karar verdi.

• • •

CHP’nin desteğiyle 2003 yılında Siirt’te seçimlerin yenilenmesi sayesinde Başbakan olabilmiş olan Erdoğan, kendisini var eden demokrasiye ve seçimlere olan güvenini ve inancını(!) bir kere daha gösterdi.
İYİ Parti’nin seçimlere girememesi için mümkün olan en hızlı şekilde baskın seçim kararı almaya çalıştılar.
18 Nisan’da alınacak bir erken seçim kararında en erken 17 Haziran’da seçim yapılabiliyordu, ancak bu tarih Ramazan Bayramı’na denk geldiği için 24 Haziran tarihinde karar kılındı.
Böylece, 28 Haziran itibariyle yapılabilecek bir seçime girme haklarının olduğunu söyleyen İyi Parti’nin seçime girmesini önleyecek bir manevra yapılmış oldu.
Her zaman olduğu gibi tek adam, ne kadar demokrat olduğunu ortaya koydu!..

• • •

Bahçeli grup toplantısında ne demişti?..
“…Anlaşılacağı üzere önümüzde uzun bir süre, yorucu ve yıpratıcı bir süreç vardır.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi üzerinde fitne üreten, dedikodu imal eden, kriz ve kaosa gel gel yapan yerli ve yabancı mihrakların son dönemlerde faaliyetlerine hız verdikleri bellidir, belgelidir.
Bölgesel risk ve tehlikeler öngörülmesi, önüne geçilmesi, ön alınması gittikçe zorlaşan kaotik ve karmaşık bir yapıya bürünmüştür.
Terör saldırıları kesintisiz, ara ve mola vermeksizin sürmektedir.
Döviz, faiz, sıcak para üzerinden Türk milleti ambargoya alınmaktadır.
Türkiye yüksek risk ve tehditlerin yörüngesinde, çekim alanındadır.
Türkiye’nin bu ağırlığın altında daha fazla kalması, 3 Kasım 2019’a kadar sabırla dayanması, geldiğimiz bu aşamada mümkün, makul ve münasip değildir.
Türkiye’nin sistem tartışmalarıyla boğulmak istendiği bugünkü şartlar altında, 3 Kasım 2019’a kadar istikrar ve denge halinde ulaşması her geçen gün zorlaşmaktadır.
Önümüzde kontrol edilemeyen, beklenmedik birtakım olumsuz gelişmelerin ortaya çıkma ihtimali ise asla göz ardı edilmemelidir…”

• • •

Yukarıdaki tümcelere bakılınca Bahçeli, ortağı AKP’ye “Bu ülkeyi yönetemiyorsun” demeye getiriyor…
Yani; uluslararası platformda kayboldun.
Ülke var olma derdinde.
Ekonomi çöküyor.
Halk kızgın. Muhalefet güçleniyor!..
Bu durumda Cumhurbaşkanlığı ve genel seçim riske giriyor!..

• • •

Bahçeli devamla bu sözlerin arkasında yatan gerçek düşüncesini dillendiriyor.
“… Mahalli İdareler seçimine 11 ay kalmıştır. 31 Mart 2019’daki Mahalli İdareler Seçimi’nden sonra Türkiye’nin hangi badirelere maruz kalacağını, neyle muhatap kalacağını tahmin etmek zor değildir.
Çünkü 3 Kasım üzerinde oynama ve kaos üretme çabaları şimdiden ortaya çıkmıştır.
Mahalli İdareler Seçimi’nde yaşanması muhtemel kutuplaşma ve anlaşmazlıkların 3 Kasım’a nasıl yansıyacağı, ne gibi olumsuzluklara kapı aralayacağı, Türkiye’yi nerelere sürükleyeceği az çok malumumuzdur.
Bu riski kaynağında kesmek, demokrasinin erdem ve ilkeleriyle ülkemizin ufkunu aydınlatmak başlıca amacımızdır…”

• • •

Bahçeli işte bu sözlerle ağızındaki baklayı çıkarmış, kafasının içindeki gerçek planı ortaya koymuştur!..
AKP, MHP ile yerel seçimlerde ittifak yapmayacağını açıklamıştı.
Yani MHP varlığını ancak AKP’ye Cumhurbaşkanlığı seçiminde destek vermekle koruyabilecektir.
Oysa MHP’nin yerel seçimlerde en başarısız parti olacağı şimdiden bellidir!..
Sebebi sadece İYİ Parti’nin varlığı değil, MHP tabanının geçen seçimlerde Bahçeli tarafından rencide edilmesidir!..
Yıllardır AKP karşıtlığı üzerine kurduğu ve saldırgan bir politika ile tabanını AKP’ye karşı yönlendirdiği konumdan aniden vazgeçilmesi Bahçeli’ye olan güveni sarsmıştır.
Ve tam tersi bir üslupla AKP’ye yanaşması tabanını olağanüstü rahatsız etmektedir.
MHP’li belediyelerin başarısızlığı da eklenince MHP’nin yerel seçimlerde iddiası kalmamıştır…

• • •

Yerel seçimlerdeki oy oranı ortaya çıktığında MHP’nin AKP için cazibesi kalmayacaktır.
Bu nedenle yerel seçim sonucu ittifakla ile Meclis’e girmeye çalışan MHP için hüsran olacaktır.
Kısaca Bahçeli “partisinin yok olduğu” ortaya çıkmadan erken seçimle varlığınıkorumak istiyor.

• • •

Öte yandan AKP ise, İYİ Parti’nin seçime girmesi durumunda barajı geçmesi riskine karşı, önünü kesmek için bir önlem almış oldu.
Uzun süredir kamuoyunda, AKP’nin İYİ Parti’yi seçime sokmamak için nasıl bir hamle yapacağı tartışılıyordu.
Futboldaki tabirle “önceden çalışılmış bir pozisyon” sahneye koyularak Bahçeli, Erdoğan’a erken seçim pasını verdi. Erdoğan da erken seçim talebini “baskın seçim” şekline sokarak şer ittifakının ayakta kalmasını sağladı.
Ancak bunu yaparken Bahçeli, AKP iktidarının bu ülkeye verdiği zararları ve ülkenin içinde bulunduğu durumu da açıkça ortaya koymuş oldu.

• • •

Şer ittifakı kararını verdi: 24 Haziran 2018’de erken genel seçim olacak!..
Anlaşılan o ki; AKP’nin dayanacak hali kalmadı!..
2019 yılının Kasım ayına kadar bile gemiyi yüzdüremeyeceğinin farkında olan iktidar, halkın önüne çıkıp ülkeyi 5 yıl daha yönetmeye nasıl talip olacak, merak ediyorum!..


İzleyip göreceğiz ve 25 Haziran sabahı bambaşka bir Türkiye’ye uyanacağız…

Fikri Sağlar / BİRGÜN

18 Nisan 2018 Çarşamba

Futbol, Allah ile Aldatmak, deizm - FATİH YAŞLI

Pazar günü şampiyonluk yarışı veren iki futbol kulübünün, Galatasaray ve Başakşehir’in maçı vardı. Maçı önemli kılan sadece bu olabilirdi ama olmadı; çünkü her şeyi politikleştirmeyi ve politikayı dost-düşman ikiliği üzerine oturtmayı bir yönetim teknolojisi olarak gören malum kişi, bir gün önce partisinin gençlik kollarını artık herkesin “rejimin takımı” olarak adlandırdığı Başakşehir’i desteklemeleri için tribünleri doldurmaya çağırmış, “Bakarsınız ben de bir gün sürpriz yapar gelirim” demişti.

Durum böyle olunca futbolun sadece futbol olmadığı bir kez daha görüldü. Farklı siyasi görüşlerden olmakla birlikte “muhaliflik” ortak paydasında buluşan milyonlarca insan, Galatasaraylı olmadıkları halde, 90 dakikalığına Galatasaraylı oldular, Galatasaray’ı desteklediler. Maç Başakşehir’in yenilgisiyle bittiğinde yenilen sadece Başakşehir değil, Başakşehir’in temsil ettiği, çağrıştırdığı her şeydi adeta. Maçın bitimine yakın tribünlerden yükselen “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı da, sosyal medyaya hakim olan ikinci 7 Haziran havası da, toplumun kendisine dikilen “çuval”a girmemekte her şeye rağmen ısrar ettiğini, fırsatını bulduğunda ise bir şekilde tepkisini ortaya koyduğunu gösteriyordu.

O “çuval”ın üzerinde ne yazdığını iki örnekle anlatmaya çalışacağım. İlk örnek yine futboldan olacak: Maçtan sonra kendisiyle yapılan röportajda eski Galatasaraylı yeni Başakşehirli Arda Turan Galatasaray taraftarlarının kendisini alkışlamasıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapıyordu: “Canları sağolsun, sonuçta Allah biliyor. İnsanlar için değil Allah için yaşıyorum. Bir gün gerçekler ortaya çıkar. Ülkenin her yerinde bu ıslıklara, sıkıntılara alışığız. Canları sağolsun.”

İkinci örneğimizi ise “sanat” dünyasından vereceğiz. Geçen haftalarda müptezeller bandosunun bir elemanı olarak Hatay sınırına giden Seda Sayan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun eleştirilerine kendi meşrebince yanıt verdikten sonra şöyle diyordu: “Allah tarafından bazı insanlar bu dünyaya görevli olarak gelmiş, ben de bunlardan biriyim. İnsanlara yardım ediyorum, veren el oluyorum. Yardım deyince Türkiye’de ilk akla gelen isimlerden biriyim. Bu yüzden de şimdi geldiğim noktaya beni Yaradan’ın getirdiğine inanıyorum.”

Buradaki ortak sözcüğün ne olduğunu görüyor olmalıyız: “Allah.” Bu ise elbette ki bir tesadüf değil. Nasıl hayatlar yaşadıklarını hepimizin yakinen bildiği bu ve benzeri isimler için “Allah” demek, güce, paraya, statüye ulaşmanın, iktidarla bağ kurabilmenin, iktidar nezdinde muteber olabilmenin, dolayısıyla transfer yapabilmenin, konser kapabilmenin, ihale alabilmenin şifresi adeta. Çok satan zırvalardan birinin, “Allah De Ötesini Bırak” adlı kitabın adını hatırlayarak söyleyecek olursak, “Allah” demek, yani dindarmış, muhafazakârmış gibi görünmek ve bunu iktidar propagandası yapmak için kullanmak bunlar için bütün kapıları açan bir anahtar, bir parola yani.

Bunun gerisinde ne olduğunu ise biliyoruz elbette. Bu sefer başka bir kitabın, “zırva” olarak nitelendirilemeyecek bir kitabın adını, Yaşar Nuri Öztürk’ün “Allah ile Aldatmak”ını hatırlayarak söyleyecek olursak, Allah ile aldatmanın, yani dini siyasete alet etmenin, iktidar olmak ve orada kalmak için temel araç olduğu bir ülkede şöhretin de, rantın da, ihalenin de, paranın da yolu buradan, aynı yöntemleri kullanmaktan geçiyor. Bu yola giren şöhrete ise bunun bedelini iktidar propagandası yaparak ödemek düşüyor. Tıpkı haftada bir, içlerinden birinin çıkıp “Yemin ederim ki bu ülkede baskı yok, vallahi de yok, billahi de yok” demeye kendini mecbur hissetmesi, bunu bir görev olarak görmesi gibi.
Buradan, şu son günlerdeki “deizm” tartışmasına gelelim, yani özellikle gençlerin bir tanrının, bir yaratıcının varlığını kabul etmekle birlikte dinden, İslam’dan uzaklaşıyor olduklarına dair tartışmaya.

Elimizde buna dair raporlar, istatistiki veriler, bilimsel çalışmalar, sosyolojik değerlendirmeler yok; ancak bir gözlem olarak, adı “deizm” diye konulmadan, üzerine felsefi tartışmalar yapılmadan, bir tür “dinden kaçış” olgusunun mevcudiyetinden bahsetmemiz mümkün görünüyor. Dinin siyasete böylesine alet edildiği, toplumun kutuplaştırılmasının temel aracı haline getirildiği, dinle iktidarın, dinle paranın, dinle rantın böylesine iç içe geçtiği bir zaman diliminde ve genç işsizliğinin yüzde yirmilere vardığı, gelecekten umudunu kesmenin dalga dalga yayıldığı bir ülkede buna karşı kendiliğinden bir tepkinin, bir refleksin oluşmaması mümkün mü?

Bakın sadece tek bir örnek vereyim: Her yıl 20’li yaşlarının başındaki yüz binlerce insan kamu kurumlarının sınavlarına giriyor. O sınavlarda ne tür soruların sorulduğunu, nasıl bir torpil mekanizmasının işlediğini, liyakatin nasıl göz ardı edildiğini, kimlerin sınavları kazandığını ve bunun gençlerde yarattığı hayal kırıklığını, umut yitimini, depresif ruh halini aklınıza getirin. Bunun bir karşılığının olmaması, bir etki yaratmaması, bir tutumu ve duruşu biçimlendirmemesi söz konusu olabilir mi?

Bugün Türkiye toplumu hızla çürüyor ve bu çürümenin kaynağının ne olduğu da biliniyor; toplumun önemlice bir kısmının ise bu çürümeye her şeye rağmen bir itirazı var, o çuvalı, o deli gömleğini giymemekte inat ediyor. Yüzümüzü dönmemiz, bakmamız, temas etmemiz gereken şey o itirazın, o inadın ta kendisi.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Geçmişimizdeki yarın: Köy Enstitüleri - TAYFUN ATAY

Dün, Balçova Belediyesi ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği işbirliğiyle İzmir’de düzenlenen Eğitimde Adaleti ve Geleceği Düşünmek Sempozyumu’nda “Köy Enstitüleri ve Eğitim Reformu” başlıklı oturumunda konuşmacıydım. Bir “Köy Enstitülü Anne”nin evladı olma kontenjanından!.. 

Daha önce yeri geldi mutlulukla (Anneler Günü), yeri geldi hüzünle (vefat) paylaştım onun çarpıcı hikâyesini: Annem Aliye Esma Atay, 1940 yılında Beykoz’un Dereseki köyünden Arifiye Köy Enstitüsü’ne (Adapazarı) yol tuttu. O günden sonra artık o, “Cumhuriyet’in kızı” idi. Ömrü boyunca da bunun hem gururu hem sorumluluğu ile yaşadı. 

Çocukluktan başlayarak hayal kırıklıkları, duygusal ve ruhsal ciddi sarsıntılarla geçen hayatında Arifiye Köy Enstitüsü anneme yeni bir “aile” olmuştur aslında. Cumhuriyet’i “baba”, Arifiye’yi “anne” bildi o!.. 

Köy Enstitüleri annemin hayatına değmiş, onun hayatının akışını değiştirmiş, makus talihini yenmesini sağlamıştır da tabii esas amaç, bunu bütünüyle toplum ölçeğinde yapmaktı. Bir “çiftçi imparatorluğu”ndan geriye kalan bitkin ve çaresiz insanları çağdaş bir ulus-devlete ümitle bağlı yurttaşlar kılma yolunda iddialı, idealist, en önemlisi “romantik” bir hamledir bu. Çünkü Cumhuriyet’in acelesi vardır! Batı’da yüzlerce yıla yayılan ekonomik, teknolojik, demografik, düşünsel, kültürel, dinsel ve siyasal dönüşümler birkaç on yıla sığdırılmak istenmektedir. Öyle ki köylülüğün Batı’da yaklaşık 200 yıla yayılan kentlileşme, burjuvalaşma (ve tabii proleterleşme) macerasını bekleyecek vakit yoktur. Köylüyü köyde dönüştürme yolunda ve köyün kendi çocukları (Köy Enstitülüler) marifetiyle bir proje hayata geçirilmiştir. Tabii bir yandan da kırsal-feodal toplumsal düzenin yerel hâkim güçlerine karşı “içeriden” bir kitlesel seferberlik için bilinç inşasına dönük bir motivasyon da vardır. 

Olmadı, olamadı. İkinci Dünya Savaşı sonrası konjonktürü ve Türkiye’nin ABD yörüngesine girmesinin katalitik etkisi de vardır olamamasında. Toplumcu, hümanist, evrenselci motifleri dolayısıyla Enstitüler komünizm fobisinin hedef tahtasına oturtuldu. Denilebilir ki “Soğuk Savaş”ın ilk kurbanıdır bu memlekette Köy Enstitüleri… 

Ama işte 78 yıl sonra Köy Enstitüleri’nin hatırası hâlâ capcanlı ve özlemle, o özlemden bir gelecek inşa etmeye dönük politik bir arayışla gündemde olmaya devam ediyorlar. O yüzden Sempozyum bünyesinde açılan ve Enstitüler’in hayatından, o hayatın parçası insanlardan (hocalar, öğrenciler, bürokratlar) karelerin yer aldığı, benim duygu tellerimi de alabildiğine titreten fotoğraf sergisinin adı, “Türkiye’nin Geçmişindeki Yarın: Köy Enstitüleri” idi. 

Gazete olarak Cumhuriyet, bihakkın oradaydı. Benim dışımda üstad Ataol BehramoğluYakup Kepenek Hoca, Güray Abi (Öz) ve    Deniz Kavukçuoğlu  dostumuz, bu etkinlikte “Enstitülüler”in yanında oldu. 

Tabii Sempozyum’un en anlamlı kesitini Prof. Dr. Korkut Boratav’a verilen “Aydınlanma Onur Ödülü”nün oluşturduğunu da kaydetmeden geçmemek gerekir. 2003’ten itibaren sırasıyla Vedat Günyol, Engin TonguçServerTanilliİlhan SelçukHalit ÇelenkTürkan SaylanCengiz BektaşGenco ErkalYaşar KemalHıfzı TopuzDoğan Hızlan, Ataol Behramoğlu, Yılmaz Büyükerşen ve Gürer Aykal’a verilen ödül bu sene Boratav Hoca’ya takdim edildi. Tabii o da bu ödülü ancak ve ancak “Amcam Sabahattin Ali”, “Abim Muammer Aksoy”, “Kardeşim/Arkadaşım Ahmet Taner Kışlalı ve UğurMumcu” adına alıp kabul edebilirim diyerek son noktayı koydu. 

Dedik ya, Cumhuriyet, bihakkın oradaydı! Maddeten olduğu kadar manen de!..
[Haber görseli]
Prof. Dr. Korkut Boratav (ortada) "Aydınlanma Onur Ödülü"nü Balçova Belediye Başkanı Mehmet Ali Çalkaya (sağda) ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Başkanı Prof. Kemal Kocabaş'ın (solda) elinden aldı.

Tayfun Atay / CUMHURİYET


Beddua tutmaz küfür işlemez - MİNE SÖĞÜT

Bir terör örgütüne üye olduğu iddiasıyla memuriyetten atılan... 
Nihayetinde örgütle bir ilişkisi olmadığı ispatlanan... 
Ama yirmi aydır görevine iade isteği yerine getirilmeyen bir insan... 
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesine: 
“Bir memurun FETÖ’cü olmadığını bile bile, o memura FETÖ’cü diye aleneniftira atıp ihraç ettirerek işinden atılmasını sağlamanın dinimizde yeri ve cezasınedir” diye sorduğunda... 
“İftirayla memuriyetten atılan kişi, kendisini belgelerle suçsuz olduğunukanıtlamasına rağmen 20 aydır görevine iade etmemek caiz midir” dediğinde... 
“Göreve iade etmeyen yetkililerin sorumluluğu var mıdır” diye eklediğinde... 
Ve nihayetinde; 
“Bu durumdaki iftiraya uğrayan kişinin beddua etme hakkı var mıdır? Bedduasıkabul olur mu?”... 
Bunu öğrenmek istediğinde...
Diyanet’in şu yanıtı vermesi doğaldır: 
“Üçüncü kişileri de ilgilendiren konularda, tek kişinin beyanına göre cevapverilmemektedir. Siyasi içerikli sorulara da cevap verilmemektedir.” 
Aslında Diyanet ne “Kabul olur” der ne de “Kabul olmaz” der. 
Kapıyı açık bırakır. 
Ama sorunun cevabını herkes çok iyi bilir. 
Beddua kabul olmaz. 
Haksız yere işten atılanların yaşadıklarında ortaya çıkan isyanda kabul olmadı. 
Güdümlü mahkemelerde yargılanıp hapislerde tutulanların itirazlarında olmadı. 
Üzerlerine atılan lekenin ağırlığıyla intihar edenlerin geride bıraktıkları acıda olmadı. 
Okullar imam hatibe dönüştürüldü diye yaşadığı yerde çocuğunu gönderecek normal okul bulamayanların çaresizliğinde olmadı. 
Sadece “Savaşa hayır” dedikleri için tutuklanan üniversite öğrencilerine yapılan yargısız infazların öfkesinde olmadı. 
Bir televizyon programına bağlanıp “Çocuklar ölmesin” dediği için hapis cezasına çarptırılan ve birkaç gün sonra bebeğiyle hapse girmeye hazırlanan Ayşe Öğretmen’in başına gelen adaletsizlikte olmadı.
 
Kimi geçim derdinden, kimi politik baskılardan ardı ardına intihar eden, öğretmenlerin, doktorların, esnafın, memurun üzüntüsünde olmadı. 
Başlarına ne geldiğini hâlâ anlamayan ama bir terör örgütüne üye oldukları gerekçesiyle aylardır içeride tutulan gencecik erlerin uğradığı haksızlıklarda olmadı. 
Biliyoruz. 
Çok iyi biliyoruz. 
Beddua tutmuyor. 
Allah’a inanan ve bu iktidarın adaletine inanmayan yığınlar... 
Ne zamandır aralıksız beddua ediyorlar. 
Kesmiyor, üstüne bir de küfür ediyorlar. 
İkisi de kabul olmuyor. 
Arada bir iktidara kötü kötü bakanlar oluyor... 
Kötü kötü bakmak da olmuyor. 
Derin derin iç çekenler var.... 
O da bir işe yaramıyor. 
Bu iş bedduayla, küfürle, hakaretle, serzenişle hallolmuyor. 
Hak yerini bulsun diye... 
Sadece ve sadece laiklikte diretmek, seçim sandıklarına sahip çıkmak ve birbirine düşmek yerine, inatla, omuz omuza dayanışmak gerekiyor. 
Onlar iktidara duayla değil hileyle geldiler. 
O yüzden bedduayla değil... 
Karşılarına dikilecek güçlü ve cesur bir kolektif iradeyle gidecekler.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

‘Türkiye düşmanları’ kim? - ÇİĞDEM TOKER

16 yıl arayla ikinci kez. 
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, seçim takvimine 1.5 yıl kala erken seçim gündeme getirdi. 


16 yıl önce ABD, “kimyasal silah” gerekçesiyle Irak’ı işgal etmeyi planlıyor, bu planı uygulamak için Türkiye’nin rızasını arıyordu. Bahçeli’nin erken seçim çağrısı önce siyasetin denklemini sonra da Türkiye’nin kaderini değiştirdi. 

2001 ekonomik krizinin ardından siyaseten Derviş öncülüğündeki “acı reçete”nin bedelini ödemekte olan Türkiye’de AKP iktidarının önünü açtı. 

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, gazeteci Mehmet Çetingüleç’in kaleme aldığı “Ecevit’in Anıları” kitabında şöyle anlatıyor: 
“Hükümetin daha bir buçuk yılı vardı ve bu süre içinde kamuoyuna iyi mesajlar verebilecek duruma gelmiştik. Ağır ekonomik sorunları göğüslemek pahasınaçok cesur adımlar attık. Tam bunların sonuçlarını alacak duruma geldiğimizde, erken seçim gündeme getirildi. 

Nasıl oldu bu? MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli, Ankara dışındayken bir demeç verdi. ‘Kasım ayı sonunda seçim yapılmalı’ dedi. Halbuki kısa bir süre önce bütün koalisyon ortağı partiler erken seçime gerek yok demişlerdi. Ama birdenbire bir karar değişikliği oldu. Bunun nedenini anlayamadık. Öyle tahmin ediliyor ki, Sayın Devlet Bahçeli, kendi partisine yönelik birtakım tertipler düzenlendiği izlenimi edinmiş ve o karara varmış. Kimse içyüzünü bilmiyor tam olarak. Öyle bir nedenden veya başka bir nedenden bilemiyorum erken seçim istedi ısrarla... Ne tertibi olduğunu ben bilmiyorum, kimse de bilmiyor.” 

Ve dün. 

Bahçeli, bu kez rejimi “resmen” de değiştirme niteliğine sahip seçimlere bir buçuk yıl kalan erken seçim çağrısında bulundu. 

Erken seçim için “meydan muharebesi” çağrışımlı tarihi verirken “Türkiye düşmanlarına gereken dersi vermesi en makul yol” diye niteledi. 

Bahçeli bu çağrıyı, değerli lira, tek haneli enflasyon, makul bir işsizlik oranı, makul bir bütçe açığı, katlanılabilir bir faiz ortamında yapmadı. 

Bahçeli bu çağrıyı, Hazine garantili büyük altyapı projelerini, yaygın konut projelerini üstlenen şirketlerin ödeme güçlüğü içine düştüğünün, sayılarının giderek arttığının herkesin bildiği bir sır haline geldiği günlerde yaptı. 

Bahçeli’nin “Ne amaçlıyorsak Türkiye lehinedir” dediği dakikalarda, dört yıldır ataması yapılmayınca intihar eden 25 yaşındaki Merve Çavdar defnedilmeye hazırlanılıyordu. 

Bahçeli bu çağrıyı, “resmen” 109 bin öğretmen açığı bulunan Türkiye’de, öğretmene maaş ve kadro için ayrılmayan ödeneğin, 21/b ihaleleri üzerinden partili müteahhitlere akıtıldığı bir bütçe ortamında yaptı. 

Bahçeli, “Türkiye düşmanlarına gereken dersi vermesi için en makul yolunseçim olduğunu” söylediğinde, Cumhuriyetin şeker fabrikaları satılıyor, herkesin ormanlarının şirketlere satışının önü açılıyordu. 

Bahçeli bu çağrıyı devletin bekası için yaptığını söylerken Ergene’ye zehirli atıklarını boşaltan sanayi şirketlerinin bekasına halel gelmesin diye saklanan gerçekleri -Cumhuriyet’te- okuyorduk.
***
Ecevit’in bilmediğini biz bilemeyiz. 

Bildiğimiz şu: Bahçeli’nin ilk erken seçim çağrısı yaptığı dönemde, krizden çıkış için uygulanan ağır restorasyon programı sonucu, ekonomik göstergeler piyasalar açısından toparlanma yoluna giriyordu. 

AKP, Bahçeli çağrısıyla yapılan 2002 erken seçiminde, tüm önlemleri alınmış, toparlanma yoluna girmiş bir ekonominin üzerine geldi. 

Bahçeli’nin 16 yıl sonra dünkü erken seçim çağrısı ise kamu kaynaklarının talan edildiği, AKP’nin, rayına girmiş biçimde devraldığı ekonomik göstergelerin bozulduğu bir konjonktüre rastlıyor. 

(Not: Konjonktür, Suriye’nin kimyasal silah gerekçesiyle vurulduğu haftayı da içeriyor.) 
Peki, ekonomik göstergeleri hangi Türkiye düşmanları bozmuş olabilir?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Başlama vuruşu yine Bahçeli’den-KEMAL CAN

MHP lideri Bahçeli, defalarca yaptığını yine yaptı ve erken seçim çağrısıyla fişeği ateşledi, süreci başlattı. Üstelik de, 26 Ağustos olarak verdiği tarih, seçimin hayli erken yapılmasını ve sıkışık bir takvimi öngörüyor. Hazırlıklarına hız verilen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi uyum yasaları ve cumhurbaşkanlığı seçimi için gerekli düzenlemelerin ramazandan önce Meclis’ten çıkartılması; haziran ortasındaki Ramazan Bayramı ardından da AKP’nin kongresini yapması gerekiyor. Seçimin Bahçeli’nin söylediği tarihe yetişmesi için YSK’nin en iyi ihtimalle 2 veya 3 ay hazırlık sürecine ihtiyacı olacağı düşünülürse, uyum yasalarıyla birlikte erken seçim kararının da yazdan önce Meclis’e gelmesi lazım.

Tıpkı 2002 seçim kararında olduğu gibi Bahçeli’nin kendi partisinde uzun uzadıya bir istişare yaptığını düşünmek için bir neden yok. Devlet Bahçeli’nin bütün erken kararlarında ve çıkışlarında olduğu gibi, milletvekilleri hatta parti yöneticileri bile haberi televizyonlardan öğrenmiş olabilir. Fakat, Bahçeli’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan ve iktidar koalisyonunun önemli aktörlerinden tamamen habersiz, sürpriz bir çıkış yaptığını kimse düşünmüyor. Erdoğan’ın ve AKP yöneticilerinin ilk tepkileri de, büyük bir şaşkınlıktan çok, ihtiyatlı bir “karşılama” şeklinde. Parti yöneticileriyle konuyu değerlendiren Tayyip Erdoğan’ın, Bahçeli’yle görüşmesinin ardından son sözü söylemesi bekleniyor.

Hâlâ hafızalarda canlı olan ve “yeni Türkiye”nin yolunu açan 2002 çıkışı bir kenara bırakılsa bile, yakın dönemde Bahçeli’nin yaptığı erken hamlelere ve yarattığı sonuçlara bakılacak olursa; hemen hiçbirinin “boş” çıkmadığı kolayca görülebilir. 7 Haziran 2015’te hemen seçim gecesi yaptığı “koalisyonlara girmeyeceğiz” açıklaması Türkiye’yi 1 Kasım’a götürdü. “Filli durumu hukukileştirmenin zamanı geldi” diyerek başlattığı sürecin sonunda Türkiye 16 Nisan referandumu ile yeni bir rejimin kapısını açan anayasa değişikliklerini yaptı. “Baraj kaldırılsın” diyerek açtığı tartışmanın sonunda Türkiye “cumhur ittifakı” ile tanıştı. Ve Bahçeli, şimdi de erken seçim istiyor ve bu hamlelenin de “boş” çıkmaması büyük olasılık.

Erdoğan, aksini söylese de, süreklileşmiş seçim atmosferini sıcak tutmaktan hiç vazgeçmedi ve “erken seçim” gündemini muhalefete bırakmadan, örtülü biçimde “biz ne zaman istersek” havasında tuttu. Pek çok siyasi araştırmacı ve yorumcunun ve bazı AKP’lilerin konjonktürel gidişatın iktidarın aleyhinde olacağını söylemesine rağmen Erdoğan, zamanı lehine çevirebileceğine hep inandı. Küçük tasfiyelerle “metal dinlendirme”, Afrin ile “diriliş hamlesi”, teşvik paketiyle ekonomik “rahatlama”, özel düzenlemelerle avantajların “artması” ve zamanla muhalefetin “sıkışması” umudunu sürdürdü, aksini söyleyen anketlere bile yasak koydu. Fakat gelinen nokta Erdoğan’ın “özgüvenini” doğrulamıyor. Dolayısıyla asıl soru şu: İktidarda ismiyle müsemma bir rolü olan Devlet Bahçeli, Erdoğan ikna olduğu için mi yoksa Erdoğan’ı ikna etmek için mi devreye girdi? Tartışmayı başlatıyor mu, bitiriyor mu?

Başta ekonomi olmak üzere, pek çok alanda seçim baskısının taşınamaz hale gelmesi yanında, iktidar ittifakı partilerinin kadro ve tabanlarında da rahatsızlık potansiyelinin harekete geçmesi de bu çıkışta etkili. Çünkü, eş teşkilatlar haline gelen MHP ve AKP’de, seçim hedefiyle yoğun bir “meşguliyet” üretilmediği takdirde, sıkıntıların artacağı anlaşılıyor. MHP’nin, Erdoğan’ı destekleme konusunda vereceği fire zaman geçtikçe azalmıyor, artıyor. İyi Parti’nin yaptığı olağanüstü kongre ve ardından gelen medya ataklarıyla durgunluğu üzerinden atmış görünmesi ve Saadet Partisi’nin ittifaka ikna edilememesi yetmezmiş gibi, AKP’lileri “başka seçeneklere” ikna etmeye başlaması da önemli tehditler. HDP’de ısrarını sürdüren Kürt oylarının geri dönmesi değil giderek erimesi de zamanı negatif değişken haline getiriyor. Konjonktürel zorlukları seçmen üzerinde “istikrarsızlık tehdidi” olarak kullanma şansı da zamana yaymaya uygun görünmüyor. Ve öncülük görevi, başlama vuruşunu yapmak yine Bahçeli’ye düşüyor.

Kemal Can / CUMHURİYET

17 Nisan 2018 Salı

Atalet yürüyüşü - ORHAN GÖKDEMİR

2016 yılı Temmuz’u. AKP darbe girişimini bahane ederek Olağanüstü Hal ilan etti. Hâlbuki darbe başarısız olmuştu zaten. Kolluk tutacağını tutmuş, yakalayacağını yakalamış, kaçanı kovalıyordu. OHAL’in ne gereği var, belli değildi.

İkinci yılını doldurmakta olan bu uygulamaya darbe girişimini bahane gösterenlere hatırlatayım. AKP darbe girişiminden bir yıl önce İç Güvenlik Yasası çıkardı. Bu yasayla kolluğun yetkilerini genişletti. Düşünün, ortada bir olağanüstü hal yok, sıkıyönetim ilan edilmiş değil ama kolluk yetkileri olağanüstü genişletiliyor. Tek bir anlamı vardı düzenlemenin;  Olağanüstü hal ilan edilmeden, olağanüstü hal aygıtlarının kullanılmak istenmesi. Yani darbeden bir yıl önce AKP olağan hali çoktan olağanüstüleştirmişti.
Mesela bu kanunla, idarenin birer ajanı olan vali ve kaymakamlar özel yetkili savcılara verilen yetkilerle donatıldı. Yürütme, böylece, adli fonksiyonun bir kısmını üstlenmiş oldu. Ortalıkta henüz OHAL KHK’ları yoktu ama torba yasalar vardı. Araç ve üst arma için yargıç iznini kaldırdılar. Kolluğun silah kullanmasını daha da kolaylaştırdılar. O kadar faşizan bir düzenlemeydi ki belli suçlarda mülki amirlerin işaretiyle kolluk amirine gözaltına alma yetkisi bile verildi. “Al bunu al al” repliğinden hatırlayacaksınız. Bütün bunlar ortada dururken üzerine bir de OHAL ilan ettiler. O gün bugündür yürürlükte. Sıkıyönetim ilan etmediyseler sebebi hâlâ askerden huylanıyor olmalarıdır.

Bir hatırlatma daha. İki yıl önce OHAL düzenlemesi Meclis’te görüşmeye hazırlanırken Kılıçdaroğlu partisini serbest bıraktı. Yani CHP’li vekillerin kişisel kanaatine göre oy kullanmasını sağladı. Hâlbuki AKP’nin OHAL ilan ederek karşı darbe yaptığı gün gibi ortadaydı. Vekillerini hayır oyu vermeye çağırmaya cesaret edemedi, bugünkü tablonun oluşmasına dolaylı da olsa katkı yaptı.

Dün Kemal Kılıçdaroğlu’nun işaretiyle işte bu OHAL rejimini protesto eylemleri yaptı CHP’liler. “Adalet Yürüyüşü”ndeki hava yoktu meydanlarda. Çok sönük geçti eylem.

***

Mühürsüz 16 Nisan’ın, şaibeli referandumun yıldönümüydü dün. Bu konuda da konuştu Kılıçdaroğlu, “Bugün 16 Nisan mühürsüz seçimin, demokrasi ayıbının yıldönümü” dedi. Hafızası müthiş. Bir tek “ayıp”taki katkısını hatırlamıyor.

Hâlbuki bir yıl önce 16 Nisan’da milyonlar sandık başına gitmiş, AKP ve MHP'nin başkanlık ittifakına "hayır" demişti. Yapılan onca usulsüzlüğe ve YSK'nin son dakika “mühürsüz” müdahalesine rağmen Ankara ve İstanbul gibi kentlerde "Hayır" oyları öne geçti. Koşup o telaşla, daha oylar sayılmadan AKP’yi muzaffer ilan ettiler. Halk sokaklara döküldü, polis birçok yerde usulsüzlüğe tepki gösterenlere saldırdı. Herkesin gözü onun üzerindeydi. O gün ülkenin kaderini değiştirme şansını ellerinin arasında tutuyordu. Bütün bunlar olurken o çıktı, tuhaf, anlamsız bir açıklama yaptı. Sokaktaki CHP’lileri evlerine gönderdi. Tek vaadi YSK’ya itiraz etmekten ibaretti.

Ertesi gün mühürsüz oyları geçerli sayan YSK’ya itiraz ettiler. Reddedilecekleri daha başından belliydi.

Bu ataletine tepkiler artınca daha tuhaf bir açıklama yaptı. "Karşı taraf silahlıydı. Bu tür duyumlar aldık. Partideki arkadaşlarla o gece (referandum gecesi) bunu tartıştık. Ve sürekli eylem, protesto gösterileri için vatandaşlarımıza ‘sokağa çıkın’ çağrısında bulunmadık. Çok vahim olaylar çıkabileceği endişesi nedeniyle, bu sorumluluğu almamaya karar verdik" dedi.

Fakat dün sokağa çağırdı aynı kitleyi. Arada AKP’nin silah bıraktığını duymuş olmalı. Tuhaf, sırlı danışmanları var, biz ne bilelim!


Bir tuhaflık daha. CHP’lileri sokağa çağıran Kılıçdaroğlu eyleme katılmak yerine bir oteldeki önemsiz sempozyuma katılmayı tercih etti. Yani “Adalet Yürüyüşü”nde “tek başıma yürüyeceğim kimse gelmesin” diyerek yürüyüşün kitleselleşmenin önüne duvar ören Kılıçdaroğlu, dünkü eylemlerin önüne de katılmayarak duvar örmüş oldu. Parti lideri değil, parti duvarıdır.

***

Sonunda, o olup biteni seyrederken mühürlü-mühürsüz atı alan Üsküdar’ı geçti. Artık ne Meclis kaldı, ne hükumet. Başbakan zavallı bir memur derecesine düşürüldü, boş salonlara bakarak kendi kendine konuşup duruyor. Milletvekillerinin hali ondan daha perişan. CHP’nin çok ünlü vekillerinden biri memleketinde etrafındaki 10 kişiyle eylemdeydi dün. Belli ki kareye girenlerin yarısı kendi kişisel mahiyetiydi. soL, bu eylem yapıldığı sırada AKP ve CHP'li vekillerin mutsuzluğunu haber veriyordu. İşsiz kalan zavallılar son umut kapağı belediyelere atmaya çalışıyordu yazıldığına göre. Bakın İstanbul’a, CHP’nin müstakbel başkan adayları milletvekili sayısını çoktan aşmış durumda.

Bu arada işsiz kaldığını idrak edemeyen tek kişi yine Kemal Kılıçdaroğlu. “Seçimi kazanacağız niye boykot edelim” diye mırıldandı geçen gün. Belli ki ortada kazanabileceği bir seçim olduğunu sanıyor. Bitti seçim. Meclis, İsmail Kahraman eğlensin, cumhuriyetin ölüsü üzerinde tepinsin diye açık tutuluyor. Bakanlar kurulu falan hikâye. Sarayda sayısını bilmediğimiz danışmanlar ordusu bakanların işini üstleneli yıllar oluyor. Yani “demokrasi” koca bir yalandan ibaret.

CHP lideri ne yapıyor buna karşı diyecek olursanız, söyleyeyim. Sevgili Mehmet Ali Çelebi’ye oyları çaldırmama görevini yükledi. Oylar çalınmasın diye sandık bekleyecek arkadaşlar. Seçimi çaldılar hâlbuki. Yapılabilecek tek şey seçim hakkını geri almak için mücadele etmekten ibaret. 
  
***

Ülke imam hatiple doldurulup, baştan ayağa dinselleştirilirken “Medine Vesikası”nda ilk insan hakları belgesi bulabilen bir liderdir hazret. Hâlbuki İslam olmayanları kandırma belgesidir o. İç politikası bu. Dış politikası ise ülkemize sığınmış Suriyelileri Suriye’ye savaşmaya göndermek üzere kurulu. Ne zaman Suriye politikası patlasa AKP’yi rahatsız etmemek için zavallı sığınmacılara laf söylüyor. Üç milyon insanı savaşa göndersinlermiş! Kimin safında kime karşı söylese de öğrensek. Öyle cahilce bir lakırdı ki kahvehanede söylesen ayıplarlar insanı. Danışmanlarının başına gelenleri, verdiği Yenikapı fotoğrafını terbiyemden hatırlatmıyorum. Sadece onlar değil, partisine yönetici seçtiklerinin çoğu ya AKP eskisi ya İslamcı artığı. O kadar sağıcı ki, sonunda Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu bile onu sollamayı başardı.

Önceki gün çıktı Karamollaoğlu hakkındaki gözlemlerini aktardı. Şöyle dedi, “Türkiye’nin sorunlarını sağlıklı analiz ediyor. İktidarın, sorunların kaynağı olduğunu da gösteriyor.” Kendisinin hiç yapamadığı şeylerdir bunlar.

***

Kendi seçiminde oy kullanmayarak Türk siyasal tarihinde çığır açan beyefendi, dün de kendi eylemine katılmayarak siyasal çizgisine sınıf atlattı. Halkımız bugüne kadar çaresizlikten gidip gidip işte bu atalete verdi oyunu. Tek beklentisi AKP’yi durdurmasıydı. O ise kaybettiği her seçimden sonra koşup AKP’yi iktidara ittirdi.
Ama sonunda oyun bitti. Bir kifayetsizin uzun “atalet yürüyüşü” dramatik bir şekilde sona ermek üzere. 

Siz de bu siyasal atalet üzerinden AKP’nin değirmenine su taşımaktan yorulmadınız mı? Peki, ne duruyorsunuz?

Orhan Gökdemir / SOL

Kolektif emperyalist cephe kaybederken - İBRAHİM VARLI

Emperyalist barbarlığın son örneği olan Suriye saldırısı yaklaşmakta olan tektonik kırılmanın öncü sarsıntısı. ABD, İngiltere, Fransa “şer üçgeni”nin Libya ve Irak saldırılarında olduğu üzere uluslararası hukuku hiçe sayarak gerçekleştirdiği saldırı, yaklaşmakta olan büyük çarpışmanın ilk raundu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasımda mutlak bir güç olarak tarih/siyaset sahnesine çıkan ABD’nin gerileyen hegemonyasına bağlı olarak, liderliğini yaptığı emperyalist, kapitalist düzende de yarıklar oluşuyor. ABD’nin gücü azaldıkça yeni aktörler doğan boşluğu doldurmaya soyunuyor. ABD’nin küresel güç dengeleri bağlamındaki ‘hegemon güç’ konumu zedelenirken, Çin’in ekonomik gelişimi, Rusya’nın askeri güç projeksiyonlarında ABD’ye kafa tutma kapasitesi Washington’ı rahatsız ediyor.

Milenyum çağı olarak adlandırılan yirmi birinci yüzyıl, iki büyük dünya savaşına sahne olan yirminci yüzyılı aratmayacak bir küresel hegemonya mücadelesine tanık oluyor. Latin Amerika’dan Asya Pasifik’e, Güney Çin Denizi’den Ortadoğu’ya, Doğu Avrupa’dan Kara Afrikası’na bu kapışmanın izlerini görmek mümkün.

ABD, İngiltere, Fransa, Japonya ve AB’den müteşekkil “kolektif emperyalist cephe” sadece Suriye’de değil yerkürenin dört bir tarafında istediği oyunu kurmakta zorlanıyor. Yemen, Doğu Ukrayna, Libya, Afganistan, Somali. Kriz cephelerinin tümünde ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Suriye gibi lokal “kontrollü” saldırılar zevahiri kurtarma çırpınışları.

•••

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından liberal kapitalist düzenin “tarihin sonu” geldi mottosuyla “Soğuk Savaş” sonrası için kurguladığı tek merkezli “yeni dünya düzeni” iflas etti. Sadece 20. yüzyılın değil, 21. yüzyılın da Amerikan yüzyılı olacağı iddialarıyla kutsanan neo liberal düzenin tökezlemesinin yarattığı buhran sarsıntılara yol açarken, yeniden paylaşılmaya çalışılan küresel düzende aktörler kıyasıya bir kapışma içerisinde.
Soğuk Savaş’tan bu yana yeniden hızlanan yarışta ekonomik, siyasi, askeri çıkarların yollarını kesiştirdiği güçler arasındaki rekabet yükseliyor. Uluslararası sistem ve yerleşik güç dengeleri çalkantılı bir döneme girerken, nükseden rekabet yeni kriz dinamikleri yaratıyor.

Milyonların yaşamını yitirdiği, kentlerin haritalardan silindiği iki büyük paylaşım savaşına yol açan hegemonya çatışmasının 21. yy’a özgü bu versiyonunda hızlanan rekabet küresel aktörlere tehlikeli sularda kulaç attırırken, restleşmeler açık bir cepheleşmeye yol açmış durumda. ABD hegemonyası gerilese de kuşkusuz ki halen dünyanın en büyük hegemonik gücü ABD. Ve bu gücünü de birçok alanda fütursuzca kullanmaktan imtina etmiyor.

Çok kutuplu bir sürecin arifesindeyiz. Yeni bir “soğuk savaş” türbülansına girilmiş bulunuluyor. Ancak bu yeni savaş öncekinden temel olarak farklı. Bu yeni düzende karşımızda iki kutuplu, iki farklı sistemli bir hegemonya dengesi yok. Rekabet ideolojik olmaktan çok ekonomik, askeri ve politik. Hesaplaşma siyasi, ekonomik ve de en ideolojik silahlarla sürdürülüyor.

ABD, NATO ve AB üzerinden uzun süredir Rusya’yı askeri olarak, Çin’i ise son “ticaret savaşı”yla ekonoik olarak çevrelemeye çalışıyor. ABD’nin Doğu Avrupa’da kurmaya çalıştığı füze kalkanı projesi, NATO’nun Baltıklar’da artan askeri varlığı, AB’nin Doğu Ortaklığı projesiyle Rusya sınırlarına doğru genişlemesi gibi hususlar bu kuşatmanın bir yansıması. Gümrük vergilerinin getirilmesi, koruma kalkanının oluşturulması, ticaretin engellenmesi de ekonomik savaşın göstergeleri.

•••

Suriye, ABD emperyalizminin büyük darbe yediği bir savaş sahası. Birer yıl arayla yapılan iki saldırının temel nedeni buradaki istikrarsızlık üzerinden varlığını sürdürmek. Kaos, savaş, çatışma emperyal güçlerle onların taşeronlarının buralardan beslenmesi demek. Suriye’de savaşın birinci raundu biterken taraflar birbirilerinin güçlerini, reflekslerini ve de tepkilerinmi sınamış oldu. Hegemonya, nüfuz, paylaşım savaşı henüz bitmiş değil. Yeni saldırı ve müdahaleler de kapıda. Saflar sıkılaştırılırken, yeni cepheler oluşturulup yeni pozisyonlar alınırken, ABD emperyalizminin bölgeden çekilmesini safdillik olur.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Ortadoğu uzmanı Hüsnü Mahalli: Saldırılar artarsa en çok zararı Türkiye görür - MELTEM YILMAZ

Ortadoğu Uzmanı Hüsnü Mahalli ‘Suriye saldırısı, Batı’nın emperyalist ve saldırgan tavrını bir kez daha gösterdi. Saldırıların artması orta ve uzun vadede Türkiye’ye ve bölgeye ciddi zararlar verir’ diyor.

ABD öncülüğünde Suriye’ye gerçekleştirtirilen müdahale sonrasında uluslararası ilişlkilerin ne şekilde dizayn edileceği, söz konusu müdahalenin sonuçlarının ne olacağı sorusunu gündeme getirdi. konuyla ilgili gazeteci yazar ve Ortadoğu uzmanı Hüsnü Mahalli meselenin arka planını BirGün’e değerlendirdi. Mahalli’ye göre emperyalist Batı kontrolü kaybettiği için ne yapacağını şaşırmış durumda ve saldırının altında bu gerçeklik yatıyor.

»Öncelikle genel değerlendirmelerinizi alabilir miyiz? Bu operasyonun bölgesel sonuçlarını değerlendirir misiniz?
Bölgesel sonuçlar öncesinde bölgesel ön gelişmelere bakmak gerekir. Suudi Veliaht ve yakın gelecekte kral olması beklenen prens Muhammed bin Selman, 19 gün boyunca ABD’degörüşmeler gerçekleştirdi. Görüşmediği hiç kimse kalmadı. Bu da yetmedi 40 kadar Yahudi lobi örgütü lideri ile buluştu ve onlara ‘Peygamber de Yahudi bir kadın ile evlendi’ diyerek İsrail’e olan aşkını ilan etti. Dönmeden önce ABD ile kölelik anlaşması imzaladı. Bu anlaşma önümüzdeki 50 yılın gelişmelerine etki yapacak ve damgasını vuracak şekilde kurgulandı, planlandı. Muhammed Washington’dan ayrıldı bir gün sonra onun düşmanı Katar emiri Temim Beyaz Saray’da Trump ile poz verdi. O da kölelik anlaşmasını yeniledi.

»BAE emiri de bu hafta Beyaz Saray’da olacak.
Körfez’de iş tamam olunca Suriye’ye saldırı vacip yani elzem oldu. Çünkü bu ülkeler ve diğerleri ‘Arap Baharı’ sürecinde Esad’ı devirmek için hayal edilmeyecek işlere kalkıştılar. Bu iş için 137 milyar dolar harcadılar. Bunu ben değil Katar’ın eski Başbakanı Hamed Bin Casim söyledi . Adam’Esad’ı ortadan kaldırmak için hep birlikte Suriye’ye adam soktuk, orada savaşanlara silah ve para verdik ve Suriyeli subay ve önemli kişileri satın almak için milyonlarca para dağıttık ve hepsini Türkiye üzerinden yaptık’dedi. Sonuç ortada. Yani Esad yerinde duruyor ve son bir yılda çok güçlendi ve ülkeye neredeyse tamamen kontrol ediyor. Amerikalıların işgali altındaki PYD bölgesi hariç. Ayrıca TSK’nın kontrol ettiği bölge var. Şimdi saldırı sonucuna gelelim. Saldırı bir fiyasko. Ama önemli olan Türkiye’nin tavrı.

»Türkiye’nin tavrı sizce nasıl?
Ankara’da ABD aşkı canlandı. Türkiye düşmanları; ABD, Fransa ve İngiltere Suriye’yi bombalıyor ama Ankara seviniyor. Merak ediyorum bu ya da benzeri bombalamalarla Esad devirilip Suriye’de Kürt devleti kurulsaydı Ankara yine de sevinecek miydi?. Dolayısıyla bu saldırının en önemli sonucunu Türkiye’nin ABD ile olası ilişkileri ve Rusya ile İran’ın olası tepkilerine bakarak analiz etmek gerekiyor.

»Kimyasal silah deposunun imha edildiği ve hala kullanılabilecek kimyasal silahlar olduğunu ifade etti Pentagon yetkilileri. Devamı gelir mi?
Saldırının devamı yok ve olmayacak. Zaten bu saldırının kendisi çok komik ve aptalca. Hiç kimse ölmedi ve yalnızca 3 yaralı var. Vurulduğu söylenen yerlerde, yani kimyasal araştırma merkezlerinde, havaalanlarında ve askeri üslerde belki de robotlar çalışıyor ve görev yapıyordu. İşin komik tarafı Pentagon ‘kimyasal silah depolarını imha ettik ‘ diyor ama bu depolardaki kimyasallardan hiç kimse ölmüyor. Belki Amerikalılar un stoklarını kimyasal sanmışlardır.

»ABD, İngiltere, Fransa’nın suriye’deki hava harekatını değerlendiren Dışişleri Bakanlığı’nca “duma saldırısı karşısında tüm insanlığın vicdanına tercüman olan bu operasyonu memnuniyetle karşılıyoruz” denildi. Türkiye’nin bundan sonraki pozisyonu ne olacak?
Türkiye’nin beklenen tavrına en iyi karşılığı Saadet Partisi lideri Karamollaoğlu verdi. Ankara saldırıyı destek verebilir. İncirlik ve Kürecik’ten sınırsız destek verilebilir. Ama en azından bu saldırının Kandil gecesinde yapıldığını hatırlamalıydı. Amerikalılar özellikle. bu geceyi seçerek Sevgili Peygamberimizin Mirac’ından intikam almak istedi. Bu saldırı tüm Müslüman alemini hedef almıştır. 2003’te 19-20 Mart gecesi Amerikalılar camilerden yükselen ezan sesiyle Bağdat’ı bombaladılar. Saddam bir bayram sabahı idam edildi. Batı kindar, gaddar ve nefret doludur. İyi de onlarla işbirliği yapanlara ne demeli?

»Putin bu saldırının yıkıcı bir etkisi olacağını ifade etti. Uluslararası ilişkiler sistemi içeirisinde nasıl bir etkisi olacaktır?
Türkiye’nin tavrı ve olası pozisyonu çok şeyi etkiler. Ankara ABD ile dostluk ve geleneksel ittifakına döner Rusya ve İran ile ilişkilerini bozarsa bölgede ve dünyada çok şey değişir ve her şey Suriye, Türkiye, Irak ve tüm bölge açısından kötüye gider. Bölge yeniden kan gölüne döner. İsrail pusuda bekliyor. Suudilerle ‘stratejik ittifak’ çabası içinde olan İsrail bölgede belki tek söz sahibi olur. Ankara kendine göre plan yapıyor ama şimdiye kadar olduğu gibi bu planların hiç biri tutmaz ve ABD ve belki de İsrail PYD bölgesinde yani Fırat’ın Doğusunda Türkiye’ye sınır olur. Suriyeli İslamcılara güvenen Ankara bu güveninin işe yaramayacağını umarım kısa sürede anlar çünkü bölgede herkes Türkiye düşmanı. Yakında Katar bile düşman cephesine katılır ya da Türkiye o cephenin içinde kendini bulur. İşte o zaman cehennemin kapıları herkes için açılır . Etnik ve mezhepsel kavga ve savaşlar yeniden alevlenir radikal İslamcı örgütler piyasaya yeniden sürülür. Hikaye uzar gider ve dünya soğuk savaş dönemine geri döner ve herkes kendini bu kavganın içinde bulur. Ama en çok Türkiye bundan zarar görür.

»Esad’a göre Batı kontrolü kaybettiği için saldırdı. Suriye Cumhurbaşkanı bundan sonra ne yapacak?
Batı yalnızca kontrolü değil aynı zamanda aklını da kaybetti sonra da çıldırdı. Saldırının hiç bir gerekçesi ve mantığı yok. Söylenen her şey yalan. Suriye Devleti Doğu Guta’nın yüzde doksanını kurtarmış geriye az bir bölge kalmış ve bu bölgenin boşaltılması için militanlarla görüşmeler anlaşmayla son bulmuş ama Esad yine de kimyasal kullanmış. Ruslar kimyasal saldırının düzmece olduğunu kanıtladı. D.Guta’dan tüm militanlar ve aileleri çıkıp Cerablus, El-Bab ve İdlib’e geldiğine göre hiç biri çıkıp da kimyasal saldırı izlerini göstermedi. Pentagon’un vurduk dediği kimyasal tesis 2013’ten bu yana çalışmıyor. BM Kimyasal Silahları Denetleme Örgütü bu tesisin çalışmadığını ve deposunda hiçbir malzeme bulunmadığını rapor etti. Ayrıca Örgüt’ün müfettişleri Şam’da inceleme yapmaya hazırlanırken üç ülke Şam’a saldırıyor.

»Özetle her şey yalan ve emperyalist ülkeler bildik karakterleriyle saldırıyı gerçekleştirdiler.
Adamlar Esad’ı devirip Suriye’ye diz çöktürmek için 7 yıl uğraştı ama boşuna. İran ve Hizbullah Suriye’ye sahip çıktı. Suriye halkı dünyada benzeri olmayan bir mücadele ile onlarca ülkenin desteklediği 300 bin yerli ve yabancı teröriste karşı savaştı ve kazandı. Dünya tarihinde bunun bir benzeri yok. İsrail’in korkusu ise Lübnan’daki Hizbullah ve Suriye’ye gelen İran Devrim Muhafızları. Her ikisinin elinde en az 200 bin bin füze var ve bunlar İsrail’i haritadan silmeye yeterli. Bana göre Suriye ve bölge savaşlarının merkezinde İsrail var ve İsrail’in korkusu bu füzeler. Durum böyle olunca ve Eylül 2015’ten sonra Rusların Suriye’ye gelmesinden sonra Esad çok daha güçlendi. Rusya ve İran asla Esad’tan vazgeçmez. 7 yıldır bunu söylüyorum ve yazıyorum. Herkes tersini söyledi bazıları da Esad’ın üç ay içinde devrileceği iddiasına girdi.. Boşuna çünkü azman ve uzmanlar hiç bir şey bilmiyor. 7 yıldır hiç bir konuda yanılmadım ve tüm ön görülerim doğrulandı. Esad devrilmeyecek ve orta ve uzun vadede o ve onun cephesi kazanacak. Emperyalist ülkeler çaresiz ve onların ihanet içindeki bölgesel yandaşları perişan.

***

Programı yayından kaldırıldı
»Son olarak Halk TV’deki programınız yayından kaldırıldı.
Program Ayşenur Arslan’ın ben de onun daimi partneri idim. Kanal yönetimi ‘Doğan Medyaya yönelik operasyondan sonra biz de yeni bir yapılanmaya gidiyoruz’ dedi ve Maniki Dünya programını durdurduğunu söyledi. Farklı tekliflerde bulundum ama Ayşenur’un devam edeceği Medya Mahallesi’nde de bana yer olmadığını söylediler. Özetle bu kişisel olarak bana yönelik bir operasyondu. Birileri benim gerçekleriminden rahatsız. Yoksa insanların bilgiye ve doğru analizlere gereksinim duyduğu bir zamanda bana ambargo koymak akıl işi değil. Hele hele muhalefetin sesi konumundaki Halk TV’de.

MELTEM YILMAZ/BİRGÜN
RÖPORTAJ

Tarihi temize çekme vaktidir - ŞÜKRAN SONER

Suriye’de sahnelenen, kirlilik üzerinden madalyonun hangi birine verileceği saptanamayacak oyunlarda, yine çok kritik, çok çarpıcı, gerçeklik adına en büyüğünden yalanların pazarlandığı, çok adımların atıldığı bir günü daha yaşadık. BM, NATO, Amerika, AB, Rusya, İran, Türkiye.. adına yine siyah ile beyazın, görünen gerçeklik ile kuyruklu yalanların birbirine karıştığı, sadece çıkarların sürdürülebilmesi adına, bölge halkları, ülkelerinin insanlarına ödetilen ağır bedellerin umursanmadığı, “kazan, kazan..” üzerinden savaşların en güncel, stratejik atakların anlamlarını okuyabilmek için çırpındık.. Ekonomik güç, çıkar savaşları pusula, en ileri teknolojinin ürünü dehşet silahlı gücün tehdidi ile de yetinilmeyip, acımasızca kan akıtılarak sahnelenen oyunda, kitlelerin çok etkili güdülenmesi, en ilkel düşmanlıklar, ayrımcılıklarda birbirlerine kırdırılmaları strateji olunca.. oyunların bozulmasında bölge halklarının akıllarını başlarını devşirmeleri dışında bir çıkış kalmıyor. 

Türkiye, Osmanlı’nın paramparça edilmesinin üzerine, Anadolu topraklarında direnerek Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş, kurtuluş, kuruluş savaşları destanlarının üzerine  Atatürk devrimciliği ile, laik Cumhuriyet değerleri, kazanımlarıyla özel, tuzakların altından kalkabilecek öncelikli ülke konumunda. Gelin görün ki emperyal güç odaklarının bu kirli oyunlarında en çok İslam dünyası, Ortadoğu ülkeleri, aslında tüm sömürülen yoksul dünya İlkeleri için, önderlik yapabilecek dinamikleriyle Lozan’dan günümüze parçalamanın yollarının arandığı, hedef tahtası ülke konumunda.

***

Tamam laik Cumhuriyetin parçalanması yolunda günümüze uzanan çok fazla oyun, tuzağa karşın, paramparça edilmiş, iç savaşlar bataklığına çekilmiş ülkeler listesine hâlâ yazılamadı. İçimizdeki her türden alt kimlik ayırımcılığında, parçalanma tuzaklarında, tetikçilik yaptırılan inanç odakları, terör örgütlenmelerinin her türünün kullanıldığı pek çok plan, proğram, oyun sahnelenmesinden aldığımız yaralar ise çok.. Emperyal çıkarların maşası siyasi partiler, en çok da sağ iktidarlar kullanılarak, askeri, sivil dikatörleşmelerin her türünden oyunların sahnelendiği güçler eliyle, ülkenin gelişimine, kazanılmış haklarının gasplarında oynadıkları bilinçli ya da bilinçsiz fark etmez, rollerle kayıplarımız yaşamsal.. 

Dün 16 Nisan’ın, kestirmeden dünyanın rejimi demokrasi sayılabilen ülkeleri içinde en garabet, bir benzeri olmayan, demokrasinin olmazsa olmaz ilkelerinin tümünü ayaklar altına alan, adı başkanlık, otoriterleşme, Saray, tek adam yönetimi rejiminin yaratılması yolundaki, oylatılması bile şaibeli, adı referandum sonuç metninin yıldönümüydü. CHP “OHAL değil, demokrasi istiyoruz” sloganı ile ülkenin 81 ilinde birer saatlik oturma eylemi ile, Saray, tek adam rejiminin bu ucube referandum metni ile oylanıp yasallık kazanmadan, fiilen çok daha vahim hak-adalet-hukuk ihlalleri ile yaşama geçirilmesi olgusuna karşı duruş sergiledi...

İstanbul’dan tanıklığımla iki sahneyi paylaşmalıyım.. Cumhurbaşkanlığı kimliğini hukuksal sorumluluklarıyla ayaklar altına almış, söz konusu tek adam rejiminin geçiş hukuku maddelerinden yararlanarak AKP Genel Başkanı kimliği ile AKP’nin baştan tüm örgütlerini yaratma seferberliğine çıkmış Erdoğan’ın katıldığı Fatih ilçe kongresi evimin dibinde İstanbulspor Tesisleri’nde cumartesi günü yapıldı. Günler öncesinden kamu kaynakları, bizim paralarımızla hovardaca hizmet seferberliği başladı. Kapatılamayacak kirlilikler için, Erdoğan fotoğraflı, parlak sözlerle süslenmiş dev afişler kapak, yollar, taşlar onarılıp her taraf temizlenip süslendi. Spor tesisi tüm hizmetleriyle bir gün öncesinden, önündeki yol da araç geçişlerine, minibüs seferleri iptal edilerek kapatıldı. Burnumun dibinde nasıl bir yasal genel kurul yapıldığına da tanıklık edemedim..
CHP İstanbul örgütünün Taksim’de düzenlediği miting için metrodan indiğimde ise yayalar için Taksim çıkışının yasaklandığı anonsu ile karşılaştım. Metro ile gelmiş tek tek yolcular için dahi, Gezi Parkı çıkışı dışında olanak kalmamıştı. Meydanda Cumhuriyet Anıtı’nın polis kordonuna alındığını söylemek anlamsız bir ayrıntı mı? Eylemi düzenleyen CHP yönetimi, milletvekilleri ortalıkta yoktu. Tek tek gelmiş, meydanda dağılmış CHP’liler tanıdık yüz görünce, eylem saati geçtikten sonra dahi bir umut izin verilebileceğinin bekleyişi içinde olduklarını söylüyorlardı. Otobüslerle ilçelerinden gelmiş ya da toplu metroyla gelmeye kalkışanların tümünün yolları yine polis gücü ile kesilmişti. Akıl edip bizim haberci arkadaşları telefonla aradığımda onlardan bilgi babında öne geçmiş olarak, Fransız Kültür Merkezi önünde ancak toplanmaya izin verildiğini öğrendim. Tek tek gazeteci kimliğimle galibe eylemin başlamasından bir yarım saat sonra ancak oraya ulaşabildim. Kısa bilgilenmelerle sadece otobüslerle gönüllü gelmişlerin özünde Taksim Meydanı’nı doldurabilecek bir kitleyi oluşturmuş olabileceklerini, ancak Taksim alanı dışında her tarafa dağılmış kaldıklarını öğrendim. Önceden yapılmış gaz sıkılacağı, şiddet kullanılarak dağıtılacakları baskısının altında, kararlılıkla bölgeye gelebilmiş ve simgesel bir protesto eylemini gerçekleştirebilmiş olmanın bilgeliği ile, galiba çoğunluk kadınlar olarak birbirlerine olsun görünebilmiş olmanın, sorumluluklarının gereğini yerine getirme, sloganlarını atabilmenin kendileriyle barışık halleriyle dönüş yollarında selam verip, anı, selfi fotoğrafları çekip durdular...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Turist profili neden değişiyor? Fatma ÇELİK

1976 yılından beri turizm bilincini geliştirmek için kutlanan bir haftanın içerisindeyiz: 15-21 Nisan Turizm Haftası. Önceleri dolup taşan Sultanahmet'i, Eminönü'nü şimdilerde tenha gördüyseniz, ister istemez bir merak oluşuyor içinizde; 'Turizm ne durumda?', 'Neden yalnızca Orta Doğulu turist var?", "Avrupalı turist neden gelmiyor?'.. Haftanın önemi vesilesiyle, tüm bu sorulara yanıt bulmak için öncelikle verilere bir bakalım...

Veriler ne söylüyor?
TÜİK'in 2017 Turizm İstatistikleri uyarınca, ülkeyi ziyaret eden turist sayısı (ki bu sayı çıkış yapan yabancı ziyaretçiler temel alınarak hesaplanıyor), 2014 ve 2015 yıllarında 41 milyon civarında iken, geçen sene büyük düşüş yaşandığı gözleniyor. Her ne kadar 2017 verileri, 2016'dan yüksek olsa da 2016 yılı darbe teşebbüsü nedeniyle verilerin fazla düşüş gösterdiği bir yıl. Bu yüzden yalnızca 2016'ya göre yaşanan değişimle değil, önceki iki yıla da bakarak değerlendirme yapmak gerekiyor.
2017 yılında ülkemizi ziyaret edenlerin sayısı 38.620.346.

Ancak yalnızca bu veri ile turizm sektörünün ne durumda olduğunu yorumlamamız mümkün değil elbet. Ziyaret edenlerin seyahatleri boyunca ülkeye ne kadar döviz girişi oldu, yani turizm geliri ne oranda arttı veya azıldı ona da bakmak gerekiyor...

Turizm geliri için de öncelikle 2014 ve 2015 yıllarına bakarsak, gelirin sırasıyla 34,4 milyar $ ve 31,4 milyar $ olduğunu görüyoruz. 2016 yılında ise, bu miktar 22,1 milyar $ olarak gerilemiş. 2017 yılına gelindiğinde, %18,9 bir artma ile gelirin 26,3 milyar $ olduğunu görüyoruz.
Ziyaretçilerin kişi başı ortalama harcaması ise, 681 $ civarında.

Tüm bu sayılardan hareketle, Gayri Safi Millî Hasıla içerisinde turizmin payı, 2017 yılında %3,1. Yine 2014 ve 2015 yılına dönüp bakarsak bu oranın 2014'te 4,3; 2015'te ise 6,2 olduğunu görüyoruz. Yani millî gelir içerisinde turizmin payının düşüşte olduğunu söylemek mümkün.

Oysa önemli bir döviz kaynağı olan turizmin, cari açık veren ve döviz yoksunluğu yaşayan Türkiye gibi ülkelerdeki ekonomik önemi çok yüksek. Bu açıdan, turizm, hem bölgesel hem ulusal kalkınmada etkin bir oyuncu...

Turizm sektörüne ilişkin diğer bir veri olarak, Türkiye'ye ziyaretlerin hangi milliyetlerden yapıldığına da bakmak gerekiyor...

Peki, Türkiye'ye ziyaret, en çok hangi ülkelerden gerçekleşiyor?
Türkiye Seyahat Acentaları Birliği 2017 İstatistikleri geçen yıl Türkiye'ye en çok Rusya'dan ziyaretçi geldiğini gösteriyor. Rusya'dan gelen ziyaretçi sayısı 4,8 milyon. İkinci sıradaki Almanya'dan ise 3,6 milyon ziyaretçi geldiği belirtiliyor. Almanya'yı İran, Gürcistan ve Bulgaristan takip ediyor.

Burada dikkati çeken veriler ise şöyle...
Almanya, Türkiye'ye gelen turist sayısı olarak üst sıralarda görmeye alışık olduğumuz ülkelerden. Ancak son iki yılda ülkemize gelen Alman turist sayısında yüzde 50 oranında azalma gözleniyor. İsveç, ABD, Hollanda, Fransa, İngiltere de yine geçtiğimiz yıllara göre turist sayısında azalma görülen ülkeler...

Bunun yanı sıra, Iraklı turist sayısı geçen yıla göre yüzde 113 artış göstererek 896 bine ulaşmış. İran'dan gelen turist sayısının ise geçen yıla göre yüzde 50 artışla 2.5 milyona ulaştığı görülüyor. Suudi Arabistan'dan gelen ziyaretçi sayısı da 2017 yılında 651 bini aşarak yüzde 22 artış göstermiş. Kazakistan, Gürcistan, Bulgaristan, Azerbaycan, Ukrayna, Rusya ise yine turist sayısında artış yaşanan ülkelerden...

Bu değişimin sebebi ne?
Hatırlarsanız yılbaşında haberlerde ülkelerin vatandaşlarını Türkiye'ye git(me)me konusunda uyardığı haberlerini duyuyorduk sürekli. İşte bu haberlerin de temelin yer alan Batı Avrupalı turisti ülkemizden uzaklaştıran temel sebep; Türkiye'nin uluslararası alandaki imajı.

Çağdaş dünyada bireysel hak ve özgürlükler, kadın hakları ve demokrasi çok önemli kavramlar. Oysa Türkiye'nin bu alanlarda dışarıdaki imajının ne kadar zedelendiği ortada...

Avrupalı, modern ve çağdaş insanı temsil ediyor. Bu yüzden bu profil bizim için önemli.
Diğer yandan rahatlık ve imkânlar da turizmde çok önemli. Dünyada pek çok ülkenin metropolleri, gelişmiş metroları ve çokça şeritli otobanları ile turiste ulaşım kolaylığı sağlarken; İstanbul'a gelen turistlerde hep aynı yakınma: "İstanbul çok güzel ama trafik..."

Geçen yıl Rusya'da ve iki ülke arasında yaşanan krizler sebebiyle Rus turist sayısında gözlenen azalma geçti diye, turizm iyiye gidiyor denilemez. Özellikle de Uzak Doğu veya Amerika kıtası ülkeleri gibi Türkiye'ye coğrafi konumları hayli uzak ülkelerden vatandaşlar plajda güneşlenip gitmek için gelmezler. Bu yüzden fazlasını yapmak gerekiyor...

Kültür turizmini iyi tanıtmak, yabancı ziyaretçileri ülkemize gerçekleştirecekleri turizm hareketlerine teşvik etmek gerekiyor... Şehir içi yaşam standartlarını yükseltmek gerekiyor... Demokrasi ve insan hakları gibi kavramlara önem veren ülke imajını geri kazanmamız gerekiyor...
"Muasır medeniyetler seviyesine" çıkma hedefinden şaşmamamız gerekiyor... Görülüyor ki aksi bir tutum, turizmi dahi etkiliyor...


Fatma Çelik / YENİÇAĞ