26 Nisan 2018 Perşembe

O hileli yazarı bir de benden dinleyin - NAZİF AY / ODATV

İslamcı yazar, zorlamalı tarihçi Yavuz Bahadıroğlu…
Çok okurduk yazdıklarını, İmam Hatipli yıllarımızda.
Hayrandık, betimlediği tarihi kahramanlara.

Manevi dünyadan maddi âleme bir şekilde ışınlanmış ve hayal ötesi örnek şahsiyetleri bize tanıtsın diye Allah tarafından görevlendirilmiş ruhani zat diye tasavvurumuza yerleştirdiğimiz isimdi.
Tok ses tonuyla tane tane konuşması, ama anlatımlarına heyecanını ilave etmeye çabalaması onu bizim gözümüzde efsaneleştirmişti.
Gün geldi, maneviyatı her daim sömürülen Nazif uyanmaya başladı.
Yalnızca dini değil, dindarı, muhafazakârı, dinciyi ve İslamcıyı mercek altına aldı.
Dinî çevredeki felaketi gördü.
Dinin, dindar iddialı yobazlar eliyle nasıl iptal edildiğini fark etti.
İslamcılardan bir tane bile adam yetişmemesinin nedenini araştırırken birdenbire yıllardır muhalif olduğu Atatürk’ün muhteşemliğinin şuuruna vardı.
Nurcular dâhil, içerisine girdiği tüm dinci yapılarla ilişkisini, selamını kesti.
Ve şunu tekrarlayıp durdu: “Keşke dua ve sure ezberleyeceğime, İslamcıların karakter üretmeyen, aksine sağlam cibiliyetleri çökerten ezberlerini bozacak yöntemleri geliştirseydim”
“İslamcılardan bir tane bile adam yetişmedi” tespitimin iki ana nedeni vardı.
İlki, dinsel hüküm alanı olan fıkıhta; sapkın fetvalar bulunması ve darülharp adındaki dinî ruhsatla insanların kişiliksiz kılınmasıydı.
İkincisi, din edebiyatına ve insanlığın ortak paydası olan sanata yenilik ve ruh verecek, hatta dünyadaki siyasal kutuplara alternatif söylemle seslenebilecek erdemli sloganların üretilememesi ve sanat eseri denilebilecek yaratıcılığa sahip olunamamasıydı.
DARÜLHARP HÜKMÜYLE TÜRKİYE'DE REZİLLİKLER YAŞANABİLİR İNANCI
Fıkıhta özellikle kadınlar üzerine verilen sapıkça görüşler ile diğer günlük işlerimize dair tutarsız ve aptalca gerekçelere dayalı hükümler inananları ve elbette beni oldukça rahatsız ediyordu. Evlenme, boşanma, miras, hak hukuk sahasında 1400 yıl önceki Arap toplumunun ruhsal ve toplumsal genetiğine ya da refleksine göre oluşturulan uygulamaların, zamanımız şartlarına uyarlanmaması herkesi inanç ve fikri anlamda zorluyordu.
Ortaçağ'ın kadın düşmanı tavrı ve onları adeta lanetli cadıya dönüştüren algısı, İslam dünyasında da başka türlü sergileniyordu.
Atatürk’ün, kadınların hak ve özgürlüklerine yönelik devrimleri Türk tarihinde yepyeni bir sayfa açmıştı, ama bu süreç Ortodoks İslamcı kesimlerde olumlu karşılık görmedi. Çünkü kadın; kişiliksiz, tepkisiz, yani onursuz olduğu müddetçe makbuldü onların kabullerinde.
Bir de darülharp denen facia vardı İslam hukuku manasına gelen fıkıhta…
Darülharp ve darülharp şartları, İslam hükümlerinin hâkim olmadığı topraklarda, haram kabul edilen birçok fiilin helal kılınması demekti.
Ve İslamcıların geneline göre Türkiye bir darülharp toprağıydı.
O halde her türlü ahlâksızlık dincilerce mubahtı.
Mesela darülharpte yapılmasında sakınca olmayan birkaç etkinlik nelerdi?
Örneğin, kumar oynanabilirdi darülharpte, yani Türkiye’de…
Örneğin, faiz işletilebilirdi darülharpte, yani Türkiye’de…
Örneğin, zina ve seks şımarıklığında sınır ve yasak yoktu darülharpte, yani Türkiye’de…
Haydi son bir örnek daha, "Hile-hurda-hülle" caizdi darülharpte, yani Türkiye’de.
Üstelik din düşmanı olarak gördükleri laik değerli kesimle mademki bir nevi harp halindeydiler, o halde Muhammed Peygamberin müşriklerle yapılan bir savaş esnasında kullandığı argüman en sert şekilde Türkiye şartlarında kullanılmalı ve“El harbu hud’atün (Harp, bir hileden ibarettir)” deklarasyonu seslendirilmeliydi.
Eh kısa süre önce İslamcı yazar Yavuz Bahadıroğlu da böylesi bir tweet attı.
Artık görevini yerine getirmiş olmalıydı, çünkü zamanımızın mücahede (cihat etme) çeşitlerinden biri de sosyal medyayı karıştırmak, fitne fesada uğratmak ve saf zihinleri terörize etmekti.
Yavuz Bahadıroğlu bunu becermenin hazzını yaşıyor olmalıydı artık…
İSLAMCILARDA EDEBİYAT VE SANAT ÜRETİMİ KISIR VE ARIZALIDIR
Uluslararası ödül alan Müslüman ülke edebiyatçılarına dikkat edildiğinde, kimliklerinde laik yönlerin ağır bastığı görülecek, İslamcılardan edebiyat üstatlarının çıkamayacağına şahit olunacaktır. Çünkü dinciler hınç ve kompleks ürünleriyle, sadece peşin hükümlü hüviyetindeki okuyucularına seslenebilir ve onlar üzerinde etkili olabilirler. Dindar temalı roman yazan kimi simaların, yandaşı oldukları İslamcılar sayesinde sermaye ve ün bakımından semirmeye başladıklarında dillerinin yılanlaşıverdiğini, gerçek yüzlerini saklayamadıklarını ve sonradan edindikleri kazanımlarını kin edebiyatına çevirdiklerini rahatça görebiliriz.
1970’lerde dindar formatlı Huzur Sokağı ile Hekimoğlu İsmail’in yazdığı Minyeli Abdullah benzeri kimi romanlar filmlere de uyarlanmıştı ama bunların bir edebi eser sayılamayacağında taraflı tarafsız herkes hemfikir olmuştu.
Zamanımızda da dindarların edebiyat ürünlerindeki tarz, hikâyesi ya bir dindarın zulme uğradığıyla, ya “Elif” harfinden duygular çıkarılmasıyla, ya Mevlana’nın Mesnevi’sinden esinlenme uyduruk bir seslenişle, ya da modern çağın temsilcilerinden çaldıkları şablonların kahramanlarıyla çerçevelidir.
Dinsel içerikli filmlerde de nefsi terbiye eden bazı mutasavvıflar konu edinilir.
Halk tabakasının alay etmesine aldırmaksızın süfli mesleklerde çalışan şahısların alçakgönüllülükleri bu filmlerde ibretle vurgulanır. Fakat aslına bakarsanız, zamanımızda öylesi davranış biçimleri zaten yanlıştır, çünkü ortalık yerde pazarlama yapma işine işportacılık denir ve yasaktır, nefsi terbiye etmez ve muhtemelen terbiyeliyi arsız edebilir.
Bence seyirci ilgisi yönünden başarılı ama Müslüman kalitesinin ve İslam uygarlığının çöküşünü göstermesi bakımından anlamlı film Recep İvedik’tir. Senaryo diyaloglarında İslamcı söylem bulunmasa da, İslamcılığın sosyal düzenindeki kalite düzeyini ve bir dincinin gülme potansiyelini harekete geçirici yoz zekâ seviyesini Recep İvedik’te görmek mümkündür. Saf, salak ve pervasız ataklarıyla normal düzeni altüst eden Recep İvedik, dinî kaynaklarda haber verilen Yecüc Mecüc rolünü üstlenen dincilerin izdüşümüdür. Her dinci bir Yecüc Mecüc, her dinci bir Recep ve her dinci edebiyatçı da bir Recep İvedik yaratıcısıdır.
Benim başarılı film olarak gösterebileceğim en gerçekçi dinî film “Takva” idi. Tarikat yoluyla İslamlaşmaya çalışan birinin hangi ruhsal badirelere düştüğünü işleyen film, alanında çekilebilecek tüm projelere örnek olabilecek nitelikteydi.
Dincilerin sanat yönüne kısaca bakarsak…
Zaten kısa bakmalıyız, uzunca anlatımlarda yalnızca olumsuzlukları göz önüne serebilirim.
Hatırlayanınız vardır muhakkak... Zeugma’daki arkeolojik çalışmaları denetleyen bir kadın Bakan ile yanındaki tarih duyarlılığı noksan zevatın mozaiklerin üzerinde yürümelerini ve ayaklar altında kalan kültürsüzlüğü unutmamışsınızdır umarım.
Dinci çevrede sanata dair muhalif duruşa dinî gerekçelerin uydurulmuş olduğu gerçeğini de atlamamalıyız.
Risale-i Nur’da tiyatronun özelliğinden söz eden Said Nursi, tiyatro oyununda, daha önce ölmüş, yani şimdi hayatta olmayan kişilerin canlandırıldığına ve dolayısıyla reenkarnasyon inancının kuvvetlendirildiğine vurgu yapar (Risale-i Nur Külliyatı/Sözler, s.677). Said Nursi başka bir kayıtta da tiyatronun “kebair” (büyük günah) olduğunu savunmaktadır (Risale-i Nur Külliyatı/Şualar, s.504).
Yine aynı eserinde Said Nursi, gölgeli ya da gölgesiz yani heykel/ büst (Risale-i Nur Külliyatı/Mektubat, s.478) veya tuvaldeki resimlerin haram olduklarını belirtir (Risale-i Nur Külliyatı/Sözler, s.478).
Tüm bu yobazca çıkışlar, Melih Gökçek’in “Sanatın içine tükürme” güdülerini nasıl beslediğini de göstermektedir.
Aklıma gelmişken söyleyeyim, ressam Ahmet Güneştekin’in “Konstantiniyye”adlı eserinin sergilendiği bir alışveriş merkezi önünden zorbaca kaldırılması dincilerin protesto edemediği ama kendilerine ait olan geniş portreydi.
Ben şimdilerde, fıkıh ve İslamcı edebiyatın birleşiminden doğan Yavuz Bahadıroğlu’nun, tıpkı aynı kültür ve aynı öğretiden doğan diğer dinci kardeşleri gibi kalite eksikliğinin ve psikolojik ezikliğin mümessili olduğunu yıllar sonra tekrar anlamanın mutluluğunu yaşıyorum.
Nazif Ay / Odatv.com

İran’ı küçümsemese iyi olur - MUSTAFA K. ERDEMOL

Anlamak çok zor. ABD’nin hep gergin olduğu Kuzey Kore ile Rusya arasındaki ilişkileri “düzeltmek” için iki ülkenin devlet başkanlarıyla karşılıklı görüşmeye hazır olduğunu duyuran ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’a yönelik “fanatik düşmanlığının” nedeni ne olabilir?

İçe kapanık bir politika izleyeceğini söyleyerek, vergi mükellefi Amerikalının “dışarıya” harcanan parasının ülkede kalmasını amaç edindiğini her fırsatta dile getirirken, öte yandan İran’la sıcak çatışmaya bile dönüşecek bir gerginliği sürdürmesi anlaşılması zor bir tutum gerçekten. Üstelik İran, nükleer programını sadece barışçıl amaçlarla kullanacağı konusunda, Trump’dan önceki başkan Barack Obama ile batı ülkelerini ikna etmişti. Yani, elindeki nükleer gücü gerekirse kullanacağını söyleyen Kuzey Kore olmuştu hep. Ama Trump, her ne kadar “yok ederiz” diye tehdit etmiş de olsa Kuzey Kore’ye İran’a olduğu kadar öfkeli olmadı hiç.

Bunun nedenleri arasında Çin faktörü var kuşkusuz. ABD (Trump) Çin aracılığıyla, Kuzey Kore’nin “normal sınırlara” çekilebileceğine inandı hep. Çin ile giriştiği ticaret savaşında Kuzey Kore’nin aradan çıkarılması, ABD’nin Kuzey Kore’ye yumuşamasını kolaylaştıran bir başka etken elbette. 

İran ise öyle değil tabii ki. İran’ı, ABD’nin isteği üzerine “etkileyecek” Çinvari bir ülke yok. Dolayısıyla ABD’nin (Trump’ın) İran’a karşıtlığı daha keskin. İran ticaret burjuvazisi bir hayli güçlü, bölgesinde siyaseten etkili bir ülke İran. Şimdi vazgeçmiş olsa da uzun zaman “devrimini ihraç etmeye” de çalışmış bir rejimi var. Tabii hepsinden önemlisi nükleer bir güç. İran, bu gücü barışçıl amaçlar için kullanacağını söyleyerek kendi nükleer programını Obama ile batı ülkelerinin yanı sıra Rusya’ya kabul ettirme başarısını da gösterdi. 

İran ABD, İngiltere, Çin, Fransa, Rusya ve Almanya ile yapmış olduğu Nükleer Anlaşma’ya ters düşecek hiçbir tutum almadı. Bu nedenle, Trump’ın “anlaşmayı bozalım” önerisine Batı ülkeleri yüz vermediler hiç. Anlaşmanın sürmesinden yana olduklarını, ABD çekilse bile kendilerinin anlaşmadan yana olmaya devam edeceklerini söylediler defalarca. 

İran’ın söz konusu anlaşma yoluyla petrol/doğalgaz piyasasına güçlü bir dönüş yapması ABD dostu körfez ülkeleri ile gerici Arap rejimlerinin elbette memnun kalacakları bir durum değil. Başta Suudi palavra krallığı olmak üzere birçok ABD uydusu Arap/Müslüman ülke İran’ın bu anlaşmayla “dünya ailesine” katılmasını benimsemiş değil. “Kabul edilmiş” bir İran bu ülkeler için her sorunda sorumlu gördükleri İran argümanını çürüten bir duruma yol açtı.

Trump’ın elinden gelse hemen bozacağı anlaşma şimdilik, ABD’li yetkililerin “anlaşmayı iptal etmeyeceğiz” demesiyle “güvence”de. Ama bir süre sonra ne olacağı konusu belirsiz. Bu anlaşma, ABD tarafından mutlaka iptal edilecek, görünen o.

Bundan neredeyse emin olduğu için İran’dan da karşı adımlar geliyor kuşkusuz. Batı ülkelerinin anlaşmaya sahip çıkmaları elbette İran için yeterli değil. Bu nedenle şimdi İran eğer ABD nükleer anlaşmadan çekilirse, kendisinin de Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan (NPT) çıkacağını duyurdu. İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Ali Şemhani bu konudaki görüşlerini dün açıkladı. 

Çıkabilir mi peki? Tabii çıkar. Egemen ülke nihayetinde, NPT’den herhangi bir fayda görmedik demesi yeter çıkması için. ABD bundan memnun kalır kuşku yok, ama İran’ın nükleer programını kabul etmiş olan İngiltere, Çin, Fransa, Rusya ve Almanya’nın tutumu ne olur? Çünkü NPT sayesinde, bu anlaşmaya imza atan ülkelerin birbirlerini denetlemesi kolay. Dünyaya verilmiş bir söz var demektir NPT’ye katılım. İran’ı bu anlaşmadan koparacak bir tutum alması Trump’ın işine yarar. İran’ı tecritte eli kolaylaşır. Anlaşma yaptığı ülkelere İran’ın, aslında samimi olmadığını NPT’den ayrılmakla kanıtladığını varsayar.

Umarım İran, Trump’ın tahriklerine kapılıp böyle bir tutum almaz. Çünkü ABD ve artı 5’le yaptığı anlaşmada, anlaşmanın kurallarını ihlal eder bir tutumu yok, sürdürme konusundaki kararlılığını da herkes biliyor. Eğer NPT’den çıkarsa, artı 5’le yaptığı anlaşmayı da tehlikeye düşürme ihtimali var. Bu bölgede gerginliğin daha da artmasına yol açacak bir gelişme olur.

Anlaşmaya taraf olan Rusya ile batı ülkelerinin ABD’ye karşı bu konudaki tutumları net. ABD’ye (Trump’a) destek yok. Yani İran’la yapılan anlaşmanın bozulması konusundaki tutumunda ABD (Trump) son derece yalnız.

Kuzey Kore ve Rusya ile ilişkileri normalleştirmek Trump’ı rahatlatır belki ama İran faktörünü göz ardı etmese iyi olur. 

Uykusunun kaçacağını bilmeli.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Kan ve gül, gülle diken - FATİH YAŞLI

İktidarın muhalefetteki bir partiyi seçime sokmama üzerine kurulmuş seçim stratejisi, YSK’ye çekilen fırçaya bakılırsa pek de beklemediklerini düşünebileceğimiz  bir hamleyle boşa düşürüldü, iyidir. Öte yandan, bu hamlenin başka bir boyutunda hem CHP’nin Kılıçdaroğlu yönetiminde giderek sağcılaşmasının ve sağa alan açma arzusunun hem de CHP tabanının CHP’nin adayından çok, başka bir partinin, üstelik de sağcı bir partinin adayından heyecanlanmasının ve ancak onun başarılı olabileceğine inanmasının izdüşümünü görmemek mümkün değildir. 
Asıl üzerine düşünülmesi gereken de budur:

Türkiye’deki düzen siyasetinin bütün aktörleri hızla sağa çekmekte, toplumu da sağcılaştırmakta ve sağın alternatifinin yine sağ olduğu bir siyasal iklimi güçlendirmektedirler.

Ancak mesele basitçe, Akşener’e ve partisine alan açılması değildir; esas mesele, günlerdir Gül’ün CHP’nin adayı ya da muhalefetin ortak adayı olabileceğine ilişkin iddialar gündeme getirilmesidir ki, üzerine uzun uzun konuşulması gereken de budur. O halde konuşalım.

Belki bu yazı yayımlandığında CHP adayını açıklayacak ve bu isim Gül olmayacaktır, bilemiyoruz; ancak bildiğimiz bir şey var: Son üç dört gündür, CHP yönetiminin daha önce “Adaylığı hiçbir şekilde gündemimizde değildir” tarzı bir açıklama yapmaması nedeniyle Gül ismi etrafında bir spekülasyon yürütülmektedir.

Üstelik bu spekülasyonlar, temelsiz, kişisel, sırf manipülasyon yapmış olmak adına yapılan şeyler değildir, gayet planlı ve programlı bir şekilde yürütülmektedir. Cumhuriyet gazetesindeki liberaller, bu liberallerin gazeteye transfer edildiği haber sitesi, o haber sitesinin “yetmez ama evetçi” yazarları, petrol şeyhlikleri tarafından finanse edilen haber siteleri ve o sitelerdeki kiralık Cemaat kalemleri Gül adına yoğun bir propaganda yürütmekte, “Gül lobisi” adına hareket etmektedirler.

Arkada ise ABD vardır, İngiltere vardır, Suudi Arabistan vardır, TÜSİAD çevreleri vardır, Cemaat vardır. Hepsi kendi gündemleriyle bir “Gül restorasyonu”nun peşinde koşmaktadırlar. ABD için artık öngörülemeyen bir figür ve partner haline gelen Erdoğan’ı tasfiye ve belki İran saldırısı, İngiltere için has adamıyla çalışma, Suud için, Suud-Katar çekişmesinde kayıtsız şartsız yanında olacak bir isim, TÜSİAD için “eski güzel günler”e dönme özlemi, Cemaat için yeniden devlet aygıtının ve iktidar blokunun bir parçası olma imkânı…

Tüm bunların gerisinde ise elbette ki küresel sermayenin kendi esas gündemi: Giderek borç batağına sürüklenen ve hızla çöküşe ilerleyen Türkiye ekonomisiyle birlikte, Türkiye’ye borç karşılığı yeni bir IMF anlaşması dayatmak, bu anlaşma üzerinden uygulanacak yeni bir programla birlikte, neo-liberalizmin hâkimiyetini derinleştirme ve Türkiye’yi yirmi yıl daha ipotek altına alma hedefi…

Yanlış anlaşılmasın, buradan kimilerinin yaptığı gibi mevcut iktidara, anti-emperyalizm, yerlilik, millilik falan atfedecek değiliz; bilakis, bizzat bu iktidar da seçim sonrası emperyalizmle ve Batı’yla yeni bir pazarlık düzleminde buluşmanın, küresel sermayesinin gönlünü kazanmanın, halka bir kez daha o “acı ilacı” içirmenin hesaplarını yapıyor. Yapmaya çalıştığımız şey, Türkiye toplumunun önüne yarın “kırk katır mı kırk satır mı” denilerek Gül konulursa buna daha şimdiden itiraz etmek, iktidarla arasında özsel bir fark olmadığını, Batı tarafından sadece “daha güvenilir bir ortak” olarak değerlendirildiğini göstermek.

Bunun ötesinde, Gül’ün iktidar partisinin kurucularından olduğunu, bu iktidarın ilk cumhurbaşkanı olarak görev yaptığını, Türkiye’nin o cumhurbaşkanıyken dönüştürüldüğünü, görevi esnasında noterlikten başka bir tutum sergilemediğini, İslamcılığını, Cemaatle bir problemi bulunmadığını, geçmişten bugüne Cumhuriyet düşmanlığının ana odağı olan bir siyasi akımın has mensuplarından biri olageldiğini hatırlatmaya gerek bile yok.

Bu süreçte Gül aday yapılır mı yapılmaz mı, onu birkaç güne görürüz ama tartışılıyor olması bile durumu ortaya koymaya yetiyor ve hiç de şaşırtıcı değil, neden şaşırtıcı olmadığını bu köşede 17 Eylül 2017 tarihinde yayımlanan “Kanlı mı kansız mı” adlı yazıdaki şu satırları hatırlatarak yanıtlayalım ve öyle bitirmiş olalım:

“Milli Görüş gömleğini çıkaranların iktidara gelişi kansız oldu, gidişlerinin nasıl olacağını ise henüz bilemiyoruz. Eğer yeniden giyilen bu gömleğe karşı, bu sefer de AKP’nin içinden emperyalist merkezlerin desteğini almış bir ‘yenilikçi’ grup (Gül-Davutoğlu ekibi) çıkar ve inisiyatif alırsa daha az şiddet yüklü bir süreç söz konusu olabilir, diğer seçeneklerde ise kendisinin kaderi ile Türkiye’nin kaderini ortaklaştıran kişiselleşmiş iktidarın gidişi öyle kolay olmayacak ve ‘benden sonra tufan’ denilerek iktidarda kalmak için her türlü seçenek gözü kararmış bir şekilde denenecektir.”

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

25 Nisan 2018 Çarşamba

Eve dönüş yolunda... - TAYFUN ATAY

Cumhuriyet davası, bir gözdağı operasyonuydu.
Direncimizi, inancımızı, inadımızı sınadılar. 
Sadece dışarıdan yüklenmekle kalmayıp kaleyi içeriden çökertmeye çalıştılar, içimizi deştiler!..
Karşılık bulmadılar da değil... Adeta “Tanrım sen beni dostlarımdan koru; düşmanlarımla ben başa çıkarım” diyen Voltaire için rahmet okuttular bize!.. 

31 Ekim 2016’da sabah karanlığında düzenlenen operasyonla başlayan süreçte akan zaman içinde toplam 15 gazete çalışanımızın; yazarından karikatüristine, muhasebecisinden çay ocağındaki emektarına kadar özgürlükleri çalındı. 

Geri kalanlara, “Aklınızı başınıza devşirin; bırakın bu işleri, çekilin minderden,evinize gidin” mesajı verildi.
Günler, haftalar, aylar geçti. Bir yılı devirdik, ikinci yılın ortasına dayandık, ama teslim olmadık.

Direncimizi kıramadılar, inancımızı sarsamadılar, inadımızdan vazgeçiremediler. 
Zindana aldıkları arkadaşlarımıza içtenlikle bağlı ve tek yürek, teslimiyete, yılgınlığa, yancılığa düşmeksizin dinbaz iktidardan ne sözümüzü, ne tepkimizi, ne eleştirimizi sakındık bunca zaman...
Gazetemizi ayakta tuttuk.
Çektiğimiz acıyı bal, koparıldığımız arkadaşlarımızı yâr, Çağlayan’ı sıla, Silivri’yi vuslat eyledik.
Gurbet”i içimize attık!..
Aylar ayları kovaladı.
Tek tek söktük aldık arkadaşlarımızı; ortaya belge, kanıt, tanık diye sürülen bir dolu ahlâksız, vicdansız, insanlık adına yüz karası, tarih adına utanç vesikası malzemenin bataklığından!..

Bir tek Akın kaldı ki bu da son derece anlamlı! Mahkeme başkanı bile teslim etmedi mi bunu; “Kaptanlar en son terk eder” diyerek!..

Akın Atalay, Cumhuriyet gemisinin gözbebeği bir grup “tayfa”sıyla birlikte kendisini de içine çeken “bataklık”tan arkadaşlarını çıkardı; şimdi kendisi de o bataklıktan alnının akıyla en son çıkan olma yolunda uğraş veriyor ve verecek dünden bugüne yarına... Arkasında dev gibi bir onurlu “hukuk ordusu” ile birlikte...

Dün başlayan karar duruşması izlendiğinde söylenebilecek belli: Bu, bizim Cumhuriyet olarak mahkemenin başından beri “Yeniden mihenge vurdum inandığım şeyleri / Çoğu katıksız çıktı çok şükür” diyen şair gibi ve hukukun namusunu kurtarırcasına yaptığımız savunmaları tamamlayıcı mahiyette son yadigârımız iktidar yargısına!..

Birkaç satırbaşı düşelim dünden: “Savcının mütalaasında da açık seçik belirtildiği üzere, bir bütün olarak yayın faaliyetimiz ile suçlanmaktayız; yani gazetecilik yaptığımız için suçlanıyoruz” dedi Akın Atalay…

“Hem komik, hem de geveze mi geveze bir esas hakkında mütalaa; hukuk ise pinti mi pinti onda” diye ekledi Bülent Utku“Suç olmayan fiilde kast aramak, hukukun katlidir ki bu da cesaret ister; ancak sırtını iktidara dayamaktan alınabilecek bir cesaret” demeyi de ihmal etmeyerek…

“Gazetecilik aşk mesleğidir, onurumuzla başımız dik girdik, karar ne olursa olsun başımız dik çıkacağız” kararlılığı sergiledi Murat Sabuncu

“Devletten hukuku çıkardığınızda ortada kalan devlet olmaz çete olur” şeklinde, hep olduğu gibi yine sözünü esirgemedi Ahmet Şık.

“Savcının ortada hiçbir delil yokken böyle bir mütalaa hazırlaması içimi acıttı. Suç ve cezaların şahsiliği ilkesi açıkça çiğnendi; suç ve cezada kolektifsorumluluk ancak faşist rejimlerde olur” diyerek hukuk adına bir “cesur yürek” oldu avukat ve “sanık” kardeşimiz Mustafa Kemal Güngör...

Ve daha neler neler!..
Nihayetinde bir diğer büyük şairin, “Ben sende bütün aşklarımı temize çektim”  demesine benzer şekilde biz de Cumhuriyet’e sevgimizi, bağlılığımızı, güvenimizi, ümidimizi, inancımızı ve aşkımızı temize çekerek Akın’ı da kolumuza takıp döneceğiz Silivri’den!..

Ceza mı?.. Cezayı kim takar!..

Muktedirin iltifat ve ülfetine mazhar olmak bize zül, cezasına uğramak şereftir!
Yoksa tarihin yüzüne nasıl bakarız?!

***

Aşağıdaki fotoğraf, 17 Nisan 2018 Salı günü, Kadıköy/Fenerbahçe’de okurumuz Sema Yurdum’un evinin önünde tesadüfen yakaladığı bir görüntüyü sunuyor bize… Eşi ve kendisi, bu anlamlı “Türkiye manzarası”nı bizimle paylaşma inceliği gösterdi.
Kendilerine teşekkür ediyorum!..


Fark edileceği üzere çöp toplayıcı delikanlı, çöp bidonunun içine bırakılmış 16 Nisan 2018 Pazartesi günkü Cumhuriyet gazetesini açmış ve dalıp gitmiş gazetemizin spor sayfasındaki habere... Dinbaz iktidar sahiplerinin spora da nasıl müdahil olduklarını inceden sorgulayan başlık seçiliyor: “Saray değil Galatasaray”.
İşte biz tarihin yüzüne bu fotoğrafla bakacağız!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Savcı ve faresi - MİNE SÖĞÜT

Çiçekli tarlaların kıyısından geçiyoruz.
Mora bulanmış ağaçların arasın­dan, kurumuş derelere paralel yol­lardan, eski köylerden, yeni kavşaklardan.
Ülkenin karanlığından kendi aydınlığımız­la... geçiyoruz.
Arkamızda kirli bir şehir, önümüzde zorlu bir dava.
Günlerce sürecek olan karar duruşma­sının ilk celsesini izlemeye, Silivri’ye gidi­yoruz.
Kalabalık mıyız... evet. 
Tenha mıyız... ona da evet.
Sonucun hukuken ne olması gerektiği belli ama ne olacağı her zamanki gibi be­lirsiz.
Bahar baştan çıkarıcı, hukuk iç karartıcı.
Duruşma salonundaki yerimizi alıyoruz.
Arkadaşlarımız aynı cümlelerle, aynı itirazlarla, aynı isyanlarla bir kez daha yeni­den anlatıyorlar mahkeme heyetine...
Bu dava neden siyasidir, iddialar baştan beri nasıl bir algı operasyonunun peşinde­dir.
Sanıklar ve hâkimler ve kâtipler ve mü­başirler ve jandarmalar ve avukatlar ve izleyiciler ...

Gözlerimizi bir yere sabitliyoruz ve ne­redeyse artık ezbere bildiğimiz ve niyetini çözdüğümüz delillerden yayılan ve ayyuka çıkan çürük kokusunu ortak bir bıkkınlıkla içimize çekiyoruz.
Savcı da bizle aynı korkunç kokuyu so­luyor.
Ve bir yandan da bilgisayarının faresini temizliyor.
Siyah ufak fareyi avucunun içine almış evirip çeviriyor.
Üzerinde kendisinden başka kimsenin görmediği derin bir kir.
Davanın tek tutuklu sanığı Akın Atalay, savunmasını yaparken o kendi iddialarının arkasında durma ağırlığını avucundaki fare­ye yükler gibi...
Hırsla ve usulca temizliyor avcundaki nesneyi.
Sağ elinin işaret parmağıyla farenin ke­narını uzun uzun ovuşturuyor.
Parmağında parlak kırmızı taşlı bir yüzük.
Taşın kırmızısı her harekette tavandaki beyaz ışıkla buluşup parıldıyor.
Farenin üzerindeki kir... sanki çıkmıyor da çıkmıyor.
Savcı sadece bir ele dönüşmüş... 
Fare kire... savcı ele.. fare kire...
Akın, gazetecilik nedir bininci kez tane tane anlatıyor.
Savcı fareyi elinden bırakmış şimdi de tırnaklarının içini temizliyor.
Akın, “Algı operasyonu” diyor.
Savcı kiri düşünüyor.
Akın, “Neden yargılandığımız belli” diyor.
Savcı kiri düşünüyor.
Savcının arkasındaki dev ekranda müta­laadan sayfalar beliriyor.
Savcı mütalaayı ilk kez görmüş gibi, kiri bir an unutup dev ekrana bakıyor.
“Özetle, bir bütün halinde yayıncılık faali­yetinde bulunmak suretiyle, terör örgütleri­ne destek olup yardım ettikleri...”
Kirli olan sahi neydi?
Savcı yeniden fareyi hatırlıyor.
Akın, “Görülüyor ki biz sadece gazeteci­likten yargılanıyoruz” derken...
O, parmağını hızlıca ağzına götürüp ısla­tıyor ve yeniden fareyi temizleme uğraşına dalıyor.

Bu haliyle nasıl da, uyurgezer bir halde ellerindeki hayali kan izlerini çıkarmaya ça­lışan Lady Machbet’e benziyor.

Akın, gazeteciliğin ticaretle öncelikli bağı olmaması ya da iktidara hizmet etmemesi gerektiğini anlatırken, savcı bu kez cebin­den bir kolonyalı mendil çıkarıyor.
Önce fareyi, sonra ellerini, önce fareyi sonra ellerini, önce fareyi sonra ellerini...
Uzun uzun o mendille temizliyor.

Oradaki varlığını neredeyse unuttuğu sanık, “Gazetecilik öncelikli olarak toplum yararını gözetmekle yükümlüdür” diyene kadar mekanik bir hareketle bunu yapmayı sürdürüyor.
O an, bir an, sanki ‘yükümlülük’ fiiline aklı takılıyor, başını kaldırıp Akın’a bakıyor.
Neyse ki Akın ona dönüp, “Hukuk ön­celikli olarak neyi gözetmekle yükümlüdür” diye sormuyor.

Savcı derin bir nefes alıyor.

Artık temizlemekten vazgeçtiği fareyi tık­layıp, ekranda temiz bir sayfa açıyor.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Baskın seçime götüren dış politik riskler - İBRAHİM VARLI

Erdoğan erken/baskın seçim kararını açıklarken, nedenler arasında ülkenin jeopolitik sorunlarının da aralarında bulunduğu bir dizi krizle karşı karşıya olmasını sıraladı. Seçime, ülkeyi uluslararası/bölgesel gelişmelerin etkilerine karşı korumak için gidildiğini savunmak AKP/Saray rejiminin saplanılan dış bataklığın ve de yaşanılan sıkışmışlığın açık bir itirafı.

İç politika dış politika ayrımının ortadan kaldırıldığı, dış politikadan bir beka sorununun yaratıldığı mevcut siyasi iklimde neo Osmanlıcı, mezhepçi politikaların yarattığı dış politik risklerin iddia edildiği üzere erken seçim kararıyla bertaraf edilmesi mümkün mü?

Yönetemediklerini erken seçim kararıyla deklare eden siyasi İslamcıların baskın seçim hamlesiyle memleketi uluslararası gelişmelerin etkilerinden koruyabilmeleri bu akılla oldukça zor. Ülkeyi Ortadoğu bataklığına saplayan AKP/Saray rejimi ABD ile Rusya arasındaki sürtüşmeden nemalanmaya çalışarak sürdürmeye çalıştığı politikanın sonuna geldi.

Ülkeyi seçim sathı mâiline sokan dış politik riskler neler?

Suriye: Suriye krizinin başından itibaren tarafı olan AKP, Fırat Kalkanı sonrasında Zeytin Dalı Operasyonu ile Suriye masasında Rusya’nın da ön açmasıyla kısmi bir manevra alanı açsa da sıkışmış durumda. ABD ile Kürtler, Rusya ile Şam yönetimi üzerinden bir ayrışma yaşıyor. Askeri operasyonlar ile milliyetçi muhafazakâr reaksiyonu arkasına alarak seçime gitmeyi planlayan iktidar istediği reaksiyonu da alabilmiş değil. Şimdi Menbiç operasyonu üzerinden yeni bir hamle ile hem kitle mobilize edilecek hem de milliyetçi-muhafazakâr histeri yeniden harekete geçirilecek. İdlip, Menbiç, Fırat’ın doğusu derken zorlu bir süreç kapıda.

Irak: Mayıs ayında seçime gidecek olan Irak’ta yeni bir dönemin kapısı aralanacak. Bir tarafta Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile ciddi sorunlar yaşayan Bağdat, diğer taraftan da ABD ile İran arasında bölgesel bir çekişmenin sahasına dönüşmüş durumda. Trump’ın İran’ı çevreleme hamlesinin kilit ayağı olan Irak, Türkiye’yi her alanda etkileyecek dinamikler barındırıyor. Erbil yönetiminin engellenen bağımsızlık hamlesinin her an bir patlamaya yol açması işten bile değil. Kuzey Irak’taki Başika kampı, Akdeniz’e uzanan Kürt petrollerinin transferi, Habur’a alternatif yeni ticaret yolu güzergâhı çözümü bekleyen sorunlar arasında.

ABD-Rusya: AKP/Saray rejimi birbirine rakip iki küresel güç arasında zikzaklar çizerek yol alma arayışında. ABD-Rusya arasındaki bilek güreşinden nemalanmaya çalışan AKP’nin gönlü ABD’den yana olsa da ABD’nin Kürtlerle iş tutmasından dolayı koşullar kendisini Rusya ile birlikte hareket etmeye zorluyor. Ancak bu birliktelik de geçici. ABD ile Kürtler üzerinden, Rusya ile ise Suriye devleti üzerinden yaşanan ayrışma derinleşiyor.

Avrupa Birliği: AKP’nin yol açtığı krizler silsilesi sadece Ortadoğu ile sınırlı değil. Benzer bir kriz de Avrupa Birliği ile yaşanıyor. Avrupa Komisyonu’nun her yıl nisan ayında aday ülke Türkiye hakkında yayımladığı “İlerleme Raporu” yeni bir krize yol açtı. Bugüne kadarki en sert ifadelerin yer aldığı rapor, Ankara’ya AB’nin kapılarını kapatmakla kalmamış, siyasi iktidarın otoriter politikalarını da yerden yer vurmuştur. Demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, ifade özgürlüğünün sınırlanması, baskılar ve tutuklamalar açıkça eleştirildi. Rapor açık bir “gerileme” belgesiydi.

Doğu Akdeniz: Doğu Akdeniz’deki enerji rezervlerinin nasıl ve kimler arasında ne şekilde bölüşüleceğine dair yaşanan anlaşmazlıklar, yeni bir bölgesel krizin kapısını aralıyor. İsrail’den Yunanistan’a, Mısır’dan Lübnan ve Güney Kıbrıs’a bütün bölge ülkeleri gazdan pay kapma yarışına girerken, Türkiye Kuzey Kıbrıs sorunu nedeniyle bu yarışın gerisinde. Güney Kıbrıs’ın adanın tamamı adına yapmak istediği sondaj faaliyetlerine Türkiye’nin yanıtı savaş gemilerini Doğu Akdeniz’e çıkarmak oldu.

Ege adaları: Hiç dinmeyen kriz alanlarından birisi de Ege’deki adalar sorunu. Son günlerde yeniden ısıtılan adalar sorunu, Atina ile Ankara’yı bir kez daha karşı karşıya getirirken, yaşanan gerilimin sıcak bir çatışmaya evrilmeme ihtimali yok değil. Genelkurmay Başkanı Akar, Afrin harekâtının en hararetli günlerinde Doğu Akdeniz ve Ege’deki birlikleri denetledi. O denetlemede verdiği mesaj “Hem Afrin’de operasyon yapabilecek hem de aynı anda Ege’yi kontrol edebilecek güce sahibiz” yönündeydi. Benzer açıklamalar diğer yetkililer tarafından da yapıldı.

Ticaret savaşı: Küresel düzeyde ortaya çıkan gelişmelerin başında gelecek yılları belirleyecek olan, Çin ile ABD arasındaki ticaret savaşı. Bu savaştan Avrupa piyasalarının Rusya’nın da etkileneceğini belirtmek gerek. Ancak bu ekonomik gerilim aynı zamanda dış politika kamplaşmalarına da yol açacağından her türlü yansıması olacak. Türkiye de ticaret savaşından doğrudan etkilenecek ülkelerin başında geliyor.

Bağımlı dış politikanın sonu; riskleri aşamayacaklar
Suriye ve Irak bağlamında ABD ile Rusya arasında alan kapma siyasetinin sonu görünmeye başlandı. Suriye’de savaşın yeni evresine geçmişken, Beyaz Saray’a kümelenen şahinler İran’ı hedef alırken, ABD’nin Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri sponsorluğunda Kuzey Suriye’de paralı Arap ordusu kurmak fikrini ortaya atmışken, Washington ile kısa erimde bir gelişme beklemek gerçekçi gözükmüyor.

Şam yönetiminin iktidarını koruması, İdlib operasyonu ve cihatçıların geleceğine dair sorunlar nedeniyle Rusya ile de bıçak sırtında yürüyen ilişkiler her an kopmaya müsait. AB ile derinleşen ilişkiler, Kürt sorunu gibi etmenler siyasi İslamcı iktidarı zorlu günlerin beklediğinin işareti.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Çare sol, çare halktır - TURAN ESER

Memleketin hali, hal değil. Huzursuzluk toplumsallaşıyor. Huzursuzluk ve endişe din, dil, ırk, statü, cinsiyet ayırmıyor. Mutsuz insanların sayısı artıyor. Her mutsuzluk, kendi içinde yeni bir umut arayışını da yeşertiyor. Umut da eşzamanlı çoğalıyor. Solun siyasal işbirliklerinde en sık kullanılan o meşhur “kırmızı çizgilerimiz var” sözünün yerini “kırmızı çizgi tartışacak bir ortam değil” alıyor. Toplum kutuplaştırıldıkça, insanlar birbirine güven duyamaz hale geldi. Çünkü AKP, önce güvenmeyi ve komşuluğu öldürdü. Güven, AKP içinde de öldü. Birlikte yola çıktıkları “dava arkadaşlarına” bile güvenmiyorlar. Artık o “kutlu yolda birlikte ıslanmıyorlar.” Kurbanlarını sadece muhalefetten değil, “metal yorgunluk” diyerek kendi içlerinde de seçiyorlar. Yandaş medya ve akılları hipnoz edilmiş yorumcular, hangi renkten yalana başvurursa vursun “büyü” bozulmuştur. Ne savaş naraları, ne de şehitler hamaseti AKP-MHP blokuna kan taşımıyor.


Krizle geleni krizle göndermek siyasetin fıtratında var
Memlekette ne tat ne de tuz kaldı. Her şey kötü gidiyor. Ekonomiden, sosyal politikalara, eğitimden sağlığa, toplumsal huzurdan, toplumsal refaha ve hukuka dair ne varsa kötü gidiyor. 185 Milyar Dolar dış borç ödenecek. 53 Milyar Dolar da cari açık finanse edilmeli. Yani 238 Milyar Dolar kaynağa ihtiyaç var. Ama kaynak yok. Evdeki hesap, çarşıya uymuyor. Krizin ateşiyle dolar 4.100, avro 5.100’ü benzin ise 6 TL’yi aştı. Araştırmalar memleketin en önemli sorununu “huzur” olarak gösteriyor. İşsizlik çift hanede, enflasyon ise aldı başını gidiyor. 

“Çocuklar ölmesin” sözü Ayşe Öğretmen’i çocuğu ile cezaevine sokuyor. Cezaevlerinde yer, memleket de adalet kalmadı. Atanamayan gençler intihar ediyor. Öğrenciler cezaevlerine gönderilirken, okullar medreseye çevriliyor. İnşaat siyaseti cami ve cezaevi yapmakla meşgul… Ülkenin ciddi bir kriz ile karşı karşıya olduğunu ve toplumsal kaosa sürüklediğini gördüler. Artık yönetemiyorlar. Dolaysıyla memleketin tek adam rejimine teslim etmek isteyen, AKP-MHP bloku, 3 Kasım 2019’da yüzde 30 bile şansının olmadığını gördü. Çünkü 2002’de krizle gelen AKP ile giden MHP, yeni krizin altında ezilmek istemiyorlar. Bu nedenle mevcut krizin üstünü örtecek son hamle ile baskın seçim kararı verdiler. Ama 24 Haziran, Erdoğan için çare olmayacak. Çünkü Türkiye’de krizle gelenin, krizle gitmesi siyasetin “fıtratında var.” 

Gidecekler, çare solun birleşik mücadelesidir. Memleket, Ortadoğu ülkelerinin malum sonuna doğru hızla sürükleniyor. Kaosun dinamikleri besleniyor. Biz parçalı ve dağınık kaldıkça kaybediyoruz. Oysa hep birlikte ‘buna dur diyecek’ güçteyiz. Uçurumun önündeki çare biziz. Uçurumdan geri dönecek, bu topraklarda huzuru sağlayacak ve toplumsal barışı yeniden inşa edecek çareye sadece sol akıl ve sol vicdan sahiptir. Memleketi sağa teslim eden her politik manevra, yine halka ve memlekete ve sola zarardır. 

24 Haziran, memleketi, demokrasiyi, laikliği ve toplumsal huzuru kazanmak için bir milat olmasa da bir fırsattır. AKP-MHP blokuna karşı birleşik mücadele ile geçit vermemeliyiz. Tek çare soldur. Tek çare halkın siyasete ve yönetmeye aktif katılmasıdır. Solu, sağa teslim etmek değil, Türkiye’yi bu halen getiren anlayışın, merkezinde sağ ve İslamcı siyaset olduğunu, Türkiye’ye solun tek çare olduğu anlatılmalıdır. 

AKP’nin yarattığı tahribatlara ve krizlere en güçlü sol cevap için, CHP solun ve sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini temsil edecek güçlü bir sol aday belirlemelidir. HDP Türkiyelileşme projesinin en güçlü savunucusu Selahattin Demirtaş’ı aday göstermelidir. Sol, sosyalist hareket ise derhal yüz bin imza toplayarak, sosyalistlerin “ortak adayını” göstermelidir. Tek adam rejimine karşı, emekçiler, sosyalistler, sosyal demokratlar, devrimciler, Atatürkçüler, Kürtler, Aleviler, yurtseverlerin birleşik mücadelesine ihtiyaç var. Laiklik ve demokrasi hassasiyeti olan muhafazakârlar ve merkez sağ seçmenine kadar geniş bir yelpazeli huzursuzluğun da çaresi soldur. Solun ikili amacı olmalıdır. Bir yandan tek adama rejimine karşı sandıktaki oyu artırırken, diğer taraftan sol ve sosyal demokrasinin evrensel siyaset değerlerini toplumsallaştırmak olmalıdır. 

Bu bir geçiş dönemidir. Solun evrensel değerlerinin tek çare olduğunu anlatmak için yeni bir fırsat daha doğmuştur. Geçiş döneminin ihtiyacına da uygun dönemsel ve taktikler ve stratejilerde kırmızıçizgilerin yerine, “nasıl bir Türkiye istiyoruz?” sorusuna verilecek ortak cevaplar alabilir. 

Solun ve sosyal demokrasinin farklılıklarına ait kırmızı çizgilerini ve mazilerine ait hatıralarını canlandırıp, “olmaz” ya da “ulaşılmaz” denilen mesafeleri kavuşur hale getirebiliriz. Bugün, ne mazinin bizi ayrıştıran siyasi hatıralarını canlandırarak, ne de AKP-MHP bloku karşısındaki farklı muhalefet dinamiklerinin gücünü dağıtacak, dönemsel açık ve ya örtülü ittifak seçeneklerini dışlama lüksümüz yoktur. 

Çünkü bu ülkenin yüzde 60’ı, 24 Haziran’da memleket ve halk lehine kazanacağımıza inanıyor, yeter ki siyasi yapılar da halkın aklına, beklentilerine, umuduna inansın, güvensin ve buna uygun davransın.

Turan Eser/ BİRGÜN

Bir hafta süren sokak gösterileri istifa getirdi: Sarkisyan’ı dize getiren büyük öfke- MUSTAFA K. ERDEMOL

Anayasa değişikliği ile gücünü sürdürmeye çalışmak her zaman istediği sonuca ulaştırmıyor politikacıyı. Ders çıkarmak lazım.

Ermenistan’da siyasi kriz durulacağa benzemiyor. Önceki gün hükümet yetkilileri ile muhalefet lideri Nikol Paşinyan’ın arasında gerçekleşen görüşme, yaşanan krizi durdurmak yerine iyice derinleştirdi. Paşinyan, bu görüşmenin ardından gözaltına alındı. Dün de başkent Erivan’ın sokaklarında devam eden protestolara askerlerin ünifürmalarıyla katıldığını gördük. Belli ki hoşnutsuzluk dalgası toplumun hemen her kesimini sarmış durumda.

Protestoların hedefindeki “Başbakan” Serj Sarkisyan dün istifa etmek zorunda kaldı. Bir haftadır süren, bol çatışmalı gösteriler ülkenin güçlü figürünü pes ettirdi.

Yine “bahar” demeye başladılar
Ülkede yaşanan son gelişmeleri Batı medyasında “Ermenistan Baharı” diye yorumlayanlar çıktı. Bu tür nitelemelere dikkat etmek gerek. Batı’nın “Bahar” dediği her toplumsal hareketliliğin ardından parçalanmışlıklar çıkıyor çünkü. Öfke Serj Sarkisyan’a yönelmişti. Ama onun şahsında aslında ciddi bir sistem karşıtlığı var. Sarkisyan’ı “Sovyet sistemi”nin temsilcisi gibi görenler son günlerde giderek artan protestoların ana gövdesini oluşturuyor.

İyi de Ermenistan vatandaşları neden kızgınlar Sarkisyan’a? 2015 Aralık’ında olanlar protestoların nedeni. Bu tarihte yapılan bir referandum sonucu yeni bir anayasası oldu ülkenin. Parlamento ile başbakanın yetkisini artıran bir sisteme olanak tanıyan bir anayasa idi bu. Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, yasalar gereği bir dönem daha cumhurbaşkanlığı yapamayacağından, yeni kabul edilen bu anayasa ile güçlendirilmiş olan başbakanlığa kaydırılacak, ülkenin yine tek hâkimi durumunda olacaktı. Sonuçları bu yılın mart ayında anlaşılabilen bir anayasa değişikliğiydi bu. Şu anda eskinin güçlü cumhurbaşkanlığı mevkii sembolik hale gelmiş, başbakanlık güçlenmiş durumda.

Ermenistan’da öfkeye yol açan bu işte. Sarkisyan’ın siyasi ayak oyunuyla güçlü konumunu sürdürmesinden hoşnut değil komşumuz yurttaşları.

Sarkisyan’ı neden istemiyorlar?
Her şeyden önce verdiği sözde durmadığı için bir öfke var. Daha önce cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra başbakanlık yapmayacağını açıklamıştı. Verdiği söze rağmen, güçlendirilmiş başbabakanlığı kabul etmesi kızgınlığın ilk nedeni. Aslında devleti iyi bilen, devlet yönetiminden anlayan biri Sarkisyan. Sarkisyan kadar deneyimli bir politikacı yok Ermenistan’da. Ancak onca deneyimine rağmen iki cumhurbaşkanlığı döneminde yolsuzlukların önünü alamadı, belki de almak için uğraşmadı. Dikta heveslisi olduğunu gösteren tutumları da yok değil. Ermenistan gibi küçük bir ülkeden yurtdışına göç de en çok Sarkisyan döneminde oldu.

Ermenistan, birçok nedenden ötürü Batı ile ilişkileri en gelişkin Bağımsız Devletler Topluluğu üyesi ülkelerden biri. Ermeni diyasporası Batı’da çok büyük. Bu nedenle Batı ülkeleri ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin mevcut durumdan daha ileride olması gerektiğini düşünen bir çoğunluk var Ermenistan’da. Sarkisyan ise dış politikada Rusya yanlısı bir tutuma sahip. Özellikle, doğum yeri olan Karabağ konusunda çok hassas, bu konudaki en büyük desteği de Rusya’dan alıyor.

Gençlik yıllarında Sovyet Ermenistanı’nda komünist örgütlenmelerde önemli görevler üstlenmiş biri Sarkisyan. Filoloji eğitimi alan Sarkisyan’ın üstlendiği görevlerdeki başarısı onu, Dağlık Karabağ Bölge Komitesi Birinci Sekreteri Genrikh Poghosyan’ın yardımcılığına getirdi. Bu Azerbaycan’la hep sorunlu olmuş bir bölgede önemli bir görevdir.

80’li yılların ortalarında Sovyetler’in bölgede zayıflamasıyla Karabağ’ın statüsü konusundaki gerilim iyice artış gösterdi. Sarkisyan’ı burada yaşayan Ermenilerin kurduğu “Dağlık Karabağ Cumhuriyeti” Savunma Kuvvetleri Komitesi Başkanı olarak görüyoruz. 1990’da ise Ermenistan Yüksek Konseyi üyesidir. Sovyetler’in dağılmasının ardından Azerbaycan ile Ermenistan iki bağımsız ülke oldular. Ardından Dağlık Karabağ nedeniyle savaşa tutuştular. Uluslararası hukuk açısından da Ermenistan’ı Karabağ’da işgalci durumuna düşüren savaş döneminde Sarkisyan birçok çatışmayı planlayan, düzenleyen kişiydi. Dolayısıyla hem Dağlık Karabağ’ın hem de Ermenistan ordularının kurucularından sayılıyor.

Robert Koçaryan’ın Devlet Başkanlığı döneminde (1998) kariyerinde ciddi bir sıçrama oldu Sarkisyan’ın. 1999 yılında Ermenistan Genelkurmay Başkanı’dır. Sivil hayata geçişi muhafazakâr Ermenistan Cumhuriyetçi Partisi’ne üye olmasıyla başladı. 2007’de Koçaryan’ın başbakanı olarak siyasetin tepesindedir. Partisinin 2007’deki 11. Olağan Kongresi’nde Genel Başkanı seçilince 2008’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday oldu. Rakibi, Ermenistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan’ın karşısında yüzde 50’den fazla oy alarak Cumhurbaşkanı seçildi.

O seçimler sonrasında çok sancılı bir dönem geçirdi Ermenistan. Petrosyan taraftarlarının seçimlerde hile yapıldığı iddiaları binlerce kişinin katıldığı protesto gösterilerine yol açtı.

Birinci cumhurbaşkanlığı dönemi pek bir kötü geçmiştir. İşsizliği çözemedi, ekonomik dar boğazı aşamadı. Ne denizi var ne yer altı yer üstü zenginlikleri Ermenistan’ın. 3 milyonluk güzel bir ülke. Bu nüfusun bir milyonu yurtdışında yaşamakta, onlardan gelen para ekonominin temelini oluşturmakta. Vatandaşların gelir düzeyi yoksulluk seviyesinin altında. Sarkisyan bunları çözmek için yeni iş sahaları açacağından, kalkınma ekonomisi uygulayacağından söz etti ama hiçbirini başaramadı. Kapalı olan Türkiye sınırının açılması Ermenistan’ın Batı’yla buluşmasını da kolaylaştıracak ama bunun için atılacak adımları Ermenistan halkı Türkiye’ye bir taviz gibi görmekte. Bu nedenle Türkiye ile normalleşmek de kolay gerçekleşmemekte. Tüm bunların sorumlusu Sarkisyan değildir ama vaatlerinin en azından bir kısımını çözebilme şansını kullanamadığı, ama Cumhurbaşkanlığında kalmak için her şeyi yapabilecek bir görüntü verdiği de doğrudur.
Türkiye konusunda genellikle sert biri tutumu olmasına rağmen Sarkisyan, Dağlık Karabağ sorunu yüzünden Türkiye ile yakınlaşma politikası izledi. Hatta iki ülke bir protokol üzerinde bile anlaşmışlardı. Ancak bu protokol ne Türkiye’nin ne de Ermenistan’ın parlamentolarında onaylandı.

Sarkisyan, Ermeni diyasporası tarafından da Ermeni Soykırımı kaynaklı nedenlerden ötürü çok eleştirilmiş bir politikacıydı. Özellikle yukarıda sözünü ettiğim protokolda “1915 olaylarının tarihçilerden oluşacak bir komisyon tarafından araştırılması” şeklinde bir maddenin bulunması yüzünden çok düşman topladı diyaspora içinden Sarkisyan.

İkinci cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de ilkindeki gibi çok büyük bir oy oranıyla başkan seçilen Sarkisyan’ın bu seferki rakibi Miras Partisi Genel Başkanı Raffi Hovanisyan’dı. O da seçimlere hile karıştırıldığını söyleyerek sonuçlara itiraz etti. ABD’de de seçimlerde hile yapıldığı konusundaki görüşleri paylaştığını duyurmuştu. Bu Sarkisyan’ın Ermenistan’da güvenilirliğini sarsan olayların başında gelir.

Kimdir bu Paşinyan?
Şimdi böylesi bir manzara varken Sarkisyan’ın, yasal olarak üçüncü kez aday olamadığı için bir daha oturmayacağı Cumhurbaşkanlığı koltuğu yerine yeni anayasanın kabulüyle güçlendirilmiş bir başbakan olarak yine kaldığı yerden devam etmesi kabul görmedi toplumda.

Mevcut hoşnutsuzluğu örgütlü bir tepkiye dönüştüren kişi de Nikol Paşinyan adlı genç politikacı. Gazeteci kökenli Paşinyan ülkenin ilk cumhurbaşkanı Petrosyan’ın liderliğini yaptığı Ermeni Ulusal Konseyi üyesi. Ermensitan’ın en çok satan gazetesi liberal eğilimli Haykakan Zhamanak’ın editörüydü. Bu gazetede hem Koçaryan’ı hem de Sarkisyan’ı kıyasıya eleştirmesiyle tanınıyor. 2000 yılında hakaret ve onur kırıcı yayın yapmaktan aldığı bir de mahkûmiyeti var. Bir ara Ermeni güvenlik güçlerinde cinayet ve topluımsal kargaşa yarattığı iddiasıyla aranıyordu da. 2009 Haziran’ında gizlilikten çıkıp polise teslim oldu ancak 2011’de çok sayıda siyasal mahkumun salıverildiği aftan yararlanarak serbest kaldı. Gizli yaşadığı dönemde asla Ermenistan dışına çıkmadığını belirtiyor. Hep Erivan’da olduğunu da uygulayarak “yakalanmamam Ermeni güvenlik güçleri için bir utanç sayılmalıdır” diyor.

Ülkesinde “demokratik yollarla” devrim yapmaktan söz ediyor sürekli. Koçaryan ile Sarkisyan hakkındaki “sekiz kişinin öldürülmesinden sorumlular” iddiasından hiç vazgeçmiş değil.

Bir de kurtulduğu suikast girişimi var Paşinyan’ın. Haykakan Zhamanak’ın önüne park ettiği aracı havaya uçuruldu. “Tesadüfen yaşıyorum çünkü otomobilim her zamanki çıkış saatimde patlatılmıştı. O gün büromda daha uzun zaman kaldığım için ölmedim” diye açıklamıştı suikast girişimini. Polis teknik bir sorundan kaynaklandı dese de Paşinyan kendisine suikast düzenlendiğini, yaptıranın da ülkenin en zengin işadamlarından Gagik Tsarukian olduğunu iddia ediyor. Tsarukian’ın suikast düzenlemesine neden olarak, ülkenin tatil kentlerinden Tsaghkadzor’daki ağaçları villasının yapımı nedeniyle yasadışı olarak kesmesinin haber yapılmasına kızgınlık olarak açıklıyor Paşinyan. Paşinyan altı arkadaşıyla birlikte kurduğu Toplumsal Sözleşme hareketi ile birlikte politika yapıyor. Hareketin amacı Sarkisyan’ın istifasını sağlamaktı.

Paşinyan’ın başını çektiği bu hareket ile hareketin yönlendirdiği protestolar Serj Sarkisyan’ı başbakanlıktan da etti.
Şimdi ne olacağını göreceğiz. Bakalım Paşinyan Başbakan olacak mı?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

24 Nisan 2018 Salı

Sınıflar ve domatesler - SEMA KARADAL

“İşçi sınıfından bir kadınsanız, hiçbir yer size eviniz gibi gelmez...” soL’da çıkan bir haberden alıntı olan bu sözler, başka bir coğrafyada yaşayan genç bir işçi kadına ait. 

İngiltere’nin kuzeyinde büyüyen bu genç kadının Londra ve Paris’te verdiği yaşam mücadelesinden bir kesit aktarılıyor haberde. Eğitim alabilmek için çabalarken, bir yandan da geçimini sağlamak için türlü işlerde, oldukça zor koşullarda çalışmak zorunda kalıyor. Dışlanma, aşağılanma ve büyük bir çaresizlik barındırıyor içinde işçinin hikayesi. Tam da çoğu kişinin büyük bir çıkmaz ve umutsuzluk içinde kaçasının geldiği bu günlerde, eşitsizlik ve adaletsizliğin kaçılası olduğu düşünülen yerlerde nasıl yaşandığının kanıtı.

Ece Temelkuran, memleketten çoktan kaçmış güzide aydınlarımızdan biri. Tam da işçi kadın haberinin çıktığı günlerde girdi gündemimize yeniden. New York’ta düzenlenen “Dünya Zirvesindeki Kadınlar” toplantısına Türkiye adına davet edilen tek isim olarak tanıtılıyordu haberde. 


Hillary Clinton’un yönettiği bir panelde Ortadoğu, Türkiye ve sağcı rejimlerin kadınları nasıl ezdiğini anlatmış hem de. Dert yandığı, birlikte konuşma fırsatı yakaladığı için onur duyduğunu ifade ettiği ve bir demokrasi kraliçesi olarak yansıttığı kişi ise Hillary Clinton! Bizim bildiğimiz Hillary ise resmedilenden epey farklı. Bizim bildiğimiz Hillary Clinton, beyaz kadınların güçlenmesini dert edinmiş platformlarda boy gösteren bir siyasetçi. Onun göz boyayan feminist söylemlerinin arkasında her zaman beyaz, liberal ve muhafazakar kadınlardan oy toplama derdi gizliydi. Yoksul ve emekçi kadınlar ise onun hiçbir zaman umurunda olmadı. Eşinin başkanlığı döneminde yoksul halkları hiçe sayan savaşların en büyük destekleyicisi olduğunu kendi ağzından duymadık mı? 
Clinton’lar, Bush’lar, Trump’lar, Erdoğan’lar bir saniye bile düşünmediler kendi çıkarları uğruna insanların tepesine bomba yağdırırken; kaç tane kadının, çocuğun öldüğünü... Bir yandan öldürürken öte yandan kirli çamaşırlarını temizlemeyi de ihmal etmiyorlar “demokrasi” kılıfının altında. Ece Temelkuran gibi liberal “aydın”larımız da eşlik ediyorlar temizlik işine. Hem de bunu ülke adına, ezilenler adına, sol adına yapıyorlar. 
Emperyalistlerin, sermayedarların, güç sahiplerinin, emekçi halkların sorunlarını dert ettiklerine inanıyor olabilir mi gerçekten Ece Temelkuran ya da onun gibilere solculuk atfeden takipçileri?  
“Sınıfsız Domates” diye bir yazısı var yıllar öncesinden. Yine böyle ülkeden uzaklaştığı günlerde, evindeki temizlik işçisinin bahçesindeki domatesleri özenle paketleyip kendisine yollaması karşısında ne kadar duygulandığını anlatıyor ve ekliyordu: “Sınıf meselesini kafamıza vura vura sokan Marx Abi, bilmiyorum Tülay'ın (temzilik işçisi)  inceliğinden, inceliklerimizden söz etmiş miydi?… Tülay'ın sahip olması gereken ‘sınıf öfkesini’ ne yok ediyor da yerine Tunus'a domates gönderme bilgisini koyuyor? Onun bir aylık gelirine yakın miktarlarda paralar vererek ayakkabılar alabilen biriyim ben?”

Onu bunca şaşırtan neydi, acaba ayakkabılarını çalmasını ya da domatesleri ayakları altına alıp ezmesini mi beklerdi öfkeli işçinin?  Marx’ın “sınıf öfkesi” tezi nerede yazıyor bilmiyorum ben. Şunu biliyorum ama, işçi sınıfından bir kadın yaşamı boyunca hiçbir zaman bir aileyi geçindirecek parayla kendine ayakkabı alamaz. Patronuna yolladığı domatesleri evine alamadığı, çocuklarına yediremediği günleri olur. Aradaki insani yakın ilişki, o işçi kadının karın tokluğuna çalıştığı, ezildiği, sömürüldüğü gerçeğini değiştirmiyor. 
İşçi sınıfına dair Marx ile hesaplaşma iddiasında bulunan Ece Temelkuran ise, işçi sınıfının geleceğine dinamit döşeyenlerle iş birliğine soyunuyor.

İşçi sınıfından biri olmanın ne demek olduğunu, liberallerin süslü hikayelerinden, sermaye sahiplerinin ya da siyasetçilerin şov yaptığı gösterişli toplantılardan dinlemeye karnımız tok artık. İşçi sınıfı kapitalizmin tüm yıkıcılığını yaşamının her alanında iliklerine kadar hissediyor. İçinde barındırdığı öfke ve isyan ise, insanlık dışı koşullarda yaşamalarına neden olan düzene, savaşlara, masum insanların katledilmesine, adaletsizliğe, eşitsizliğe son verecek olan devrimci dönüşümdür. 

Selam olsun bu düzeni değiştirmek için mücadele etmiş olan tüm devrimcilere. Selam olsun mücadeleye devam eden işçi sınıfına, tüm emekçilere. 

Kutlu olsun 1 Mayıs!