İslamcı yazar, zorlamalı tarihçi Yavuz Bahadıroğlu…
Çok okurduk yazdıklarını, İmam Hatipli yıllarımızda.
Hayrandık, betimlediği tarihi kahramanlara.
Manevi dünyadan maddi âleme bir şekilde ışınlanmış ve hayal ötesi örnek şahsiyetleri bize tanıtsın diye Allah tarafından görevlendirilmiş ruhani zat diye tasavvurumuza yerleştirdiğimiz isimdi.
Tok ses tonuyla tane tane konuşması, ama anlatımlarına heyecanını ilave etmeye çabalaması onu bizim gözümüzde efsaneleştirmişti.
Gün geldi, maneviyatı her daim sömürülen Nazif uyanmaya başladı.
Yalnızca dini değil, dindarı, muhafazakârı, dinciyi ve İslamcıyı mercek altına aldı.
Dinî çevredeki felaketi gördü.
Dinin, dindar iddialı yobazlar eliyle nasıl iptal edildiğini fark etti.
İslamcılardan bir tane bile adam yetişmemesinin nedenini araştırırken birdenbire yıllardır muhalif olduğu Atatürk’ün muhteşemliğinin şuuruna vardı.
Nurcular dâhil, içerisine girdiği tüm dinci yapılarla ilişkisini, selamını kesti.
Ve şunu tekrarlayıp durdu: “Keşke dua ve sure ezberleyeceğime, İslamcıların karakter üretmeyen, aksine sağlam cibiliyetleri çökerten ezberlerini bozacak yöntemleri geliştirseydim”
“İslamcılardan bir tane bile adam yetişmedi” tespitimin iki ana nedeni vardı.
İlki, dinsel hüküm alanı olan fıkıhta; sapkın fetvalar bulunması ve darülharp adındaki dinî ruhsatla insanların kişiliksiz kılınmasıydı.
İkincisi, din edebiyatına ve insanlığın ortak paydası olan sanata yenilik ve ruh verecek, hatta dünyadaki siyasal kutuplara alternatif söylemle seslenebilecek erdemli sloganların üretilememesi ve sanat eseri denilebilecek yaratıcılığa sahip olunamamasıydı.
DARÜLHARP HÜKMÜYLE TÜRKİYE'DE REZİLLİKLER YAŞANABİLİR İNANCI
Fıkıhta özellikle kadınlar üzerine verilen sapıkça görüşler ile diğer günlük işlerimize dair tutarsız ve aptalca gerekçelere dayalı hükümler inananları ve elbette beni oldukça rahatsız ediyordu. Evlenme, boşanma, miras, hak hukuk sahasında 1400 yıl önceki Arap toplumunun ruhsal ve toplumsal genetiğine ya da refleksine göre oluşturulan uygulamaların, zamanımız şartlarına uyarlanmaması herkesi inanç ve fikri anlamda zorluyordu.
Ortaçağ'ın kadın düşmanı tavrı ve onları adeta lanetli cadıya dönüştüren algısı, İslam dünyasında da başka türlü sergileniyordu.
Atatürk’ün, kadınların hak ve özgürlüklerine yönelik devrimleri Türk tarihinde yepyeni bir sayfa açmıştı, ama bu süreç Ortodoks İslamcı kesimlerde olumlu karşılık görmedi. Çünkü kadın; kişiliksiz, tepkisiz, yani onursuz olduğu müddetçe makbuldü onların kabullerinde.
Bir de darülharp denen facia vardı İslam hukuku manasına gelen fıkıhta…
Darülharp ve darülharp şartları, İslam hükümlerinin hâkim olmadığı topraklarda, haram kabul edilen birçok fiilin helal kılınması demekti.
Ve İslamcıların geneline göre Türkiye bir darülharp toprağıydı.
O halde her türlü ahlâksızlık dincilerce mubahtı.
Mesela darülharpte yapılmasında sakınca olmayan birkaç etkinlik nelerdi?
Örneğin, kumar oynanabilirdi darülharpte, yani Türkiye’de…
Örneğin, faiz işletilebilirdi darülharpte, yani Türkiye’de…
Örneğin, zina ve seks şımarıklığında sınır ve yasak yoktu darülharpte, yani Türkiye’de…
Haydi son bir örnek daha, "Hile-hurda-hülle" caizdi darülharpte, yani Türkiye’de.
Üstelik din düşmanı olarak gördükleri laik değerli kesimle mademki bir nevi harp halindeydiler, o halde Muhammed Peygamberin müşriklerle yapılan bir savaş esnasında kullandığı argüman en sert şekilde Türkiye şartlarında kullanılmalı ve“El harbu hud’atün (Harp, bir hileden ibarettir)” deklarasyonu seslendirilmeliydi.
Eh kısa süre önce İslamcı yazar Yavuz Bahadıroğlu da böylesi bir tweet attı.
Artık görevini yerine getirmiş olmalıydı, çünkü zamanımızın mücahede (cihat etme) çeşitlerinden biri de sosyal medyayı karıştırmak, fitne fesada uğratmak ve saf zihinleri terörize etmekti.
Yavuz Bahadıroğlu bunu becermenin hazzını yaşıyor olmalıydı artık…
İSLAMCILARDA EDEBİYAT VE SANAT ÜRETİMİ KISIR VE ARIZALIDIR
Uluslararası ödül alan Müslüman ülke edebiyatçılarına dikkat edildiğinde, kimliklerinde laik yönlerin ağır bastığı görülecek, İslamcılardan edebiyat üstatlarının çıkamayacağına şahit olunacaktır. Çünkü dinciler hınç ve kompleks ürünleriyle, sadece peşin hükümlü hüviyetindeki okuyucularına seslenebilir ve onlar üzerinde etkili olabilirler. Dindar temalı roman yazan kimi simaların, yandaşı oldukları İslamcılar sayesinde sermaye ve ün bakımından semirmeye başladıklarında dillerinin yılanlaşıverdiğini, gerçek yüzlerini saklayamadıklarını ve sonradan edindikleri kazanımlarını kin edebiyatına çevirdiklerini rahatça görebiliriz.
1970’lerde dindar formatlı Huzur Sokağı ile Hekimoğlu İsmail’in yazdığı Minyeli Abdullah benzeri kimi romanlar filmlere de uyarlanmıştı ama bunların bir edebi eser sayılamayacağında taraflı tarafsız herkes hemfikir olmuştu.
Zamanımızda da dindarların edebiyat ürünlerindeki tarz, hikâyesi ya bir dindarın zulme uğradığıyla, ya “Elif” harfinden duygular çıkarılmasıyla, ya Mevlana’nın Mesnevi’sinden esinlenme uyduruk bir seslenişle, ya da modern çağın temsilcilerinden çaldıkları şablonların kahramanlarıyla çerçevelidir.
Dinsel içerikli filmlerde de nefsi terbiye eden bazı mutasavvıflar konu edinilir.
Halk tabakasının alay etmesine aldırmaksızın süfli mesleklerde çalışan şahısların alçakgönüllülükleri bu filmlerde ibretle vurgulanır. Fakat aslına bakarsanız, zamanımızda öylesi davranış biçimleri zaten yanlıştır, çünkü ortalık yerde pazarlama yapma işine işportacılık denir ve yasaktır, nefsi terbiye etmez ve muhtemelen terbiyeliyi arsız edebilir.
Bence seyirci ilgisi yönünden başarılı ama Müslüman kalitesinin ve İslam uygarlığının çöküşünü göstermesi bakımından anlamlı film Recep İvedik’tir. Senaryo diyaloglarında İslamcı söylem bulunmasa da, İslamcılığın sosyal düzenindeki kalite düzeyini ve bir dincinin gülme potansiyelini harekete geçirici yoz zekâ seviyesini Recep İvedik’te görmek mümkündür. Saf, salak ve pervasız ataklarıyla normal düzeni altüst eden Recep İvedik, dinî kaynaklarda haber verilen Yecüc Mecüc rolünü üstlenen dincilerin izdüşümüdür. Her dinci bir Yecüc Mecüc, her dinci bir Recep ve her dinci edebiyatçı da bir Recep İvedik yaratıcısıdır.
Benim başarılı film olarak gösterebileceğim en gerçekçi dinî film “Takva” idi. Tarikat yoluyla İslamlaşmaya çalışan birinin hangi ruhsal badirelere düştüğünü işleyen film, alanında çekilebilecek tüm projelere örnek olabilecek nitelikteydi.
Dincilerin sanat yönüne kısaca bakarsak…
Zaten kısa bakmalıyız, uzunca anlatımlarda yalnızca olumsuzlukları göz önüne serebilirim.
Hatırlayanınız vardır muhakkak... Zeugma’daki arkeolojik çalışmaları denetleyen bir kadın Bakan ile yanındaki tarih duyarlılığı noksan zevatın mozaiklerin üzerinde yürümelerini ve ayaklar altında kalan kültürsüzlüğü unutmamışsınızdır umarım.
Dinci çevrede sanata dair muhalif duruşa dinî gerekçelerin uydurulmuş olduğu gerçeğini de atlamamalıyız.
Risale-i Nur’da tiyatronun özelliğinden söz eden Said Nursi, tiyatro oyununda, daha önce ölmüş, yani şimdi hayatta olmayan kişilerin canlandırıldığına ve dolayısıyla reenkarnasyon inancının kuvvetlendirildiğine vurgu yapar (Risale-i Nur Külliyatı/Sözler, s.677). Said Nursi başka bir kayıtta da tiyatronun “kebair” (büyük günah) olduğunu savunmaktadır (Risale-i Nur Külliyatı/Şualar, s.504).
Yine aynı eserinde Said Nursi, gölgeli ya da gölgesiz yani heykel/ büst (Risale-i Nur Külliyatı/Mektubat, s.478) veya tuvaldeki resimlerin haram olduklarını belirtir (Risale-i Nur Külliyatı/Sözler, s.478).
Tüm bu yobazca çıkışlar, Melih Gökçek’in “Sanatın içine tükürme” güdülerini nasıl beslediğini de göstermektedir.
Aklıma gelmişken söyleyeyim, ressam Ahmet Güneştekin’in “Konstantiniyye”adlı eserinin sergilendiği bir alışveriş merkezi önünden zorbaca kaldırılması dincilerin protesto edemediği ama kendilerine ait olan geniş portreydi.
Ben şimdilerde, fıkıh ve İslamcı edebiyatın birleşiminden doğan Yavuz Bahadıroğlu’nun, tıpkı aynı kültür ve aynı öğretiden doğan diğer dinci kardeşleri gibi kalite eksikliğinin ve psikolojik ezikliğin mümessili olduğunu yıllar sonra tekrar anlamanın mutluluğunu yaşıyorum.
Nazif Ay / Odatv.com