23 Mayıs 2018 Çarşamba

Gelecek gençlerle gelecek - KAAN SEZYUM

Sirk gibi olduk iyice. Cebimizdeki para (eğer varsa), çok afedersiniz bir kuş gibi uçup gidiyor. Uçarken de elinize pisliyor bir de… Afedersiniz dedim çünkü beni affedin, paranızın artık değeri yok. Yani var ama yok oluyor, gidiyor. Her gün daha fazla çalışıp daha az kazanmak nasıl bir duygu, şimdi herkes anlıyor inceden.

Ama sorun yok, her gün 50 liralık fakirleştiğimiz için kimilerine bu o kadar da vurmuyor. Yine Lamborcini’yle vekil olmaya giden görgüsüz insanlar çıkıyor, yine sağda solda atar yaptığımız ama hiçbir yaptırım uygulayamadığımız ülkelere gemiler petrol taşıyor. Kimilerinin işleri tıkırında… Kimse garibanın derdinde değil, herkes kendini koruyor.

Dolar 4.65’i gördü az önce, peki biz neyi gördük? Bir ipucu vereyim, “Tersten” gördük ama görenler görebildi. Çünkü seçmenin en vasıflısı ve ülkeye yön vereni diyor ki “Bunlar dış güçlerin oyunu”… Mitolojiye inanmak gibi. Ya bırak mitolojiyi Örümcek Adam’ın gerçek olduğuna inanmak gibi neredeyse.

Seçmenimiz gazete okumuyor, haber takip etmiyor, her şeyin “dış güçlerden” olduğunu düşünüyor. O sırada kollarda çantalar, en pahalı markalarda, en garibanmışcasına gibi davranılıyor.

Mimar Doğan Hasol yazıyor “Ankara Garı yerleşkesinde yaklaşık 50 bin m²’lik TCDD arsası, binalarıyla birlikte Hacı Bayram Veli Üniversitesi’ne devredilecek, inşaatı da TOKİ yapacakmış. Gar ve o binalar 20.yy’ın ve Cumhuriyet’in mimari değerleri arasındadır. 

Bu gidişle ülkede 20.yy. hiç yaşanmamış sanılacak…”… Ne güzel değil mi? Sonra ülkemiz neden kimliksiz? Ülkede neden mimari ilerlemiyor. Ülkede neden estetik gelişmiyor. Tabii bunlar çok büyük lüks. Estetik gibi bir kavramla uğraşana kadar millet aç, aç… Aç ama mağdur tabii. Dış güçler var. Oyun büyük yiğen…

Aslında oyun “Büyük yiyen”… Neyse, geçelim bunları. “İtibardan tasarruf olmaz” anlayışı anlatıyor içsel görgüsüzlüğümüzü. İtibarımız olsun ama görgüsüz görünmeyelim isterdim oysa ki. Şeklimiz var ama içimiz bomboş olsun istemezdim. Neyse, o da belki bir gün olur. Hem içerik, hem şekil bizde olur…

Hazır başkanlık sistemi gelirken ben de bi şekilde isterim ki gençlikten sorumlu bakan olayım. Gençliğe ben bakayım. Gençler için neler yapmak isterim biraz da ondan bahsedeceğim şimdi de.

Öncelikle “Gençlik ve Spor Bakanlığı” olayını ortadan ikiye bölüyorum. Gençlik Bakanı olarak, gençlere imkan tanıyacağım. İtibardan kıstığım bütçeyle yapacağım bunu. Gençlerimiz kendi ülkelerini de başka ülkeleri de iyice gezip görecek bakanlığımda. Gençlerin yılda en az bir kere yurt dışına çıkmasını sağlayacağım. Festivallere, müzelere ve konserlere gidecekler. Oralarda, buralarda gezecek, görecekler. Genel kültürünü artırıp, yabancı gençlere örnek olacak insanlar haline gelecekler. İşte ancak o zaman “bizi kıskanacaklar”… Genç nüfusu geliştirirsen, geleceğini de geliştirirsin bu kadar basit.

Genç kardeşim okulunda okurken ne yapmak istiyorsa onu da yapacak. İster oyuncu olur, ister dansçı, ister müzisyen, ister hokkabaz, ister sporcu, ister tasarımcı, ne isterse... Herkese imkan ve fırsat sağlanacak. Eğitimin bitmeyen bir yolculuk olduğunu, insanın bildikçe cahilliğinin farkına vardığını öğrenecek. Ezberle, itaatle değil, sorgulamayla, farklı olmayla bir “değer”, bir birey olduğunu anlatacağız. Türk genci kendine güvenecek. Ama şimdiki gibi yalan dolandan, gerçekten uzak dizileri izlerken elinde kılıçla, çöp tenekesi kapağından kalkanla güvenmeyecek kendine. Bilgisiyle, saygısıyla, görgüsüyle güvenecek.

Gençler istediği gibi giyinecek, “Herkes bir şekil giyinir, şu şu şekil, bu bu şekil” diyeceğiz, farklılıkları kabullenecek, kendi farkımızı üretmeye çalışacağız. 
Gençler toplumu yönlendirecek. 
Çünkü bunun adı gelecek. 
Gelecek de gençlerle gelecek.
Sizi seviyoreee.


KAAN SEZYUM / BİRGÜN

‘Yönetme krizi’ listesi - YAŞAR AYDIN

AKP’de ‘Erdoğan politika değiştirmeden önce isimleri değiştirir’ diye yorumlanan aday listesi, ülkeyi yönetmekteki sıkıntının kabul edildiğini gösteriyor. Erdoğan artık gündem yaratmadaki etkisini de kaybediyor.

Partiler milletvekili aday listelerini YSK’ye sundu. Her seçim dönemi çok tartışılan listeler, CHP’deki bazı isimlerin aday gösterilmemesini saymazsak, kamuoyunda bu kez büyük gürültüye yol açmadı. Listelerin başka bir ortak özelliği de seçimin kaderini değiştirecek bir ağırlık ortaya koyamamaları oldu. Listeler, tam anlamı ile ‘genel başkan listeleri’ diye adlandırılabilir.

Milletvekili adaylarının netleşmesi ile medya yüzünü CHP’ye dönse de en ciddi kaynamanın AKP’de yaşandığını söyleyebiliriz. Erdoğan’ın listesi sadece milletvekili yapmadığı isimlerle değil aynı zamanda yıllardır bakanlık görevi verdiği isimleri, Meclis çalışmaları için görevlendirmesi farklı tartışmalara yol açtı.

Erdoğan şaşırtmadı
Listeler açıklanmadan önce hâlihazırda vekillik görevlerine devam edenlerin en az yarısının liste dışı olacağı konuşuluyordu. Tam da beklendiği gibi oldu. Erdoğan, milletvekili grubunun yarısını liste dışı bıraktı.

Erdoğan tam anlamı ile “kendine bağlı asker” listesi hazırladı. En yakın isimleri listede tutarken, başta ekonomi kurmayları olmak üzere ‘eskiler’ devre dışı kaldı. Erdoğan, liste temizliği yaparken tartışmalı isimler olan Metiner, Tayyar, Zeyit Aslan gibi vekilleri de aday olarak göstermedi. AKP kulislerinde bu tercih “Reis göze batan kimseyi istemedi” diye konuşuluyor.

24 Haziran sonrası
Listelere bakınca Erdoğan’ın Meclis’e dair planlama yaptığı da görülüyor. İsmi İstanbul Belediye Başkan adaylığı çokça için konuşulan Binali Yıldırım’ın ilk durağının Meclis başkanlığı olmasına, AKP’liler tarafından neredeyse kesin gözle bakılıyor. Tabii bu, partinin Meclis çoğunluğunu alması halinde gerçekleşecek bir plan. Kulislerde, parti içi bir başka düzenlemenin de Berat Albayrak üzerinde yapıldığı konuşuluyor. Albayrak’a bakanlık görevi yerine Meclis grup başkan vekilliği görevi verilebileceği bugünlerde kulislerin en hararetli konusu.

Bakanlar devre dışı
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu milletvekili adayı oldu. Bu isimler sadece sıradan bir bakan değil, Erdoğan siyasetinin yürütücüsü durumunda olan isimlerdi. Üç ismin aynı anda bakanlık koltuklarından ayrılmaları tıpkı ekonomide olduğu gibi ‘yeni bir döneme mi giriliyor’ sorusunu beraberinde getirdi.

Aklımızdaki bu sorunun cevabını biz de AKP kulislerinde aradık. Liste dışı kalan bir AKP’liden aldığımız “Erdoğan politika değiştirmeden önce isimleri değiştirir” yanıtı merakımızı daha da artırdı. Anlaşılan o ki Erdoğan seçilse bile ülkeyi bu halde yönetemeyeceğini kabul etmiş durumda.

‘Tek adam’ mı, ‘yalnız adam’ mı?
Erdoğan’ın partinin geleceğini de düşünerek yaptığı hamlelerin kuşkusuz siyasal sonuçları olacaktır. Belki de milletvekili listelerinin ilk çıktısı tek başına yürütülecek bir kampanya olarak kendini gösterecektir. MHP’nin etkisiz görünümü sonrası Erdoğan’ın sadece AKP’nin değil aynı zamanda Cumhur İttifakı’nın da taşıyıcısı olacağını söyleyebiliriz.

Kuşkusuz Erdoğan, kişisel etkisine güveniyor ve kendisini oylatmayı seviyor. Ama ilk kez iki kulvarda ve güçlü adaylarla yarışıyor. Bir yandan kendisine oy isterken diğer yandan da Cumhur İttifakı’nın adaylarını Meclis’e taşımaya çalışacak. Gündemi sürükleme konusunda zorlanmaya başlayan Erdoğan, kamuoyu nezdinde de tek adamdan çok ‘yalnız adam’ imajı vermeye başladı. Erdoğan, Davutoğlu ve Gül ekibini yanına yaklaştırmayacağına göre bu imajdan kurtulmak için yanına ya MHP ve BBP’lileri alacak, ya da yeni isimler bulacak.

Yaşar Aydın / BİRGÜN

Mahkeme kararı yine dinlenmedi: Kuşdili Çayırı da talana açılıyor - UĞUR ŞAHİN

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kadıköy’de bulunan ve 3. derece sit alanı olan tarihi Kuşdili Çayırı’nı mahkeme kararına rağmen imara açtı. CHP’li Doğan, “Mahkeme kararları hiçe sayıldı” dedi.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İstanbul Kadıköy’de bulunan ve 3. derece sit alanı olan tarihi Kuşdili Çayırı’nı mahkeme kararına rağmen imara açtı. Bakanlık, hazırlanan imar planı değişikliğini önceki gün onayladı ve aynı gün askıya çıkardı. Söz konusu alanın mülkiyeti AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) ait. Değişiklikle birlikte alanın üstü dinlenme alanı, park, itfaiye alanı, yol ve dere olarak düzenlenirken, park ve dinlenme alanında zemin altı katlı otopark inşa edilecek.

Kadıköy Belediyesi: İptal edin
Plana ilişkin açıklama raporunda Kadıköy Belediyesi’nin görüşüne de yer verildi. Belediye, zemin altı otoparkın iptal edilmesini talep ederek, şunları kaydetti:

“Tarihi geçmişinden gelen özelliği nedeniyle, ağaç köklerinin ve zemin sularının yeraltındaki beton blokların üstüne değil toprağa ulaştığı, parselin doğal yapısının korunduğu bir yeşil alan olarak planlaması daha doğru olacağından, plan değişikliği tekliflerinde ‘park’ olarak belirlenen alanın yüzde 50’lik kısmında yapılacak olan zemin altı katlı otopark alanının iptal edilmesi Başkanlığımız görüşüdür.”

Mahkemelerden iptal kararları
1977 yılında ‘doğal sit alanı’ ilan edilen ve Kuşdili Çayırı olarak bilinen alana ilişkin 1981’de Koruma Kurulu, ‘doğal anıt’ tescil kararı verdi. 1988’de alanın doğal sit alanı olması itibariyle kalıcı tesislere izin verilmeyip sadece otopark ve pazar yeri olarak kullanılabileceğine ilişkin karar alındı. Takvim 2007’yi gösterdiğinde ise alana AVM yapılmasının önü açıldı ve Kuşdili Çayırı ‘özel proje alanı’ olarak belirlendi. Bunun üzerine Şehir Plancıları Odası konuyu yargıya taşıdı ve değişiklik 2009’de iptal edildi. Ardından 2013’te Kuşdili Çayırı’na dair “park, zemin altı otopark ve itfaiye alanı” olarak değişiklik yapıldı. Bu karar da Mimarlar Odası ile Kadıköy Belediyesi’nin açtığı davalar üzerine iptal edildi. Tüm bunlara rağmen Çere ve Şehircilik Bakanlığı Kuşdili Çayırı’nı imar açacak planı önceki gün onayladı.

Tarihi kalıntılara zarar verilecek
Konuya ilişkin BirGün’e konuşan eski İBB Meclisi’nin CHP’li Üyesi ve inşaat mühendisi İbrahim Doğan, Bakanlığın mahkeme kararlarını hiçe sayarak yasalara aykırı bir şekilde plan hazırladığını söyledi. Söz konusu değişikliğin şehircilik ilkelerine aykırı olduğunu dile getiren Doğan, planın kamu yararı taşımadığına da işaret etti.
Doğan, şunları ifade etti:
“Bu alanda kazı yapılması olası yeraltı tarihi ve antik kalıntılar için de zarar verici nitelikte. Bu nedenlerden dolayı söz konusu arazinin yeşil alan olarak kalması önem arz ediyor. Zira bu alanda yapılacak yeraltı katlı otopark yağmur sularının toprağa erişmesini engeller. Ayrıca donatı alanlarının azalmasına neden olacağı gibi araç trafiğini de artıracak. Yapılacak itfaiye hizmet binası da kalıcı yapı olması nedeniyle ilgili kurul kararlarına aykırıdır. Zira ilgili kurumlar ve bilirkişi raporlarında açıkça bu alanın ‘çayır alanı’ olarak kalması gerektiğini açıkça belirtmiştir.”

‘Rantı reddediyoruz’ 
Doğan, sözlerini şöyle sonlandırdı: “Kuşdili Çayırı üzerinde bu planlarla birlikte yapılacak itfaiye hizmet binası ve yeraltı katlı otopark, bu alanın tamamen betonlaşmasına neden olacak. Ranta hizmet eden bu anlayışı ret ediyoruz.”

Uğur Şahin / BİRGÜN

İmam-hatipten kaçanlar Galatasaray kuyruğunda - TAYFUN ATAY

Pazartesi günkü Cumhuriyet’te biri 2’nci sayfada, diğeri arka sayfada karşımıza çıkan ve birlikte değerlendirildiğinde AKP Türkiye’sinin hali pür melâlini ortaya serdiği düşünülebilecek iki haber vardı. 

İlki arkadaşımız Figen Atalay’ın yeni başlamış yazı dizisi “LGS’nin Bilinmeyenleri”nden ve İstanbul’da imam-hatip lisesi öğrenci kontenjanının 5 binin üstünde (5160) olduğunu işaret ediyor. 

Şehir imam-hatiplere adeta mecbur edilmiş durumda. Çünkü koskoca İstanbul’da 39 ilçede merkezi sınavla öğrenci alacak 8 fen lisesi ve sadece 3 tane (bir sosyal bilimci olarak içim sızlaya sızlaya telaffuz ediyorum!) sosyal bilimler lisesi var. Ama 55 tane imam hatip lisesi var. 

Dahası bazı ilçelerde merkezi sınavla öğrenci alınacak yalnızca imam-hatip liseleri var. Türkiye’de bazı illerde de Anadolu lisesi hiç yokken imam-hatip neredeyse tek seçenek. 

Yine yazıda yer alıyor: İstanbul’da Sahrayıcedit sakinleri isyanda; çünkü muhitte hiç Anadolu, fen ve meslek lisesi yokken iki imam-hatip lisesi var ve bunlar geçmişte mevcut iki lisenin değiştirilmesiyle ortaya çıkmış. Halk, çocuklarımızın seçme hakları ellerinden alındı diyerek sokaklara dökülmüş!.. 

Bir tarafta durum bu… Diğer taraftan, bununla titreşimli, hem de trajikomik şekilde titreşimli şu haber arka sayfada gözümüze çarpıyor: Galatasaray İlkokulu’na kura ile alınacak 50 kişilik kontenjan için tam 5 bin 939 başvuru olmuş. 

Ne kadar manidar değil mi?! Sanki 5 bin küsur imam-hatip kontenjanının kendilerine daralttığı alandan kaçanlar Galatasaray’ın kapısına dayanmışlar gibi!.. 

Ailelerin erken saatlerden itibaren “Mekteb-i Sultanî” önünde uzun kuyruklar oluşturduğunu öğreniyoruz haberden... Başvuru da bedava değil; öğrenci başı 700 lira ödeniyor. Kura için başvurulardan okulun elde ettiği gelir de 4 milyon küsur TL. 
Gülelim mi hep beraber, şu ağlanacak haline “Yeni Türkiye”nin, ne dersiniz?.. 
“Batılılaşma” nefretiyle gözler öylesine kör olmuş ki 1920’ler ve 30’ların takıntısıyla 2000’ler, 2010’lar dünyası ve Türkiye’sinin gerçeklerini, ihtiyaçlarını, arzularını göremiyor, toplumu zorlaya zorlaya neredeyse dinden-imandan olacak noktaya getiriyorlar!.. 

Nasıl “en az üç çocuk” telkiniyle imkânları, koşulları, dolayısıyla “kalite”yi hiçe sayıp “niteliksiz nicelik” peşinde koşmayı marifet sayıyorlarsa, aynı minval üzere neredeyse her mahalleye en az iki imam-hatip de eğitim politikalarının şiarı olmuş gibi... 

Evet, imam-hatipleri patlattılar. Ama ellerinde patlattılar!..

Böyle giderse Türkiye’de hiçbir dönemde görülmedik cinsten bir imam-hatip usanmışlığı, hem de dindar-muhafazakâr kesimin kendi içinden olarak bu dönemin bir ayırt edici karakteristiği hâline gelecek. Yanlış mı, imam-hatipteki çocuklar değil mi iktidarın dinbaz taassubundan “Yandım Allah” diyerek Deizme yelken açanlar!.. 

Sosyal bilim yok, fen yok, düz lise yok, Anadolu lisesi yok. Varsa yoksa imam-hatip… 
80 milyonluk ülkenin kaderi, anti-Kemalist/ modernist bir ideolojik takıntıda kalmış bir dinbaz iktidar kliğinin duygusal (ve alabildiğine “ergen”) tepkilerine bağlanmış durumda. 
Öpüp başlarına koydukları Kur’an, “Dinde zorlama yoktur” diyor mu, diyor. “Âlemlere rahmet” olarak gönderildiğine inandıkları peygamber, “Kolaylaştırın,zorlaştırmayın” diyor mu, diyor.


Ama bunlar, zorlaştırdıkça zorlaştırıyorlar! Halk “İllallah” deyip “Mahallemize Anadolu lisesi istiyoruz” pankartı açıyor; bunlar zorluyor da zorluyor, dayatıyor imam-hatipleri… Ve bu da aslında en büyük zararı imam-hatiplere veriyor. 

Gel gelelim diğer taraftan günlerdir Fransa’da “Kur’an’da tashih” diye zırvalayanları büyütüp “yerli ve milli” bir Fransızca boykotu çağrısında bulunsalar da işte millet hiç mi hiç iplemiyor bunları… Ve “Mekteb-i Sultanî”nin ilkokul kısmına alınacak 50 öğrenci arasına çocuklarını sokmak için ortalığı tam anlamıyla “ana-baba günü”ne çeviriyor.
Tahminim o ki Galatasaray’a altı bine yakın başvuru sahibi arasında bu iktidara oy vermiş dindar-muhafazakâr kesimden de hali vakti yerinde vatandaşlar vardır. 

Çünkü biliyorum, Anglo-Sakson menşeli ve “misyoner” diye diye bas bas bağırdıkları bir diğer okulun giriş sınavında içerideki çocuğu için dışarıda heyecanla volta atan iktidar yanlıları, matbuat yöneticileri olduğunu… 

Burada da araştırılsın, benzer bir sonuç çıkması kuvvetle muhtemel.
 
Demek ki kendi içlerini bile ne imam hatibe, ne de “Fransızca şerri”ne ikna edebilmiş değiller. 

Demek ki aslında çoktan ölmüşler de ağlayanları yok!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Irak’ın seçimi - CEYDA KARAN

Iraklı yaşlı teyze 12 Mayıs’taki seçimler için sandığa giderken yanına yaklaşanlara ‘ oyunu komünistlere vereceğini ’ söyleyip nedenini şöyle izah etmiş: “ Çünkü onlar yalan söylemiyorlar ve çalmıyorlar. ”
Irak’tan sosyal medyadaki videosuyla yansıyan bu bakış, en az seçimin sonuçları kadar şaşırtıcı. ABD’nin 2003’te ülkeyi işgal edip yıkmasından bu yana dördüncü, IŞİD barbarlarının istilasının mağlup edilmesinden sonraki ilk seçimlerin nihai sonuçları geçen  c umartesi açıklandı. Resmin netleşmesiyle herkes Ortadoğu’nun işgalle dağıtılmış ülkesinin hangi yönde gideceğini anlamaya çalışıyor.
 
Geleneksel ittifaklarda kırılma
329 sandalyeli Irak parlamentosunda, ABD’nin eski kanlısı Şii ulema Mukteda el Sadr ’ın Irak Komünist Partisi dahil altı küçük partiden oluşan Sairun ittifakı 54 sandalye ile birinci çıktı. İkinci sırayı IŞİD’l e savaşta nam salmış  Hadi el Amiri  liderliğindeki milis gücü Haşdi’nin siyasi temsilcilerinden oluşan Fetih ittifakı 47 sandalyeyle aldı. ABD ve Körfez’deki monarşilerin umudu Başbakan  Haydar el İbadi  IŞİD’i yenmekten ,  Sünni çoğunluklu Ninova’daki kazanımların dışında pek fayda sağlayamadı; Nasır (Zafer) ittifakıyla 42 sandalye ile üçüncü sırada kaldı. Başkent Bağdat’da da Sadr ittifakına karşı ağır yenildi. ABD’nin ‘ İrancı’ bulup 2014’teki IŞİD istilasıyla ‘ devrilmesini sağladığı ’ eski  Başbakan  
Nuri el Maliki ’nin Kanun Devleti 26, KDP 25,  İyad Allavi ’nin Vataniye’si 21,  El Hekim ’in Hikmet ittifakı 19, KYB 18, Türkiye’nin epey yatırım yaptığı  Usame Nuceyfi ’nin Irak’ın Kararı 14. Ve küçük partilere giden sandalyeler var.


Katılım yüzde 44.5’te kaldı ki son iki seçimde 62’deydi. Sebebi yolsuz siyasi elitlere güvensizlik, feci kamu hizmetleri ile ilk kez kullanılan elektronik oy sistemiyle izah ediliyor.

Irak’ta kitle imha silahlar yalanıyla başlatılıp ‘ demokrasi inşasına ’ çevirdiği işgal sürecinde ABD’nin anayasasını da yazarak çerçevesini belirlediği siyasi sistem, sandıkta ancak ittifaklar koalisyonu üretebiliyor. Bu da nüfusun yüzde 60-65’ini oluşturan Şiiler ile Sünni ve Kürt toplumunun farklı partilerinin içini doldurduğu parçalı bir yapı çıkarıyor. Üstelik bu kez işler daha karışık. Zira geleneksel partilerin zayıflamakta olduğu bir resim var.
 
ABD’nin kanlısı, İran’ın hazzetmediği Sadr
Bu sonuçlarla birlikte dikkatler Türkçeye ‘ İstikamet Reform için Yürüyüş ’ diye tercüme edeceğimiz Sadr’ın Sairun ittifakına çevrildi. Kurduğu İstikamet Vatani partisi öncülüğünde yolsuzluk karşıtı ve mezhepler üstü pozisyonla seküler partileri birleştiren henüz 45 yaşındaki Sadr, ünlü bir ulema ailesinden. Babası  Muhammed Sadık el Sadr , Saddam ’ın idam ettirdiği bir isim. Dini rolünü babasından miras alsa da yetkinliği tartışmalı.

Sadr, Sairun ittifakının lideri olsa bile Şii gelenekleri uyarınca arka planda. Başbakan olmayacak ama pazarlıklarda belirleyici olabilir.

2000’lerde kurduğu Mehdi Ordusu ile ABD işgaline direnirken Sünnilerle kanlı mezhep savaşına tutuşmuş Sadr’ı vaktiyle Newsweek ‘ tabutundan çıkan Dracula ’ gibi resmediyordu. Tabii ABD Sadr’ı avlama planlarını çoktan rafa kaldırdı, hatta genç lider şimdi ‘ gözde olma yolunda ’. Bunda Sadr’ın geçen yaz Suudi ve BAE’nin davetlerini kabul edip prensleriyle buluşmuş olmasının payı büyük. Sadr aynı şekilde Suriye Cumhurbaşkanı  Beşşar Esad ’ın istifa etmesi gerektiği çıkışlarıyla da direniş cephesini kızdırmıştı.

İran açısından bakıldığında 2007’te Amerikalılardan kaçıp kendilerine sığınmış olan Sadr, özellikle de son yıllarda memnuniyetsizlik kaynağı. Son seçimdeki zafer kutlamaları sırasında Bağdat’ın kazananı olan Sadrcıların ‘ Bağdat özgür, İran defol ’ sloganlarından rahatsızlık duymaları değil sadece. Tahran, tutumunu geçen şubatta  Hamaney ’in danışmanı  Ali Ekber Velayeti ’nin “ Liberaller ve komünistlerin Irak’ı yönetmelerine izin vermeyeceğiz ” sözleriyle açık etmişti. Hatta İran’ın Bağdat’taki ittifaklarla dengelediği ilişkiler düşünülürse, biraz fazla açık ettiği bile söylenebilir.
 
İran ve Irak Şiiliğinin rekabetinin sembolü
Sadr, IŞİD’l e  savaşta kurduğu Saraya el Selam Tugayı (Barış Tugayı) ile Haşdi’de yer alsa da eğreti durmuştu. Hatta tıpkı Amerikalılar gibi Haşdi birliklerinin silahsızlanması çağrısı da yaptı. Aslında Sadr için , İran’ın Irak’ın Şii çoğunluğu adına konuşmasından hazzetmeyen bir figür olarak iki ülke Şiiliği arasındaki tarihi rekabetin sembolü desek yeridir.
Fakat Sadr, ne ABD’ci ne İrancı. Kimilerinin isminden hareketle ‘ Mookie ’ lakabıyla andığı genç Sadr için belki de ‘ ne idüğü belirsiz ’ belki daha uygun düşer. ABD için de Bağdat’ta birinci tercih olamayacak denli ‘ kanlı bir sayfası ’ var zira.
 
Sairun’un komünistleri
Ve Sairun’un komünistleri... Öncelikle aslında Sairun 2015’ten bu yana sokakta şekillendi desek yeridir. Sadr grubunun ‘ yolsuzluk karşıtı teknokrat hükümet ’ talebiyle Bağdat’ın Tahrir Meydanı’nda eylemler, ABD hegemonyasındaki Yeşil Bölge’de meclis baskını yaptığı dönemlerde yanlarında Irak Komünist Partisi de (IKP) vardı. Sairun’da salt IKP değil, Irak Cumhuriyetçileri Partisi ve irili ufaklı gruplar da var. Kendilerini ‘ Reform için Devrimciler  İttifakı ’ diye anan bu ittifakın içindeki IKP’nin 1958’de  Abdül Kasım  ile monarşiyi devirmiş sonra CIA destekli Saddam’ın Baas’ının hedefi olmuş partiyle ise pek fazla alakası yok. Ortadoğu uzmanı  Elijah Magnier ’in Bağdat’ta lideriyle söyleşi için kapısına gittiğinde ‘Mekke’ye hacca gideceği için bir aylığına ofiste olmayacağı’  yazısıyla karşılaştığı IKP bu. Yine sosyal medyaya üzerinde kocaman sarı orak - çekiç baskısı ile kırmızı çarşaflı taraftarlarının fotoğraflarının yansıdığı bir IKP.
 
Irak solu kazandı demek yanlış olur
IKP, Şii kutsal kenti Necef’te  Suhad el Khatib  isimli bir kadın vekil çıkar d ı. Kendisi ulema ailesinden bir öğretmen ve kadın hakları aktivisti. Necef deyip geçmemeli ,  zira burası henüz mayıs başında Uluslararası Stadyum açılışında kalabalıkların başbakanlık sözcüsüne “Hepiniz hırsızsınız ” diye bağırdığı bir şehir. Dolayısıyla Sairun’da sosyal adalet, mezhepler üstülük ve yolsuzluk dertleri sosyo-ekonomik taban üzerinde yükseliyor.

2014’te IŞİD barbarlığına karşı Kızıl Ordu ismiyle milis gücü çıkaran IKP, Sünnilerle barış içinde var olmayı destekleyen, ulusal hedefler gözeten, sendikal mücadeleye önem veren antiemperyalist karakterini koruyup ülke ekonomisinin yağmalanmasına itiraz eden bir parti elbette. Ve Irak’ta bugünkü demografinin tezahürü. Ama bu seçimden ve Sairun’ın kazanımları üzerinden ‘ Irak solu kazandı ’ demek yanlış olur. Sairun ittifakının 54 sandalyesinden 51’i Sadr’ın İstikamet Vatani’sine ait olacak. IKP’ye çalışma yahut kültür bakanlığı sunulabilir, o kadar.
 
Haşdiler
Bunun ötesinde Haşdilerin Fetih’inin ikinci çıkması önemli. Irak güvenlik güçlerinin resmi parçası olan Haşdiler için hem önemli bir zafer hem de İran’ın nüfuzunun göstergesi. Haşdiler, IŞİD’l e  savaşta büyük prim topladılar. Ancak 100 bin kişilik milis gücünün Irak siyasetine ‘Hizbullahvari ’ bir renk kattığı aşikâr. Koalisyon pazarlıklarında İran’ın ünlü Devrim Muhafızları komutanı  Kasım Süleymani ’nin eşliğinde dengeleri nasıl etkileyeceklerini ise göreceğiz.
 
Sünniler ve Kürtler
Irak’ın Sünnileri ve Kürtleri ise her zamankinden daha fazla parçalanmış gibi görünüyorlar. İbadi’nin Ninova ve Anbar’daki kazanımları merkezi hükümete mezhepçilik ötesi bir bakışın tezahürü sayılabilir. Kürt partileri içinse bu seçimler sonbahardaki bağımsızlık referandumunun başarısızlığı ve petrol zengini tartışmalı bölgeleri yitirmenin hüsranını üzerlerinden atamadıklarının göstergesi.
 
Irak ulusalcılığı
Resim yeni cumhurbaşkanının bir ay içinde seçilip hükümet müzakerelerinin başlamasıyla ittifakların durumları ve dengeler de ortaya çıkacak. 329’da 165’lik vekil desteğini kim nasıl yakalayacak, süreç uzayacak mı ,  göreceğiz.

İşgalle çökertilmiş devletin yeni sahiplerinin yolsuzlukları, hizmet yoksunluğu, özelleştirmelerle yağmalanan ekonomi, dış güçlerin mütemadiyen müdahalelerinden yılmışlık eşliğinde Irak sandığından ne ABD ne İran, aslında ‘ Irak ulusalcılığı ’ çıkmış görünüyor. Geçmişte sandık ve koalisyon hükümetleri ABD ile İran’ın dengeleri kurduğu sonuçlar üretmişti. Bu kez  Trump yönetiminin  nükleer anlaşmayı çöpe atıp Tahran’da rejim değişikliğini açıkça ilan ettiği bir ortamda, Iraklılar için sonuçları daha mühim olacak.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Ekonomide doğrular ve yanlışlar - Erinç Yeldan

AKP ekonomi idaresinin almış bulunduğu makro iktisadi kararlar ve yürütmekte olduğu dışa bağımlı, çarpık büyüme stratejisi çok ciddi yanlışlıklar içermekte ve ulusal ekonomimizi istikrarsızlığa sürükleyerek, tahrip etmektedir.

Söz konusu yanlışlar dizisi ve tahribat, önceleri “cari işlemler açığı finanse edildiği sürece sorun değildir” söylemi ile uygulanmış ve Türkiye ekonomisi kronik olarak dış dengelerinde bozulmaya itilmiştir. Daha sonra Cumhuriyet tarihimizin en derin krizlerinden birisi olan ve ulusal ekonominin yüzde 6.5 daraldığı 2009 krizinin dersleri görmezden gelinerek, “krizin Türkiye’yi teğet geçtiği” savlanmış ve Türkiye yeniden ve
çok daha kararlı bir biçimde bir “ithalat cennetine” dönüştürülmüştür. Günümüzde de “enflasyonun asıl nedeninin yüksek faizler olduğu” gibi gerek iktisat bilimi, gerekse de iktisadi tarihin deneyimlerine tamamen zıt bir saplantıda ısrar edilerek enflasyonla mücadele politikası ağır derecede tahribata uğratılmıştır.

***

AKP’nin 2003’ten bu yana geliştirdiği ekonomik politikaların ana dayanağı dövizin her ne pahasına olursa olsun ucuz kılınması ilkesine dayanmaktadır. 2003’ten 2009 küresel krizine değin geçen sürede, AKP hükümetleri (ve Merkez Bankası yönetimi) dövizi ucuz tutarak bir yandan enflasyonist baskıları hafifletmeyi, diğer yandan da ithalat maliyetlerini düşürerek tüketim ve yatırım harcamalarını kamçılamayı öngörmekteydi. Ucuz döviz (aşırı değerli Türk Lirası) sayesinde dolar bazında ifade edilen milli gelir rakamlarımız da sanal bir biçimde olduğundan çok daha yüksek gözüküyor, bu da kamuoyunda bir AKP mucizesi olarak pazarlanıyordu.
 
AKP’nin bu ilk dönemi küresel ekonominin de sanal ve istikrarsız bir büyüme içinde olduğu genişleyici bir konjonktüre denk düştü. Amerikan ekonomisi Avrupa ve Uzak Asya ile olan ticaretinde ciddi açıklar veriyor ve bu açıkları da yüksek hacimlerde dolar basarak ve küresel piyasalara tahvil ihraç ederek finanse ediyordu. Dolayısıyla, tüm dünyada faizler hızla düşerken, ucuz dolara dayalı döviz bolluğu dünya ticaret hacmini genişletiyordu. Ancak “yerçekimini yadsıyan” bu kendi kendine değer kazandırma hayali, reel ekonomilerin gerçekleriyle yüzleştiği noktada kriz patlak vermişti. 

Türkiye de bu dönemde göreceli olarak çok yüksek reel faizler sunarak küresel ekonomide dolaşan bu finansal kâğıtları ve ucuz dolara dayalı sıcak parayı ulusal ekonomiye çekme uğraşı içerisindeydi. Söz konusu dönemde sıcak paraya dayalı büyümenin istikrarsızlık kaynağı olduğu ve ulusal sanayiyi tahrip ederek yapısal bir işsizlik tehdidi yarattığı yönündeki uyarılar “dövizin sıcağı soğuğu olmaz, cari açık finanse edildiği sürece sorun olmaz” türünden akıl ve bilim dışı bir retorik ile susturuluyordu. 

AKP bu dönemde uluslararası iş bölümünde yüksek faiz sunan, bir ucuz ithalat cenneti olarak yer bulurken, yükselen piyasa ekonomisi unvanına layık görülüyordu. Bugün yaygın söylem ile 2003-2008 arası AKP’nin uyguladığı faiz politikasını betimlersek, en uygun sözcük “faiz lobisinin, AKP ekonomi idaresinin bizzat kendisi olduğudur.”

***

İktisada Giriş derslerinde bir ulusal paranın değerini ise üç biçimde tanımlanmaktayız: 
(1) faiz oranı; (2) ulusal paranın (burada Türk Lirası’nın) dövizler karşısındaki değişim değeri; ve (3) enflasyon oranının tersi. Para piyasasının “dengesi” bu üç tanımın uyumlu olmasından geçmektedir. Paranın değerini veren bu tanımlar arasındaki herhangi bir tutarsızlık, para piyasasında dengenin yitirilmesine ve bu dengesizliğin reel ekonomi kesimine de sıçramasına neden olacaktır. Dolayısıyla, enflasyon, faiz ve döviz kurunun aşınması birbirine bağlı olarak ilişki içindedir. Paranın bu üç tanımı arasındaki iktisadi ilişkiler herhangi bir “neden-sebep-sonuç” ilişkisi içermez, sadece bu üç öğenin birlikte hareket ettiğini belirtir. 

Nitekim enflasyon, özünde işgücü piyasalarındaki katılıkların ve dengesizliklerin para piyasalarına yansımasının bir ürünüdür. Enflasyonla mücadele ulusal ekonominin yapısal nitelikli sorunlarının çözümünden geçer, Merkez Bankası’nın günlük (kısa vadeli politika) faizlerinin düşürülmesinden değil.


Yineleme pahasına yeniden vurgulayalım: AKP ekonomi idaresinin izlemekte olduğu bilim-dışı enflasyon politikası ve yürütmekte olduğu dışa bağımlı, inşaat betonuna dayalı büyüme stratejisi ulusal ekonomimizi istikrarsızlığa sürükleyerek tahrip etmektedir.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Merkez Bankası’nın ‘bağımsızlığı’ - ÇİĞDEM TOKER

Merkez Bankası’nın web sayfasını açınca hemen görünen iki cümle 16 Mayıs’tan kalma:“Piyasalarda gözlenen sağlıksız fiyat oluşumları yakından takip edilmektedir.Gelişmelerin enflasyon görünümü üzerindeki etkileri de dikkate alınarak gerekli adımlar atılacaktır.” 

Bu kısa açıklamanın üzerinden bir hafta geçti. Dolar 4.65’i gördü.
Sayfada kolayca görünen diğer metin ise 30 Nisan 2018 tarihli Enflasyon Raporu.
Orada da bu yıl sonunda enflasyona dair yüzde 8.4 tahmini duruyor. 

Tek hanede ısrar eden bu tahminin imkânsızlığı da artık ortada.

Özel sektör bilançolarındaki tahribat onarılması güç eşiklere taşınırken diğer yandan da tüketici güveni düşüyor. 

Gerçekten Merkez Bankası’na göre, TL’deki bu değer kaybı bile henüz adım atılmasını gerektirecek düzeyde olmayabilir mi? 

TL’deki korkutucu değer kaybının enflasyonu nasıl etkileyeceğini ölçmemesine imkân var mı? 

Peki, dışardan umursamazlık gibi görünen bu tepkisizlik hali nedir?


Yaşanacak tahribatın derinleşeceği, yayılacağı biline biline Merkez Bankası’nın kıpırtısız kalışının izahı artık açık: Banka’nın Beştepe’den yönetilmesi. Geçen hafta Merkez Bankası Başkanı’nı AKP bayrağı altında gösteren fotoğraf bir süredir “de facto” konuşulan bu olguyu, resmi olarak da belgeliyordu.

***
Merkez Bankası’na, siyasi otorite karşısında bağımsızlık kazandıran yasal düzenleme, 2001 krizinin ardından tüm topluma ödetilen ağır reçetenin içinde özel yasayla geldi.
Banka bağımsızlığı, eğer koşulları varsa, gerektiğinde faiz artırımına gitmekten kaçınmamayı daha doğru anlatımla “korkmamayı” gerektiriyor. Fakat bugün gelinen noktada, faiz artırımından başka rasyonel seçeneği görünmeyen Merkez Bankası, bu zorunlu adımı atamıyor. 

Bu seyretme halini “korku”dan başka gerekçeyle izah etmek zorlaşıyor. 

Korku dediğiniz çeşit çeşit. Kaybedileceklerin ağırlığına ve atfedilen öneme göre iktidarın ayrı, bürokrasinin ayrı, kurumların ayrı, kişilerin ayrı korkuları var.

***
Olası faiz artırımının, mali piyasalara yansımaması imkânsız.
Kredi faizlerinde artış ise reel sektör, sanayi üretimi üzerinde baskı demek. Üretimin yavaşlamasının, başta istihdam olmak üzere olası sonuçları ise bilen biliyor. 

Hasılı, AKP ve Beştepe zaviyesinden bakıldığında seçim ortamında, faiz artırımının istenmemesini, dahası garip garip teoriler dillendirilmesini anlamak bir parça kolaylaşıyor. 

Tabii bu bizler için geçerli. Memleket dertlerine kafa yoranlar için yani.
Yoksa toplumun azımsanmayacak kesimi, TL’deki değer kaybının dış güçlerin oyunu olduğuna inanmaya hazır. (Medya neden devşirildi, satın alındı) 

Bütün mesele ise bu sürecin daha ne kadar götürülebileceği.

***
Seçimde kaybetme korkusuyla Merkez Bankası’na zorunlu adımları attırmayan irade, bütün topluma ve ülkeye zarar veriyor. 

Banka ekranına konulan iki cümlelik “adım atma” mesajları, kanamalı bir hastayı ameliyata almak yerine, yarasına üstten pansuman yapıp evine göndermeye benziyor.
Bu nedenle Merkez Bankası’nın 7 Haziran’daki Para Politikası Kurulu toplantısı öncesinde karar alıp almayacağı konusu giderek yaşamsal hale geldi.
Bu yaşamsal önem de neredeyse saat başı artıyor. 

Enflasyonun etkilerini giderek ağır hissettiğimiz bugünlerde TL’deki değer kaybının günlük hayatımıza etkileri sanılandan daha ağır olabilir. 

Daha sözleşmeleri döviz üzerinden imzalanmış, devletin taraf olduğu Hazine garantili Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) projelerini hiç saymıyoruz üstelik.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

22 Mayıs 2018 Salı

Zaman yolcusu - ORHAN GÖKDEMİR

1920 şartlarına geri döndük… 2008’de Ergenekon ve Balyoz davaları ile orduda tasfiye dalgası başlayınca söylenmişti bu söz ilk. Aradan 10 yıl geçti, cumhuriyetin kazanımları tırpanlanmaya devam etti. Haliyle tutunamadık 1920’li yıllarda. İki yıl önce 31 Mart’ı geçtiler. Anayasa rafa kalktı. Ardından 1908’i solladılar. Şimdi ta 1876’ya fırlatılmış durumdayız. Nevzuhur Abdülhamit Haziran’ın 24’ünde de başarılı olursa uzun istibdat yıllarına başlayacağız.

Türkiye, yoluna 150 yıl geriden yeniden başlamak durumundadır artık. Gericilik cumhuriyetin cenazesini kaldırmakta kararlı. 16 yıllık ölüye tecavüz seansının bitişine tanıklık ediyoruz haliyle. Gömüldü cumhuriyet, 24’ünde padişah seçeceğiz. Tek adım kaldı geriye, iktidarın babadan oğula geçmesi. Bilal aportta bekliyor.
Hepsi zamanda yolculuktur ve şimdilik geriye gitmenin mümkün olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.
                                                                 ***

1876 Anayasası (Kanun-u Esasi) “Cemiyet-i Mahsusa” tarafından hazırlandı. Gerçi anayasa monarşiyi kabul ediyordu ama buna karşılık kişi hak ve hürriyetlerini de güvence altına almaya çalışıyordu. Anayasa ile birincisi, üyeleri iki dereceli seçimle halk tarafından seçilen Heyet-i Mebusan, ikincisi de üyeleri padişah tarafından atanan Heyet-i Ayan olmak üzere iki meclisli bir parlamento oluşturulacaktı. Halkın seçtiği Heyet-i Mebusan’ın gerçek hiçbir yetkisi yoktu. Her iki Meclisçe kabul edilen kanunların Padişah tarafından onaylanması gerekiyordu. Ayrıca padişahın kanunları veto etme ve parlamentoyu feshetme yetkisi vardı. Yürütmenin başı oydu, sadrazamı ve bakanları bizzat seçecekti, ordu ona bağlıydı. Özetle, bugün olduğu gibi padişah da kendi çalıp kendi oynamayı sürdürecekti.

Cemiyet-i Mahsusa’nın hazırladığı taslak Mithat Paşa başkanlığındaki Heyet-i Vükeladan geçtikten sonra II. Abdülhamit’in önüne geldi. Padişah, bazı değişikliklerin yapılması için anayasanın ilanında ayak sürüdü. Mithat Paşa anayasanın bir an önce ilanından yanaydı, arkadaşlarını ikna etti.

Kanun-u Esasi, anayasal düzenden taraf olduğuna inanıldığı için tahta çıkarılan İkinci Abdülhamit tarafından nihayet ilân edildi. Ortalıkta bir anayasa vardı var olmasına ama ferman hala padişahındı. Anayasa ile geniş yetkilerle donatılan ve halifelik sıfatı bulunan padişah, tıpkı bugün olduğu gibi mutlak bir sorumsuzluğa sahipti.

Bu gelişmeler sırasında Osmanlı-Rus harbi çıktı. Abdülhamit harbi bahane ederek Meclisi feshetti. Anayasa rafa kalktı. Padişah, ayak sürüyerek kabul ettirdiği maddeye dayanarak Mithat Paşayı sürgüne gönderdi ve orada öldürttü. Anayasa tarihimizin ölümsüz kahramanıdır ve halen Abide-i Hürriyet’te ikamet etmektedir.

                                                                 ***

Anayasaya uyacağı umularak tahta oturtulan Abdülhamit 30 yıl süren bir baskı rejimi kurdu. Anayasayı kaldırdığı raftan indirmeye hiç yanaşmadı. Ama vekillere maaşlarını ödemeye devam etti. Hafiye örgütüyle ses çıkaranı takip etti, yakaladı, ezdi. 1908’de alaşağı edilene kadar böyle sürdü her şey.

Zulüm öyle bir hale geldi ki Resneli Niyazi adındaki genç bir subay canına tak edince yanında dört yüz kişiyle dağa çıktı. Abdülhamit için yolun sonu görünüyordu. Ülkenin şehirleri, caddeleri, meydanları ilk o gün “Hürriyet” ile tanıştı. Abdülhamit alaşağı edildi, 1876 Anayasası raftan indirildi. Ekler yapıldı, padişahın yetkileri sınırlandırıldı, Meclisin gücü arttırıldı. Meşrutiyet geri gelmişti.

Fakat İttihatçılar, padişahsız bir rejim kurmayı hayal bile etmemişlerdi. Abdülhamit’i indirdiler, Mehmet Reşat’ı bindirdiler. Binenin bir kukla olduğundan emin olunca aldıkları yetkileri geri verdiler. Bu yetkileri onun adına genç Enver kullanacaktı gerçi ama her şey yine başa dönmüştü. Uzun iç savaşımızın büyük dış savaşın içinde kaynaşıp büyük bir yıkıma yol açtığı dönemin kapısı böyle aralandı.

İmparatorluk paramparça olunca geride kalanlara “Milli Kurtuluş Mücadelesinden” başka yol kalmadı. Padişah işgalcilerin maşası olmuştu. Mücadeleye girişenlerin halktan başka güvenecekleri bir kuvvet yoktu. Cumhuriyet, işte bu denklemden çıktı.

Şimdi cumhuriyetin ve meşrutiyetin gerisindeyiz. Meclis feshedildi. Anayasa rafta. Yetkileri Abdülhamit’ten fazla olan bir nevzuhur sultanımız var. Üstelik her adımda daha fazlasını istiyor. 24 Haziran’da işte bunu oylayacağız. Ya istediği yetkiyi vereceğiz ya da yerine yeni bir Mehmet Reşat bulup durumu idare etmesini umacağız.

                                                                   ***
1923, 1908, 1876…12 Eylül 1980’den beri zamanda yolculuk yapıp duruyor ülke. Her adımında biraz daha geriye gidip, oradan kahramanlar, kurtarıcılar devşirmeye çalışıyor. Abdülmecit aziz, Abdülhamit mehdi, Sultan Selim ahir zaman peygamberi…
Yalnız unutulmamalı, geriye gitmek mümkünse, ileriye gitmek, geleceğe sıçramak ta mümkündür. Çürüyen, eskiyen, düşen her şeyi kaldırıp atmanın tek yoludur bu. Devrim diyoruz adına. Halktan başka güvenecek hiçbir kuvvetin kalmadığı şartların getirisidir.

Padişah seçmeyi o yüzden reddediyoruz. Ne Abdülhamit, ne Mehmet Reşat. Niyetliyiz. Efendiler, yakında cumhuriyet ilan edeceğiz!

Orhan Gökdemir / SOL

Venezuela Panama değil, işgal edemezler - MUSTAFA K. ERDEMOL

Maduro, ekonomiyi canlandırmak amacıyla Petro adlı bir dijital parayı hayata geçirmeye çalışmıştı. ABD bu para biriminin ABD’li şirketlerce kabul edilmemesi çağrısında bulunarak Venezuela’nın krizden çıkma girişimine büyük bir darbe daha vurdu.

Venezuela’da yeni Anayasayı yazacak Kurucu Meclis’in üyelerini belirleyen seçimler yapıldı. Seçimin galibi beklendiği gibi Devlet Başkanı Nicolas Maduro oldu. Muhalefetin katılımın az olduğu iddialarına ülke seçim kurulu “katılım yüzde 45’tir” diyerek yanıt verdi. Maduro da katılım oranını övdü, "Devrimin 18 yıllık tarihinde gördüğü en yüksek oy" dedi.


Bu seçim öncekilerden daha önemli bir seçimdi. Malum, Venezuela hiperenflasyon ve nakit sıkıntısı nedeniyle son zamanlarda sıkıntılı dönemler geçiriyor. Para birimi hızla değer kaybediyor, bu durum nedeniyle Venezuela vatandaşları yiyecek, ilaç sıkıntısı çekiyordu. Büyük emperyal mali kuşatmanın yol açtığı büyük sorunlar bunlar. Venezuela devrimci hükümeti bu sorunları aşmak için bir dizi önlemler aldı ama hep ABD ile bölgedeki müttefiki ülkelerin engeliyle karşılaştı. Maduro, ekonomiyi canlandırmak, uluslararası finansmanı artırmak amacıyla geçen ay Petro adlı bir dijital parayı hayata geçirmeye çalışmıştı. ABD bu para biriminin ABD’li şirketlerce kabul edilmemesi çağrısında bulunarak Venezuela’nın krizden çıkma girişimine büyük bir darbe daha vurdu.

Bu nedenle bilip bilmeden Maduro ile devrimci hükümeti, ülkeyi yönetememekle suçlamak yerine emperyal mali kuşatmanın buna yol açtığını kabul etmek gerek.

Enflasyon neden yüksek?
Venezuela bir petrol ülkesi. En son teknolojiyle petrol çıkarmak için sermayeye ihtiyacı var. Verimliliğin düşmesini de önlemeye çalışıyor. Aynı zamanda ülke petrolünü çok uluslu tekellerin ellerine düşmekten de kurtarmak istiyor yıllardır. Bu nedenle, milli firmalarla petrolünü çıkarma politikası uyguluyor. Bu ister istemez üretimin yavaşlamasına, ihracatın düşmesine, ithal ürünlerin pahalılaşmasına yol açıyor. Enflasyon yükselmesin diye hükümet fiyat düzenlemeleri yapmak durumunda kaldı. Perakendeci kesimin raftan ürün indirip, pahalı fiyat verene satması suni bir kıtlığın doğmasına yol açtı. Bir dolar resmi olarak 6.2 bolivardır. Ancak karaborsada bir dolar 60 ila 120 bolivar arasında değişiyor. Korkunç bir fark var arada. Bunun piyasaya yansıması da çok olumsuz haliyle.

Buna benzer nedenlerle devlet gelirleri azalmakta, gerekli mal ithali yapılamamakta. Hükümet bunun önüne geçebilmek için piyasaya sürekli para pompalamakta. Yani yaratılan suni bir kriz var. Ancak Venezuela halkı olanın bitenin farkında, bu nedenle her defasında devrimci hükümete güvenini seçimlerde belli ediyor. Bu seçimlerde de bunu bir kez daha gösterdi.

Halk Maduro’yu çok seviyor
Chavez iktidardayken özellikle 2003’te, Panama’da Manuel Noriega’nın ABD işgali sonucu devrilmesi anımsatılarak aynısı Chavez’e de yapılabilir denirdi. Bu açıkça, Chavez’in 1999’da iktidara geldiği andan beri tartışılan bir konu da olmuştu. Şimdi, Maduro için bu, yeniden dillendirilir oldu. Sadece dış güçler tarafından değil, Venezuela muhalefet lideri Antonio Ledezma da, ülkeyi terk ettikten sonra sığındığı yerden açıkça “ülkeme insani yardım değil, insani bir işgal lazım” diyerek ABD ile müttefiklerini müdahale çağırdı. Yine Venezuelalı bir iktisatçı olan Rivardo Hausmann, Harward Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta yabancı güçlerin Maduro’yu devirmesi gerektiğini savundu. Bunu söylerken, Panama’nın ABD tarafından işgal edilip Noriega’nın devrilmesinin Panama’ya ne kadar istikrar getirdiğini bile söyleyebildi.

Tüm bunların üzerine ABD Başkanı Donald Trump Venezuela için askeri seçenek var açıklaması yaptı. ABD’nin bölgedeki müttefik ülkeler üzerindeki etkisi büyük. Bu ülkelerin de Venezuela’ya baskı yapma potansiyelleri bir hayli fazla. Bu potansiyel ABD ile müttefiklerince Venezuela’ya karşı daha da sık kullanılacak. Bunun ilk yolu, ülkedeki mali krizi derinleştirmekten geçiyor. Bu yolla Maduro hükümeti ile halkı karşı karşıya bırakmaya çalışıyor emperyal güçler ile bölgedeki dostları, ülke içindeki işbirlikçileri de tabii.

Ama unutulan bir şey var; Venezuela, Panama değil. İşgal edilmesi kolay olmaz asla. Panama’nın nüfusu üç milyondan az, Noriega’nın emrinde ise sadece 15 bin asker vardı. Ayrıca Panama’da çok sayıda ABD askeri üssü bulunuyordu. Bunlar işgali kolaylaştıran etkenlerdi. Halkının çoğunun da Noriega’dan nefret ettiğini de ekleyelim.

Venezuela öyle değil. Halkın çoğunun sevdiği bir başkan Maduro. Nüfusu 30 milyon olan ülkenin çok sayıda tankı, savaş uçağı ve 120 bin askeri var. Daha da önemlisi ABD ve her türden emperyal çeteye direnmelerine yol açan bir ideolojileri var; yani antiemperyalizm ile sosyalizm.

Son seçimler, yaratılan suni krize rağmen, halkın yaşamının zor olduğu sıkıntılı bir döneme denk gelmesine rağmen Maduro’nun programının onaylandığı dünyaya ilan oldu.

Venezuela asla boyun eğmeyecek.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Ortadoğu solu geri dönüyor - İBRAHİM VARLI

Birkaç ay önce yine bu köşede “Nereye gitti bu Ortadoğu solu?” diye sormuştum. Özetle Ortadoğu’nun hep böyle dinci gericiliğinSelefi köktendinciliğin esiri olmadığını, bu kadim coğrafyada çok güçlü bir  seküler/sol damarın da olduğunu vurgulamıştım. Post modern kimlikçi siyasetlerin ön plana çıktığı, etnik, dinsel, mezhepsel fay hatları üzerinden tüm siyasal, toplumsal yaşamının dizayn edildiği bu kahir zamanlarda yok edilen solun eksikliğinin yarattığı handikaplara dikkat çekmiştim.

İtalyan yazar Ilario Salucci’nin yıllarca Irak’ta kalarak hazırladığı ‘Irak’ta Solun Tarihi’adlı kitabı bu konuda iyi bir kaynak. Bir zamanlar Ortadoğu’nun en önemli örgütlerinden olan Irak Komünist Partisi’nin tarihini, bu ülkedeki solun seküler laik güçlü damarını muazzam şekilde aktarır.

Kitap esasında “Arap dünyasını modern sınıf mücadelelerinin ve seküler siyasi hareketlerin uğramadığı bir ‘Ortaçağ coğrafyası’ olarak okuyan, Türkiye gibi bu coğrafyaya komşu ve ortak bir geçmişe sahip bir ülkenin/bölgenin insanlarının bile veri kabul ettiği önyargıları yıkması itibariyle” önemli bir kaynak.

Filistin solu, Lübnan solu, Mısır solu, Suriye solu uluslararası Marksist figürler, teorisyenler çıkarmış topraklardı. Dünyanın dört bir tarafından solcular, devrimciler Filistin’le, Lübnan’la dayanışmak için Ortadoğu’ya akın ediyor, bu da sol damarı besliyordu.

Bir zamanlar Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Mısır’da, İran’da güçlü sol, komünist partiler iktidarları dahi sarsıyorlardı. Afganistan Komünist Partisi’nin gücü sadece Sovyetlerden kaynaklanmıyordu. Güney Batı Asya’nın en büyük sol hareketlerindendi.

Kesilen sol damarlar yeniden filizleniyor
Peki, nereye gitti bu sol? Esasında bir yere gittiği yoktu. ABD emperyalizminin marifetiyle Soğuk Savaş sürecinde adım adım yok edildi. 

Dinci gericilik, siyasal İslamcılık palazlandırıldı. “Yeşil kuşak Projesi”nden “Ilımlı İslam”a uzanan hatta, İslamcılar ABD emperyalizmin öncü müfrezesi olarak kullanıldı. Bölge adım adım gericileştirildi.

Peki ne oldu? 

ABD emperyalizminin ortaya sürdüğü İslamcı projeler adeta birer  Frankeştayn’a dönüştüler. Bugün bu canavarlar sadece bölgeyi Ortaçağ karanlığına sürüklemekle kalmadı, kendisini var eden sahiplerini vurmaya da başladı. IŞİD’ler, El Kaide’ler, El Nusra’lar, Horasanlar, Eş Şebaplar, İhvancılar bu iklimin eseri.

Emperyalist güçlerin, bölgesel işbirlikçilerinin, yerel despotların işine gelen bu kimlikçi döngüden şu an için çıkmak elbette ki kolay değil. Ama imkânsız da değil. Kimlikler üzerinden, dinsel aidiyetler üzerinden yeni çatışmalar örgütlenirken başarılı olamıyorlar. Siyasal İslamcı projeler iflas  etti,  emperyalist müdahalelerle gerçekleştirilmek istenen dönüşümler tutmadı.
Ve tüm bu yıkımların arasında sol yeniden kendisinden bahsettirmeyi başardı. Üstelik sadece Irak’ta değil Suriye’de, Lübnan’da “direniş ekseni” yeniden ayağa kalktı.

Irak’ta laik, seküler güçler, sol kazandı
Evet, Irak’ta geçen haftaki genel seçimi sol kazandı! ABD tarafından iğdiş edilmiş, emperyalist işgalin devam ettiği, etnik, dinsel, mezhepsel bin bir parçaya bölünmüş Irak’ta zafer sol koalisyonun oldu. Bir zamanların etkili sol örgütlerinden Irak Komünist Partisi’nin ve çok sayıda laik/seküler grubun ittifaka gittiği Sairun İttifakı (Yürüyüş) seçimlerde sandıktan birinci çıktı. İttifakın ana bileşeni işgal sonrası ABD’ye karşı verdiği direnişle ön plana çıkan Mukteda El Sadr’ın partisi olsa da sol, laik/seküler güçler özgül bir ağırlık taşıyorlardı.

Irak Komünist Partisi bütün eksikliklerine, Saddam ve işgal dönemindeki yanlışlarına rağmen ayağa kalkmayı başardı. Yolsuzluklara bulaşmış bezirgânlara karşı bıkan umutsuz, yorgun halk kitleleri İbadi hükümetinin yoksulluk, yolsuzluk ve adaletsizlik üreten politikalarına karşı harekete geçirilerek kitlesel eylemler düzenlendi. Etnik, dinsel, mezhepsel farklılıkları bir tarafa bırakıldı.

Şii din adamı Sadr işte Komünist Partisi’nin estirdiği bu rüzgârın üzerine oturdu esasında. İran’a mesafe koyan, ABD’ye karşı çıkan Sadr, dini misyonuna rağmen yoksulluk ve düzen karşıtı geniş bir ittifak kurdu. Komünist Partisi ve diğer sol, seküler yapılarla ittifaka gitti. Arap kimliğini ön plana çıkaran söylemleriyle öne çıkan Sadr, etnik, dinsel aidiyetler üzerinde tepinen İran ve ABD’ye yaslanan rakiplerini geride bıraktı.

ABD işgali sonrası çok parçalı, kimlikler üzerinden bir dizayna tabi tutulan ülkede sorunlar dağ gibi. Haydar El İbadi, Kürtlerin bağımsızlık istemini bastırsa da, IŞİD’i yenilgiye uğratan başbakan olsa da çok fazla ABD’ye yaslanmanın bedelini ödedi.

Post modern kimlikçi siyaset kaybediyor
Post modern neo liberal kimlikçi bakış açısının toplumları nasıl zehirlediğinin en hazin coğrafyası Ortadoğu. Etnik, dinsel, mezhepsel kodlar üzerinden dizayn edilen bölüşümün bölgede nasıl bir kangrene yol açtığını görmek açısından Irak ve Lübnan muazzam iki örnek.

Her iki ülke de uzun süren iç çalkantılar, çatışma ve savaşlar sonrasında siyaset mühendisliği marifetiyle yeniden inşa edilirken, kırılgan fay hatları üzerine oturtuldular. Her iki ülke de etnik, mezhepsel, dinsel kodlar üzerinden parçalara bölündü. Her etnik gruba büyüklüğü oranında sandalyenin verildiği Irak ve Lübnan örneklerinde siyasal erk de buna göre belirleniyor.

Cumhurbaşkanının Hıristiyanlardan, başbakanın Sünnilerden, meclis başkanının ise Şiilerden seçildiği Lübnan’da cumhurbaşkanını seçmek yıllar alabiliyor. Son cumhurbaşkanı Hıristiyan Michael Aun iki buçuk yıl süren krizin ardından ancak seçilebildi. Irak’ta ise Cumhurbaşkanlığı Kürtlere,Meclis Başkanlığı SünnilereBaşbakanlık ise Şiilere veriliyor.

Ve bu kimlik siyasetinin yol açtığı kaos toplumlar nezdinde artık ciddi bir rahatsızlığa yol açmış durumda. Açlık, yoksulluk, geleceksizlik girdabında debelenen kitleler, yolsuzluğa bulaşmış, adaletsiz sistemlere baş kaldırıyor. Irak seçimleri bunun ilk adımı oldu.

İbrahim Varlı / BİRGÜN