24 Mayıs 2018 Perşembe

Dağılma ve entropi - ERGİN YILDIZOĞLU

Kapitalist dünya ekonomisinde ve devletler arası ilişkilerde hegemonya merkezinin sorun çözme, güvenlik sağlama kapasitesi geriledikçe düzen dağılmaya, devletler kendi başlarının çaresine bakmaya, milliyetçi, ırkçı emperyalist ideolojiler, liderler yükselmeye, entropi (istikrarsızlık-karmaşıklaşma) artmaya başlar. 


II. Dünya Savaşı sonrası dönemin hegemonya merkezi, ABD’nin, kapitalizmin yapısal krizi içinde başlayan gerileme sürecine uyum sağlamakta zorlanması, süreci şiddete dayanarak geri çevirme çabaları dağılmayı ve entropiyi hızlandırıyor. 
 
Dünya pazarı parçalanıyor mu?
“Jeopolitik” alanının ilk isimlerinden amiral Mahan (1840-1914), büyük güçler arasında önce ticari rekabetin sertleştiğine, bunun giderek askeri çatışmalara yol açtığına işaret ediyordu. Bugün ticari rekabetin sertleşerek, ticaret savaşları aşamasına geldiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. 

Dahası, ABD yönetiminin, Çin’in yükselmesine karşılık korumak için almaya başladığı ekonomik önlemler, yalnızca bir ABD -Çin ticaret savaşı dinamiğini tetiklemekle kalmıyor, ABD hegemonyasının dayandığı devletleri de vuruyor. 

ABD, Asya ticaret anlaşmasından çıkarak, Japonya’nın, G.Kore’nin bölgedeki konumunu zayıflatmıştı. ABD’nin dış ticarette uygulamaya koyduğu korumacılık önlemleri, hem Avrupa’da, özellikle de Almanya’da sert, misillemeyi gündeme getiren bir direnişle karşılaştı. ABD’nin İran nükleer anlaşmasından çıkarak, yeni yaptırımlarla bir ekonomik savaşa hazırlanması, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, Avrupa Birliği’nin ekonomik, siyasi çıkarlarıyla çelişiyor, bir ABD karşıtı direniş hattının oluşmasına yol açıyor.
 
Wall Street Journal’ın aktardığına göre ABD, Latin Amerika ülkeleri ve Kanada arasında sürmekte olan serbest ticaret anlaşması görüşmelerini, ABD’nin dayatmaları çıkmaza sokmuş. Dahası bu dayatmalar, Meksika’da ABD karşıtlığını güçlendiriyor, 1 Haziran’daki genel seçimlerde, “ekonomik ulusalcılıktan”   yana   “popülist”   politikacı  Obrador’un kazanma şansını artırıyormuş. 
 
Dağılma içinde dağılma 
Hegemonya merkezinin etrafındaki destek ülkeler bloku dağılırken, bu blokun en önemli bileşeni Avrupa Birliği’nin dağılma riski artıyor. Birliğin geleceğini sorgulayan ilk darbe İngiltere’den gelmişti. AB üyeleri Brexit’e, kendi saflarını sıklaştırarak cevap verdiler. Ancak AB’nin 3. büyük ülkesi İtalya’da genel seçimlerde ortaya çıkan tablo, 5 Yıldız hareketi ile sağ (faşist özellikler sergileyen) Kuzey Birliği’nin yeni hükümetinin koalisyon programı, AB’nin geleceğine yönelik çok tehlikeli olasılıklara işaret ediyor. Her iki parti de neo-liberal modelden, AB-İtalya ilişkilerinden, AB ekonomik düzeninden, göçmen politikalarından hoşnut değil; Rusya’ya yönelik yaptırımların kaldırılmasını istiyorlar. Yeni hükümet bu programı uygulamaya koyarsa, AB’nin ekonomik düzenini, Rusya’yı hedef alan yaptırımlara uymayı kabul etmezse, AB’nin güvenlik mimarisini, NATO ilişkilerini bozmaya aday. Bunlar yetmezmiş gibi, AB’nin çevresindeki stratejik bölgelerde türlü krizler gelişmeye devam. Örneğin, Ege’de Yunanistan ve Türkiye uçakları sık sık birbirini taciz ediyor. Balkanlar’da Sırp milliyetçileri, Bosna-Hırvat-Sırp federasyonundan çıkmak istiyor. Afrika’da Mısır ve Etiyopya arasında, Nil’in sularının paylaşılmasına ilişkin anlaşmazlıklar, Sudan, Katar ve Türkiye’nin katılımıyla tırmanıyor. Yemen’de savaş devam ediyor. 

Bu sırada, Golan Tepeleri’nde İsrail’in İran hedeflerini vuran saldırıları, Lübnan seçimlerinden Hizbullah’ın güçlenerek çıkması, İsrail - İran çatışmasının tırmanacağını gösteriyor. Irak seçimlerinde, İran’dan farklı politikalar izleyen, Suudilerle iyi ilişkiler kuran Şii lider Sadr’ın zaferi de, İran ile Suudi Arabistan arasındaki nüfuz mücadelesinin Irak’a sıçramasını beklememiz gerektiğini söylüyor. Bu ortamda petrol fiyatları da yeniden yükselmeye başlıyor. 

AKP Türkiye’si de yöneticilerinin cahilliği ve sınır tanımayan siyasi ihtirasları sayesinde, bu “dağılma içinde dağılmaya” bir ekonomik ve siyasi krizle katılmaya hazırlanıyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

AKP’de bitmeyen temizlik - AYŞE YILDIRIM

AKP’de mevcut milletvekillerinin neredeyse yarıya yakını listede yer almadı. Doğal olarak havuz medyası olayı ‘taze kan’ olarak verdi.

Oysa çok uzun zamandır AKP içinde bir ‘temizlik’ten söz ediliyordu.
Asıl merak edilen şey, eğer Erdoğan, 24 Haziran’dan başarıyla çıkarsa bu milletvekillerini neyin beklediği...

İster misiniz, bazıları için ‘FETÖ’ soruşturması açılsın.
Ankara kulislerinde konuşulanlara bakılırsa bu ihtimal hiç de yabana atılacak cinsten değil.
AKP’nin suçlu psikolojisiyle kendisi dışında herkesi ‘FETÖ’cü ya da ‘FETÖ ile iltisaklı’ gösterme çabasını biliyoruz. Biliyoruz da bunca yıllık ‘kardeşliğini’ bir türlü üzerinden atamadığı da bir gerçek. 

Kısaca bir yakın döneme bakalım. 

17/25 Aralık 2013’ten itibaren ortakların arası açılmaya başlamıştı. Ancak keskin kavga 2016’daki darbe girişimi sonrası yaşandı. Haliyle bu süreçler boyunca AKP-cemaat ilişkileri ve AKP içindeki cemaat hayranları tartışılıp durdu.

‘Bizde FETÖ’cü yok’ tezini işleyen AKP tartışmaların alevlendiği dönemlerde ister istemez ‘temizlik’ten de söz etmek zorunda kaldı. 

2016 yılında AKP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Ataş, o günlerde gündeme gelen AKP içindeki ‘FETÖ’cülerin temizlenmesi ile ilgili tartışmaların dillendirilmesi üzerine şöyle diyordu: “Ak Parti’nin içinde FETÖ’cü varsa, Ak Parti kadroları kendisi temizler. O seni ilgilendirmez.” 

‘Temizlik’ tartışmaları 2017 referandumu döneminde sürdü. AKP içindeki temizliği referandum öncesi mi sonrası mı yapacak? 

Referandum sonrası Erdoğan AKP Genel Başkanlığı koltuğuna da oturunca bir ‘metal yorgunluğu’ fırtınası esti partide. İl başkanları, ilçe başkanları, büyük şehirlerin de aralarında olduğu belediye başkanları istifaya zorlandı. 

Kimi direndi, kimi ağladı. Ama hepsi de istifa etmek zorunda kaldı. Neden istifalarının istendiği, varsa ‘suçlarının’ ne olduğu hâlâ bilinmiyor. 

Bu yıl nisan ayında AKP sözcüsü Mahir Ünal, şöyle bir cümle kullandı:
“Bizim kendi içimizde yaptığımız temizlik tamamlandı. İlçe yönetimlerimize, gençlik, kadın kollarımıza hepsine varıncaya kadar biz çok titiz çalışma yaptık ve çok titiz bir ayıklama gerçekleştirdik.” 

Peki kimdi bu ‘temizlenenler’, haklarında bir dava açıldı mı?
Yanıt yok.
Sağır sultanın bile duyduğu; AKP içinde Bylock kullandığı iddia edilen milletvekilleri...
Darbe Araştırma Komisyonu Başkanı Reşat Petek’in daha birkaç yıl öncesine kadar Gülen’e övgüler düzdüğü...
Muhalefet partilerinin milletvekillerinin ‘FETÖ’cü suçlamaları....
Gülen’i ziyaret eden milletvekillerinin el pençe durdukları fotoğraflar...
Gelgelelim şimdi Reşat Petek dahil AKP’nin Darbe Araştırma Komisyonu’ndaki başkan, başkan yardımcısı ve üç üyesi ile partinin yarıya yakın milletvekili listelerde yer bulamadı.

Erdoğan, bu konuda ne dedi:
“Parlamentodaki prensiplerimize dikkat etmemiş, devamda hassasiyet göstermemiş arkadaşlarımızı listelere koymadık.” 

AKP listesi üzerinden yine bir ‘FETÖ’ kıyameti koptu. Dün Sözcü’nün de manşetindeydi. 

Önceki yıl ortaya çıkan bir fotoğrafa göre, 2012’de Pensilvanya’ya giden 12 AKP milletvekili Gülen ile birlikte çok samimi bir poz veriyorlardı.


İşte AKP’nin önceki gün açıklanan milletvekili aday listesine göre bu 12 milletvekilinden beşi 24 Haziran seçimlerinde seçilebilecek yerlerden yeniden aday gösterilmişler.
Yani demem o ki, bu AKP’de ne kadar kirli kan varmış ki, temizle temizle bitmiyor.

Keşke…
Basın da iktidar da CHP içindeki tartışmaları çok sever. Çünkü en rahat konuşulacak, yazılacak bir partidir CHP. Bu işin bir yönü. Diğer yanı ise hem basına hem de iktidara malzeme veren parti yönetimi… 

Havuz medyası, AKP listesini ‘taze kan’ diye lanse ederken CHP’deki değişimi ise ‘kıyım’ olarak nitelendirdi. 

Partinin milletvekili adayları tercihi kendi politikalarını bağlar. Buna şüphe yok. Basının bu konuda yapacağı şey eleştiriyle, sorgulamalarla sınırlıdır. 

Tıpkı Barış Yarkadaş’ın listeye alınmamasına yönelik eleştiri gibi.

Bu karanlık dönemde sesi kısılan, hapse atılan, dava ve soruşturmalarla boğuşan gazetecilerin eski bir meslektaşı, CHP’nin basın komisyonu üyesi olarak adliyelerde davadan davaya koşan, gazetecilerin sesi olan Barış Yarkadaş’ın olmayışı doğal olarak bir çok meslektaşı tarafından üzüntüyle karşılandı. 

Elbette siyaset sadece Meclis’te yapılmıyor. Yarkadaş’ın bunu bildiğine de şüphe yok. Ancak, Çiğdem Toker’in dediği gibi; “Barış Yarkadaş’ın liste dışı kalması, bizler açısından gür bir sesin azalması anlamına geliyor.”
Kendi adıma teşekkürler Barış Yarkadaş.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Dövizde kritik sorular - HAYRİ KOZANOĞLU

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın demeçleri, kapıya dayanan dış borç ödemeleri ile belirsizlik ve güvensizlik ortamı da dövizin tırmandıkça tırmanmasına yol açıyor.


Son günlerde döviz hareketleriyle ilgili sorulara çokça muhatap oluyoruz. Toz duman ortamında doların yükselişini nereye kadar sürdürebileceğini öngörmek gerçekten zor. Hasarın çeşitli aktörlere nasıl yansıyacağına ilişkin farklı senaryoların (hükümetin moratoryuma gitmesi, reel sektör şirketlerinde iflaslar, banka bilançolarının kredilerin geri dönmemesi nedeniyle bozulması vb.) takvimlendirilmesi de kolay değil. Ancak isterseniz çokça dillendirilen sorulara kısaca yanıtlar arayalım.

1- Tayyip Erdoğan’ın Londra çıkartmasında bilinçli bir mesaj mı verildi, yoksa bir iletişim kazası mı yaşandı?
Erdoğan’ın kasıtlı olarak dövizi yukarı fırlatacak mesajlar verdiğini ilk Merkez Bankası eski başkanı Durmuş Yılmaz dile getirdi. Bu doğrultuda en teknik değerlendirmeyi de 17 Mayıs 2018’de Dünya gazetesinde Tuğrul Belli yaptı. Belli’ye göre, “sözlü müdahaleyle devalüasyon yaratma politikasının” şu nedenleri olabilir: Devalüasyon sayesinde cari açığı düşürmek, yurtdışına çıkmak isteyen yatırımcıları cezalandırmak, “varlık barışı” benzeri yollarla girmesi beklenen dövizler için cazip ortam yaratmak…

Diğer bir tez ise, bir iletişim kazası sonucu Erdoğan’ın sözlerinden maksadı aşan bir sonuç çıkması. Benim kişisel görüşüm, Cumhurbaşkanı aşırı kibir (hubris tabir edilen) kurbanı oldu. Şu yatırım bankacılarına “faiz sebep, enflasyon netice” teorisini, Mehmet Şimşek gibi “mıy mıy etmeden” doğrudan bir anlatayım, görün bakın onları nasıl ikna ediyorum yanılsamasına kapıldı. Sonuç da bilindiği gibi doların 20 kuruş zıplaması oldu.

2- Önümüzdeki dönem ödenecek dış borçlar ne kadar?
Merkez Bankası’nın kısa vadeli borç istatistiklerine bakınca, 1 yıl içerisinde vadesi gelecek dış borç miktarının 181.8 milyar dolar olduğunu görüyoruz. Kamunun yükü 32.8, özel sektörün 148.4 milyar dolar. Özel sektör içerisinde de finansal kuruluşlar 83.3, reel şirketler 65.1 milyar dolar ödemek zorundalar.
Bloomberg HT’nin 22 Mayıs tarihli haberine göre, reel şirketlerin borçlarında nisanda 9 milyar dolar, mayısta 10.9 milyar dolar olmak üzere iki aya bir yığılma vardı. Haziranda 5.6, temmuzda 5.8 milyar dolarla sonraki iki ayda göreceli bir rahatlama söz konusu. Doları yükselten ana etken de mayıstaki dış borç geri ödemeleri.

3- Dövize olan talebin artışını niye finansal istatistiklerde tam olarak görmüyoruz?
Gerçekten de geçen hafta altını çizdiğimiz gibi, döviz mevduat hesabındaki hareketlerde veya yabancıların DİBS ve borsa çıkışlarında büyük bir hareketlilik gözlemleyemiyoruz. Buna karşın döviz tırmandıkça tırmanıyor.
Bunu bir nedeni, belirsizlik ve güvensizlik ortamında, sermaye kontrolleri dedikoduları dillendirilirken insanların döviz alımlarını yastık altına kaydırmaları olabilir. Ayrıca, TL’ye yönelik spekülatif hareketlerin büyük ölçüde yurtdışında, özellikle Londra’da gerçekleştirilmesi nedeniyle bu ulusal istatistiklere yansımayabilir.

Hatırlatalım; döviz konularında en yetkili kurum olan Uluslararası Ödemeler Bankası’nın araştırmalarına göre, günde bir ayağı TL olan 71 milyar dolarlık işlem yapılıyor. Bunun 63 milyar doları ABD Doları, 4 milyar doları avro ve 3 milyar doları Japon Yeni bazında gerçekleştiriliyor.

Asıl ilginç nokta, TL işlemlerinin 22 milyar dolarının, yani ancak yüzde 31’inin Türkiye’de; 49 milyar doları, yüzde 69’unun ülke dışında yapılması. Doğaldır ki, TL’ye spekülatif atak sürerken, bu hacimlerin çok arttığını tahmin edebiliriz. Ne var ki, şu anda net bir rakam vermek zor görünüyor.

                                                          *****

Lirada serbest düşüş sürüyor
Lirada yaşanan erimenin şiddeti dün de artarak sürdü. Dün gün içinde 4 lira 54 kuruşa kadar düşen dolar, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch’ten gelen uyarıların ardından yerini sert bir yükselişe bıraktı ve kritik seviye olarak kabul edilen 4 lira 60 kuruş seviyesi aşılarak 4 lira 65 kuruş seviyesine yükseldi. Avro ise 5 lira 50 kuruş seviyesine çıktı. Fitch’ten yapılan açıklamada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı yorumların keyfi politika yapımı olasılığını artırdığına dikkat çekildi. Açıklamada; TL’deki gerilemenin genişleyen cari açık, çift haneli enflasyon yanında politik ve jeopolitik baskılarla ilgili olduğu da ifade edildi.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Bir kez daha, 24 Haziran sonrası - FATİH YAŞLI

Sosyal medyada sıkça kullanıldı ama biz de burada kullanabiliriz sanıyorum. “Ortanın sağı” tabiri, CHP’nin yerleştiği yeni yeri açıklaması bakımından gayet uygun görünüyor. Bir zamanlar, yani 1965’te, Türkiye İşçi Partisi’nin siyaset sahnesine girmesinin etkisiyle CHP’nin pozisyonunu tarif etmek için ilk kez İsmet İnönü tarafından kullanılmış olan “ortanın solu”, yerini açık bir şekilde “ortanın sağı”na, merkez sağ bir parti olma yolunda atılan adımlara bırakmış durumda.

Hiç şüphesiz bu birden karşımıza çıkan bir olgu değil, nicedir işaretlerini gözlemleyebiliyorduk zaten. CHP’yi yöneten kadro, en başından beri iktidarı yerinden etmenin yolunun onun gibi olmaktan, onun diliyle konuşmaktan, onunla sağcılık yarıştırmaktan geçtiğini düşünüyordu. Üstelik bunu “takiye” olsun diye de yapmıyordu, yani amaç “sağ gösterip sol vurmak”, sola alan açmak için bir süreliğine ve taktiksel olarak dümeni sağa kırmak değildi. Kılıçdaroğlu ve ekibi, bildiğiniz, düpedüz sağcıydı ve –tabanın basıncıyla kimi zaman vermek zorunda kaldıkları sol mesajları bir kenara bırakacak olursak- parti politikalarını da buna göre belirliyorlardı.

Baskın seçim sürecinde bu politikaların somutlaşmasını görmek kaçınılmazdı ki, öyle de oldu. Birincisi, İyi Parti ve Saadet Partisi’yle seçim sonrasına uzanması muhtemel bir ittifak kuruldu ve adına da Türk sağının jargonuna uygun bir şekilde “Millet ittifakı” adı verildi. Bu ittifak basitçe matematiksel bir hesaba ve sadece bu partilerin barajı geçerek Meclis’te muhalefetin çoğunluğu ele geçirmesine dayalı olsaydı, kısmen anlaşılabilirdi, ancak öyle değil.

Mesele, matematiksel hesapların ötesinde, CHP’nin bu iki partiye ideolojik ve politik olarak hızla yanaşmasında, yaklaşmasında ve onları ideolojik ve politik hasımlar olarak görmeyip, uzun vadede yeni iktidar blokunun parçaları olarak görmesinde. Dolayısıyla CHP bu partilerle sadece ittifak yapmıyor, onları bu iktidar sonrası oluşacak iktidar blokunun siyasal alandaki temsilcileri ve çalışılacak ortaklar olarak görüyor, milliyetçilik ve İslamcılıktan müteşekkil sağcılığı başka tabelalar altında bir kez daha iktidara getirmeye ve devlet aygıtının ideolojisi yapmaya çalışıyor.

Seçim sürecinde “ortanın sağı”nın somutlaştığı ikinci hadise, “Gül restorasyonu” denemesiydi. Gül’ün cumhurbaşkanı adayı yapılacağına dair iddialar hiç de öyle dedikodudan ya da abartıdan ibaret değildi. CHP yönetimi, elbette ki Batılı merkezlerle ve belki de devletin bir kanadıyla koordineli bir şekilde bir “yumuşak geçiş”in hesabını yaptı. Bu ise “Reissiz bir AKP rejimi” ya da “AKP’siz bir AKP rejimi” anlamına geliyordu. Yani iktidarın inşa ettiği rejimin aşırı yanlarının törpülendiği ama özünü muhafaza ettiği, ılımlı muhafazakâr, piyasacı, ABD ve Batıyla yeni bir denge düzleminde buluşmuş bir rejim arzu ediliyordu ve bunun için de en uygun aday olarak Gül görülüyordu. Gül’ün yanına eklenecek Babacan ise batmakta olan Türkiye ekonomisini bir kez daha IMF’ye çıpalayacak olan yeni iktisadi programın, yani yeni kemer sıkma politikalarının uygulayıcısı olacaktı.

Milletvekili listelerinin belirlenmesinde, tüm bu yönelimlerin etkili olduğunu gayet kolaylıkla görebiliyoruz. Liste dışı bırakılanların hepsi değil ama bir kısmı, öyle ya da böyle CHP içerisindeki “sol” duruşu temsil ediyorlardı ve bu isimlerin, iktidar sonrası Türkiye’de CHP’nin alacağı pozisyona, kuracağı ittifaklara ve merkez sağ bir parti hüviyetine bürünmesine itiraz etme potansiyelleri vardı. Liste operasyonuyla bu potansiyel ortadan kaldırılırken geleceğe dair mesaj da verilmiş oldu ve “Reissiz bir AKP” ile işbirliğinden tutun da, İyi Parti ve Saadet Partisi’yle bir işbirliğine, yeni bir iktidar blokunu birlikte kurmaya kadar hepsi ihtimal dâhilinde artık.

En başından beri muhalefetin bu seçimdeki ruh halinin “Gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler” ve “Gitsinler de kim gelirse gelsin” üzerine kurulu olduğunu yazıyor, söylüyoruz. Dolayısıyla insanların sandık tutumunu belirleyecek olan şey 24 Haziran sonrasının Türkiyesi değil, şimdi bütün hesaplar 24 Haziran’a göre yapılıyor ve bu da gayet anlaşılır. Ancak, tek tek bireyler, sıradan insanlar, sokaktaki yurttaş böyle düşünüyor diye kolektif akıl böyle düşünecek değil. 

Bağımsız sol bir odak inşa etmeyi, solu etkili bir güç olarak siyaset sahnesine çıkarmayı, siyasete soldan bir müdahaleyi öncelikli görevleri olarak görenlerin 24 Haziran sonrasına hazırlanması, bunun üzerine kafa yorması, örgütlenmesi gerekiyor.

Anlaşılıyor ki, hedef “sağın yerine yeni bir sağ”, “İslamcılığın yerine yeni bir İslamcılık”, “piyasacılığın yerine yeni bir piyasacılık” konulması ve bunun üzerinden, “rejimle hesaplaşma” adı altında düzenin, sermaye düzeninin restore edilmesi. Oysa rejimle hesaplaşırken, düzen karşıtı olmak, düzen dışı bir güç yaratmayı ve bunu seçenek haline getirmeyi hedeflemek de mümkün. Bu, sol açısından varoluşsal bir mesele aynı zamanda. Çünkü bunu yapmayan bir sol 24 Haziran sonrası Türkiyesinde varlık nedenini de, hükmünü de yitirmiş olacak.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Gelecek gençlerle gelecek - KAAN SEZYUM

Sirk gibi olduk iyice. Cebimizdeki para (eğer varsa), çok afedersiniz bir kuş gibi uçup gidiyor. Uçarken de elinize pisliyor bir de… Afedersiniz dedim çünkü beni affedin, paranızın artık değeri yok. Yani var ama yok oluyor, gidiyor. Her gün daha fazla çalışıp daha az kazanmak nasıl bir duygu, şimdi herkes anlıyor inceden.

Ama sorun yok, her gün 50 liralık fakirleştiğimiz için kimilerine bu o kadar da vurmuyor. Yine Lamborcini’yle vekil olmaya giden görgüsüz insanlar çıkıyor, yine sağda solda atar yaptığımız ama hiçbir yaptırım uygulayamadığımız ülkelere gemiler petrol taşıyor. Kimilerinin işleri tıkırında… Kimse garibanın derdinde değil, herkes kendini koruyor.

Dolar 4.65’i gördü az önce, peki biz neyi gördük? Bir ipucu vereyim, “Tersten” gördük ama görenler görebildi. Çünkü seçmenin en vasıflısı ve ülkeye yön vereni diyor ki “Bunlar dış güçlerin oyunu”… Mitolojiye inanmak gibi. Ya bırak mitolojiyi Örümcek Adam’ın gerçek olduğuna inanmak gibi neredeyse.

Seçmenimiz gazete okumuyor, haber takip etmiyor, her şeyin “dış güçlerden” olduğunu düşünüyor. O sırada kollarda çantalar, en pahalı markalarda, en garibanmışcasına gibi davranılıyor.

Mimar Doğan Hasol yazıyor “Ankara Garı yerleşkesinde yaklaşık 50 bin m²’lik TCDD arsası, binalarıyla birlikte Hacı Bayram Veli Üniversitesi’ne devredilecek, inşaatı da TOKİ yapacakmış. Gar ve o binalar 20.yy’ın ve Cumhuriyet’in mimari değerleri arasındadır. 

Bu gidişle ülkede 20.yy. hiç yaşanmamış sanılacak…”… Ne güzel değil mi? Sonra ülkemiz neden kimliksiz? Ülkede neden mimari ilerlemiyor. Ülkede neden estetik gelişmiyor. Tabii bunlar çok büyük lüks. Estetik gibi bir kavramla uğraşana kadar millet aç, aç… Aç ama mağdur tabii. Dış güçler var. Oyun büyük yiğen…

Aslında oyun “Büyük yiyen”… Neyse, geçelim bunları. “İtibardan tasarruf olmaz” anlayışı anlatıyor içsel görgüsüzlüğümüzü. İtibarımız olsun ama görgüsüz görünmeyelim isterdim oysa ki. Şeklimiz var ama içimiz bomboş olsun istemezdim. Neyse, o da belki bir gün olur. Hem içerik, hem şekil bizde olur…

Hazır başkanlık sistemi gelirken ben de bi şekilde isterim ki gençlikten sorumlu bakan olayım. Gençliğe ben bakayım. Gençler için neler yapmak isterim biraz da ondan bahsedeceğim şimdi de.

Öncelikle “Gençlik ve Spor Bakanlığı” olayını ortadan ikiye bölüyorum. Gençlik Bakanı olarak, gençlere imkan tanıyacağım. İtibardan kıstığım bütçeyle yapacağım bunu. Gençlerimiz kendi ülkelerini de başka ülkeleri de iyice gezip görecek bakanlığımda. Gençlerin yılda en az bir kere yurt dışına çıkmasını sağlayacağım. Festivallere, müzelere ve konserlere gidecekler. Oralarda, buralarda gezecek, görecekler. Genel kültürünü artırıp, yabancı gençlere örnek olacak insanlar haline gelecekler. İşte ancak o zaman “bizi kıskanacaklar”… Genç nüfusu geliştirirsen, geleceğini de geliştirirsin bu kadar basit.

Genç kardeşim okulunda okurken ne yapmak istiyorsa onu da yapacak. İster oyuncu olur, ister dansçı, ister müzisyen, ister hokkabaz, ister sporcu, ister tasarımcı, ne isterse... Herkese imkan ve fırsat sağlanacak. Eğitimin bitmeyen bir yolculuk olduğunu, insanın bildikçe cahilliğinin farkına vardığını öğrenecek. Ezberle, itaatle değil, sorgulamayla, farklı olmayla bir “değer”, bir birey olduğunu anlatacağız. Türk genci kendine güvenecek. Ama şimdiki gibi yalan dolandan, gerçekten uzak dizileri izlerken elinde kılıçla, çöp tenekesi kapağından kalkanla güvenmeyecek kendine. Bilgisiyle, saygısıyla, görgüsüyle güvenecek.

Gençler istediği gibi giyinecek, “Herkes bir şekil giyinir, şu şu şekil, bu bu şekil” diyeceğiz, farklılıkları kabullenecek, kendi farkımızı üretmeye çalışacağız. 
Gençler toplumu yönlendirecek. 
Çünkü bunun adı gelecek. 
Gelecek de gençlerle gelecek.
Sizi seviyoreee.


KAAN SEZYUM / BİRGÜN

‘Yönetme krizi’ listesi - YAŞAR AYDIN

AKP’de ‘Erdoğan politika değiştirmeden önce isimleri değiştirir’ diye yorumlanan aday listesi, ülkeyi yönetmekteki sıkıntının kabul edildiğini gösteriyor. Erdoğan artık gündem yaratmadaki etkisini de kaybediyor.

Partiler milletvekili aday listelerini YSK’ye sundu. Her seçim dönemi çok tartışılan listeler, CHP’deki bazı isimlerin aday gösterilmemesini saymazsak, kamuoyunda bu kez büyük gürültüye yol açmadı. Listelerin başka bir ortak özelliği de seçimin kaderini değiştirecek bir ağırlık ortaya koyamamaları oldu. Listeler, tam anlamı ile ‘genel başkan listeleri’ diye adlandırılabilir.

Milletvekili adaylarının netleşmesi ile medya yüzünü CHP’ye dönse de en ciddi kaynamanın AKP’de yaşandığını söyleyebiliriz. Erdoğan’ın listesi sadece milletvekili yapmadığı isimlerle değil aynı zamanda yıllardır bakanlık görevi verdiği isimleri, Meclis çalışmaları için görevlendirmesi farklı tartışmalara yol açtı.

Erdoğan şaşırtmadı
Listeler açıklanmadan önce hâlihazırda vekillik görevlerine devam edenlerin en az yarısının liste dışı olacağı konuşuluyordu. Tam da beklendiği gibi oldu. Erdoğan, milletvekili grubunun yarısını liste dışı bıraktı.

Erdoğan tam anlamı ile “kendine bağlı asker” listesi hazırladı. En yakın isimleri listede tutarken, başta ekonomi kurmayları olmak üzere ‘eskiler’ devre dışı kaldı. Erdoğan, liste temizliği yaparken tartışmalı isimler olan Metiner, Tayyar, Zeyit Aslan gibi vekilleri de aday olarak göstermedi. AKP kulislerinde bu tercih “Reis göze batan kimseyi istemedi” diye konuşuluyor.

24 Haziran sonrası
Listelere bakınca Erdoğan’ın Meclis’e dair planlama yaptığı da görülüyor. İsmi İstanbul Belediye Başkan adaylığı çokça için konuşulan Binali Yıldırım’ın ilk durağının Meclis başkanlığı olmasına, AKP’liler tarafından neredeyse kesin gözle bakılıyor. Tabii bu, partinin Meclis çoğunluğunu alması halinde gerçekleşecek bir plan. Kulislerde, parti içi bir başka düzenlemenin de Berat Albayrak üzerinde yapıldığı konuşuluyor. Albayrak’a bakanlık görevi yerine Meclis grup başkan vekilliği görevi verilebileceği bugünlerde kulislerin en hararetli konusu.

Bakanlar devre dışı
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu milletvekili adayı oldu. Bu isimler sadece sıradan bir bakan değil, Erdoğan siyasetinin yürütücüsü durumunda olan isimlerdi. Üç ismin aynı anda bakanlık koltuklarından ayrılmaları tıpkı ekonomide olduğu gibi ‘yeni bir döneme mi giriliyor’ sorusunu beraberinde getirdi.

Aklımızdaki bu sorunun cevabını biz de AKP kulislerinde aradık. Liste dışı kalan bir AKP’liden aldığımız “Erdoğan politika değiştirmeden önce isimleri değiştirir” yanıtı merakımızı daha da artırdı. Anlaşılan o ki Erdoğan seçilse bile ülkeyi bu halde yönetemeyeceğini kabul etmiş durumda.

‘Tek adam’ mı, ‘yalnız adam’ mı?
Erdoğan’ın partinin geleceğini de düşünerek yaptığı hamlelerin kuşkusuz siyasal sonuçları olacaktır. Belki de milletvekili listelerinin ilk çıktısı tek başına yürütülecek bir kampanya olarak kendini gösterecektir. MHP’nin etkisiz görünümü sonrası Erdoğan’ın sadece AKP’nin değil aynı zamanda Cumhur İttifakı’nın da taşıyıcısı olacağını söyleyebiliriz.

Kuşkusuz Erdoğan, kişisel etkisine güveniyor ve kendisini oylatmayı seviyor. Ama ilk kez iki kulvarda ve güçlü adaylarla yarışıyor. Bir yandan kendisine oy isterken diğer yandan da Cumhur İttifakı’nın adaylarını Meclis’e taşımaya çalışacak. Gündemi sürükleme konusunda zorlanmaya başlayan Erdoğan, kamuoyu nezdinde de tek adamdan çok ‘yalnız adam’ imajı vermeye başladı. Erdoğan, Davutoğlu ve Gül ekibini yanına yaklaştırmayacağına göre bu imajdan kurtulmak için yanına ya MHP ve BBP’lileri alacak, ya da yeni isimler bulacak.

Yaşar Aydın / BİRGÜN

Mahkeme kararı yine dinlenmedi: Kuşdili Çayırı da talana açılıyor - UĞUR ŞAHİN

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kadıköy’de bulunan ve 3. derece sit alanı olan tarihi Kuşdili Çayırı’nı mahkeme kararına rağmen imara açtı. CHP’li Doğan, “Mahkeme kararları hiçe sayıldı” dedi.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İstanbul Kadıköy’de bulunan ve 3. derece sit alanı olan tarihi Kuşdili Çayırı’nı mahkeme kararına rağmen imara açtı. Bakanlık, hazırlanan imar planı değişikliğini önceki gün onayladı ve aynı gün askıya çıkardı. Söz konusu alanın mülkiyeti AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) ait. Değişiklikle birlikte alanın üstü dinlenme alanı, park, itfaiye alanı, yol ve dere olarak düzenlenirken, park ve dinlenme alanında zemin altı katlı otopark inşa edilecek.

Kadıköy Belediyesi: İptal edin
Plana ilişkin açıklama raporunda Kadıköy Belediyesi’nin görüşüne de yer verildi. Belediye, zemin altı otoparkın iptal edilmesini talep ederek, şunları kaydetti:

“Tarihi geçmişinden gelen özelliği nedeniyle, ağaç köklerinin ve zemin sularının yeraltındaki beton blokların üstüne değil toprağa ulaştığı, parselin doğal yapısının korunduğu bir yeşil alan olarak planlaması daha doğru olacağından, plan değişikliği tekliflerinde ‘park’ olarak belirlenen alanın yüzde 50’lik kısmında yapılacak olan zemin altı katlı otopark alanının iptal edilmesi Başkanlığımız görüşüdür.”

Mahkemelerden iptal kararları
1977 yılında ‘doğal sit alanı’ ilan edilen ve Kuşdili Çayırı olarak bilinen alana ilişkin 1981’de Koruma Kurulu, ‘doğal anıt’ tescil kararı verdi. 1988’de alanın doğal sit alanı olması itibariyle kalıcı tesislere izin verilmeyip sadece otopark ve pazar yeri olarak kullanılabileceğine ilişkin karar alındı. Takvim 2007’yi gösterdiğinde ise alana AVM yapılmasının önü açıldı ve Kuşdili Çayırı ‘özel proje alanı’ olarak belirlendi. Bunun üzerine Şehir Plancıları Odası konuyu yargıya taşıdı ve değişiklik 2009’de iptal edildi. Ardından 2013’te Kuşdili Çayırı’na dair “park, zemin altı otopark ve itfaiye alanı” olarak değişiklik yapıldı. Bu karar da Mimarlar Odası ile Kadıköy Belediyesi’nin açtığı davalar üzerine iptal edildi. Tüm bunlara rağmen Çere ve Şehircilik Bakanlığı Kuşdili Çayırı’nı imar açacak planı önceki gün onayladı.

Tarihi kalıntılara zarar verilecek
Konuya ilişkin BirGün’e konuşan eski İBB Meclisi’nin CHP’li Üyesi ve inşaat mühendisi İbrahim Doğan, Bakanlığın mahkeme kararlarını hiçe sayarak yasalara aykırı bir şekilde plan hazırladığını söyledi. Söz konusu değişikliğin şehircilik ilkelerine aykırı olduğunu dile getiren Doğan, planın kamu yararı taşımadığına da işaret etti.
Doğan, şunları ifade etti:
“Bu alanda kazı yapılması olası yeraltı tarihi ve antik kalıntılar için de zarar verici nitelikte. Bu nedenlerden dolayı söz konusu arazinin yeşil alan olarak kalması önem arz ediyor. Zira bu alanda yapılacak yeraltı katlı otopark yağmur sularının toprağa erişmesini engeller. Ayrıca donatı alanlarının azalmasına neden olacağı gibi araç trafiğini de artıracak. Yapılacak itfaiye hizmet binası da kalıcı yapı olması nedeniyle ilgili kurul kararlarına aykırıdır. Zira ilgili kurumlar ve bilirkişi raporlarında açıkça bu alanın ‘çayır alanı’ olarak kalması gerektiğini açıkça belirtmiştir.”

‘Rantı reddediyoruz’ 
Doğan, sözlerini şöyle sonlandırdı: “Kuşdili Çayırı üzerinde bu planlarla birlikte yapılacak itfaiye hizmet binası ve yeraltı katlı otopark, bu alanın tamamen betonlaşmasına neden olacak. Ranta hizmet eden bu anlayışı ret ediyoruz.”

Uğur Şahin / BİRGÜN

İmam-hatipten kaçanlar Galatasaray kuyruğunda - TAYFUN ATAY

Pazartesi günkü Cumhuriyet’te biri 2’nci sayfada, diğeri arka sayfada karşımıza çıkan ve birlikte değerlendirildiğinde AKP Türkiye’sinin hali pür melâlini ortaya serdiği düşünülebilecek iki haber vardı. 

İlki arkadaşımız Figen Atalay’ın yeni başlamış yazı dizisi “LGS’nin Bilinmeyenleri”nden ve İstanbul’da imam-hatip lisesi öğrenci kontenjanının 5 binin üstünde (5160) olduğunu işaret ediyor. 

Şehir imam-hatiplere adeta mecbur edilmiş durumda. Çünkü koskoca İstanbul’da 39 ilçede merkezi sınavla öğrenci alacak 8 fen lisesi ve sadece 3 tane (bir sosyal bilimci olarak içim sızlaya sızlaya telaffuz ediyorum!) sosyal bilimler lisesi var. Ama 55 tane imam hatip lisesi var. 

Dahası bazı ilçelerde merkezi sınavla öğrenci alınacak yalnızca imam-hatip liseleri var. Türkiye’de bazı illerde de Anadolu lisesi hiç yokken imam-hatip neredeyse tek seçenek. 

Yine yazıda yer alıyor: İstanbul’da Sahrayıcedit sakinleri isyanda; çünkü muhitte hiç Anadolu, fen ve meslek lisesi yokken iki imam-hatip lisesi var ve bunlar geçmişte mevcut iki lisenin değiştirilmesiyle ortaya çıkmış. Halk, çocuklarımızın seçme hakları ellerinden alındı diyerek sokaklara dökülmüş!.. 

Bir tarafta durum bu… Diğer taraftan, bununla titreşimli, hem de trajikomik şekilde titreşimli şu haber arka sayfada gözümüze çarpıyor: Galatasaray İlkokulu’na kura ile alınacak 50 kişilik kontenjan için tam 5 bin 939 başvuru olmuş. 

Ne kadar manidar değil mi?! Sanki 5 bin küsur imam-hatip kontenjanının kendilerine daralttığı alandan kaçanlar Galatasaray’ın kapısına dayanmışlar gibi!.. 

Ailelerin erken saatlerden itibaren “Mekteb-i Sultanî” önünde uzun kuyruklar oluşturduğunu öğreniyoruz haberden... Başvuru da bedava değil; öğrenci başı 700 lira ödeniyor. Kura için başvurulardan okulun elde ettiği gelir de 4 milyon küsur TL. 
Gülelim mi hep beraber, şu ağlanacak haline “Yeni Türkiye”nin, ne dersiniz?.. 
“Batılılaşma” nefretiyle gözler öylesine kör olmuş ki 1920’ler ve 30’ların takıntısıyla 2000’ler, 2010’lar dünyası ve Türkiye’sinin gerçeklerini, ihtiyaçlarını, arzularını göremiyor, toplumu zorlaya zorlaya neredeyse dinden-imandan olacak noktaya getiriyorlar!.. 

Nasıl “en az üç çocuk” telkiniyle imkânları, koşulları, dolayısıyla “kalite”yi hiçe sayıp “niteliksiz nicelik” peşinde koşmayı marifet sayıyorlarsa, aynı minval üzere neredeyse her mahalleye en az iki imam-hatip de eğitim politikalarının şiarı olmuş gibi... 

Evet, imam-hatipleri patlattılar. Ama ellerinde patlattılar!..

Böyle giderse Türkiye’de hiçbir dönemde görülmedik cinsten bir imam-hatip usanmışlığı, hem de dindar-muhafazakâr kesimin kendi içinden olarak bu dönemin bir ayırt edici karakteristiği hâline gelecek. Yanlış mı, imam-hatipteki çocuklar değil mi iktidarın dinbaz taassubundan “Yandım Allah” diyerek Deizme yelken açanlar!.. 

Sosyal bilim yok, fen yok, düz lise yok, Anadolu lisesi yok. Varsa yoksa imam-hatip… 
80 milyonluk ülkenin kaderi, anti-Kemalist/ modernist bir ideolojik takıntıda kalmış bir dinbaz iktidar kliğinin duygusal (ve alabildiğine “ergen”) tepkilerine bağlanmış durumda. 
Öpüp başlarına koydukları Kur’an, “Dinde zorlama yoktur” diyor mu, diyor. “Âlemlere rahmet” olarak gönderildiğine inandıkları peygamber, “Kolaylaştırın,zorlaştırmayın” diyor mu, diyor.


Ama bunlar, zorlaştırdıkça zorlaştırıyorlar! Halk “İllallah” deyip “Mahallemize Anadolu lisesi istiyoruz” pankartı açıyor; bunlar zorluyor da zorluyor, dayatıyor imam-hatipleri… Ve bu da aslında en büyük zararı imam-hatiplere veriyor. 

Gel gelelim diğer taraftan günlerdir Fransa’da “Kur’an’da tashih” diye zırvalayanları büyütüp “yerli ve milli” bir Fransızca boykotu çağrısında bulunsalar da işte millet hiç mi hiç iplemiyor bunları… Ve “Mekteb-i Sultanî”nin ilkokul kısmına alınacak 50 öğrenci arasına çocuklarını sokmak için ortalığı tam anlamıyla “ana-baba günü”ne çeviriyor.
Tahminim o ki Galatasaray’a altı bine yakın başvuru sahibi arasında bu iktidara oy vermiş dindar-muhafazakâr kesimden de hali vakti yerinde vatandaşlar vardır. 

Çünkü biliyorum, Anglo-Sakson menşeli ve “misyoner” diye diye bas bas bağırdıkları bir diğer okulun giriş sınavında içerideki çocuğu için dışarıda heyecanla volta atan iktidar yanlıları, matbuat yöneticileri olduğunu… 

Burada da araştırılsın, benzer bir sonuç çıkması kuvvetle muhtemel.
 
Demek ki kendi içlerini bile ne imam hatibe, ne de “Fransızca şerri”ne ikna edebilmiş değiller. 

Demek ki aslında çoktan ölmüşler de ağlayanları yok!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Irak’ın seçimi - CEYDA KARAN

Iraklı yaşlı teyze 12 Mayıs’taki seçimler için sandığa giderken yanına yaklaşanlara ‘ oyunu komünistlere vereceğini ’ söyleyip nedenini şöyle izah etmiş: “ Çünkü onlar yalan söylemiyorlar ve çalmıyorlar. ”
Irak’tan sosyal medyadaki videosuyla yansıyan bu bakış, en az seçimin sonuçları kadar şaşırtıcı. ABD’nin 2003’te ülkeyi işgal edip yıkmasından bu yana dördüncü, IŞİD barbarlarının istilasının mağlup edilmesinden sonraki ilk seçimlerin nihai sonuçları geçen  c umartesi açıklandı. Resmin netleşmesiyle herkes Ortadoğu’nun işgalle dağıtılmış ülkesinin hangi yönde gideceğini anlamaya çalışıyor.
 
Geleneksel ittifaklarda kırılma
329 sandalyeli Irak parlamentosunda, ABD’nin eski kanlısı Şii ulema Mukteda el Sadr ’ın Irak Komünist Partisi dahil altı küçük partiden oluşan Sairun ittifakı 54 sandalye ile birinci çıktı. İkinci sırayı IŞİD’l e savaşta nam salmış  Hadi el Amiri  liderliğindeki milis gücü Haşdi’nin siyasi temsilcilerinden oluşan Fetih ittifakı 47 sandalyeyle aldı. ABD ve Körfez’deki monarşilerin umudu Başbakan  Haydar el İbadi  IŞİD’i yenmekten ,  Sünni çoğunluklu Ninova’daki kazanımların dışında pek fayda sağlayamadı; Nasır (Zafer) ittifakıyla 42 sandalye ile üçüncü sırada kaldı. Başkent Bağdat’da da Sadr ittifakına karşı ağır yenildi. ABD’nin ‘ İrancı’ bulup 2014’teki IŞİD istilasıyla ‘ devrilmesini sağladığı ’ eski  Başbakan  
Nuri el Maliki ’nin Kanun Devleti 26, KDP 25,  İyad Allavi ’nin Vataniye’si 21,  El Hekim ’in Hikmet ittifakı 19, KYB 18, Türkiye’nin epey yatırım yaptığı  Usame Nuceyfi ’nin Irak’ın Kararı 14. Ve küçük partilere giden sandalyeler var.


Katılım yüzde 44.5’te kaldı ki son iki seçimde 62’deydi. Sebebi yolsuz siyasi elitlere güvensizlik, feci kamu hizmetleri ile ilk kez kullanılan elektronik oy sistemiyle izah ediliyor.

Irak’ta kitle imha silahlar yalanıyla başlatılıp ‘ demokrasi inşasına ’ çevirdiği işgal sürecinde ABD’nin anayasasını da yazarak çerçevesini belirlediği siyasi sistem, sandıkta ancak ittifaklar koalisyonu üretebiliyor. Bu da nüfusun yüzde 60-65’ini oluşturan Şiiler ile Sünni ve Kürt toplumunun farklı partilerinin içini doldurduğu parçalı bir yapı çıkarıyor. Üstelik bu kez işler daha karışık. Zira geleneksel partilerin zayıflamakta olduğu bir resim var.
 
ABD’nin kanlısı, İran’ın hazzetmediği Sadr
Bu sonuçlarla birlikte dikkatler Türkçeye ‘ İstikamet Reform için Yürüyüş ’ diye tercüme edeceğimiz Sadr’ın Sairun ittifakına çevrildi. Kurduğu İstikamet Vatani partisi öncülüğünde yolsuzluk karşıtı ve mezhepler üstü pozisyonla seküler partileri birleştiren henüz 45 yaşındaki Sadr, ünlü bir ulema ailesinden. Babası  Muhammed Sadık el Sadr , Saddam ’ın idam ettirdiği bir isim. Dini rolünü babasından miras alsa da yetkinliği tartışmalı.

Sadr, Sairun ittifakının lideri olsa bile Şii gelenekleri uyarınca arka planda. Başbakan olmayacak ama pazarlıklarda belirleyici olabilir.

2000’lerde kurduğu Mehdi Ordusu ile ABD işgaline direnirken Sünnilerle kanlı mezhep savaşına tutuşmuş Sadr’ı vaktiyle Newsweek ‘ tabutundan çıkan Dracula ’ gibi resmediyordu. Tabii ABD Sadr’ı avlama planlarını çoktan rafa kaldırdı, hatta genç lider şimdi ‘ gözde olma yolunda ’. Bunda Sadr’ın geçen yaz Suudi ve BAE’nin davetlerini kabul edip prensleriyle buluşmuş olmasının payı büyük. Sadr aynı şekilde Suriye Cumhurbaşkanı  Beşşar Esad ’ın istifa etmesi gerektiği çıkışlarıyla da direniş cephesini kızdırmıştı.

İran açısından bakıldığında 2007’te Amerikalılardan kaçıp kendilerine sığınmış olan Sadr, özellikle de son yıllarda memnuniyetsizlik kaynağı. Son seçimdeki zafer kutlamaları sırasında Bağdat’ın kazananı olan Sadrcıların ‘ Bağdat özgür, İran defol ’ sloganlarından rahatsızlık duymaları değil sadece. Tahran, tutumunu geçen şubatta  Hamaney ’in danışmanı  Ali Ekber Velayeti ’nin “ Liberaller ve komünistlerin Irak’ı yönetmelerine izin vermeyeceğiz ” sözleriyle açık etmişti. Hatta İran’ın Bağdat’taki ittifaklarla dengelediği ilişkiler düşünülürse, biraz fazla açık ettiği bile söylenebilir.
 
İran ve Irak Şiiliğinin rekabetinin sembolü
Sadr, IŞİD’l e  savaşta kurduğu Saraya el Selam Tugayı (Barış Tugayı) ile Haşdi’de yer alsa da eğreti durmuştu. Hatta tıpkı Amerikalılar gibi Haşdi birliklerinin silahsızlanması çağrısı da yaptı. Aslında Sadr için , İran’ın Irak’ın Şii çoğunluğu adına konuşmasından hazzetmeyen bir figür olarak iki ülke Şiiliği arasındaki tarihi rekabetin sembolü desek yeridir.
Fakat Sadr, ne ABD’ci ne İrancı. Kimilerinin isminden hareketle ‘ Mookie ’ lakabıyla andığı genç Sadr için belki de ‘ ne idüğü belirsiz ’ belki daha uygun düşer. ABD için de Bağdat’ta birinci tercih olamayacak denli ‘ kanlı bir sayfası ’ var zira.
 
Sairun’un komünistleri
Ve Sairun’un komünistleri... Öncelikle aslında Sairun 2015’ten bu yana sokakta şekillendi desek yeridir. Sadr grubunun ‘ yolsuzluk karşıtı teknokrat hükümet ’ talebiyle Bağdat’ın Tahrir Meydanı’nda eylemler, ABD hegemonyasındaki Yeşil Bölge’de meclis baskını yaptığı dönemlerde yanlarında Irak Komünist Partisi de (IKP) vardı. Sairun’da salt IKP değil, Irak Cumhuriyetçileri Partisi ve irili ufaklı gruplar da var. Kendilerini ‘ Reform için Devrimciler  İttifakı ’ diye anan bu ittifakın içindeki IKP’nin 1958’de  Abdül Kasım  ile monarşiyi devirmiş sonra CIA destekli Saddam’ın Baas’ının hedefi olmuş partiyle ise pek fazla alakası yok. Ortadoğu uzmanı  Elijah Magnier ’in Bağdat’ta lideriyle söyleşi için kapısına gittiğinde ‘Mekke’ye hacca gideceği için bir aylığına ofiste olmayacağı’  yazısıyla karşılaştığı IKP bu. Yine sosyal medyaya üzerinde kocaman sarı orak - çekiç baskısı ile kırmızı çarşaflı taraftarlarının fotoğraflarının yansıdığı bir IKP.
 
Irak solu kazandı demek yanlış olur
IKP, Şii kutsal kenti Necef’te  Suhad el Khatib  isimli bir kadın vekil çıkar d ı. Kendisi ulema ailesinden bir öğretmen ve kadın hakları aktivisti. Necef deyip geçmemeli ,  zira burası henüz mayıs başında Uluslararası Stadyum açılışında kalabalıkların başbakanlık sözcüsüne “Hepiniz hırsızsınız ” diye bağırdığı bir şehir. Dolayısıyla Sairun’da sosyal adalet, mezhepler üstülük ve yolsuzluk dertleri sosyo-ekonomik taban üzerinde yükseliyor.

2014’te IŞİD barbarlığına karşı Kızıl Ordu ismiyle milis gücü çıkaran IKP, Sünnilerle barış içinde var olmayı destekleyen, ulusal hedefler gözeten, sendikal mücadeleye önem veren antiemperyalist karakterini koruyup ülke ekonomisinin yağmalanmasına itiraz eden bir parti elbette. Ve Irak’ta bugünkü demografinin tezahürü. Ama bu seçimden ve Sairun’ın kazanımları üzerinden ‘ Irak solu kazandı ’ demek yanlış olur. Sairun ittifakının 54 sandalyesinden 51’i Sadr’ın İstikamet Vatani’sine ait olacak. IKP’ye çalışma yahut kültür bakanlığı sunulabilir, o kadar.
 
Haşdiler
Bunun ötesinde Haşdilerin Fetih’inin ikinci çıkması önemli. Irak güvenlik güçlerinin resmi parçası olan Haşdiler için hem önemli bir zafer hem de İran’ın nüfuzunun göstergesi. Haşdiler, IŞİD’l e  savaşta büyük prim topladılar. Ancak 100 bin kişilik milis gücünün Irak siyasetine ‘Hizbullahvari ’ bir renk kattığı aşikâr. Koalisyon pazarlıklarında İran’ın ünlü Devrim Muhafızları komutanı  Kasım Süleymani ’nin eşliğinde dengeleri nasıl etkileyeceklerini ise göreceğiz.
 
Sünniler ve Kürtler
Irak’ın Sünnileri ve Kürtleri ise her zamankinden daha fazla parçalanmış gibi görünüyorlar. İbadi’nin Ninova ve Anbar’daki kazanımları merkezi hükümete mezhepçilik ötesi bir bakışın tezahürü sayılabilir. Kürt partileri içinse bu seçimler sonbahardaki bağımsızlık referandumunun başarısızlığı ve petrol zengini tartışmalı bölgeleri yitirmenin hüsranını üzerlerinden atamadıklarının göstergesi.
 
Irak ulusalcılığı
Resim yeni cumhurbaşkanının bir ay içinde seçilip hükümet müzakerelerinin başlamasıyla ittifakların durumları ve dengeler de ortaya çıkacak. 329’da 165’lik vekil desteğini kim nasıl yakalayacak, süreç uzayacak mı ,  göreceğiz.

İşgalle çökertilmiş devletin yeni sahiplerinin yolsuzlukları, hizmet yoksunluğu, özelleştirmelerle yağmalanan ekonomi, dış güçlerin mütemadiyen müdahalelerinden yılmışlık eşliğinde Irak sandığından ne ABD ne İran, aslında ‘ Irak ulusalcılığı ’ çıkmış görünüyor. Geçmişte sandık ve koalisyon hükümetleri ABD ile İran’ın dengeleri kurduğu sonuçlar üretmişti. Bu kez  Trump yönetiminin  nükleer anlaşmayı çöpe atıp Tahran’da rejim değişikliğini açıkça ilan ettiği bir ortamda, Iraklılar için sonuçları daha mühim olacak.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Ekonomide doğrular ve yanlışlar - Erinç Yeldan

AKP ekonomi idaresinin almış bulunduğu makro iktisadi kararlar ve yürütmekte olduğu dışa bağımlı, çarpık büyüme stratejisi çok ciddi yanlışlıklar içermekte ve ulusal ekonomimizi istikrarsızlığa sürükleyerek, tahrip etmektedir.

Söz konusu yanlışlar dizisi ve tahribat, önceleri “cari işlemler açığı finanse edildiği sürece sorun değildir” söylemi ile uygulanmış ve Türkiye ekonomisi kronik olarak dış dengelerinde bozulmaya itilmiştir. Daha sonra Cumhuriyet tarihimizin en derin krizlerinden birisi olan ve ulusal ekonominin yüzde 6.5 daraldığı 2009 krizinin dersleri görmezden gelinerek, “krizin Türkiye’yi teğet geçtiği” savlanmış ve Türkiye yeniden ve
çok daha kararlı bir biçimde bir “ithalat cennetine” dönüştürülmüştür. Günümüzde de “enflasyonun asıl nedeninin yüksek faizler olduğu” gibi gerek iktisat bilimi, gerekse de iktisadi tarihin deneyimlerine tamamen zıt bir saplantıda ısrar edilerek enflasyonla mücadele politikası ağır derecede tahribata uğratılmıştır.

***

AKP’nin 2003’ten bu yana geliştirdiği ekonomik politikaların ana dayanağı dövizin her ne pahasına olursa olsun ucuz kılınması ilkesine dayanmaktadır. 2003’ten 2009 küresel krizine değin geçen sürede, AKP hükümetleri (ve Merkez Bankası yönetimi) dövizi ucuz tutarak bir yandan enflasyonist baskıları hafifletmeyi, diğer yandan da ithalat maliyetlerini düşürerek tüketim ve yatırım harcamalarını kamçılamayı öngörmekteydi. Ucuz döviz (aşırı değerli Türk Lirası) sayesinde dolar bazında ifade edilen milli gelir rakamlarımız da sanal bir biçimde olduğundan çok daha yüksek gözüküyor, bu da kamuoyunda bir AKP mucizesi olarak pazarlanıyordu.
 
AKP’nin bu ilk dönemi küresel ekonominin de sanal ve istikrarsız bir büyüme içinde olduğu genişleyici bir konjonktüre denk düştü. Amerikan ekonomisi Avrupa ve Uzak Asya ile olan ticaretinde ciddi açıklar veriyor ve bu açıkları da yüksek hacimlerde dolar basarak ve küresel piyasalara tahvil ihraç ederek finanse ediyordu. Dolayısıyla, tüm dünyada faizler hızla düşerken, ucuz dolara dayalı döviz bolluğu dünya ticaret hacmini genişletiyordu. Ancak “yerçekimini yadsıyan” bu kendi kendine değer kazandırma hayali, reel ekonomilerin gerçekleriyle yüzleştiği noktada kriz patlak vermişti. 

Türkiye de bu dönemde göreceli olarak çok yüksek reel faizler sunarak küresel ekonomide dolaşan bu finansal kâğıtları ve ucuz dolara dayalı sıcak parayı ulusal ekonomiye çekme uğraşı içerisindeydi. Söz konusu dönemde sıcak paraya dayalı büyümenin istikrarsızlık kaynağı olduğu ve ulusal sanayiyi tahrip ederek yapısal bir işsizlik tehdidi yarattığı yönündeki uyarılar “dövizin sıcağı soğuğu olmaz, cari açık finanse edildiği sürece sorun olmaz” türünden akıl ve bilim dışı bir retorik ile susturuluyordu. 

AKP bu dönemde uluslararası iş bölümünde yüksek faiz sunan, bir ucuz ithalat cenneti olarak yer bulurken, yükselen piyasa ekonomisi unvanına layık görülüyordu. Bugün yaygın söylem ile 2003-2008 arası AKP’nin uyguladığı faiz politikasını betimlersek, en uygun sözcük “faiz lobisinin, AKP ekonomi idaresinin bizzat kendisi olduğudur.”

***

İktisada Giriş derslerinde bir ulusal paranın değerini ise üç biçimde tanımlanmaktayız: 
(1) faiz oranı; (2) ulusal paranın (burada Türk Lirası’nın) dövizler karşısındaki değişim değeri; ve (3) enflasyon oranının tersi. Para piyasasının “dengesi” bu üç tanımın uyumlu olmasından geçmektedir. Paranın değerini veren bu tanımlar arasındaki herhangi bir tutarsızlık, para piyasasında dengenin yitirilmesine ve bu dengesizliğin reel ekonomi kesimine de sıçramasına neden olacaktır. Dolayısıyla, enflasyon, faiz ve döviz kurunun aşınması birbirine bağlı olarak ilişki içindedir. Paranın bu üç tanımı arasındaki iktisadi ilişkiler herhangi bir “neden-sebep-sonuç” ilişkisi içermez, sadece bu üç öğenin birlikte hareket ettiğini belirtir. 

Nitekim enflasyon, özünde işgücü piyasalarındaki katılıkların ve dengesizliklerin para piyasalarına yansımasının bir ürünüdür. Enflasyonla mücadele ulusal ekonominin yapısal nitelikli sorunlarının çözümünden geçer, Merkez Bankası’nın günlük (kısa vadeli politika) faizlerinin düşürülmesinden değil.


Yineleme pahasına yeniden vurgulayalım: AKP ekonomi idaresinin izlemekte olduğu bilim-dışı enflasyon politikası ve yürütmekte olduğu dışa bağımlı, inşaat betonuna dayalı büyüme stratejisi ulusal ekonomimizi istikrarsızlığa sürükleyerek tahrip etmektedir.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET