30 Mayıs’ta öğleden sonra Gümüşsuyu’ndaki işyerimden çıkmaya hazırlanıyorum. O sırada sokakta bir gürültü duyuluyor. Pencereden bakınca birkaç TOMA’nın bir avuç gencin arkasından su sıkarak ilerlediğini görüyorum. Su öyle şiddetli ki değdiği reklam tabelalarının camları paramparça olup etrafa dağılıyor. Ben sokağa inene kadar TOMA’lar uzaklaşıyor. Arkalarından izliyorum. Gümüşsuyu Askeri Hastanesi önünde duruyorlar. Kapıdaki askerlerle kısa bir ağız dalaşının ardından geri dönüyorlar. Gümüşsuyu Caddesi tamamen boşalmış. Meydana göz atmak için Gezi Pastanesi’ne doğru yürüyorum. Fakat meydanda göz gözü görmüyor, sıkılan gazdan nefes almanın imkânı yok. Geri dönüp otelin arkasından dolanarak Fransız Konsolosluğu'nun önüne ulaşıyorum. Orada da manzara meydandakiyle aynı. Öksürüp tıksırarak ilerliyorum. Ana cadde üzerinde insanlar seyrek ama ara sokaklarda kovalamaca devam ediyor.
Gezi Derneği’nde arkadaşım var, arıyorum. -Gezi’deki çadırlara yapılan gece saldırısından habersizim.- Sinirleri bozulmuş, ağlayarak anlatıyor olup biteni. “Bu öfkenin bir sebebi olmalı, bizim bilmediğimiz” diyor. Sebebi, 31 Mart gerici ayaklanmasının rövanşını almak. Orada bir zamanlar var olan Topçu Kışlası bu gerici ayaklanmanın merkeziydi. Hareket Ordusu geldi bastırdı. O gün orada Türkiye gericiliğin fetret devri başladı. Cumhuriyet geldi ardından, gerisi malum. Topçu Kışlasını ihya etmek isteyen iktidarın buna direnenlere öfkelenmesi için başka gerekçeye ihtiyaç var mı?
Evin yolunu tutuyorum. Planım trafiğin yatıştığı bir saatte Taksim’e dönmek. Kızım duymuş, “Ben de geleceğim” diyor. Çok kararlı, durdurmanın imkânı yok. Bir arkadaşım arıyor, birlikte gidelim diyor. Akşam 9 sularında Galatasaray’a ulaşıyoruz. Bu kez caddede on binlerce kişi var. Polis TOMA’larla, akreplerle saldırıyor gördüğü herkese. Gaz durumu gündüzden daha yoğun. Her yönden plastik mermi yağdıran polis terör estiriyor. Tuhaf bir manzara var. Polis kovalıyor, kalabalık bir sokağa yönelip dağılıyor. Polis daha geri dönmeden bir başka sokaktan caddeye çıkıp slogan atmaya devam ediyor. Kesintisiz bir kaçıp kovalamaca…
Nevizade’de sınıf arkadaşımın işlettiği bir yer var, nefeslenmek üzere oraya sığınıyoruz. Biz daha dükkâna adım atmadan gençlerden oluşan kalabalık bir gurup koşarak sokağa dalıyor. Arkalarında öfkeli bir polis timi. Gençlere yetişemeyeceklerini anlayınca meyhanelerin içlerine bırakıyorlar ellerindeki gaz fişeklerini. Çatıya çıkıyoruz mecburen. Fakat orada da nefes almak mümkün değil. Garsonlardan bazıları gazdan paniklemiş, öksürüyor. Müşterilerin bir kısmı duvar dibine sığınmış. Fakat manzaraya hâkim bir noktada oturan yükünü almış bir müdavim hiç oralı değil. Kadehini hiddetinden kudurmuş polislere doğru kaldırıp “şerefe” diyor. Bir yudum aldıktan sonra gözyaşlarını silip izlemeyi sürdürüyor. Sanki gazla arasında bir aşk ilişkisi oluşmuş. Gülüyoruz hep birlikte. İnsan bu, hikmetinden sual olunmaz!
Gece ikiye doğru artık tutunamayacağımızı anlıyoruz.
***
Ertesi gün öğleden sonra yeniden dönüyoruz. Bu kez Asmalımescit’ten ulaşabiliyoruz caddeye. Daha yukarılara ulaşmanın imkânı yok. Her yaştan yüzbinlerce kişi Tünel ile Galatasaray Lisesi arasında toplanmış, slogan atıyor. Galatasaray Lisesi’ne yakın bir noktada gazdan bir perde yükseliyor. Bu perde polislerle göstericileri birbirinden ayıran bir barikat aynı zamanda. En öndeki göstericiler arkadakileri “gel, gel” diye bağırarak cesaretlendiriyor. Gaza dirençleri inanılmaz. O gün orada bulunanlar arasında polisin şiddetiyle, gazıyla, copuyla ilk defa karşılaşanlar çoğunlukta. Bir süre sonra TOMA’lar hareketleniyor, caddedeki yüzbinleri ara sokaklara püskürtüyor. Fakat caddedeki boşluğun dolması ve eski haline gelmesi 10 dakikayı bulmuyor. Bırakıp giden, korkan, yılan tek kişi yok. Tarifsiz bir polis şiddeti karşısında çoluk çocuk, genç ihtiyar dimdik duruyor kalabalık. Yaralılar, gazdan bayılanlar, düşenler, direnenler, püskürtüldüğü arka sokaklardan yeniden ana caddeye çıkmak için yol arayanlar, kapılarını direnişçilere açanlar, seyyar sağlıkçılar; limonlarını, sularını, maskelerini hiç tanımadığı yoldaşlarıyla paylaşanlar, polis barikatı ile insan seli arasından yükselen o inanılmaz biber gazı bulutu… Her yerde her şeyde sanki bir devrim kokusu var.
Ama herhalde en inanılmaz, en dayanılmaz olanı o müthiş kalabalığın kendisine büyük bir kinle saldıran polisi barikatları, TOMA’ları, akrepleri ile birlikte kaldırıp atışı, meydanı fethedişi, birbirlerine sarılışı, parka girip ağaçları kucaklayışı…
Parkın kıyısında yanan araçların dumanı yükseliyor. TV’lerin canlı yayın araçları ters dönmüş; Yapmadığı, yapamadığı haberciliğin bedeli bu. Polis tamamen çekilmiş alandan. Meydana açılan sokaklardaki barikatlardan zafer çığlıkları yükseliyor. Meydan bizim, sokaklar, caddeler bizim…
Ülke o gün ve takip eden 15 günde mutluluğun resmini yapıyor adeta. Birlikte direniyor, birlikte yiyor, birlikte içiyor. Dayanışmayı ve paylaşmayı hatırlıyor şehir. Barikatın ardı özgürlük demek. Civardaki işyerlerinde çalışanlar aralarında para toplayıp parka yemek yolluyor. Evlerde kekler pişirilip parka taşınıyor. Aç, açık kalmıyor etrafta. Tinerci çocuklar ilk defa öyle mutlu, sokak köpekleri ilk defa öyle şen. Beyaz yakalılar sokağın sırrını keşfetmenin kıvancıyla dolaşıyor ortalıkta. Bir devletin zulmettiği kalabalıklar bir halk oluyor uzun süre sonra ilk defa, “kaynaşmış, imtiyazsız, sınıfsız” bir ulusa dönüşüyor. Cumhuriyetle barışıyor, bayrağına sahip çıkıyor, çekip alıyor onu zalimin elinden. O gün orada hep birlikte bir ağızdan “boyun eğmem” diye haykırıyor…
***
Meydanın direnişçilerin kontrolüne geçtiği günün ertesinde alandan işyerine doğru ilerliyorum. NTV canlı yayın aracının kalıntılarının yanından geçip, yan yatmış FOX aracının etrafında şöyle bir dolanarak Gümüşsuyu’na yöneliyorum. Taksim Gezi Pastanesi ile İTÜ ana kapısı arasında tam 29 tane barikat sayıyorum. Çoğunun başında nöbetçiler var. Meydana çıkan her cadde, her sokak aynı durumda. Bir şehir, bir halk günlerce direnmiş, boyun eğmemiş, barikatların söylediği bu. Boyun eğmeyenlerin hep birlikte, hayatları pahasına, gözlerini, kollarını, bacaklarını, çocuklarını kaybetmeyi göze alarak yazdıkları bir destan bu. 2013 yılı 30 Mayıs’ında başlamış ve Haziran’a taşmış bir direnişin hikâyesi anlattığım.
***
Benim “Fena Çocuklar Zamanı” işte bu tanıklığımın tutanakları. Direniş değil anlattığım, direniş ruhu. İçinde şiir de var ama bunlar daha çok bizdeki şiir esintilerinden ibaret. Bunun nedeni, bizim kuşağın sola meyletmesinde şairlerimizin büyük etkisinin olması. Çokça Nazım, biraz Hasan Hüseyin, biraz Enver Gökçe, Ahmet Arif, Can Yücel bizim solculuğumuz. Öte yandan Gezi’de direnen, düşen “fena çocuklarımıza” bırakılmış bir mektup. Gezi’de anladım ki o çocuklar hala o yitik şairlerimizin anısıyla savaşıyor. Onların dizeleri dudaklarında. O dizelerden damıtılmış şarkılar söylüyorlar hep birlikte. Bu toprakların mucizesidir şiir ve o çocuklar böylesine hesapsız direnebiliyorsa o şairlerin yüzü suyu hürmetinedir.
***
O gün orada bir yeni bakış açısı yakaladık bir büyük acıyla. Harekete geçmiş kalabalıklar hem büyük bir güç hem de büyük bir çaresizliktir. O gücün bir sonuca varması için örgüt gerekir. Yoksa acıklı hikâyeler kalır geride.
“Hikâyeyi” küçümsüyor değilim. Hikâyesiz, edebiyatsız, şiirsiz direniş mi olur? Ama çocuklar ölürken, çocuklar direnirken nedir ki edebiyat? Çocuklar parçalanırken şiir neden söz edebilir? Artık Berkin Elvan’dır şiir, Ali İsmail Korkmaz’dır. Bir şiir, bir içli şarkı ancak onların eşliğinde katlanılabilir olur. Gerçek edebiyat, ayağını bu duyarlılığa basmadan yola çıkamaz, bir yere varamaz. Buna rağmen hala kayda değer bir ürün vermemesi ise şaşırtıcıdır.
“Pazar”daki ünlüler edebiyatı ise tamamen bizim dışımızda. Örneğin Orhan Pamuk’un, Elif Şafak’ın bu konuda yazacak neleri olabilir? Tam tersine, zalimin yanında saf tuttular, çocuklara en ağır taşı onlar attılar. Denklem çok basit çünkü; birileri eziliyorsa ya ezilenlerin, ya da zalimin yanında saf tutarsın. Bırakalım edebiyatı, yazı nasıl zalimin yanında saf tutabilir?
Gezi’de o büyük destanı yazan o fena çocuklar bu edebiyatı kendi içinden çıkaracak, mutlaka hakkını vererek yazacak, yaratacaklardır. Ve asıl önemlisi, bir daha asla öyle yakalanmayacağız böyle bir fırtınaya.
O çocuklar oradaysa, hiçbir şey için umutsuz olmaya hakkımız yoktur. Kalkın yola koyulalım öyleyse.
Orhan Gökdemir / SOL