29 Mayıs 2018 Salı

Gezi’den kalan - ORHAN GÖKDEMİR

30 Mayıs’ta öğleden sonra Gümüşsuyu’ndaki işyerimden çıkmaya hazırlanıyorum. O sırada sokakta bir gürültü duyuluyor. Pencereden bakınca birkaç TOMA’nın bir avuç gencin arkasından su sıkarak ilerlediğini görüyorum. Su öyle şiddetli ki değdiği reklam tabelalarının camları paramparça olup etrafa dağılıyor. Ben sokağa inene kadar TOMA’lar uzaklaşıyor. Arkalarından izliyorum. Gümüşsuyu Askeri Hastanesi önünde duruyorlar. Kapıdaki askerlerle kısa bir ağız dalaşının ardından geri dönüyorlar. Gümüşsuyu Caddesi tamamen boşalmış. Meydana göz atmak için Gezi Pastanesi’ne doğru yürüyorum. Fakat meydanda göz gözü görmüyor, sıkılan gazdan nefes almanın imkânı yok. Geri dönüp otelin arkasından dolanarak Fransız Konsolosluğu'nun önüne ulaşıyorum. Orada da manzara meydandakiyle aynı. Öksürüp tıksırarak ilerliyorum. Ana cadde üzerinde insanlar seyrek ama ara sokaklarda kovalamaca devam ediyor. 


Gezi Derneği’nde arkadaşım var, arıyorum. -Gezi’deki çadırlara yapılan gece saldırısından habersizim.- Sinirleri bozulmuş, ağlayarak anlatıyor olup biteni. “Bu öfkenin bir sebebi olmalı, bizim bilmediğimiz” diyor. Sebebi, 31 Mart gerici ayaklanmasının rövanşını almak. Orada bir zamanlar var olan Topçu Kışlası bu gerici ayaklanmanın merkeziydi. Hareket Ordusu geldi bastırdı. O gün orada Türkiye gericiliğin fetret devri başladı. Cumhuriyet geldi ardından, gerisi malum. Topçu Kışlasını ihya etmek isteyen iktidarın buna direnenlere öfkelenmesi için başka gerekçeye ihtiyaç var mı?

Evin yolunu tutuyorum. Planım trafiğin yatıştığı bir saatte Taksim’e dönmek. Kızım duymuş, “Ben de geleceğim” diyor. Çok kararlı, durdurmanın imkânı yok. Bir arkadaşım arıyor, birlikte gidelim diyor. Akşam 9 sularında Galatasaray’a ulaşıyoruz. Bu kez caddede on binlerce kişi var. Polis TOMA’larla, akreplerle saldırıyor gördüğü herkese. Gaz durumu gündüzden daha yoğun. Her yönden plastik mermi yağdıran polis terör estiriyor. Tuhaf bir manzara var. Polis kovalıyor, kalabalık bir sokağa yönelip dağılıyor. Polis daha geri dönmeden bir başka sokaktan caddeye çıkıp slogan atmaya devam ediyor. Kesintisiz bir kaçıp kovalamaca…

Nevizade’de sınıf arkadaşımın işlettiği bir yer var, nefeslenmek üzere oraya sığınıyoruz. Biz daha dükkâna adım atmadan gençlerden oluşan kalabalık bir gurup koşarak sokağa dalıyor. Arkalarında öfkeli bir polis timi. Gençlere yetişemeyeceklerini anlayınca meyhanelerin içlerine bırakıyorlar ellerindeki gaz fişeklerini. Çatıya çıkıyoruz mecburen. Fakat orada da nefes almak mümkün değil. Garsonlardan bazıları gazdan paniklemiş, öksürüyor. Müşterilerin bir kısmı duvar dibine sığınmış. Fakat manzaraya hâkim bir noktada oturan yükünü almış bir müdavim hiç oralı değil. Kadehini hiddetinden kudurmuş polislere doğru kaldırıp “şerefe” diyor. Bir yudum aldıktan sonra gözyaşlarını silip izlemeyi sürdürüyor. Sanki gazla arasında bir aşk ilişkisi oluşmuş. Gülüyoruz hep birlikte. İnsan bu, hikmetinden sual olunmaz!

Gece ikiye doğru artık tutunamayacağımızı anlıyoruz. 

                                                                  ***
Ertesi gün öğleden sonra yeniden dönüyoruz. Bu kez Asmalımescit’ten ulaşabiliyoruz caddeye. Daha yukarılara ulaşmanın imkânı yok. Her yaştan yüzbinlerce kişi Tünel ile Galatasaray Lisesi arasında toplanmış, slogan atıyor. Galatasaray Lisesi’ne yakın bir noktada gazdan bir perde yükseliyor. Bu perde polislerle göstericileri birbirinden ayıran bir barikat aynı zamanda. En öndeki göstericiler arkadakileri “gel, gel” diye bağırarak cesaretlendiriyor. Gaza dirençleri inanılmaz. O gün orada bulunanlar arasında polisin şiddetiyle, gazıyla, copuyla ilk defa karşılaşanlar çoğunlukta. Bir süre sonra TOMA’lar hareketleniyor, caddedeki yüzbinleri ara sokaklara püskürtüyor. Fakat caddedeki boşluğun dolması ve eski haline gelmesi 10 dakikayı bulmuyor. Bırakıp giden, korkan, yılan tek kişi yok. Tarifsiz bir polis şiddeti karşısında çoluk çocuk, genç ihtiyar dimdik duruyor kalabalık. Yaralılar, gazdan bayılanlar, düşenler, direnenler, püskürtüldüğü arka sokaklardan yeniden ana caddeye çıkmak için yol arayanlar, kapılarını direnişçilere açanlar, seyyar sağlıkçılar; limonlarını, sularını, maskelerini hiç tanımadığı yoldaşlarıyla paylaşanlar, polis barikatı ile insan seli arasından yükselen o inanılmaz biber gazı bulutu… Her yerde her şeyde sanki bir devrim kokusu var.

Ama herhalde en inanılmaz, en dayanılmaz olanı o müthiş kalabalığın kendisine büyük bir kinle saldıran polisi barikatları, TOMA’ları, akrepleri ile birlikte kaldırıp atışı, meydanı fethedişi, birbirlerine sarılışı, parka girip ağaçları kucaklayışı… 

Parkın kıyısında yanan araçların dumanı yükseliyor. TV’lerin canlı yayın araçları ters dönmüş; Yapmadığı, yapamadığı haberciliğin bedeli bu. Polis tamamen çekilmiş alandan. Meydana açılan sokaklardaki barikatlardan zafer çığlıkları yükseliyor. Meydan bizim, sokaklar, caddeler bizim…

Ülke o gün ve takip eden 15 günde mutluluğun resmini yapıyor adeta. Birlikte direniyor, birlikte yiyor, birlikte içiyor. Dayanışmayı ve paylaşmayı hatırlıyor şehir. Barikatın ardı özgürlük demek. Civardaki işyerlerinde çalışanlar aralarında para toplayıp parka yemek yolluyor. Evlerde kekler pişirilip parka taşınıyor. Aç, açık kalmıyor etrafta. Tinerci çocuklar ilk defa öyle mutlu, sokak köpekleri ilk defa öyle şen. Beyaz yakalılar sokağın sırrını keşfetmenin kıvancıyla dolaşıyor ortalıkta. Bir devletin zulmettiği kalabalıklar bir halk oluyor uzun süre sonra ilk defa, “kaynaşmış, imtiyazsız, sınıfsız” bir ulusa dönüşüyor. Cumhuriyetle barışıyor, bayrağına sahip çıkıyor, çekip alıyor onu zalimin elinden. O gün orada hep birlikte bir ağızdan “boyun eğmem” diye haykırıyor…

                                                                 ***
Meydanın direnişçilerin kontrolüne geçtiği günün ertesinde alandan işyerine doğru ilerliyorum. NTV canlı yayın aracının kalıntılarının yanından geçip, yan yatmış FOX aracının etrafında şöyle bir dolanarak Gümüşsuyu’na yöneliyorum. Taksim Gezi Pastanesi ile İTÜ ana kapısı arasında tam 29 tane barikat sayıyorum. Çoğunun başında nöbetçiler var. Meydana çıkan her cadde, her sokak aynı durumda. Bir şehir, bir halk günlerce direnmiş, boyun eğmemiş, barikatların söylediği bu. Boyun eğmeyenlerin hep birlikte, hayatları pahasına, gözlerini, kollarını, bacaklarını, çocuklarını kaybetmeyi göze alarak yazdıkları bir destan bu. 2013 yılı 30 Mayıs’ında başlamış ve Haziran’a taşmış bir direnişin hikâyesi anlattığım.
                                                                 ***
Benim “Fena Çocuklar Zamanı” işte bu tanıklığımın tutanakları. Direniş değil anlattığım, direniş ruhu. İçinde şiir de var ama bunlar daha çok bizdeki şiir esintilerinden ibaret. Bunun nedeni, bizim kuşağın sola meyletmesinde şairlerimizin büyük etkisinin olması. Çokça Nazım, biraz Hasan Hüseyin, biraz Enver Gökçe, Ahmet Arif, Can Yücel bizim solculuğumuz. Öte yandan Gezi’de direnen, düşen “fena çocuklarımıza” bırakılmış bir mektup. Gezi’de anladım ki o çocuklar hala o yitik şairlerimizin anısıyla savaşıyor. Onların dizeleri dudaklarında. O dizelerden damıtılmış şarkılar söylüyorlar hep birlikte. Bu toprakların mucizesidir şiir ve o çocuklar böylesine hesapsız direnebiliyorsa o şairlerin yüzü suyu hürmetinedir.
                                                                 ***
O gün orada bir yeni bakış açısı yakaladık bir büyük acıyla. Harekete geçmiş kalabalıklar hem büyük bir güç hem de büyük bir çaresizliktir. O gücün bir sonuca varması için örgüt gerekir. Yoksa acıklı hikâyeler kalır geride.

“Hikâyeyi” küçümsüyor değilim. Hikâyesiz, edebiyatsız, şiirsiz direniş mi olur? Ama çocuklar ölürken, çocuklar direnirken nedir ki edebiyat? Çocuklar parçalanırken şiir neden söz edebilir? Artık Berkin Elvan’dır şiir, Ali İsmail Korkmaz’dır. Bir şiir, bir içli şarkı ancak onların eşliğinde katlanılabilir olur. Gerçek edebiyat, ayağını bu duyarlılığa basmadan yola çıkamaz, bir yere varamaz. Buna rağmen hala kayda değer bir ürün vermemesi ise şaşırtıcıdır. 

“Pazar”daki ünlüler edebiyatı ise tamamen bizim dışımızda. Örneğin Orhan Pamuk’un, Elif Şafak’ın bu konuda yazacak neleri olabilir? Tam tersine, zalimin yanında saf tuttular, çocuklara en ağır taşı onlar attılar. Denklem çok basit çünkü; birileri eziliyorsa ya ezilenlerin, ya da zalimin yanında saf tutarsın. Bırakalım edebiyatı, yazı nasıl zalimin yanında saf tutabilir?

Gezi’de o büyük destanı yazan o fena çocuklar bu edebiyatı kendi içinden çıkaracak, mutlaka hakkını vererek yazacak, yaratacaklardır. Ve asıl önemlisi, bir daha asla öyle yakalanmayacağız böyle bir fırtınaya. 

O çocuklar oradaysa, hiçbir şey için umutsuz olmaya hakkımız yoktur. Kalkın yola koyulalım öyleyse.

Orhan Gökdemir / SOL

Tayyip Bey’in B ve C planları ne? - ALİ SİRMEN

İlk bakışta inanılmaz olsa da yaptığım küçük araştırma sonunda gördüm ki sandığa gitmeye dört haftadan bile az zaman kaldığı şu günlerde dahi 24 Haziran günü, Cumhurbaşkanlığı’nın yanı sıra bir de yasama seçimleri yapılacağını çoğu kişi hâlâ bilmiyor. Aynı anda başlayacak olan bu iki seçimin “yürütmenin başı” Cumhurbaşkanı ile artık ne kadar yasama yetkisi kalmış ise Meclis’in ayrı çoğunluklardan oluşmasıyla çelişkili sonuçlar vermesi mümkündür.

 Cumhurbaşkanı Tayyip Bey, büyük tepkilere yol açan ünlü Londra gezisi sırasında, Bloomberg TV’den Guy Johnson’un, cumhurbaşkanı seçilmesi halinde, kendisine muhalif bir Meclis ile karşı karşıya kalması halinde ne yapacağı sorusu üzerine şu yanıtı vermiş: 
-Yani A planı, B planı, C planı bütün bunlar tabii ki olacaktır. 

Önce bir noktayı vurgulayalım. Benzer durumla, klasik başkanlık rejiminin uygulandığı ABD’de çok karşılaşılmıştır. Kongre ile ayrı çoğunluktan olan “Başkan”lara bu durumda “Topal Ördek” denir. Daha değişik “Başkancı” sistemin uygulandığı şu andaki Fransız sisteminde de yürütme yetkisini paylaşan cumhurbaşkanı ile başbakanın ayrı çoğunlukta olmaları durumu, iki kez ülkenin olgun demokrasi geleneği sayesinde “cohabitation” diye adlandırılan uygulama ile çözülmüştü. 

Tabii bizim kendine özgü Reis sistemimiz ne ABD ne Fransa’daki duruma benzer. 
Zaten bizim “Reis”imiz de “topal ördek”liğe asla rıza göstermez.

***

Aslında, bizim kendine özgü “Reis sistemi”mizde Cumhurbaşkanı lehine yasama ve yürütmeyi denetleme yetkisi hepten elinden alınmış olan, Meclis karşısında, anayasanın 104. maddesinde öngörülen Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle iktidarın sürdürülmesi mümkündür. 

Ama bizim ne ABD’ye ne de Fransa’ya tam olarak benzeyen kendine özgü Reis sistemimiz dizayn edilirken yine 104. maddeye şöyle bir hüküm konulmuştur: 
“Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde kanun hükümleri uygulanır.” 

Sınır tanımayan iktidar algısı böyle bir kısıtlanmayı kabul edemeyeceğine göre, doğrusu Tayyip Bey’in bu durumda B ve C planlarının ne olduğu kadar diğer Cumhurbaşkanı adaylarının da bu konuyu kendisine neden sormadıklarını çok merak ediyorum. Gerçekten de şimdiye kadar soruyu soran olmadı. 

Benzer durum 2015 seçimlerinde olmuş ve Tayyip Bey Cumhurbaşkanı iken 
o yılın haziran ayında yapılan parlamento seçimlerinde AKP çoğunluğu kaybetmişti. 
Kendisini cumhurbaşkanı seçen milli iradeye fevkalade saygısı olan Tayyip Bey bu defa kendi istediği çoğunluğu seçmeyen milli iradeyi, “ben milli iradeye milli irade demem, istediğimi seçmeyince” diyerek o zamanki anayasanın bugün değişmiş olan 116. maddesini zorlayarak, yeniden seçime gidilmesine ön ayak olmuştu.

***

Yalnız Tayyip Bey’in, çocukların saklambaç oyununda yaptıkları gibi, bu defa da “çanak çömlek patladı!” diyerek beğenmediği Meclis çoğunluğunu değiştirmek için sandıkları yeni baştan kurdurması halinde, yine anayasanın 104. maddesinde öngörüldüğü üzere, Cumhurbaşkanlığı seçiminin de yenilenmesi gerekmektedir. 

Bu durumda seçmenin “çanak çömlek patladı(!)”ya, “sayım suyum yok arkadaş(!)”  cevabını vererek Meclis yerine, Cumhurbaşkanı’nı değiştirmeye kalkması ve  “yürütmenin başı”nın Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olması da hiç ihtimal dışı değildir. 

Bütün bu hususları da düşününce, sayın adayların, içinden hiç değilse birinin çıkıp da Tayyip Bey’e “gerçekten, B ve C planlarınız nedir” diye neden sormadığını doğrusu çok merak ediyorum.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

İnce, Akşener, Temel Reis ve Demirtaş ‘Mahşerin Dört Atlısı’ mı? - EROL MANİSALI

Öyle ya, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyen Erdoğan’a karşı, Cumhuriyet tarihimizde görülmemiş bir biçimde ortaya çıkan “farklıların birlikteliğine” başka ne ad verilebilir ki! 
Artık Erdoğan’ın (ve AKP’nin) karşısında sadece Kılıçdaroğlu yok. Muharrem İnce’den başlayalım: Topluluğu (ve toplumu) etkileme gücü olağanüstü yüksek. En ağır ve ciddi şeyleri mizah çizer gibi nakledebiliyor. Zeki, kıvrak, halkçı ve muzip kimliği ile görüşlerini damardan şırınga edebiliyor.

 Kaba, hırçın ve kutuplaştırıcı değil içten, sevecen biri: Otoriter değil hoşgörülü, halktan biri gibi, halkın içinde. Onu izlerken Hollanda ya da Danimarka başbakanını görüyorum sanki. Bisiklet mi? Bana Vittorio de Sica’nın yeni gerçekçi sinemanın simgesi “Bisiklet Hırsızları”nı hatırlattı! Halkçılığın, insanlığın ve içtenliğin simgesi. 

Meral Akşener’e gelince: Bu ülkede kadın lider olma dezavantajını, “avantaja çevirmek başarısını” gösterdi. İYİ Parti’de, Bahçeli’nin partisindeki “erkek tekelciliğinin” belini kırdı. Yanlış bir sözü, “adam gibi kadın” sözünü, “Akşener gibi kadın”a çevirme başarısını gösterdi. Akşener’i Bahçeli ile yan yana koyduğunuz zaman bu büyük fark apaçık ortaya çıkmıyor mu?
 
Ve CHP’li  Abdüllatif Şener: Son 3-4 yıldır TV ekranlarında yaptığı konuşmalarının altına imzamı rahatlıkla atarım. Kendisi ile 2003’te, Girne’de 20 Temmuz kutlamalarında sohbet ettim. Başbakan’ın, “Bu iş Denktaş’la yürümez, 40 yıllık Kıbrıs politikamız değişecek” sözünü sertçe eleştirdiğim zaman bile, benimle tartışmaya girmedi. 2005’te Konya Ticaret Odası’nın panelinde, birlikte konuşmacıydık. Ekonomik konularda benzer şeyleri söyledik. Ulusal iktisadi çıkarlar, kamu yararının önceliği, özelleştirme türünde konulardı bunlar.
 
Keşke Türkiye’de bütün “muhafazakârlar onun gibi olabilseler”; ahlaklı, dürüst, şeffaflık isteyen ve kamusal yararı esas alan bir insan. 

Saadet Partisi’nin Temel Reis’i de Erdoğan’ın en büyük karşıtlarından. İkisi de Erbakan kökenli olmalarına karşın, yolları daha sonra 180 derece ayrıldı.
 
Erdoğan, Temel Reis’i de AKP-MHP ittifakına sokmak için “aşırı ısrarında çok haklıydı”. Çünkü Temel Bey’in Erdoğan’a yaptığı eleştiriler çok etkili oluyor; sanki Erbakan geri dönmüş de konuşuyor gibi… 

HDP Başkanı Selahattin Demirtaş’ın kavgaya (ve savaşa) Edirne zindanından katılmak zorunda bırakılışı Türkiye’deki durumun “vahametini” göstermesi açısından çarpıcıdır. İç dinamiklerin ve dış dinamiklerin birlikte bugüne kadar yarattıkları kaos ortamı, bu garip sonuca yol açtı. 

HDP de dünkü “dostu” AKP’ye karşı, hayır kervanına katılmak durumunda oldu. 
 
Erdoğan, Bahçeli ve Perinçek üçgeni mi?
Erdoğan (ve AKP) karşısında oluşturulan “farklılar koalisyonuna” karşı Erdoğan tarafında AKP, Bahçeli ve kerhen de olsa Perinçek kalmış görünüyor. İki tarafta da “uyumsuzların uyumu” gerçekleşmiş durumdadır. 

1950-1980 “yakınlaşmalarından” çok farklı bir durum. Temel sütunları Türkiye’nin bütünlüğü, demokrasi ve çağdaşlaşmanın oluşturduğu bir karşı cephe; öbür yanda da siyasal İslamın etrafında zorlanan bir iktidar saplantısı. 

Perinçek ile birkaç ay önce Pera Palas’taki Dilek Türker’in imza gününde konuşmuştuk. Son olarak da birkaç gün önce Deva Sokak’ta sohbet ettik. Perinçek’in tutkusunun “Erdoğan sayesinde bile olsa ABD’den kopmak” olduğunu sanıyorum. Ya sonrası: Doğu Perinçek bile olsa “Allah kerim!..” diye düşünüyor olmalı. Doğu’nun bu durumunu Gergedanlaşmak kitabımda dile getirmiştim. (*) 

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Cottarelli zamanları yeniden - ÇİĞDEM TOKER

Tam da “IMF’nin kapısı tekrar mı çalınacak” sorusu havada asılıyken geldi,  Cottarelli’nin İtalya’da teknokrat hükümeti kurmakla görevlendirileceği haberi. 
İçeride” dayatma erken seçim kararındaki esas nedenin, ekonomideki bozulma olduğu gerçeği, bu sorunun anlamını bizler için epeyi ağırlaştırırken 19 yıl sonra Cottarelli adını bu kez kendi ülkesinde kritik görev için duymak, rastlantıdan fazlası olmalı. 
Şurası kesin. 

Eğer orta yaş döneminin henüz kıyısından bile geçmiyorsanız, bu isim size bir şey ifade etmez. Fakat 2001 kriz dönemini hatırlayan biraz “okuryazar” herkes için, DHA’nın Roma temsilcisi Esma Çakır’ın duyurduğu haber, apayrı bir anlam taşıyor.

***

TL’nin sarsıcı değer kaybıyla son haftalarda daha sık hatırlamak durumunda kaldığımız 2001 krizi öncesi ve sonrasında, IMF Türkiye Masası Şefi olarak görev yapan Carlo Cottarelli’nin, o dönem sahada koşturan biz Ankaralı gazeteciler için yeri başkadır. 
Ekonomi muhabiri olarak ömrümüzün bir kısmını bıraktığımız Başbakanlık 
-Hazine - TBMM üçgeninde geçen üç yıl boyunca (1999-2001) neredeyse ailelerimizden daha çok gördüğümüz kişiydi Cottarelli. 


Muhtemelen kendisi için de durum çok farklı değildi. 1999 başında başlayan kredi içermeyen “yakından izleme”, ardından kredili “stand-by” anlaşmaları kapsamında, Türkiye’ye sayısız “gözden geçirme” seyahati gerçekleştirdi. 

Bu seyahatler krizden taze krediyle çıkma karşılığında ağır ekonomik yaptırımları ve küresel sermayenin istediği yasal düzenlemelerin yapılmasını sağlamaya yönelikti. 
Fakat basının medyaya dönüştüğü, çok sayıda gazete ve televizyonun faal olduğu o canlı ortamda her büronun, IMF temaslarını izlemek üzere ekip göndermesi, Cottarelli’yi bir “pop yıldızı” figürüne dönüştürdü.
 
IMF Türkiye Masa Şefi, asıl adı “acı reçete” olan “stand-by”ın ağırlık ciddiyetiyle bağdaşmayan bir abartılı ilgiye mazhar oldu. Bir Akdenizli olarak ne kadar güler yüzlü, dışa dönük ve iletişime açık bir yapısı olursa olsun, bu kadarı ona da fazla geldi. 
Kamu borçlanma gereğinin, kamu bankalarının bilanço yapısının, Telekom’un özelleştirilmesinin, tütün kotalarının, döviz kurunun, düzenleyici kurumların, ücret politikalarının konuşulduğu toplantılar günlerce ve haftalarca sürüyor, bu döngü yılda üç-dört kez tekrarlanıyordu. 

Maliye Bakanlığı ziyaretinde bir TV muhabiri meslektaşımızın getirdiği bir tepsi baklava ve -o sıra UEFA finaline kalan- Galatasaray’ın topunun armağan edilişi, Cottarelli’li yılların “acı magazin”i olarak kayda geçti. Doğrusunu söylemek gerekirse, tamamı eski Türkiye’ye ilişkin bu anekdotlarda, prime time kanalların rekabetinin payının büyük olduğunu sonra gördük.
***

Korkut Boratav Hoca, bugünlerde Türkiye’nin neden IMF’nin kapısına gitme aşamasında olduğunu anlatıyor. “Finans kapital” hâkimiyetini sağlayan; Merkez Bankası’nın kesin bağımsızlığı, sıkı para politikası, döviz fiyatlarının dalgalanmaya bırakılması gibi kuralları hatırlatan Boratav, bu kurallara uymamanın karşılıksız kalmayacağını, bir döviz krizine sürükleyeceğini söylüyor. Ama kurallara razı olunursa da IMF’ye gidileceğini ve Türkiye’nin bu noktada olduğunu. 

Ne tuhaf ki, tam da Boratav’ın sıraladığı bu kuralların hâkim kılınması için “eski Türkiye’de” görev yapan Cottarelli, şimdi kendi ülkesini, benzeri görülmemiş krizden çıkarmak üzere göreve çağrıldı. 

İyi anımsıyorum. Türkiye Masası Şefi olduğu yıllarda, bürokraside, Cottarelli’nin “iyi bir iktisatçı ve teknokrat” olduğu söylenirdi. Bu “iyi” iktisatçılığın hakiki olduğu anlaşılıyor. Yine de kendi ülkesinde krizden çıkış için göreve çağrılan Cottarelli’nin biyografisindeki LSE (London School of Economics) kadar, Türkiye’de kriz döneminde masa şefliği görevinin de önemli bir “kariyer” (!) olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Hangi parti daha çevreci? - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Partilerin vaatlerini içeren seçim bildirgelerinde ‘enerji’ konusunda neler söylendiğini inceledik ve satırların izin verdiği kadarıyla AKP, CHP, HDP ve İYİ Parti’nin enerji görüşlerini özetledik.


Seçim tarihi yaklaştıkça seçmenlerin karar verme süreci kolaylaşıyor. Seçim bildirgeleri, liderlerin vaatleri ortaya çıktıkça oy vereceğimiz partinin bize nasıl bir gelecek hazırladığına dair öngörülerimiz netleşiyor. Parti bildirgeleri bize bu bilgiyi veriyor. Şimdi satırların izin verdiği kadarıyla AKP, CHP, HDP ve İYİ Parti’nin enerji konusundaki görüşlerini özetlemeye çalışayım.

                                                          ***
Kömür
AKP iktidarda kalırsa daha fazla kömür santralı yapacağını, kamunun elindeki kömür sahalarını da özelleştirmeye devam edeceğini açıklamış. En az 5 bin megavat (MW) gücünde yerli kömürle çalışan santral yapma hedefleri var. Bildirgede bu kadar çok kömür olunca hava kirliliği konusunda ne yapacaklar diye baktım ama tek bulduğum izleme istasyonlarının sayısının artıracakları bilgisi. Hava kalitesi başlığı altında gürültü kirliliğinden bile bahsedilmiş ancak havanın kirli olduğundan bahsedilmemiş, haliyle çözüm için herhangi bir hedef koyulmamış. Bildirgede kentlerin havası temizlendi deniyor ama bildiğiniz gibi en son Çevre Mühendisleri Odası 81 ilden sadece altısının havasının temiz olduğunu açıklamıştı. Türk Toraks Derneği ve diğer sivil toplum örgütleri de benzer raporlar yayımlamıştı.

CHP hava kirliliğini azaltacak önlemlere öncelik vereceğiz, doğalgaz altyapısı olan kentlerde yakıt yardımını kömür yerine doğalgazla yapacağız demiş. Daha fazla örnek yok ama hava kirliliği sorununu kabul etmiş. AKP gibi termik santrallarda verimli ve yüksek teknoloji kullanma vurgusu var hatta bu teknolojilerin kullanılmasını yasal zorunluluk haline getireceğiz diyerek bir adım öne geçmişler. Zira, AKP döneminde özelleştirilen termik santrallara adeta çevreyi kirletme hakkı verilmiş, en basit filtreler bile olmadan çalıştırılması için Elektrik Piyasası Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle çevre mevzuatına uyum konusunda muafiyet getirilmişti. Anayasa Mahkemesi’nden dönen değişiklik ısrarla yeniden yasalaştırılmıştı.

İYİ Parti kömür santralları kuracağını belirtmiş. Uygun teknolojik çözümler denmiş ama kömürle ilgili hava kirliliği veya başka bir çevre sorunundan bahsedilmemiş. Üç partinin kömüre karşı tavır almadan iklim değişikliğiyle nasıl mücadele edeceği kocaman bir soru işareti olarak havada asılı kalmış.

HDP ise sermayenin çıkarı için yapılacak termik santral gibi uygulamalara son vereceklerini söylemiş. Bu söylem geçen seçimde de vardı ve çok net değil. Kamu yaparsa sermayenin çıkarı olmayacağı için onay veriliyor mu sorusu geliyor aklıma. Bildirgede ayrıca “Ormanların, derelerin, havanın, suyun, taşın, toprağın, ağacın, kurdun, kuşun, böceğin, tüm yaşamın haklarını koruyacak, yaşamın bilgisini savunacağız” denmiş.

                                                            ***
İklim değişikliği
AKP’nin iklim değişikliği ile mücadelede “yeşil büyüme” sloganını seçtiğini ve akıllı şehirlere odaklandığı görülüyor. 2016 yılında Paris Anlaşması’nı imzaladık denmiş ama sürecin tamamlanmadığından ve Türkiye’nin anlaşmaya taraf olmayan 23 ülkeden biri olduğu es geçilmiş. İklim fonlarından en çok yararlanan ülkelerden biri olmasına rağmen hâlâ Yeşil İklim Fonu’ndan para alınmaya çalışılacağı belirtilmiş. Seragazı azaltım hedefi ise yok. Paris onaylanmadığı için havada kalsa da 2030’a kadar artıştan azaltma hedefi var. Kamu alımlarında çevre dostu ürün tercihi, Ankara’dan başlayarak hastane ve AVM gibi merkezlerde “sıfır atık” politikası ve atıkların kaynağında ayrıştırılması gibi iklimle ilgili öneriler dikkat çekici. Ağaçların korunmasından çok fidan dikimine odaklanıldığını, fidan ithalatının önüne geçmek için de önlem alınacağı da gözümden kaçmadı. Tersi daha kolay olurdu sanki.

CHP, AKP’nin aşırı tüketimle doğaya zarar verdiğine değinmiş ve çözüm için yeşil ekonomiye geçişi önermiş. Düşük karbonlu sektörlere ve yeşil teknolojilere yatırım yapılacağı vurgulanmış. ÇED sürecini etkin uygulamanın yanı sıra sivil toplumun uzun zamandır dillendirdiği “Sosyal Etki Değerlendirmesi”nin de sürece ekleneceği vurgulanmış. İklim değişikliğinden en çok etkilenecek çitfçi, balıkçı ve tarım işçilerini koruyacak politikalar uygulanacağı belirtilmiş. Paris ve toplam seragazı azaltımıyla ilgili bir hedef yok ama deniz ve demiryoluyla birlikte toplu ulaşımı, verimli uygulama ve ürünleri teşvik ederek seragazı emisyonlarını azaltmayı amaçladıkları yazılmış. Bu arada hem AKP hem de CHP’nin emisyon yerine kullanılan “salım” kelimesini yanlış yazıp “salınım” yazdıklarını da belirtmeliyim.

İYİ Parti, iklim değişimi kaynaklı zararlardan korunmak için gerekli önlemlerin alınacağını söylerken HDP konuya değinmemiş. Bildirgelerde benim gözüme çarpanlar bunlar. Detaylar için sizleri de okumaya davet ediyorum.

Karar sizin!
                                                            ***
Nükleer
AKP tahmin edileceği gibi Mersin, Sinop ve üçüncü bir yere nükleer santral kurmaktan bahsediyor. İşin ilginç tarafı, yabancı şirketlerin elindeki bu projelerle dışa bağımlılığın azaltılmasının hedeflendiği söylenmiş. Yakıtından, işletmesine yabancılara bağlı santrallarla bu iş nasıl olacak belli değil.

CHP bir önceki seçime göre tabanına kulak vermişe benziyor. Sinop ve Mersin projelerini gözden geçireceklerini, uluslararası yükümlülükler çerçevesinde mümkünse iptal edeceklerini yazmışlar. Bir başka yerde ise “Mevcut nükleer enerji teknolojilerine dayalı, sorunlarını giderememiş riskli santrallerin, ülkemizde kurulmasına izin vermeyeceğiz” deniyor. Bana fisyonla değil füzyonla gel diyorlar. Bu da nükleer santrallara güle güle demek aslında. CHP, diğer partilerin değinmediği nükleer silah konusunda da barışçıl bir tavır sergilemiş. Nükleer ve kimyasal silahların bölgede ve dünyada yayılmasına karşı mücadele edeceklerini söyleyen tek parti olmuş.

İYİ Parti nükleer enerjiyle ilgili bir şey söylememiş. HDP’nin tavrı ise net; Sinop ve Mersin’deki projeleri iptal edeceğini söylemiş.

Sorunlar nükleer ve kömürle sınırlı değil ama bu iki örnek partilerin bakışını görmek için bize fırsat veriyor. Biraz da çözüm tarafına yani ne yapacaklarına bakalım.
                                                            ***
Enerji hedefleri
AKP önümüzdeki dönemde yerli ve yenilenebilir kaynaklara önem vereceğini söylüyor. Bu hedefin içinde oldukça tartışmalı HES yatırımlarına Ilısu (Hasankeyf) ve Yusufeli gibi iki büyük barajın yanında 10 bin MW’lık onlarca hidroelektrik santralın eklenmesi de var. Güneş ve rüzgar enerjisinde de 1000 MW’lık büyük projelerden bahsediliyor. İktidar partisinin tüm planlarının büyük şirketler ve elektrik üretiminde merkezileşme üzerine kurulu olduğunu söylemek mümkün. 

CHP de AKP gibi yerli ve yenilebilir enerji dese de çözüm yolunu birkaç şirketten değil halktan ve devletten geçirmeye çalışmış. Sokak aydınlatması için de güneş enerjisini önermiş. Bor madenlerini özelleştirmeyeceklerini, özellikle kamuya ait madenlerin rödovans sözleşmelerini iptal edip kamulaştırılacağını söylemiş.

İYİ Parti de “yalnızca makro ve büyük ölçekli projelere değil, mikro ölçekli projeleri de ön planda tutan düzenlemeler yapılacaktır” diyerek çağa daha uygun çözüm önerileri sunmuş. Çatılarda güneş panelleri, bireylerin kurulum yapmasını sağlayacak düzenlemeler yenilenebilir enerji hedefleriyle iç içe yer almış.

HDP’nin Cumhurbaşkanlığı Bildirgesi’nde “Güneş ve rüzgârdan yararlanarak her eve temiz ve ucuz enerji sağlayacağız” sözü durumu özetliyor. Su ve elektrik kullanımında, asgari ihtiyaç miktarına kadar ücretsiz sunulması vaadi de önemli.

Bu bölümde CHP’nin hedefleri daha detaylı, İyi Parti’yle birlikte bireysel üretime, çözümleri ülke için umut veriyor.

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

Kimse seçmene gözdağı vermeye kalkmasın - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Dolar rekora doymaz Türk Lirası tüm paralar karşısında değer kaybeder biz ise fakirleşirken birçok yorumcu Erdoğan ve AKP’nin borca mahkum ettiği seçmene “ekonomik istikrarsızlık” ile gözdağı verdiğini, atılması gereken adımları atmakta bu yüzden ayak dirediğini ileri sürdü. Saray kumar oynuyordu ama başka seçeneği kalmamıştı. Kimileri de iktidarın 24 Haziran’da ekonomik iflasın yükünü yeni seçilecek hükümete devrederek geri çekilebileceğini yazdı. Böylece kısa süre sonra Erdoğan “gördünüz mü bak bizsiz beceremiyorlar” diyerek sahneye yeniden çıkabilecekti.


İktidarın doların tansiyonunu düşürmekte geciktiği doğruydu ama bu bir seçim taktiğinden ziyade tek adam rejiminin handikaplarından kaynaklanıyordu. Özerk davranma kapasitesini yitiren ekonomi bürokrasisi Saray’ı ikna etmeden hamle yapamadı, ikna süreci bittiğinde de iş işten geçmişti. Geriye ‘faiz lobisi’, ‘altınızı bozdurun’ hamaseti kaldı. İktidar blokunun stratejik bir geri çekilme planladığı iddiasının ise hakikatle yakından uzaktan ilgisi yoktu. Zira suç listesi bu oranda kabarık, devletle bu denli iç içe geçmiş bir iktidarın “halk bize muhalefet görevini verdi” diyerek tribüne çekilmesi imkân dahilinde değil. İktidar bloku ancak sandıkta ve sokakta net bir yenilgiyle geriletilebilir. 

Erdoğan, ortak aday rafa kalkınca ilk turda seçilmesinin gerçekçi olmadığını gördü. O nedenle 24 Haziranda meclis çoğunluğunu eskisinden daha çok önemsiyor. Ancak 16 yılda yerle bir ettiklerini tescil etmekten başka anlam ifade etmeyen seçim beyannamesiyle bunu gerçekleştirecek heyecanı yakalaması hayli zor. Seçmene açıkça ‘OHAL’e sürecek’ diyen AKP, 16 Nisan’da kendinden uzaklaşan, Hayır diyen gençleri elinin tersiyle itti. Muhafazakâr Kürt seçmeni ise hem MHP ittifakı hem Barzani referandumundaki tutumu hem de milletvekili tercihleri nedeniyle kendinden uzaklaştırmış durumda. AKP ve MHP’de mecburiyetten kalan küskünlerin ve kandırıldığını düşünen BBP’lilerin sandığa kerhen gideceğini kestirebiliriz.

İnce, Erdoğan’ın beklediğinden çok daha çetin ceviz çıktı. referandum öncesinde Hayır mitingleri yapan İnce, teri üstünde bir siyasetçi olarak yandaşları madara ederek yeni mevziler kazanıyor. 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Demirtaş nasıl HDP’lilerin dışında önemli bir kesimin keyifle takip ettiği bir siyasetçi olduysa İnce de CHP’li seçmeni aşan bir enerjiyi şimdiden kendinde topladı. Kibir yerine özgüven, hamaset yerine halkçılık, tehdit yerine umut İnce’nin üslubunda öne çıkan hususlar. Ülkenin sorunları ve çözüm önerileri üzerine her geçen gün daha fazla bilgi sahibi olduğu da bir gerçek. 

Muharrem Bey’in siyasi iddiası Kılıçdaroğlu’nun değil belki ama CHP’nin yelkenlerini şişiriyor. CHP uzun süre sonra ilk kez kendi ideolojik sınırları içinde cesur vaatleri barındıran bir seçim beyannamesi deklare etti. Tam da İnce ziyarete gittiği için Cerrahpaşa dekanının YÖK tarafından görevden alındığı zaman diliminde YÖK’ü kaldırmayı bir hedef olarak seçim beyannamesine koydu. Gençlere ulaşmakta zorluk çeken CHP onlara “sizin de partiniziz” dedi. İşçisiyle, çiftçisiyle inatlaşarak özelleştirilen şeker fabrikalarını yeniden kamuya kazandırmayı taahhüt etti. Üreticiye, yıllardır sağ siyasetin arka bahçesi olarak görülen KOBİ’lere, esnafa bu kadar çok vaatte bulundu. Anadilde eğitim diyemedi ama barış perspektifi içinden Nevruz’un resmi tatil olarak kabul edileceğini kayda geçirdi. Bu olumlu gelişmelere rağmen parti yönetiminin milletvekili listesinde sol/sosyalist adayları dışarı tutması taahhüt ettiklerine gölge düşürüyor. Parti yönetiminde restorasyonun ötesine geçecek politik bir iradenin hala oluşmadığı izlenimini uyandırıyor.

İktidar gündem üstünlüğünü ele geçirebilmiş değil. Haksız bir biçimde hapiste tutulan Demirtaş mesajlarıyla iktidar sözcülerinden daha çok konuşuluyor. İnce, kah traktör sırtında kah tahta başında gittiği her yerde söylediği her sözle dikkatleri üstüne çekiyor. Medyanın yok saydığı Akşener mitinglerinde AKP-MHP blokunu topa tutuyor, Karamollaoğlu çıktığı her programda CHP’lisi, İyi Partilisi, AKP’lisi geniş bir seçmen kitlesi tarafından izleniyor. Seçmen Erdoğan dışındaki adayların ne söylediği ile çok daha fazla ilgili.

O nedenle durumdan vazife çıkaran birileri ekranlarda talim yaptıkları silahlardan, ormana gömdükleri mühimmattan bahsediyor. Saadet Partisi adayına yapılan saldırıda gördüğümüz gibi çeteler sokaklarda gözdağı vermeye kalkıyor. Bahçeli, Çakıcı ziyaretiyle ve af ısrarıyla kendince 24 Haziran mesajı iletiyor. Kimse seçmene gözdağı vermeye kalkmasın, fiili durum yaratarak halkın iradesine ipotek koymaya heveslenmesin. Haziran direnişlerinde, Hayır kampanyasında, Adalet yürüyüşünde yer alan milyonlar halk egemenliğine sahip çıkacak.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN  / BİRGÜN

Prof. Dr. Seyfettin Gürsel: Halk, iktidarın ‘vatan, millet söylemi’ yerine dövize sığınıyor - MELTEM YILMAZ(Röportaj)

BETAM Direktörü ekonomist Prof. Dr. Seyfettin Gürsel: Halk, iktidarın ‘vatan, millet söylemi’ yerine dövize sığınıyor.

Liradaki değer kaybına dair komplolar bıkkınlık verdi. Milyarlarca dolar yatırmış yöneticiler döviz kurunu neden yükseltsin?...

Liradaki değer kaybının önüne geçilemiyor. Enflasyon ve işsizlikte çift hanelerde. Her geçen gün de işsizlik de enflasyon da tırmanıyor. Gıdadan ilaç ve akaryakıta kadar her alanda zam üstüne zam gelirken ekonomik kriz giderek derinleşiyor. Son birkaç ayda çok sayıda kişi yaşadıkları ekonomik kriz nedeniyle kendisini yaktı. Krizi komplolarla açıklamaya çalışan siyasi iktidar yaşananlara karşı “kayıtsız” kalırken, Erzurum mitinginde konuşan AKP Lideri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, vatandaşlardan yastık altındaki döviz ve altınlarını Türk lirasına çevirmelerini istedi.

Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM) Direktörü ekonomist Prof. Dr. Seyfettin Gürsel, bu haftaki Pazartesi Söyleşisi’nin konuğu oldu. Türk lirasının değer kaybının dış komplolar olduğu iddialarına karşı çıkan Prof. Dr. Gürsel, “Komplo iddiası artık bıkkınlık verdi. Varsa kim bunlar? Neden bir türlü komplocular isimlendirilmiyor?” sorularını dile getirdi.

Partilerin seçim beyannamelerini de değerlendiren Prof. Gürsel, şöyle devam etti: “2001 krizinden sonra oluşturulan ekonomik kurumsal düzene, yani başta Merkez Bankası’nın para politikası bağımsızlığı olmak üzere, enflasyon hedeflemesi, sermaye akımları serbestliği, diğer kurumların özerkliği, mülkiyet hakları ve tabi hukuk devletine kim kararlı bir şekilde sahip çıkıyor? Muharrem İnce ve Meral Akşener bu sahipliliği açıkça ilan ediyorlar. Recep Tayyip Erdoğan ise bu alanda ikircikli bir söyleme sahip. Bakıyorsunuz, hesabı seçimden seçime ben vereceğime göre ekonomi benden sorulur diyor, piyasalarda hararet yükselmeye başlayınca da bu sefer açık piyasa ekonomisinden taviz vermeyiz diyor. Neye inanacağınız size kalmış.”

»1 Ocak’tan bu yana dolar 3.74 liradan 5 TLye dayandı. Türk Lirası Ocak ayından bu yana dolar ve avro karşısında yüzde 30 değer kaybetti. Ve sonunda Merkez Bankası müdahale etti. Bu müdahalenin zamanlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii ki çok geç kaldı! Erdoğan’ın Londra açıklamalarının ardından zaten çıkışta olan döviz kuru hızla artmaya başlamıştı. 16 Mayıs Çarşamba günü Doların Merkez Bankası efektif satış kuru 4.47’yi bulmuştu. O gün Merkez Bankası bir açıklama yaparak kurun yükselişini yakından izlediğini, enflasyona olumsuz etki yapmasına izin vermeyip gerekeni yapacağını söyledi. Kur sakinleşir gibi oldu ama MB’nin seyretmeye devam ettiği görüldükçe kur artışı devam etti. Aradan bir hafta geçti. 23 Mayıs Çarşamba günü 4.86’yı bulmuştu. Gün içinde 4,92’yi görüp biraz gerilemişti ama bu saatlik şiddetli iniş çıkışlardan söz bile etmiyorum. Para Politikası Kurulu’nun neden acilen toplanmadığını herkes merak ediyordu. Sonradan Reuters merakımızı giderdi: Merkez Bankası başkanı Murat Çetinkaya, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Maliye Bakanı Naci Ağbal ile toplantı yapmış.



»Cumhurbaşkanını ikna etmenin yollarını aramışlar!
Evet. Esaslı bir faiz artışının gerekliliği üzerine mutabık kalmışlar ama Cumhurbaşkanını nasıl ikna ederiz derdine düşmüşler. Sonunda Başbakan Binali Yıldırım’a gidilmiş ve ikna görevini o üstlenmiş. Belli ki ikna başarılı olmuş. Nihayet çarşamba akşamı Para Politikası Kurulu olağanüstü toplanarak Merkez Bankası fonlama faizini yüzde 13.50’dan 16,5’e yükseltti. Dolar kuru da bir kaç saatliğine 4,54’e kadar geriledikten sonar tekrar yükseldi. Cuma kapanışta 4,74’tü. Gelişmeler tam da Reuters’ın aktardığı gibi mi oldu bilemem ama bana çok mantıklı görünüyor. Merkez Bankası yönetimi gerçekten politika bağımsızlığına sahip olduğuna inansaydı bir hafta beklemez çok daha önceden yapacağını yapardı, kur da bugün çok daha düşük bir düzeyde olurdu.

»Doların bu derece yükselmesinde iç gelişmeler mi yoksa dış gelişmeler mi daha etkili?
Dış gelişmelerden ABD Merkez Bankası FED’in para politikasını giderek sıkılaştırması sonucu doların, avro dâhil diğer güçlü paralara karşı değerlenmesi kast ediliyorsa, evet bu gelişme doların türk lirasına karşı değer kazanmasında kısmen pay sahibi oldu. Gelişmekte olan ülkelerin paraları bir miktar değer kaybetti. Ama hiçbiri paldır kültür yuvarlanmadı. Arjantin pesosu hariç. İflasın eşiğine gelerek IMF’ın kapısını çalan bir ülke ile kıyaslanmak de istemeyiz herhalde, öyle değil mi? Kaldı ki doların güçleneceği biliniyordu. Merkez Bankası para politikasını çoktan ona göre konumlandırmalıydı. Sözü uzatmaya gerek yok. Türk lirasının yokuş aşağı yuvarlanmasının ardında Cumhurbaşkanı’nın para politikasında dümeni artık eline almaya kararlı olduğunu, dümeni de ısrarla savunduğu “enflasyon sonuç faiz nedendir, dolayısıyla faizleri idari kararla indirmek gerekir” iddiasının bulunduğu çok açık.

»Ya iktidar ağzının dillendirdiği, TL’deki değer kaybının dış komplo olduğu iddiaları?
Bu özgün ekonomi teorisinin doğru mu eğri mi olduğunu tartışmaya gerek duymuyorum. Diyelim ki doğru. Ne var ki doğruluğuna büyük fon yöneticileri inanmadıkları gibi bizim vatandaşlar da inanmıyor. Dolayısıyla tasarruflarını hangi parayla tutacaklarına neye inanıyorlarsa ona göre karar veriyorlar. Bakın, Londra serüvenine kadar yabancılar türk lirası varlıklardan pek çıkış yapmıyorlardı. Dolar kuru bizimkilerin dövize rağbet etmeleri sonucu yükseliyordu. Ayrıca dövizle borçlanmış şirketler, hatta ithalatçılar da doların yükselmesini beklediklerinden dolar alıyorlardı. Bu manzaraya bakıp komployu yüzbinlerce Türkiye vatandaşı başlattı mı diyeceğiz? Kaldı ki beğenelim beğenmeyelim döviz piyasasının tüm aktörleri kazanmak ya da en azından kaybetmemek için hareket ederler.

»Nasıl?
Geçmişin kötü deneyimlerini unutmayan yerliler vatan, millet söylemine değil yanlış politikaların uygulanacağı endişesiyle dövize sığınırlar. Yabancılar da yatırım yaptıkları türk lirası cinsinden bono ve tahvillerin döviz cinsinden getirisini kollarlar. Faizden kazanacakları türk liraların kurun hızla yükselmesi tehdidi altında buharlaşacağından endişe duymaya başladıklarında varlıklarını bir an önce satıp anında döviz çevirip kaçmaya bakarlar. Geç kalanlar da zararın neresinden dönsek kardır hesabına girerler. Ortalık sakinleşip döviz kuru öngörülebilir bir istikrara kavuşuncaya kadar da böyle bir piyasaya uğramazlar. Olan budur. Türk Lirası varlıklara on milyarlarca dolar yatırmış olan uluslararası fon yöneticileri büyük zararları göze alıp neden döviz kurunu yükseltsinler? Bunlar mazoşist mi? Bu zararların hesabını kendi yatırımcılarına nasıl verebilirler? Komplo iddiası artık bıkkınlık verdi. Varsa kim bunlar? Neden bir türlü komplocular isimlendirilmiyor?

»İktidar ile ana muhalefet partisinin beyannamelerinde yer alan ekonomi alanındaki vaatleri değerlendirdiğinizde nasıl bir tablo çıkıyor karşımıza?
Vaatler sonsuz! Doğrusu bunlarla ilgilenmiyorum. Baktığım tek bir konu var: 2001 krizinden sonra oluşturulan ekonomik kurumsal düzene, yani başta Merkez Bankası’nın para politikası bağımsızlığı olmak üzere, enflasyon hedeflemesi, sermaye akımları serbestliği, diğer kurumların özerkliği, mülkiyet hakları ve tabi hukuk devletine kim kararlı bir şekilde sahip çıkıyor. Muharrem İnce ve Meral Akşener bu sahipliliği açıkça ilan ediyorlar. Recep Tayyip Erdoğan ise bu alanda ikircikli bir söyleme sahip. Bakıyorsunuz, hesabı seçimden seçime ben vereceğime göre ekonomi benden sorulur diyor, piyasalarda hararet yükselmeye başlayınca da bu sefer açık piyasa ekonomisinden taviz vermeyiz diyor. Neye inanacağınız size kalmış.

                                                           ***

Senaryodan senaryo beğen!

»24 Haziran seçimlerinden sonra Türkiye’yi nasıl bir dönem bekliyor? Ekonomideki gidişatın nasıl seyredeceği düşüncesindesiniz? Hangi senaryoya göre nasıl bir sürece gireceğiz?

Senaryolar bir hayli kabarık. Bir kere 24 Haziran’a kadar neler yaşanacak kestirmek güç. Seçimlere bir aydan az bir süre var ama bana bir yıl varmış gibi uzun geliyor. Emin değilim ama öyle anlaşılıyor ki 24 Haziran’a kadar ekonomi yönetimi, yani Hazine, Maliye ve Merkez Bankası standart önlemlerle döviz kurunu sakinleştirmeye öncelik verecekler. Cumhurbaşkanı da diğer vaatlere odaklanacak. 24 Haziran akşamı dört ihtimal var:

1) Recep Tayip Erdoğan birinci turda seçilir, bu aynı zamanda cumhur ittifakının TBMM’de çoğunluğu aldığı anlamına gelir. Bu senaryonun kritik sorusu Erdoğan’ın ekonomi politikasında inandıklarını uygulamaya gidip gitmeyeceğidir. Giderse şimdilik şunu söyleyebilirim. İnandığı enflasyonla mücadele yöntemini mevcut makroekonomik kurumsal düzende uygulayamaz. Tutarlı olmak için ekonomi rejimini de değiştirmesi gerekir.

2) Erdoğan birinci turda az bir farkla seçilemez ama cumhur ittifakı en az yüzde 47 oy alır ya da HDP barajı az bir farkla aşamaz ve TBMM’de çoğunluğu sağlarsa… İkinci turda Erdoğan seçilecektir. Birinci senaryo gündeme gelir.

3) Erdoğan birinci turda seçilemez, cumhur ittifakı en fazla yüzde 46 oy alır, HDP barajı geçer millet ittifakı da yüzde 42 alırsa. Cumhur İttifakı TBMM’de azınlıkta kalır ama ikinci turda Erdoğan kazanırsa. Daha şimdiden ülkeyi böyle yönetmeyeceğini ilan ettiğine göre her iki seçim de yenilenecek demektir. Bu arada ekonominin sert bir durgunluğa girmesi yüksek ihtimal.

4) Cumhur İttifakı yine azınlıkta kalır ama ikinci turda Muharrem İnce ya da Meral Akşener seçilir. Kısa vadede ekonomide bir rahatlama olur. Orta vadede ne olacağı ise şu iki senaryodan hangisini seçeceklerine bağlı olacaktır: Popülist vaatlerini hemen yerine mi getirmeye çalışacaklar yoksa önce bozulan dengeleri ve AB ile ilişkileri süratle düzeltmeye artı yapısal reformlara öncelik verip sosyal vaatleri ekonomi güçlendikçe adım adım mı uygulamaya sokacaklar? Orta vadede ekonomi bu tercihe göre şekillenecektir.


                 Meltem Yılmaz/BİRGÜN-Röportaj

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Markalaşıp ‘makara’laşan tarikatlar - TAYFUN ATAY

Üç yıl önce tarikatların günümüz dünyasının ekonomi-politik gerçekliği karşısında geleneklerini ve tarihsel varoluş dayanaklarını nasıl yitirdiklerini işaret eden bir yazı dizisi kaleme almıştım. Dizinin ilk bölümünün başlığı aslında her şeyi fazla söze hacet bırakmaksızın özetliyordu; “Hepsi holding oldu” şeklinde… 


Tarikatlar ortaya çıkış prensiplerini inkâr edercesine şirketleşmiş, yani dünyevileşmişti. Yani “takva”dan (Allah adına dünyanın işlerinden, hayhuyundan sakınma) uzaklaşmış, tam anlamıyla “masiva”nın (“yalan dünya”) parçası haline gelmişlerdi. Dolayısıyla tüketim kapitalizminin İslam dünyasını, Müslümanlığı ve İslamcılığı (“post-İslamizm”e devşirerek) teslim alması tarikatlar için de geçerliydi. Bu doğrultuda olup bitenlere ah eden samimi bir tarikat ehli diyordu ki “Düne kadar hiç olmazsa ‘tuz’du bu memlekette tarikatlar; ama artık tuz da koktu!” 

Bugün daha da vahim bir noktaya ilerlendiğini dünkü Cumhuriyet PA7AR’da Aydın Tonga kardeşimizin çarpıcı yazısından hareketle söylemek mümkün: Tarikatlar tuz olmaktan çıktığı kadar “marka” haline de gelmiş artık!.. 

Türkiye’de adından en çok söz edilen Nakşibendi çevre olan İsmailağa Cemaati içinde “isim kullanma” kavgası baş göstermiş. Şöyle ki 1980’lerden bugüne Fatih-Çarşamba’da sınırlı/mütevazı bir irşat faaliyeti sürdürmekte iken şimdi dallanıp budaklanıp memleket sathında muazzam bir şebekeye dönüşmüş olan cemaat, artık kendi içinde de segmentasyona uğramış durumda. İşte bu “segment”lerden biri (kendisini “gövde” sayanı) diğerine “patent” davası açıyor ve diyor ki “İsmailağa bir ‘marka’dır, her önüne gelen bunu kullanamaz”. 

Mahkeme de davayı haklı bularak İsmailağa’nın bir marka olduğunu tescillemiş!.. 
Tüketim kapitalizmi dünyasında demek ki o meşhur filmi anımsayarak (“The Devil Wears Prada”) konuşmak gerekirse artık sadece şeytan marka giymiyor, tarikatlar da marka giyiyor. 

Ne hazin bir dünyada yaşıyoruz! Sermaye (“kapital”), sadece şeytana değil tarikata da pabucunu ters giydiriyor. 

Kapitalizmde tarikatlar, şeytanla aynı kaderi paylaşıyor!..
 
Eskiden tarikat denince akla tekkeler gelirken şimdi şirketler gelmekte; eskiden dergâhlar, mescitler, camiler, çilehaneler gelirken artık televizyon kuruluşları, zincirleşmiş alışveriş mağazaları, adına “uluslararası” nitelemesi oturtmuş özel hastaneler, “uluslarüstü” iş hacmine sahip finans kuruluşları gelmekte. 

Hâlbuki İslam tarihinde tarikatlarla kurumsallaşacak tasavvufun doğuşu, Emeviler döneminin giderek dünya malına tamah eden, lükse, maddiyata, zenginliğe ve şaşaaya gark olmuş haline duyulan rahatsızlık ve tepkinin sonucuydu. O yüzden “Bir lokma bir hırka” denmiştir, O yüzden “Bir dost bir post yeter bana” denmiştir. O yüzden “Fakirlik benim elbisem” denmiştir. 

Görüldüğü üzere artık böyle denmemekte ve elbise olarak “fakirlik” değil, “marka” giyilmekte. 

İsmailağa Cemaati’nin kurucu şeyhi Mahmut Hoca (Ustaosmanoğlu) uzun zamandır ağır hasta ve “irşat” (yol göstericilik) anlamında çoktan işlevini yitirmiş durumda. Onun yerini doldurmaya hevesli, kimine göre 4-5, kimine göre 10-15 aday var. 

Mahmut Hoca’dan artık bir manevi rehber olmaktan ziyade bir “maddi kaynak” olarak söz ediliyor. Metalaştırıldığı öne sürülüyor. Bir “gerçeklik” olmaktan çıktığı “simülasyon” (olmayan ama varmış gibi gösterilen şey) haline geldiğine vurgu yapılıyor. 

Şirket, marka, meta, simülasyon!.. Tarikatlar artık “züht”, tevekkül”, “hikmet”, “marifet” gibi tabirlerle anılıp özdeşleştirilmek yerine işte bu kavramlarla muteber kılınmış durumda. 

Hallac-ı Mansur gibi muazzam bir Allah dostu sufiyi “Ene’l-Hak” dediği için zamanın ulemasının ölüme gönderdiğini biliyorsunuz. Onun sözündeki hikmeti bomba gibi bir çözümlemeye tâbi tutan ardılları, “Ne yani ‘Ene’l Bâtıl’mı diyeydi” tepkisiyle savunmuşlardır hep Hallac’ı... 

Tarikatların bugün geldiği noktada yaptıkları her şey işte bana bunu çağrıştırıyor. 
Onların “Ene’l Bâtıl” diye çığrıştıklarını düşündürüyor!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Yalnızlaşma - bloklaşma - ERGİN YILDIZOĞLU

İmparatorluk, hegemonyadan farklıdır; diğer ülkelerin çıkarlarını yok sayarak, dayatma ile yönetme eğilimi anlamına gelir. Bu nedenle “imparator” hem yalnızdır, hem de rakiplerinin, kendisine karşı blok oluşturma riskiyle yüz yüzedir.
 
Trump yönetiminde ABD’nin “imparatorluk projesine” geri dönme çabaları, devletler arası ilişkilerde yalnızlaşmasına yol açıyor. Trump yönetiminin, ABD’nin çıkarlarını büyük güçlere dayatma çabaları, karşısında bloklaşma olasılığını, ilişkilerde giderek sertleşme eğilimini güçlendiriyor. Angela Merkel’in son Çin ziyareti, bu eğilime ilişkin önemli ipuçları sunuyordu.


İnsanın böyle dostu olunca... 
Geçen hafta, ABD Senato Silahlı Hizmetler Komitesi, 716 milyar dolarlık yıllık savunma bütçesini onaylarken, Çin ve Rusya’yı, ABD’ye ve müttefiklerine yönelik tehditler olarak niteliyordu. Trump yönetimi de Çin’in, ABD karşısında ürettiği ticaret fazlasından, dünya ekonomisinde gittikçe artan etkisinden yakınıyor, Çin’in ekonomik, teknolojik, askeri alanlarda yükselmesini engelleyerek, ABD’nin küresel üstünlüğünü korumayı hedefliyor. Ancak, Trump yönetiminin aldığı, almayı planladığı önlemler garip biçimde, hep yakın müttefiklerini vuruyor.
 
Trump yönetiminde ABD, Avrupa Birliği’nin özellikle önem verdiği Paris İklimAnlaşması’ndan; 12 ülkeyi kapsayan özellikle Japonya, Güney Kore, Avustralya için önemli Trans Pasifik Ticaret Anlaşması’ndan çıktı. Ardından, demir- çelik ve Alüminyum ithalatına, Meksika, Kanada, AB, Güney Kore gibi ülkeleri vurma pahasına, yüzde 25’e ulaşan ithalat vergileri getirdi. Geçen hafta, Trump’ın otomotiv ürünleri ve yedek parçalarına yüksek ithalat vergileri koymaya hazırlandığını okuduk. Bunlar da öncelikle, Meksika, Kanada, Japonya, Almanya ve Güney Kore’yi etkileyecek. 
ABD’nin İran nükleer anlaşmasından çıktıktan sonra uygulamaya hazırlandığı yaptırımlar da öncelikle Avrupa Birliği ülkelerini etkileyecek. AB Komisyonu Başkanı Donald Tusk’a göre “İnsanın böyle dostu olunca düşmana ne gerek var diyesi geliyor”.

... kendine yeni dostlar aramaz mı? 
Bu koşullarda, AB’nin merkez ülkelerinin, Almanya ve Fransa’nın ABD’ye karşı korunma politikalarını düşünmeye, dengeleyici seçenekler aramaya başlaması, Çin ve Rusya ile aralarındaki sorunları azaltmaya, ilişkileri geliştirmeye çalışmaları kaçınılmaz oluyor. Geçen hafta, Macron Moskova’daydı: “Cher Vladimir, Dear Emanuelle filan...” Ancak haftanın en önemli olayı Merkel’in Çin ziyaretiydi.
 
Wall Street Journal, Çin ile Almanya arasındaki ekonomik ilişkilerdeki hızlı gelişmeye, Çin’in Almanya’nın en önemli ticaret ortağı olduğuna dikkat çekiyor, Almanya’nın Çin ile 14.4 milyar dolar dış ticaret açığını, ABD’nin 375 milyar dolarlık açığıyla karşılaştırıyordu. Spiegel, Zeit ve Welt gibi yayınlara göre, Merkel’in bu ziyaretinin öncekilerden, şimdi “ABD devlet başkanı dünya düzenini altüst ettiğinden”, önemli farkları vardı.
 
Merkel ve Çin Başbakanı Li Keqiang ortak basın toplantısında, ABD’ye karşın, İran nükleer anlaşmasını, dünya ticaretinde serbestliği korumaya kararlı olduklarını açıkladılar. Süddeutsche Zeitung, Merkel’in İran konusunda Çin ile birlikte çalıştığına, Alman ekonomisinin Çin ekonomisine artan bağımlılığının getirdiği risklere işaret ediyordu. Spiegel de bir yorumunda 16 Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin Çin’le ekonomik ilişkilerinin hızla derinleşmesinden, bu ülkelerin Çin’i, AB merkezine karşı dengeleyici olarak görmeye başlamalarından yakınıyordu. 

Merkel’in, bu ziyaretinde, Alman firmalarının Çin piyasalarına erişiminde yeni olanaklar konusunda vaatler aldığı, Çin firmalarının, gittikçe artan oranlarda önemli Alman firmalarına ortak olmalarını bir sorun olarak görmediklerini vurguladığı aktarılıyor. Deutsche Welle de bir yorumunda, “uluslararası krizlerin çözümünde  Almanya - Çin ile işbirliğinin kritik öneme sahip olduğunu” vurguluyor. 


ABD dış politikası, Çin’in bir çekim merkezi olma eğilimini güçlendiriyor. Savaşlar da işte böyle, imparatorluk, bloklaşma, karşılıklı güvensizlik ve korku ortamlarında çıkıyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET