31 Mayıs 2018 Perşembe

Aklımızı kalbimizin olduğu yere taşıyabilmek... Sağ-sol vardır - SELİN SAYEK BÖKE


 24 Haziran ve ötesi. Bir düzeni değiştirme iddiasıyla yeni bir güne başlama fırsatı. Değişecek, elbette değişecek bu düzen.

Bir kez daha ekonominin kırmızılı yeşilli, ekranlarda anlık değişimlerle okunduğu bir dönemden geçiyoruz. Döviz ne oldu? Piyasada faizler kaça yükseldi? Borsa hareketleri ne yönde? Reel ekonomide yaşananlara bir yabancılaşma hali.

Bir bilgisayar oyunundaymışız izlenimi yaratılan kırmızılı yeşilli grafiklere indirgenmiş bir ekonomi anlayışı.Bir bilgisayar oyununda değiliz oysa. O çizgilerin ardında milyonların işi, aşı, bugünü ve gelecek hayalleri yatıyor.

Dövizle satın aldığımız ilaç daha pahalı. Tarlasını süren çiftçinin mazotu, tarladan kopup pazara - markete gelen biber, domates, ıspanak daha pahalı. Krediyle alınan konutların, arabaların yükü daha ağır. Evin temel ihtiyaçlarını karşılayamama endişesi daha yoğun. Milyonların işinden olma endişesi gizli o grafiklerin ardında.

Bütün bu gerçeklere rağmen, iki gündür suni bir heyecanla güya düzelmeyi muştuluyorlar bize! Dolar 4.90’dan 4.60’lara inmiş. Üstelik grafiklerin kendisi bile OHAL’le birlikte TL’nin 3.02’den 4.90’a çıktığını ve hala buralarda gezdiğini saklayamazken hem de…

İşler düzeliyor diyenlerin satmaya çalıştıkları birkaç günlük Londra havası. O Londra havasıydı 3 hafta önce kuru 4.90’a kadar çıkartan. Ama unutulmamalı ki bu günlük esintilerden ziyade Saray’ın OHAL ile kurumsallaştırdığı keyfilik, hukuksuzluk ve kuralsızlık sonucunda pekişen, üreten değil rantla zenginleştiren düzenin oluşturduğu kasırgayla kur önce 3.02’ye, sonra da oradan buralara geldi.
Yıkımın sebebi olan AKP’nin saray rejiminin sağ siyaseti, elbette bu durumu düzeltecek yeni bir düzeni kuramaz. Bu yeni düzeni halkçı bir siyasetle ancak bizler kurabiliriz.

İşte esas konuşulması gereken, siyasi mücadelenin merkezine alınması gereken gerçeklik bu. Milyonların etnik kimliğinden, inancından, yaşam tarzından, coğrafyasından bağımsız, emekçi olmaktan, üretici güç olmaktan kaynaklı bir toplumsal ittifak demokrasi talebinde somutlaşıyor bugün. İşte siyasete taşınması gereken de bu ortaklaşma. Emeğin, mavi yakalının, beyaz yakalının, girişimcinin, üretici güçlerin düzen tarafından yok edilen haklarını almak için ortaklaşacakları bir siyaseti kurmak... Bu yeni siyaset, “tarafsızlık” adı altında var olan hegemonyanın diline teslim olan bugünün siyasetini de yenilemiş olacak.
Öyle bir siyaset ki, büyüme fetişizmine kapılmış değil kalkınma odaklı, rantçı değil halkçı, kapsayıcılık adı altında kendi özünden utanan değil herkesi kapsayacak olanın kendi öz değerleri olduğunun özgüveniyle inşa edilecek bir gelecek iddiasında...

Eşitlik... Bugünün sağ değerlere dayanan ekonomik düzeni eşitlik, adalet gözetmiyor. Toplumun en zengin yüzde 1’inin servetin yüzde 56’sına sahip olmasının politikalarını üretiyor. Vergiyi kazanca göre değil, tüketimden toplamayı tercih ediyor. Parası olanın özel okullara, imkanı olmayanın resmi tarifiyle ‘‘niteliksiz’’ okullara mahkum edildiği düzen sağın değerleri üzerine kurulu.

Oysa evrensel sol değerler üzerine kurulacak bir gelecek, kazanca göre vergi düzeniyle, eğitimi sosyal devletin sağladığı en temel kamu hizmeti arasında görerek kapsayacak milyonları. Bugünün rantçı sermayeden yana sağ siyasetinin ezdiği milyonlara talep ettikleri adaletin bir sol değer olduğunu hatırlatacak, bunu ücret ve vergi reformları, sosyal devlet atılımıyla somutlaştıracak bir siyasetle atılacak ilk adım.

Özgürlük... Maddi yoksunlukları ortadan kaldıracak, faiz-döviz sarmalına yurttaşını hapseden borç düzenini bitirecek olan, çağın gerekleriyle uyumlu bir üretim dönüşümü. Bugünün sağ siyasetinin betonlaşmış düzeninin yerine aklıyla özgür düşünenlerin yaptığı yenilikler ve üretimin sağladığı gelirle büyümenin reçetesidir bu üretim dönüşümü. Ve bunun için özgürlük şart.

Barış... Ekonominin olmazsa olmazı, birlikte iş yapma kültürünü besleyecek olanın birlikte yaşama kültürü olduğu gerçeğine dayanan bir siyaset… Emekçinin, KOBİ’nin, çiftçinin, esnafın ortaklaşarak tekelci güçlere karşı korunacağı bir düzeni kurmamız gerekiyor. Ayrıştırarak kendine güç elde eden bir sağ siyasetten, birleştirerek hepimizi güçlü kılacak bir sol siyasete ve onun ekonomi politiğine ihtiyaç var.

Laiklik... Dini inançları suiistimal eden bir parti devleti ile kendi iktidarını perçinleyen sağ siyaset yerine, hak temelli, inanca, kimliğe, yaşam tarzına kör ama insanlığıyla ortaklaşan bir sol, halkçı ekonomi kurmamız gerekiyor.

Bu değerlerin adını koymaya çekinmeden verilecek bir demokrasi mücadelesi ile kapsayıcı, bu ülkenin her yurttaşını içine alan, birlikte bir gelecek hayalinde buluşturarak barıştıran, büyüten ve onu hakça bölüştüren bir düzen kurulabilir ancak. Bu değerlerin evrensel sol değerler olduğunu, Cumhuriyet’in değerleri olduğunu çekinmeden hatırlatarak…

Bu köşeden bu kapsayıcı, halkçı kalkınma programını tartışacak olmanın heyecanıyla, bu programın gerçekleştirilmesi için verilecek siyasi mücadelenin bu köşenin dışına taşan bir halkçı hareketle gerçekleşeceğinin bilinciyle...

Sağ-sol vardır. Bugünün rantçı düzeni sağa dayanırken, yarının halkçı düzeni ancak sol değerler üzerine kurulacaktır. Bunu cesaretle ve özgüvenle söyleyebilen siyaset de halkın ortaklaşacağı geleceğin siyaseti olacaktır. İşte bu özgüvenle, bu cesaretle, hoş bulduk!

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Türkiye ekonomisinin yapısal bozuklukları - HAYRİ KOZANOĞLU

İstatistikler, Türkiye’nin 1 dolara sattığı bir üründen Japonya’nın 2.81, Almanya’nın 2.69 dolar kazandığını gösteriyor. Aydınlanmayı küçümseyen bir zihniyetle, ‘yenilikçilik, yaratıcılık’ gelişmeyeceğini bilmek gerekiyor.

Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları deyince faturayı kapitalizme yıkmak aslında yanlış olmaz. Çünkü kapitalizm gerçekten krizlere davetiye çıkaran, kâr ve sömürü odaklı bir sistemdir. Ne var ki kapitalizmin eleştirisine kitlenen, ayrıntıları ıskalayan bir yaklaşım bugünkü Türkiye’yi açıklamakta yetersiz kalır. Düzenli kapitalizme karşı neoliberalizm eksenli bir eleştiri de; özelleştirme, kuralsızlaştırma, liberalleşme uygulamalarını teşhir edebilmek, küresel kapitalizmin ulusal ekonomilere dayattığı acımasız kuralları yansıtmak açısından önemli ve gereklidir. Gelgelelim AKP rejiminin kollamacı, kayırmacı, liyakati kale almayan, yolsuzluk ve usulsüzlüklere batmış zihniyetini içermeyen bir analiz de sanki ekonomiyi Kemal Derviş yönetiyormuş gibi yanlış bir izlenim verir.
1 Neoliberalizmin yapıtaşlarından birisi “bağımsız Merkez Bankası” dır. Böylece ekonomi ve siyaseti ayırmak, para politikalarını halkın, sendikaların, emeklilerin “yerli yersiz” taleplerinden arındırmak amaçlanır. Bu kuralı tanımayanlar, en hafifinden zor durumda bırakılır. Tam da “malûm şahsiyetin” son bir haftada başına gelenler gibi… Uzatmadan Merkez Bankası’nın dünkü operasyonunu hatırlatalım.

Geçen haftaki yüzde 3 faiz artışının ardından, Şimşek ve Çetinkaya’nın Londra çıkarması öncesi manevra örtük bir faiz artışıdır. Sadeleştirme değildir, çünkü bu model çok kompleks bulunduğu için başta IMF çeşitli kesimlerce eleştiriliyordu. Anlaşılan, ilan etmeden faizleri biraz daha yukarı çekmek için yine de en müsait tasarım gibi göründü. Sonunda 1 haftalık repoya uygulanan “politika faizi” yüzde 8’den yüzde 16.50’ye yükseltilmiş oldu. Piyasaya yüzde 16.50’den fonlama yapılırken, koridor marifetiyle bunu yüzde 1.50 daha artırma, hatta darda kalınırsa “geç likidite penceresinden” yüzde 3 sıkılaştırmanın önü açılmış oldu. Piyasa tanrıları bir kurban daha aldı.

2 Türkiye tasarruflarının yetersizliği karşısında yabancıların tasarruflarına dayalı bir büyüme modeli izliyor. 1989’da 32 Sayılı Kararname’yle sermaye akışlarının serbest bırakılmasından bu yana, sadece banka kredilerine değil, “sıcak para” akışlarına, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına da davetiye çıkaran bir tasarım söz konusu. 2001 krizinden sonra, kemer sıkma önlemleriyle, özelleştirmelerle kamu açıkları daraltıldı. Yabancı kaynaklar daha çok, özel sektörün tasarruf açığını kapatmaya yöneldi. Kaba taslak 2006-2008 net doğrudan yatırımların; 2007-2010 yabancıların hisse senedi alımlarının; 2010-2014 ise gerek DİBS, gerek eurobond borç senetlerinin yoğunlaştığı dönem oldu. 2014’ten sonra da küresel konjonktürün değişmesiyle Türkiye dış açıkların finansmanında zorlanmaya başladı.

3 Giderek belli bir büyümeyi sağlamak için daha fazla cari açık vermek gerekiyor. Örneğin, 2014-2016 aralığında ortalama yüzde 4.8 büyüme, ancak 109 milyar dolarlık cari açıkla sağlanabildi. Sürekli yüksek teknolojili, yüksek katma değerli ihracattan söz ediliyor. İstatistikler Türkiye’nin 1 dolara sattığı bir üründen Japonya’nın 2.81, Almanya’nın 2.69 dolar kazandığını gösteriyor. İhracatta yüksek teknolojili malların payı yüzde 3-3.5 eşiğini aşamıyor. Önemli bir sorun da, Türkiye’nin sanayileşme hedefini terk etmesi, sanayinin payının yüzde 20’lerden yüzde 16’ya kadar gerilemesi. Hepsinden ötesi, liyakati ayaklar altına alan; Aydınlanma’yı küçümseyen bir zihniyetle, “yenilikçilik, yaratıcılık” gelişmeyeceğini bilmek gerekiyor.

4 İnşaat sektörünün GSMH’deki payı yüzde 7.5. 2017’deki büyüme hızı ise yüzde 8.9’la ortalamanın çok üzerinde. Sektörün ileri-geri bağlantılarını göz önüne alırsak; öncesinde demir-çimento, sonrasında mobilya, beyaz eşya talebini tetikleyişini hesaba katarsak sektördeki yavaşlamanın tüm ekonomiyi nasıl etkileyeceğini öngörebiliriz. Son istatistikler, başta İstanbul-Ankara konut fiyatlarının gerilediğini, ağırlıklı ipotekli satışlar olmak üzere satışların düştüğünü gösteriyor. 2017 yılındaki, 10.8 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının 4.6 milyar doları, yani yüzde 43 yabancıların konut alımından kaynaklanıyordu. Özetle beton ağırlıklı bir büyüme stratejisinin artık sonuna gelindiği görülüyor.

5 Türkiye’de işsizlik 2017’de %10.9’la çift haneli oranların altına inemedi. AKP’li yıllarda 2012’deki %8.4 istisnası bir yana, yüzde 9’un altı görülemedi. İşgücüne katılma oranı biraz yükselse de, çalışabilecek yaştaki her 100 kişiden ancak 47’sinin üretim sürecinde yer bulabildiği görülüyor. Çalışacak nüfusunun yarısına bile iş yaratamayan başarılı bir kalkınma örneği ise bulunmuyor. İşgücüne katılma oranları çok daha yüksek ABD ve Çin’de işsizlik yüzde 3.9 düzeyindeyken, istihdam özürlü Avro Bölgesi’nde bile yüzde 8.5’e inmiş durumda.

AKP hükümetlerinin, uluslararası sermayeye karşı tek tutamak noktası “mali disiplin”di. 2001 krizindeki ünlü yüzde 6.5 faiz dışı fazla verme hedefiyle sembolize edilen kemer sıkma döneminde, kamu çalışanları, emekliler gelirlerinin enflasyonun altında kalmaması vaadiyle avutuldular. Büyüme dönemlerinde “refah payından” yararlanamadılar, ancak böylelikle bütçe açıkları sınırlandırılabildi. Vergi gelirleri de büyük ölçüde mal ve hizmet üzerinden alınan vergilere, dolayısıyla sade yurttaşın sırtına yıkıldı. Şimdi bu yolun sonuna da gelindi. 2018 Bütçe açığı IMF raporunda yüzde 1.9 öngörülüyordu. Emeklilere bayramlarda 1000TL’lik ödeme bile bu açığı yüzde 0.7 tırmandırma potansiyeli taşıyor. Elbette sosyal nitelikli bu uygulamaya bir itirazımız olmaz. Ne var ki kamunun KGF’den bankalara verdiği garantiler; kamuoyunda en bilinen örnekleri Avrasya Tüneli, Osmangazi Köprü geçişlerinin dolar cinsinden gelir garantisi vermesi olan YİD sözleşmeleri; reeskont kredisi dolar kurunun 4.20 TL’ye sabitlenmesi gibi “durumsal yükümlülükler” önümüzdeki aylarda bütçe dengelerini iyice bozacak gibi görünüyor.

Tarım sektöründeki gerileme son dönemlerde kamuoyunun gündeminde yoğun yer alıyor. Tarım konusu hem tarım üreticilerinin emeklerinin karşılığını alamamaları, hem de kentlerdeki yurttaşların ucuz ve sağlıklı gıda temin edememeleri nedeniyle önemlidir. Daha 2009’da GSMH’da tarımın payı inşaatın yüzde 150’si iken, bugün yüzde 82’sine düşmüştür. Bu 10 yıllık gerileme bile çok çarpıcıdır. 2017’de tarım ürünleri ithalatı 5.2 milyar dolara sıçrarken, ülkenin giderek net tarım ithalatçısı konumuna sürüklendiği, ihracatla ithalat arasındaki makasın kapandığı görülüyor.

Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında Meksika’nın ardından en bozuk gelir ve servet dağılımına sahip ülke olduğu biliniyor. 2002 yılında yani AKP iktidara gelirken toplumun yüzde 1’i servetin yüzde 38’ine sahipken, bugün yüzde 58’ini elinde tutuyor. Ülkedeki gelir ve servet adaletsizliği kendini en belirgin bankada mevduatı bulunan milyoner sayısında gösteriyor. Nisan 2018’de hesabında 1 milyonun üzerinde para bulunan mudi sayısı 141 bini aşmıştı. Bu kesim 943 milyar TL ile toplam mevduatların tam yarısını elinde bulunduruyor.

Türkiye’de borçluluk da ağırlaşan bir sorun olarak kendini hissettiriyor. Finansallaşma, “emekçiler kazandığını yer” anlayışını ortadan kaldırdı. Şimdi sade yurttaş da, kredi kartı, ihtiyaç kredisi, konut ve taşıt kredileriyle giderek borç batağına saplanıyor. Türkiye’de bugün 30 milyonu aşkın kişi bankalara borçlu. 2017 Eylül itibariyle hane halkının toplam borçları 542 milyar TL civarında bulunuyordu. Tüketici kredilerine yönelik sınırlamaların Eylül 2016’da gevşetilmesiyle, özellikle dar gelirlilerin kullandığı ihtiyaç kredilerinin artışı önemli bir sorun alanı olarak görünüyor. İhtiyaç kredilerinin en son faiz oranı yüzde 20.2 iken, ticari kredilerin yüzde 17.5’ti. Aradaki makas, sınıfsal boyutu da bulunan önemli bir adaletsizlik göstergesi olarak dikkat çekiyor.

10 Kanun hakimiyetinin, hukukun üstünlüğünün, sermaye açısından mülkiyet güvencesinin ortadan kalkması, ekonomide yukarıda tartıştığımız tüm olgulardan daha da önemli bir yapısal sorundur. Mülkiyet güvencesinin mutlak bir savunucusu değiliz. Ne var ki, Doğan Medya Grubu’na el değiştirilmesi tarzı dayatmaların karşısında yer almak sorumluluğu hissederiz. Vergilendirme, kamulaştırma benzeri uygulamaların da açık, şeffaf olmasını, siyası cezalandırma niteliği taşımaması gerektiğini savunuruz. 

Ekonomi bürokrasisinde “liyakat” kriterlerinin yerini cemaat, tarikat, Saray’a yakınlık ölçülerinin alması çok sakıncalıdır. Merkez Bankası, Hazine benzeri köklü kuruluşlarda da kurumsal yapılar çöktüğü, giderek parti devletinin egemenliğine girdiği gözleniyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

"Dünyanın en önemli siyasi projesi!" - Arslan BULUT

The Independent gazetesinin 29 Temmuz 2008 tarihli sayısında, yani Anayasa Mahkemesi'nin AKP ile ilgili kapatma davasında kararını açıklamasından bir gün önce Daniel Howden, Türkiye'nin AKP dönemindeki AB macerasını "Dünyanın en önemli siyasi projesi" olarak nitelendirmiş, AKP'yi övmüş Türk generallerini suçlamıştı.

Howden'in ifadesi şöyleydi:
"Müslüman, demokratik, laik, mali açıdan istikrarlı ve Avrupa Birliği'ni Orta Doğu'ya bağlayan bir ülke yaratma projesi, Türkiye'yi muhtemelen bugün dünyadaki en önemli siyasi deney haline getiriyor. Ve bu proje çökmenin eşiğinde...
Demokratik olarak seçilmiş, kökenleri siyasi İslâma dayanan bir hükümetin, nüfusunun yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede ortaya çıkması, muazzam bir siyasi toplumsal ve ekonomik ilerlemeye rast geldi.
Bu ilerlemenin motoru AB üyeliği ihtimali oldu. Zengin ülkelerin oluşturduğu bloğun tarihi mantığı, Türkiye'yi reform yapmaya itti."
                                                                         ***
Neymiş dünyanın en önemli siyasi projesi?
AKP iktidarının Avrupa Birliği macerası, dünyanın en önemli siyasi projesi imiş...
Neden acaba?
Çünkü Türkiye üzerinden İslâm dünyasını ele geçirmeyi planlıyorlar. Bunu da açık açık yazıyorlar.
Financial Times gazetesinde 7 Aralık 2006 tarihinde, Vincent Boland ve Paul Betts, "Türk Lokumu" başlıklı ortak yorumlarında "Geçtiğimiz dört yıl içerisinde AB ve IMF'nin teşvik ettiği reformlar, Türkiye ekonomisinin AB'ye entegrasyonunu pekiştirdi. Bu da Dexia, Fortis, Citigroup ve BNP Paribas gibi yabancı yatırımcıların, ekonomik dönüşümden en fazla faydalanan sektör olan bankacılık sektörüne girmelerini sağladı. Öte yandan yatırım bankaları, İstanbul'da çok ciddi miktarlarda işlem yapıyor" diye yazmışlardı. 
İngiliz gazeteciler, ABD-İngiltere merkezli dev şirketlerin, "Aman AB sürecini kesmeyin, 'Ankara'nın şerrinden Brüksel'in şefaaatine sığınan' bir iktidar sayesinde bakın Türkiye'de ne kadar kârlı bankalar satın aldık. Bu bankalar üzerinden İstanbul'da çok ciddi alımlar yapıyoruz. Ellerindeki bütün serveti alana kadar Türkleri oyalayın" görüşünü seslendiriyordu.

                                                                           ***

İngiliz gazetecilerin ifadelerinden AKP'nin aslında nasıl bir proje olduğunu bütün çıplaklığıyla anlamayanlar için dönemin Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever devreye giriyor ve "Şimdi tekrar ilan ediyorum ki, mahkeme kararı, ölümü gösterip sıtmaya razı etme formülü ile, kurucu unsurunun Türkler olmadığı yeni bir Türkiye'nin formatlanmasında en büyük merhalenin aşılmasına vesile olmuştur." diyordu.
Independent gazetesinden Adrian Hamilton ise 29 Temmuz tarihli yazısında "İslâm ve Batı münakaşasını atın bir kenara. Türk Hükümeti kaybederse hepimiz mağdur olacağız" diyordu.
***
AKP'nin kapatılmamasının anlamı neymiş?
"Kurucu unsurunun Türkler olmadığı yeni bir Türkiye projesi" imiş!
Bunu nasıl sağlıyorlar?
Ülkenin bankalarını yabancılara satarak; ülkenin parasını yabancılara kontrol ettirerek...
Demek ki AKP'ye verilen her oy, ülkenin satış senetlerinden biri anlamına geliyordu.
AKP kaybederse kim kaybedermiş?
Zengin ülkelerin dev şirketleri değil mi?
                                                                         ***

İşte bu tespitleri yaptığımız 4 Ağustos 2008'de, FETÖ, Abdullah Gül'ün "Bir savcı bulun, delillendirin" dediği uydurma Ergenekon şeması üzerinde operasyonlar başlamış, küresel sermayeye direnecek güçler zayıflatılmaya başlanmıştı.
Sonrasını hep beraber yaşadık.
AKP demek, Türk Milleti'ni ekonomik, kültürel, askeri ve siyasi olarak yok etmek demektir. Çünkü hedefleri "Türk olmaktan kurtulmak"tır! Kendileri açıkladı zaten. Mesele şu ki aynı proje, şayet AKP düşerse diye ve alternatif olarak uzun zamandır muhalefet üzerinden de sürdürülüyor. Halk, bunu hissettiği için her yerde "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" diye slogan atıyor.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

30 Mayıs 2018 Çarşamba

24 Haziran’a giderken senaryolar, olasılıklar - FATİH YAŞLI

Eğer son dakikada bir “sürpriz” olmazsa, yaklaşık üç hafta sonra Türkiye tarihinin en kritik seçimlerinden birine şahitlik edeceğiz. Ancak, ortada bir gariplik var. İktidar partisi, sanki inşa ettikleri rejimin anayasal statüye kavuşması için değil de, muhtarlık seçimleri için sandığa gidiliyormuş havasında. Ya gerçekten bizzat “Reis”in sözünü ettiği o “metal yorgunluğu” söz konusu, yani partinin kadrolarında ve tabanında bir yorgunluk, bıkkınlık var ya da bizim bilmediğimiz bir şeyin rahatlığı bu.

Sandığa günler kala şapkadan tavşan mı çıkarılması planlanıyor yoksa o tavşan seçim günü bir şekilde sandıklardan mı çıkartılacak onu bilemiyoruz ama iktidarın geçmiş seçimlerden farklı olarak bir seçim havası, bir teyakkuz hali yaratamadığı ya da isteyerek yaratmadığı açık. Bunun seçim sonuçlarını nasıl belirleyeceğini ise göreceğiz. 

Gelelim senaryo ve olasılıklara. İlk senaryoda, iktidarın hem başkanlık seçimlerini kazanması hem de parlamentoda çoğunluğu sağlaması var. Böyle bir durumda yeni rejim anayasal olarak da yerleşmiş olacak, ülke cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yönetilecek, muhalefet Meclis’te çoğunluğa sahip olmadığı için bunları hükümsüz kılan kanunlar çıkaramayacak, Anayasa Mahkemesi de yetkisi olduğu halde, ister sadakatten deyin ister korkudan bu kararnameleri denetlemeyecektir. Böylece iktidarın Saray’da merkezileşmesi ve tek adamlık anayasal bir nitelik alacak, Meclis varlık nedenini yitirecek, güçler ayrılığı da kesin olarak ortadan kalkmış olacaktır.

Ancak bunun sürdürülebilirliği tartışmalıdır ve bunu tartışmalı kılacak olan Türkiye’nin düzenidir. İktidarın sürdürdüğü ekonomi modelinde deniz bitmiştir ve bu Türkiye’nin sermaye sınıfına, sermaye düzenine ve iktidarın küresel merkezlerle olan ilişkilerine zarar verici niteliktedir. Dolayısıyla iktidarın kaderini kapitalizmin bekası adına içeride ve dışarıda atacağı adımlar ve emperyalizmle yeni bir anlaşma zemini bulup bulmayacağı belirleyecektir ki, bu o kadar kolay görünmemektedir.

Ayrıca fiilen ya da resmen uygulanacak kemer sıkma programları geniş halk kitlelerinde de ciddi huzursuzluklar yaratacaktır. İktidarın şimdiye kadar izlediği popülist politikaları izlemesinin giderek zorlaşacağı, toplumdan fedakârlık isteyeceği, pastanın giderek küçüleceği bir zaman diliminde, güç tek bir merkezde toplanmış olsa da, ülkenin yönetilmesi o kadar kolay olmayacaktır. İktidar partisi, ülkeyi getirdiği yerin neresi olduğunu ve kötüye gidişatı gördüğü için seçim sloganını “Yaparsak yine biz yaparız” şeklinde belirlemiştir. Seçmene “Biz bozduk evet ama yine biz düzeltiriz” denmektedir ama o “düzeltme”nin en çok zarar vereceği kesimler, iktidarın oy deposu olan en alt sınıflar olacaktır.

İkinci senaryo, muhalefetin parlamentoda çoğunluğu ele geçirmesi, başkanlığı ise Erdoğan’ın almasıdır. Böyle bir durumda “iki başlılık bitsin” argümanıyla kamuoyunun önüne getirilen Türk tipi cumhurbaşkanlığı sistemi mutlak bir iki başlılığa sürüklenecek ve ölü doğmuş olacaktır. Bir yanda sınırsız yetkilere sahip ve ülkeyi Meclis dışından atayacağı bakanlarla yönetecek bir cumhurbaşkanı, öte yanda ise cumhurbaşkanı kararnamelerini geçersiz kılabilecek kanuni düzenlemeler yapma ve sistemi kilitleme gücüne en azından matematiksel olarak sahip bir Meclis’in bulunacağı böyle bir manzara da herhangi bir istikrar ve kalıcılık taşımayacaktır.

Gerçekleşme ihtimali en yüksek görünen bu senaryonun neticesi, ülkenin yakın bir zamanda erken bir seçime götürülmesi olacaktır ki, bunu iki tarafın da istemesi kaçınılmazdır. İktidar da muhalefet de “istikrarsızlık” kozunu oynayarak, seçmene hem başkanlığın hem parlamentonun aynı ittifakın elinde olması söylemiyle seslenerek ülkeyi seçime götürmeye mecbur kalacaktır.

Üçüncü senaryo, parlamentoda çoğunluğu muhalefetin sağlaması, başkanlığı da yine muhalefetin adaylarından birinin almasıdır, bu adaylar arasında en yüksek şans ise Muharrem İnce’nindir. Böyle bir durumda, yani hükümeti İnce’nin kurduğu, Meclis’te de muhalefetin 300’ün üstünde vekil çıkarması durumunda, devletleşmiş ve rejim inşa eden bir partinin bunu kabullenip kabullenmeyeceği gibi bir soru öncelikli olarak karşımızda durmaktadır. Sanıyorum ki bu o kadar kolay olmayacaktır.

İktidar partisinin ve “Reis”in çöken ekonomiyi yeni iktidara bırakıp bir süre sonra “kurtarıcı” olarak geri dönmesi senaryoları ise pek gerçekçi değildir; çünkü karşımızda sıradan bir parti değil, sermayesiyle, medyasıyla, bürokrasisiyle, düştüğü anda çökmeye yazgılı bir “network” vardır. Yeni iktidar ise kaçınılmaz olarak bir “devri sabık” yaratmak, devlet aygıtını “AKP’den arındırma” operasyonuna tabi tutmak zorundadır ve bunun çok ciddi sonuçları olacaktır.

“Reis”in yenilgiyi kabul ettiği ve onurlu bir geri çekilmenin arayışı içinde olduğu iddiaları da akla pek uygun düşmemektedir, seçim sonuçlarını tanımayıp “Ben gidersem Türkiye de gider” tarzı bir mücadele içerisine girmesi ise daha yüksek bir ihtimaldir. Dolayısıyla böyle bir senaryo, sonuçları en kestirilemez, en öngörülemez olana işaret etmektedir. 

Velhasıl, her üç senaryoda da bir istikrarsızlık ve yönetememe krizi yaşanacak, memleketin iki yakası öyle kolay kolay bir araya gelmeyecektir. O günlere hazırlanan bir siyasal strateji ise solun kaçınılmaz gündemi ve kaçamayacağı görevidir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

SYRIZA’dan PODEMOS’a gerçeküstü siyaset öyküleri - ZAFER ANAYURT

Avrupa’da kitleler son birkaç yılda hayali projelerin peşinde hüsrana uğradı. Yunanistan’da SYRIZA hayal kırıklığının en şiddetlisini yaşatırken son örnek de İtalya’daki Beş-Yıldız Hareketi oldu. Yeni bir sol söylem iddiasıyla yola çıkan ya da bu iddia yakıştırılan yeni popülist hareketlerin istisnasız hepsi çok hızlı bir şekilde düzen tarafından kapsandı. 24 Haziran seçimlerine giden Türkiye'de "kötünün iyileri"nde umut görmeyi vaat edenler için Avrupa'daki örnekleri kısaca hatırlatmak istedik.

Politikada emeğe dair uzlaşmaz çelişkileri uzlaşırmış gibi gösterme sanatına sol-popülizm denir. Sol-popülizmin en temel belirtisi karşıt siyasi tarafları yanlış ve mesnetsiz ortak paydalarda ayırmaktır. Geleneksel solun sınıfsal yaklaşımına konulan mesafe, “emekçi” kelimesini sol-popülizmin sözlüğünden çıkarmıştır. Bunun yerine “sıradan halk”, “ezilenler” gibi esnek kavramlar konulmuştur. Bunların karşısında ise “kast”, “elitler” ya da “ayrıcalıklılar” bulunmaktadır. Sol-popülizm, mevcut sosyal gerilimlere bakarak parlamenter sistemde en çok oya karşılık gelecek kitlesel kapsayıcılıktaki söylemleri bulmanın siyaset mühendisliğidir.

“Biz ezilenler” söylemin belkemiğini oluşturur. Toplumsal sorunların dolaylı sorumlularına yalancı pehlivan usulü peşrev çekilerek en belirleyici ve yakın sınıfsal gerçeklikler savuşturulur. Örneğin IMF, bu el ense çekmeye dayalı siyasi temaşa sanatı için ideal bir rakiptir. Oysa (gerçek) solun gerçek görevi, ülkeleri IMF kapısına taşıyan sınıfsal dinamiklerin ortaya konulmasıdır. Sol-popülizm tarafından en sevilen siyasi pratik, geniş kesimlerin umutlarını besleyecek şekilde dilek-ağacına çaput bağlamaktır. Dilek ağacı, iyi bir parti logosu olabilir. 

İdeal siyasi imaj, kastlaraveya ayrıcalıklılara karşı savaşım veren sıradan halk ve onun önüne geçmiş ama “aralarından biri” olan karizmatik bir liderdir. Parlamenter demokrasisinin çözümsüzlüklerini görüp umudunu kesmiş olan toplumun öfkesinin kanalize edileceği yepyeni bir seçenek söz konusudur. 

‘SOL POPÜLİZM’İN YÜKSELİŞİ
Avrupa siyaseti, geçtiğimiz yıllarda çok sayıda sol-kanat popülist çıkışa sahne oldu. Neoliberal saldırıdan bunalmış Avrupa halkları bu sayede sonu hüsranla bitse de umut dolu günler yaşadılar. Latin Amerika ülkelerinde yükselen ve bazı ülkelerde kısmi kazanımları olan popülist siyasetin Avrupa yorumu tümü ile hayal kırıklığı olarak kaldı. Yunanistan’da SYRIZA,  İspanya’da PODEMOS, Almanya’da “Die Linke”, İtalya’da Beş Yıldız Hareketi bu konuda ilk akla gelenler.   

Görünen o ki sol-popülist hareketler iktidardan uzaklıkları ölçüsünde söylemde radikalleşiyorlar. Dinamizmin ve yenilikçiliğin sembolü haline gelen karizmatik liderlerle ortaya çıkıyorlar. 21. yüzyılın popülist lider klişelerini artık kanıksadık. Motosikletle, bisikletle ya da belediye otobüsü ile işe giden liderlerin, kutu gibi evlerinden saraylara geçmediklerini bilmemiz sağlanıyor. Biçilmiş senaryonun dışına çıkıp da hasım ayrıcalıklılar gibi yaşamaya özenen popülist liderler (PODEMOS lideri Pablo Iglesias gibi) tepki görüyor. Siyasi performansın değerlendirilmesinin ölçütü olarak semboller, gerçek duruşları ve siyasi farkları aşmış.  

Atış-serbest ruh halinde, bunalmış sıradan halkın hayır diyemeyeceği ancak iktidarda nasıl yerine getirilebileceği belli olmayan sözler veriliyor. Siyasi bunalım popülistleri ezkaza iktidara taşırsa vaatlerini yerine getirme yetisinden de, niyetinden de yoksunlar. Düzen siyasetinin yeniden tasarlanmış truva atı şimdilerde budur. SYRIZA, bu eğilimlerin net şekilde gözlenebildiği çok değerli bir tarihsel örnektir.

Siyasi geleneği gerçekçilik olan Almanya gibi dengeli ülkelerde “rasyonel” seçmen kitlesi popülist hareketleri parlemontada belirleyici olamayacakları ancak yine de siyaseten anlam ifade edebilecekleri bir alana kısıtlayarak mevcut düzendeki yol kazalarını engelliyor.  Yanlış anlaşılmasın, bu bahsettiğim gerçekçilik 1. Dünya Savaşı’nda savaştan refah uman etik özürlü bir sol geleneğin şimdiki devamıdır. 

Sol-popülizmin parlamenter demokrasiye en faydalısı, uzun yıllar iktidardan uzak kalıp foyasını meydana çıkarmayan ve sahte bir seçenek olarak uzunca bir süre sahnenin bir köşesinde durabilendir. Koalisyonlar ise, “ama yaptırmadılar” söylemi için biçilmiş kaftandır.

Tarihte saray soytarısının rolü, istenildiğinde ciddiye alınıp geri kalan zamanda gülünüp geçilecek bir düşünce akışını dillendirmektir. Egemenin ezberinden kaçan noktalarda sufle vermektir görev. Kimi zaman ana düşüncenin bir girdisi olur, kimi zaman duymazdan gelinir, yeri gelir siyasi gösterinin temel odağı olur. Soytarı bazen bir tekme ile huzurdan kovulur. İncinmez, ekiptedir. Kemer sıkma politikalarından hiçbir şekilde sorumlu olmadığı halde acı çeken bir halkın siyasi temsiline ancak bu biçimi layık görmek parlamenter demokrasinin geldiği noktada ibretlik bir durumdur.

GERÇEKÜSTÜ SİYASET ÖYKÜLERİ: İLK ÖRNEK SYRIZA

Avrupa’nın yeterince yaşlanıp da gereğince “rasyonelleşememiş” halklarında yol kazaları olabiliyor. Komşumuz Yunanistan sol-popülizmin en rafine örneğini verdi: SYRIZA. SYRIZA’nın yükselme günlerinde sonucun nereye gideceğini öngörebilenler geleneksel solun katı kalıplarına sıkışmakla suçlanmaktaydı. SYRIZA, IMF’ye rest çekecek, 300 bin yeni istihdam yaratacak, bir o kadar aileye hane yardımında bulunacaktı. Vatandaşların ödeyemeyeceği banka borçları silinecekti. Asgari ücretin ülke ekonomik olarak batarken 751 avroya çıkarılması vaat ediliyordu. Tek sorun bunların hangi güç dengelerinde, hangi kaynaklardan yapılabileceğine ilişkin tek bir ölçme-biçmenin ortada olmamasıydı. Halka yalan söylemek suçtur.

Dünya düzeni nasıl işliyor? Ocak 2018 tarihli bir Sputnik haberiFransa’nın 19. yüzyıldan kalma Çarlık Rusyası Hükümeti güvencesindeki tahviller için tazminat talebinde bulunduğunu, Rus Hükümetinin de 1997 anlaşmasına dayanarak 330 milyon avroluk bir iyi-niyet ödemesini kabul ettiğini yazıyor. Böyle bir dünyada IMF’ye çekilen sahte peşreve  kanmamak ancak gerçekçiliktir. İnsanlığa karşı her suçu işleyebilirsiniz; yeter ki sermayeye ve paraya kastetmesin. 

PODEMOS: RETORİKLE GELEN RETORİKLE GİDER
PODEMOS, iç savaşı ve Franco diktatörlüğünü yaşamış İspanya’da solun 21. yüzyılda eriştiği acıklı durumu ifade eden bir sol-popülist oluşumdur. 2011 yılından itibaren varlığını sürdüren Indignados (Öfkeliler) hareketinin akademik çevrelerde dönüştürülmesi ile 2014 yılında hayata geçti. Yerleşik düzene öfke, toplumsal mühendisliği yapılmış popülizmden çok daha kabul edilebilir bir duruş bizim için. PODEMOS’un entellektüel temelleriyse Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe tarafından işlenmiş olan Radikal Demokrasi tasarımına dayanıyor.

Popülizm kavramının bu yazıdaki gibi olumsuz günlük kullanımlarından açık seçik rahatsızlık duyan Laclau, koca bir eser yazarak bu kavramın tanımı-muğlak, olumsuz kullanımını mahkum etmiş; sonra da popülizme itibarını iade etmiştir. Ona göre tarihsel dönüşümün itici gücü söylemdir. “Söylem, bizatihi nesnelliğin inşasının birincil alanıdır.” Popülizm, kitleye erişmenin siyaseten geçerli yoludur. Popüliste göre belki de tek anlamlı siyasi eylem, geniş kitlelerce benimsenecek söylem üretmektir. Bu söylemin mevcut gerçekliği doğru kavraması gerekmez ve geleceğe ilişkin gerçekçi yol planları oluşturulmasını sağlayacak bir teoriye, bir dünya görüşüne  ihtiyacı yoktur. Teorinin ifadesi yerine söylemin teorisi. 

PODEMOS, tüm Avrupa sol-popülizmleri arasında akademik olarak en ince şekilde biçimlendirilmiş olanıdır. 2015 seçimlerinde yüzde 20 oyla üçüncü parti olduğu için SYRIZA gibi iktidarla sınanmak şanssızlığını henüz yaşamadan düşüşe geçti. İspanya’da yeni merkez-sağ Ciudadanos (Yurttaşlar) hareketi kendi ahlakçı söylemlerindeki sembollere takılıp tökezleyen PODEMOS’un tahtını şimdilik ele geçirmiş gözüküyor. Retorikle gelen destek retoriğe gider. 

Post-Marksist, felsefi görünümlü demagoji ile teçhiz edilmiş sol-popülizm devrimci geleneksel solun en sinsi hasımıdır.

‘ORTAYA KARIŞIK’ BEŞ-YILDIZ HAREKETİ
İtalyan Beş-Yıldız Hareketi (BYH), düzen-karşıtı, çevreci, Avrupa konusunda karşıt ve kuşkucu, kendisini geleneksel sağ-sol ayrımının üstünde tanımlayan bir harekettir. E-demokrasi ve doğrudan-demokrasi temaları önemli bir yere sahiptir. İtalya’da sınıfların varlığını reddeden BYH popülizmin alışılmış kalıplarına sığınarak ayrıcalıklı kast’ın karşısına ezilenleri koyuyor.  Evlere şenlik ayrım çizgisinde emekliler, yaşlılar, memurlar ayrıcalıklı nitelenirken, “bağımsız çalışanlar?”ve KOBİ’lerin ezilen tarafta yer alması solun Avrupa’da uğradığı akılsal gerilemeyi sergilemesi açısından ilginçtir. 

Komedyen Grillo’nun tek kişilik performansının da büyük payı olmakla birlikte yüzeysel bir “her şeye karşı olma” haliyle BP son seçimlerden birinci olarak çıktı. Buna rağmen tek başına iktidar olamayan BYH’nin çok da zorlanmadan faşist-merkez sağ ittifakı Lig ile koalisyon hükümeti kurmayı “başarması” soldan hayırhah bakanlar için hüzünlü bir final oldu. 

EKLEKTİK DIE LINKE
Almanya’da 2007 yılında kurulmuş olan die Linke’nin (Sol Parti) kökü Doğu Almanya’nın birleşmeden önce yönetiminde olan SED’e (Sosyalist Birlik Partisi) dayanıyor. Şu ana kadar ele alınan sol-popülist partiler gibi yeni kurulup hızla gelişen bir parti değil.  Sosyalist bir geçmişten mevcut düzene adaptasyon ile şimdiki haline gelmiş die Linke. Farklı kanallardan partiye giren farklı kesimler nedeniyle, parti ve siyasi söylemi eklektik bir yapıda. Parlamenter düzende yer alan partilerden en soldaki olarak tanımlanıyor. 1875’den bu yana siyaset hayatında bulunarak mevcut düzene bağlılığı konusunda kendini kanıtlamış SPD’nin aksine aşırı uçlar barındırabileceği kaygısı ile devlet gözetimi altında. Gözetim, iç heterojenlik ve koalisyon kaygıları gibi üç farklı siyasi vektör altında yol almaya çalışan die Linke’nin parlamenter oy kaygıları söz konusu olduğunda popülizmden kaçarak tutarlı bir söylem geliştirmesi ne derece mümkün olabilir?   

Latin Amerika’da sol-popülizm bu yazıda kısaca ele alınamayacak karmaşıklıkta farklar içeriyor. Mevcut dünya düzeni bakış açısından Latin Amerika sol hareketlerini inceleyen bir raporda Venezuela, Bolivya, Ecuador ve Nikaragua dışındaki sol-popülist hareketlerin bir tehlike olarak görülmediği belirtiliyor. Tehlikenin ölçütü Amerikan tarzı demokrasiden uzaklaşabilme potansiyeli. Yukarıda sayılan dört tehlikeli ülkenin anayasal değişiklikler yapmak suretiyle özgürlükçü demokrasiye karşı potansiyel oluşturdukları ifade ediliyor. Brezilya örneği geniş olarak ele alınması gereken özel bir sol-popülizm’dir. Latin Amerika solu başka bir yazının konusu olabilir.

TEMEL SORUN NEREDE?
Sosyalist bakış açısı gerçekliğin çözümlenmesine maddi dünyadan başlar. Teori, gerçekliği anlamanın temel aracıdır. Sorun anlamakla bitmez; teori gereken dönüşümün hedefinin ve yol haritasının belirlenmesinde merkezi bir yerdedir. Kitlelerle iletişimin temel işlevi teori ile incelikle işlenmiş politik fikirleri anlaşılabilir mesaj ve önerilere indirgeyerek paylaşmaktır. “Fikirler ancak geniş kitlelerce benimsendiğinde maddi güç haline gelir” denilmiştir; bu bakış açısı geleneğimizin parçasıdır. Bu da yetmez, fikirleri kavrayanları da ortada bırakmamak, siyaseten kavramak gerekir.

Söylem kelimesinin geçirdiği evrim üzerinden, düzen siyasetinin son yüzyılda ne şekilde değiştiği (geliştiği değil!) kavranılabilir.  Söylemin mevcut düzendeki kullanımı, ideolojik yanılsamalar üzerine kurulu ve teorik bir tutarlılık, dayanak ve bütünlük arz etmeyen fikirlerin toplumsal mühendisliğidir. Söylem, popülist bakış açısının temel siyasal aracıdır. İşte bu nedenledir ki popülizmin, sembollere, karizmatik liderlere ihtiyacı vardır. Yine bu nedenle kitleden hiç kimse, liderliğin neden  bir isme, moral sembollere bağlı olduğunu ve “aranızdan biri” olmaktan fazla bilgi ve bakışa ihtiyaç göstermediğini sorgulayamamaktadır. Radikal demokrasinin şampiyonlarının bu kadar baskın karizmatik liderler olması gerçek bir ironidir.

ZAFER ANAYURT / SOL

Başkanın değil babanın Ali’sisin Ali Koç! - TAYFUN ATAY


Fenerbahçe’de başkanlık seçimi yaklaşırken Ali Koç’un önüne “FETÖ defteri” açıldı. Hafta sonu konuk olduğu televizyon programında bakın ne dedi o: 
“101 gerçek kişi BİMER’e FETÖ’cü olduğumu, 3 Temmuz sürecini yönettiğimi yazmış. Deli saçması diye hiç üzerinde durmadım. Sonra bazı insanlar,Başkanımızın kapalı kapılar ardında bu yönde konuşma yaptığını söyledi. O zaman ciddiye almaya başladım. Başkanımız çıkıp ‘Ali, bizim Ali’mizdir! 3 Temmuz’da dik durdu’ demeliydi, yapmadı. Bu konuda kırgınım. Kimse beni ve ailemi terör örgütü mensubu olarak gösteremez.” 

Tablo şaşırtıcı mı, hayır. FETÖ, bu memlekette iktidar arayışlarında her kapıyı açan bir “maymuncuk” artık. Bir “yerli ve milli” McCarthyciliğin töhmet şablonu o… 
Sözlükte “McCarthyism” karşılığı olarak, “1950-54 arası ABD’de senatör Joseph McCarthy öncülüğünde yürütülen ve ne komünizmle ne de Komünist Parti ile hiç alâkası olmayan bir dolu insanın komünist diye suçlanıp karalisteye alındığı, işinden edildiği kampanya”yı buluyoruz. 

Bizde de FETÖ suçlaması, giderek buna benzer bir kampanyaya dönüşmüş durumda.

***

Ali Koç’un sözlerine Aziz Yıldırım’ın cevabî sözleri gecikmedi. Yer yer zehir zemberek, ama özü itibarıyla başkanlık açısından kendince “Çoktan bitti bu iş” demeye getiren bir konuşma yaptı o... 
Elbette Yıldırım’ın sözlerinin ağırlık merkezinde de FETÖ vardı ve o, 3 Temmuz sürecinde yaşananlar, yani “FETÖ mağduriyeti” üzerinden adaylığının meşruiyetini şöyle gerekçelendirdi: 
“Fenerbahçe camiası 3 Temmuz döneminde çok acı çekti. FETÖ, linç eder şekilde ele geçirmeye çalıştı. Ben bir hesaplaşma yapacağım. Biz yaşadık, bu kavgayı yapmamız lazım. Devlete mahkeme açacağız gerekirse. Ben sırf buhesabı sormak için 3 yıl daha adayım, 3 yıldan sonra aday değilim.” 

Peki Ali Koç’un “FETÖ’cülüğü” ve kendisinin “kapalı kapılar ardı”nda söyleyip söylemedikleri bahsinde ne diyor Yıldırım?.. 
Hayli “ustalıklı” lâflar ediyor! 
Bir yandan, “Ali Koç için hiçbir zaman FETÖ’cü demedim, Ali Koç ne FETÖ’cüdür, ne de FETÖ ile ilgisi vardır” şeklinde konuşurken diğer yandan bakın ne ekliyor: “FETÖ’nün yapamadığını size yaptırmaya çalışıyorlar dikkatedin dedim. Ali Koç erken aday oldu. FETÖ’nün istediği buydu. Ali Koç’un haberi yok ama FETÖ bunu istiyordu.” 
Yani Aziz Yıldırım diyor ki Ali Koç FETÖ’cü değil ama istemeden FETÖ’ye hizmet etti. 
Böylece “çanlar kimin için çalıyor”, anlıyoruz!..

***

Ali Koç endişelenmesin. Bu iktidar onun FETÖ’cü olmadığını bilir, ama onun başkan olmasını da tercih etmez Fenerbahçe’ye… 

Çünkü Koç Grubu öyle ya da böyle Gezi sürecinde bir duruş sergiledi ve bu, iktidar nezdinde bir algı oluşturdu. Bu algıyı, yani (FETÖ’cülük değil) “GEZİ’cilik” algısını, o günden bugüne “telafi” yolunda ne yapılırsa yapılsın, değiştirmek kolay değil. İktidar, unutmaz!.. 

Ayrıca Fenerbahçe’nin “Gezi karnesi” de iktidar sahipleri açısından uyku kaçırıcı. 
Çünkü Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe yıkılmaz”!.. 

Bunları bir araya getirdiğinizde kanımca Ali Koç’un başkanlık şansı “siyaseten” de pek yok.
***

Beni en çok Ali Koç’un safdilliği şaşırttı ama... Diyor ki “Ali, bizim Ali’mizdir; 3 Temmuz’da dik durdu” demesi gerekirmiş Aziz Yıldırım’ın... 

İlahi Ali Koç, iktidar oyununu hiç bilmiyorsun! 

Bir kere sen, Aziz Yıldırım’ın Ali’si değilsin, Rahmi Koç’un Ali’sisin. 

Yine diyorsun ki “Fenerbahçe başkanlığı çocukluk hayalimdi. Babamistemiyordu. Ama ikna ettim.” 

Tekrar git babana Ali Koç! Bak bakalım şimdi ne diyor; istiyor mu, istemiyor mu? 

Ve o ne diyorsa onu yap!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Osmangazi kazandırıyor - ÇİĞDEM TOKER

Cumhurbaşkanı adayları arasındaki köprü atışması boşuna değil.
Yatırım tutarlarının büyüklüğü kadar, yapıp işleten şirketlere, devletçe sağlanmış garantiler ve süreleri nedeniyle, köprülerin daha çok uzun yıllar memleketin gündeminde olacağını not düşelim. 

Ve hatırlayalım: Yap-İşlet-Devret (YİD) yöntemiyle yaptırılan köprülerin AKP için taşıdığı ilk anlam siyasi ömrü uzatmaya hizmet etmesiydi. 

Aralarında şehir hastanelerinin de yer aldığı bütün Kamu- Özel İşbirliği (KÖİ) projeleri gibi, köprüler de “Milletin cebinden beş kuruş çıkmıyor” propagandasıyla sunuldu. 
Ne zaman ki YİD sözleşmelerinin dolar/Avro üzerinden bağıtlandığı, devletçe araç trafik garantisi verildiği, kredi borcu ödenemezse Hazine’nin bunları üstleneceği, “geçsen de geçmesen de” döviz üzerinden belirlenmiş fiyatların ödeneceği biraz olsun ortaya çıktı; işin rengi biraz değişti.

400 milyon TL sermaye artırımı 
Başlıkta yer alan “kazandırıyor” ifadesi köprüyü kullanan araç sahiplerini, yani vatandaşı değil şirketi ilgilendiriyor. 
Osmangazi Köprüsü’nü gerçekleştiren inşaat şirketlerinin ortak kurduğu Otoyol Yatırım ve İşletme AŞ’yi kastediyorum. Otoyol Yatırım ve İşletme AŞ, İzmit Körfez Geçişi ve bağlantı yolları dahil YİD yöntemiyle yapılıp işletilmek üzere, ihalenin ardından 2010’da kuruldu. (Bütün Kamu Özel İşbirliği projelerinde, YİD sözleşmeleri için “görevli şirket” kurulması gerekiyor.) 

Nurol İnşaat, Özaltın İnşaat, Makyol Astaldi ve Göçay şirketlerinin bir araya gelerek kurduğu şirket aradan geçen sekiz yıl içinde önemli mesafe aldı. Bunu da ben değil, Ticaret Sicil kayıtları söylüyor. 

Kayıtlara göre 50 milyon TL sermayeyle kurulan şirketin sermayesi, sekiz yılda yaklaşık 84 kat artmış. Geçen nisan ayında yayımlanan son sicil kayıtlarına göre, bir yıl önce 3 milyar 760 milyon TL’ye yükseltilen sermaye, 400 milyon TL artırılarak 4 milyar 180 milyon TL’ye çıkarılmış. 

Artırılan 400 milyon TL’nin, sermayeye eklenebilir nitelikteki 339 milyon 750 bin TL’lik kısmı, “geçmiş yıl kârlarından” karşılanmış. Kalan 80 milyon 250 bin TL ise pay sahiplerinin şirketten alacaklarından mahsup edilmiş. 

Pay sahiplerinin hisselerine göre yeni sermaye yapısı da şöyle olmuş. 
Nurol İnşaat yüzde 26.980, Özaltın yüzde 26.980, Makyol yüzde 26.980, Astaldi yüzde 18.860, Göçay İnşaat yüzde 0.200.

Yatırım tutarı 3 kat arttı 
Osmangazi Köprüsü’nü yapıp işleten Otoyol Yatırım ve İşletme AŞ şirketinin sicil kayıtları bize kritik bir bilgi daha sunuyor. Şirketin kurulduğu 2010 yılında, “İzmit Körfez Geçişi ve Bağlantı yolları dahil YİD yöntemiyle yapılıp işletilecek” projenin yatırım bedelinin 10 milyar 51 milyon, 882 bin 674 TL olduğu kayıtlara girmiş. 
Bugün 4.5 TL olan dolar kurunun, 2010’da ortalama 1.5 TL olduğunu dikkate alacak olursak, yatırım bedeli bugünün fiyatlarıyla 30 milyar TL’nin üzerine çıkıyor. 
Bu hesap da bize geçiş ücretlerinin neden dolar üzerinden belirlendiğini ve neden bütün KÖİ sözleşmelerinin döviz kuru üzerinden imzalandığını da gayet iyi anlatıyor.
 
Çünkü “milletin cebinden beş kuruş çıkmıyor” denilen bu KÖİ projelerinde, yapan ve işleten şirketlerin, küresel finans kuruluşlarının finansmanına erişebilmesi ancak böyle mümkün olabiliyor. 

Düşünün ki, üstelik bu sözleşmelerin büyük bölümü TL’nin görece değerli olduğu yıllarda imzalandı. 

Bir doların 1.5 TL ettiği o yıllarda dahi, Batılı kredi kuruluşları, mega proje sözleşmelerine ancak garantilerin döviz üzerinden yazılması koşuluyla kredi sağladılar. 
Bu, TL’nin orta vadede karşılaşacağı olası değer kaybına karşı, kendilerini sağlama almanın yolu. Ve bu tutumun bankacılığın doğasında olduğu söylenebilir. 

Doğal olmayan, KÖİ sözleşmelerine şirketler ve bankalar lehine garanti ve kira tutarlarını para birimimiz TL üzerinden değil, döviz üzerinden imza atma tercihidir. 
Bu tercihin arkasında ise cebimizden beş kuruş çıkmayacağını her fırsatta dile getiren siyasi kadrolar durmaktadır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘İtalya’nın krizi’ - CEYDA KARAN

İtalya’daki krizle ilgili gelişmeler üzerine internette Ortadoğulu bir arkadaşımla laflıyorduk. Bir an durup şöyle yazdı: 
“Batı medyası İran İslam Cumhuriyeti’ndeki seçimler için hep ‘fark etmezçünkü eninde sonunda her meselede karar hakkı dini liderdedir’ diye yazar.İronik. Düşünsene ya İtalya’da bugün olup bitenler Rusya’da, Venezüella’da ve hatta Suriye’de yaşansaydı?” 
Doğrusu, kuruluşundan beri Batılı liberal demokrasi yolunu tutturmuş bir ülkenin yurttaşı olarak yanıt veremedim. Mükemmel olmasa bile demokratik kurumsal yapıların supapları olması gerektiği açık. Misal Almanya’da Nazizmin yine sandık yoluyla hortlamasına izin verilmemesi anlaşılır. Gerçi kapitalist dünyada demokrasinin demokrasiyi kullanarak yok edilme girişimlerinin sınırının muğlaklığını yaşayarak öğrendik. İroniktir, aklıma Türkiye’de bir dönemler Kemalizmi eleştiren Batılıların da kullandığı ‘jüristokrasi’ tartışması düşmedi değil. 

Lakin İtalya örneği uymuyor. Başlarına gelenlerin demokrasiyle, yurttaşlık hak ve sorumluluklarıyla alakası yok. Bildiğimiz ‘AB tanrısı’ ve en değerli evladı ‘Avro bölgesi’ var.
***

İtalya’nın sessizliğiyle kimilerinin ‘keşiş’ diye andığı 76 yaşındaki Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella, 4 Mart seçiminde sandıktan çıkan hükümeti alenen engelledi. Sağ-sol kurumsal partiler çökmüş, sandıktan popülist Beş Yıldız Hareketi (M5S) yüzde 37 ile birinci çıkmış, Sağ İttifak’taki Lig (eski Kuzey Ligi) oylarını yüzde 17.4’e taşımıştı. İki parti anlaştı, Giuseppe Conte’nin başbakanlığında kurulan kabine Mattarella’ya sunuldu. Mattarella, ekonomi bakanlığı verilen Paolo Savona’nın ‘Avro’ karşıtlığını gerekçe göstererek veto etti. Misal Lig’in alenen aşırı sağcı ve yabancı düşmanı olması derdi değildi.
 
İtalya’da cumhurbaşkanının saygınlığı tartışmalı olmayan bir ismi vetosu görülmemiş. 81 yaşındaki Savona ise İtalya Bankası’nda çalışmış, sanayi bakanlığı yapmış. Avro’yu ‘Alman kafesi’ diye nitelemişliği ve ülkesi için ‘B Planı’ önerdiği biliniyor. Yeni hükümet ille de ‘Avro’dan çıksın dememişti. Ancak ülke borçları katlanırken, koalisyonun Avro’dan çıkma planları olduğu söylentisi piyasaları alarma geçirdi. Neticede Mattarella, IMF’de 25 sene çalışmış, ‘makas’ lakaplı 63 yaşındaki ekonomist Carlo Cottarelli’yi seçilmemiş teknokrat hükümet kurmakla görevlendirdi.

***
Benzeri kriz, 2011’de Berlusconi IMF’yi reddedip Avro bölgesinden çıkmayı anınca yaşanmıştı. İstifa ettirildi. Yerine teknokrat Mario Monti atandı. 2013 seçimiyle Letta’lı ara dönemin ardından liberal sol, genç Matteo Renzi ile ipleri aldı. Renzi, kemer sıkmayı kolaylaştıracak anayasa reformunu Aralık 2016’daki referandumla halka kabul ettiremeyince çöktü. 4 Mart’ta da partisi... 

Aynı senaryo Cottarelli ile gündemde. Bu kez Yunanistan’a içirtilen acı ilaç var. İtalya Avro bölgesinin üçüncü büyük ekonomisi. İthal ettiğinden fazla ihracat yapıyor, vergi topluyor. Ama ahali 2008 krizinden beri toparlanamıyor. Alman ve Fransız bankalarına borçlarda ikinci sırada.
***

Ne M5S ne Lig Italexit’i koalisyon anlaşmasına koymadı. Ama ‘Avro kuşkucusu’ olmaları kâfi geldi. M5S lideri Di Maio’nun ifadesiyle, “Hüküm giymiş bir suçlu, vergi kaçakçısı, yolsuz biri olarak bakan olabilirsiniz. Avrupa’yı eleştiriyorsanız ekonomi bakanı olamazsınız.” Lig lideri Matteo Salvini’nin dilinde bu “Berlin, Paris ve Brüksel’in onayı yoksa, İtalyan hükümeti kurulamaz.” 

M5S ve Lig’in şimdi anayasanın 90’ıncı maddesi uyarınca ‘vatana ihanetten’ azille tehdit ettiği Mattarella daha tehlikeli yol açtı. M5S ile Lig halkı Roma’ya çağırıyor. Akla 1922’de Mussolini’nin faşistlerinin yürüyüşü düşüyor. İki parti parlamentoda çoğunlukta. Cottarelli’nin hükümetini veto edebilirler. O zaman ağustostan sonrası yeni seçim ve sandıkta Lig güçlenecek. AB ise Brexit’i müzakere ederken İtalya’da tartışmalı seçimi arzulamıyor.
***


AB yandaşları Mattarella’nın ülkeyi popülizm ve aşırı sağdan kurtardığı görüşünde. Oysa popülizmi ve aşırı sağı yaratan neoliberal nizamın ta kendisi. Avrupa mütemadiyen sağa çekerek demokrasiyi veto ediyor. AB projesi çırpındıkça batmakta. Ünlü İtalyan Marksist Gramsci’nin dediği gibi ‘eski olan ölmek üzere, yenisiyse doğamamakta’.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Akıldışı - ÖZGÜR MUMCU

Bekir Bozdağ’ı bilirsiniz. Hem başbakan yardımcısı hem de hükümet sözcüsü. Dolayısıyla iktidar adına en çok konuşanlardan biri. Geçen gün cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’yi eleştirdi. Seçim sürecinde bundan doğal bir hareket olmaz elbette. Ancak Bozdağ’ın eleştirisi hiç beklenmedik bir yerden geldi. Hükümet sözcüsü, İnce’yi “medyanın sesini kısmaya çalışmakla”suçladı. 

Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün indeksine göre basın özgürlüğünde 180 ülke arasında 157. sırada. Hapisteki gazetecilerde ise dünya lideriyiz. 
Bu okuduğunuz gazetenin yönetici ve yazarları uzun süre tutuklu kaldı. Tahliye edildiklerinde ise verilebilecek en yüksek hadden ceza aldılar. Hapse girmeyenler ise Çiğdem Toker örneğindeki gibi milyonlarca liralık tazminat davalarıyla yıldırılmaya çalışılıyor. 

İktidara yakın sermayeye medya imparatorlukları kurdurulmuş. Devlet televizyonu bir parti televizyonu. İktidarın kontrolünde olmayan medya bir köşeye sıkıştırılmış. Bir zamanların ana akım medyasında kalan iktidarın önünde eğilmeyen üç beş muhabir ve yazarın ne zaman görevden uzaklaştırılacağı belirsiz. 

Hal böyleyken, bir muhalefet partisinin cumhurbaşkanı adayını “medyanın sesini kısmakla” suçlamak ya devasa bir pişkinlikle ya da tedavisi mümkün olmayan bir gerçeklikten kopuşla izah edilebilir. Bu iki durum da, devleti yönetenlerde arzulanan nitelikler değil. 

Bozdağ’ın açıklamasının sebebi, İnce’nin TRT’ye tepki göstermesi. Hepimizin vergileriyle ayakta duran TRT’nin, seçim sürecinde cumhurbaşkanı adaylarına ayırdığı zaman belli. Aday Erdoğan açık ara önde. Hem de neredeyse her konuşmasını özel kanallar da dahil yaklaşık 15 kanal aynı anda yayımlıyor.

TRT bu çarpık tabloyu aday Erdoğan’ın aynı zamanda cumhurbaşkanı olmasına bağlıyor. Dengesizliğin, adayın cumhurbaşkanı sıfatıyla yaptığı konuşmaları da ekrana getirmesinden kaynaklandığını ileri sürüyor. 

Gelgelelim, Recep Tayyip Erdoğan’ın ne zaman cumhurbaşkanı, ne zaman parti genel başkanı ve aday şapkasıyla konuştuğunu anlamak mümkün değil. Öyle ki Cumhurbaşkanlı’ğının resmi sosyal medya hesapları, Erdoğan’ın parti genel başkanı olarak partisinin toplantılarında attığı nutukları canlı yayımlamakta. 

Erdoğan da konuşmalarının tamamını seçime yönelik açıklamalara ayırmakta ve haliyle hangi sıfatla konuşursa konuşsun özünde bir seçim faaliyeti yürütmekte. 
TRT’nin savunmasının akıl ve mantıkla izah edilebilecek bir yanı yok. Hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ’ın İnce’ye yönelttiği eleştirinin de öyle. 

Gazetecilik, Türkiye tarihinde en karanlık dönemi yaşarken gazeteciler hapishane duvarları ve tazminat davalarıyla boğuşurken, AKP Gençlik Kolları başkanının da içinde bulunduğu göstericiler daha üç sene evvel Hürriyet binasına taşlı sopalı saldırıda bulunmuşken muhalefetin adayını medyanın sesini kısmakla suçlamak. 

Bu konuda böylesine akıl yitimi yaşayanların diğer konularda nasıl karar verdiklerini düşünmek korkutucu. Akıl ve mantığın dışlandığı bir siyaset anlayışının memleketi bir ekonomik krize sokmasına da şaşırmamak gerek.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET