23 Haziran 2018 Cumartesi

TATANKA’dan dolayı İnce’ye şair diyen ilk kişi Bülent Arınç’tır - ÜNAL ÖZMEN

“Evli, bir oğlu ve Tatanka adlı bir şiir kitabı var.” Muharrem İnce, yerel Yalova gazetelerindeki yazılarını derleyip 2005‘te yayımladığı “Bu Kaçıncı Kirlenişin Beyaz” kitabına yazdığı özgeçmişini bu cümleyle bitiriyor. RTE, İnce’nin kişiselleştirerek eşi ve çocuğu ile birlikte andığı kitabına dil uzatınca belki de hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. 

RTE, sanata ve sanatçıya çok hakaret etti, hepsinden de hak ettiği yanıtı aldı. Fakat İnce’ninki, onun sanat ve sanatçıya yönelik tutumunun nedenini ortaya seren cinstendi: “O şiirleri ben yazdım ben, ben yazdım! … cahil adam ben yazdım! … cahil adam!..”

Muharrem İnce’nin ses tonuna yansıyan öfkesi, insanların namusu saydıkları yapıtları ile alay etmenin ne demek olduğunu anlamalarına vesile olur mu? Sanmıyorum, çünkü islamcılar için sanat içine tükürdükleri hokkadan başka bir şey değil. Onlar için insanı betimleyen, hayallerini dışa vuran etkinlikler özgürleştiricidir ve uzak durulmalıdır. Aşık olamamalarının, hayal kuramamalarının, türkü söyleyememelerinin, şiir yazamamalarının kısacası islamcıların soyutlama becerisinden yoksunluklarının nedenidir bu. Yoksa duygu ifadesinden bir insan nasıl erotizm çıkarabilir.

İnce’nin kitaplarında ISBN ve barkod yok, nedeni kendini yazar/şair olarak görmemesi ve kitaplarından telif talep etmemesidir. ISBN’li va barkodlu tek kitabı, yayıncılık yaptığım dönemde benim bastığım “Buyurun Sayın İnce”dir (Sobil, 2012). Satacağını bildiği halde telif talebinde bulunmadı; danışmanlarını kastederek “satarsa gidin afiyetle yiyin” dedi ve biz de dediğini yaptık! 

Yazar emeğinin tadından mıdır nedir herkesin şiir yazıp şiir kitaplarına kimsenin dönüp bakmadığı bir dönemde, Muharrem İnce’ye Tatanka’yı, yayımlanmamış şiirlerini de dahil ederek yeniden kitaplaştırmayı teklif ettim. Şiirlerini derleyip toparlamaya çalıştığı bir sırada odasına Anadolu Ajansı muhabirlerinden biri gelir. Bir milletvekilinin masasında ancak kanun metinleri olacağını düşünen meraklı muhabirin sorusu üzerine İnce “Yakında yayınlanacak şiir kitabı” olduğunu söyler. Muhabirin ısrarını karşılıksız bırakmaz, birkaç sayfanın kopyasını verir. Sonraki gün CHP grup başkan vekili aşk şiirleri yazan “şair” olarak haberleştirildi. RTE, çaresizlikten olsa gerek, seçim meydanlarında 2012’nin işte bu haberini kullanıyor. 

Sahne arkadaşı İbrahim Tatlıses olan RTE’nin ve Tatlıses’ten “tombul tombul memeler” türküsünü dinleyerek ilham alan havuz yazarlarının öpüşmeden erotizm çıkarmalarını çok görmemek gerek. 

Bu ara kendisini şair olarak görmeyen İnce’ye “şair” payesini layık gören ilk kişinin TBMM başkanı Bülent Arınç olduğunu anımsatmam gerek: Arınç, AKP kurucularından ve üç dönem milletvekilliği yapmış Avni Doğan’ın katkısı ile hazırlattığı “Şair Milletvekilleri” kitabında, İnce’nin kitabına adını veren Tatanka dahil üç şiirine yer verdi. Şair Milletvekilierine teşekkürünü sunduğu Önsöz’ünde Arınç, kitabın kültür ve edebiyat dünyasına katkı sağlaması temen-
nisinde bulunuyor. Arınç sayesinde şiirleri ISBN’li bir kitaba giren İnce, böylece ilk kez “şair” olarak anılmış oluyordu.
Kitap projesine ne mi oldu; yazarın şiirlerini derleyip toparlanmasını bekliyor. Öyle görünüyor ki daha çok bekleyeceğiz. Bir cumhurbaşkanına elini çabuk tut diyemeyeceğimize göre… 

••• 

Şair Milletvekilleri kitabına şu adresten ulaşabilirsiniz. https://acikerisim.tbmm.gov.tr/xmlui/handle/11543/2254

Ünal Özmen / BİRGÜN

"Türkiye'nin aleyhine çalışan en önemli örgüt!" - Arslan BULUT

AKP'li Mehmet Özhaseki, "Şu anda Türkiye'nin aleyhine çalışan en önemli örgüt FETÖ'dür. FETÖ'nün şu ana kadar İslam'a verdiği zararı komünistler, ateistler, Allahsızlar, kitapsızlar veremedi." dedi.
Özhaseki, "PKK, FETÖ ve DEAŞ aynı devlet tarafından hem para verilerek hem lojistik destek sağlanarak hem de örgütlendirilerek Türkiye karşısında faaliyet gösteren unsurlar haline getiriliyor. PKK, ırkçılık üzerine kurulmuş, kendi kardeşlerine kurşun sıkar hale gelmiş insanlardan oluşuyor. Bunlar hendekler kazarak büyük İsrail devletinin uzantısı gibi düşündükleri bir terör devleti kurmaya çalıştılar. Çok şükür bu bela geçti." diye konuştu!

                                                                                       ***

Bence seçimlerde tercih yapmak için sorulacak en önemli soruyu sordu Özhaseki!
Gerçekten şu anda Türkiye'nin aleyhine çalışan en önemli örgüt hangisidir? FETÖ, PKK ve IŞİD, bir devlet tarafından kurulmuş ise ki o devlet ABD olsa gerek; AKP'nin yerel yönetimlere özerklik öngören parti programını da gönderen devlettir!
Yani ABD, AKP'nin kuruluşunda da vardır, katkıda bulunmuş ve tam destek vermiştir. ABD Dışişleri Bakanlığı da Abdullah Gül'ü 5 aylık liderlik kursundan geçirmiştir!

                                                                                      ***

Tabii denilebilir ki "Örgüt sözünü CHP çok kullanır. Parti örgütü derler. Diğer partiler de birer örgüttür. Teşkilât demek yerine Türkçe örgüt demek daha doğru değil mi?"
Evet ama örgüt kelimesi, 12 Mart'tan beri öyle bir anlam kazandı ki seslendirildiğinde önce terör örgütlerini çağrıştırıyor! Partiden bahsedildiğini vurgulamak gerekiyor ki terör örgütleriyle karıştırılmasın.
Adalet Bakanı Abdülhamit Gül de "Bugün 'FETÖ'nün siyasi ayağı nerede' diyenler, bunların dershaneleri kapatılırken, bunların gazeteleri kapatılırken, televizyonları kapatılırken, bankaları ya da kurumları kapatılırken kim, hangi siyasiler oraya gittiyse destek için, siyasi ayağına baksınlar." dedi.
Televizyonlar kapatılırken destek için gidenler arasında CHP'li ve MHP'li milletvekilleri de vardı ama iş dershanelere gelene kadar ABD'nin kurduğu söylenen FETÖ örgütü, AKP ile aynı menzile gidiyordu!

PKK hendek kazarken "dokunmayın, operasyon yapmayın" diyen de AKP iktidarı idi.
IŞİD, Suriye'nin bir kısmına hâkim olacak derecede örgütlenirken, militanlarının Türkiye'den geçmesine seyirci kalan da AKP iktidarı idi.
Üç terör örgütünün kuruluşunda değil ama yayılıp genişlemesinde, AKP iktidarının büyük rolü vardır.
Bu durumda "şu anda Türkiye'nin aleyhine çalışan en önemli örgüt" hangisi oluyor?

                                                                                     ***

Bunları bir tarafa bırakalım. 16 yıllık AKP politikalarını gözden geçirelim. Ekonomi yabancılara devredilmiş durumdadır. Büyük kısmı Atatürk döneminde kurulan şeker fabrikaları bile satıldı. Tarım ve hayvancılık çökertildi. Yerli tohum yok edildi. Tohumu İsrail'den alıyoruz. Patates ve soğan fiyatları, bu politikaların sonucudur. Daha sırada ormanlar, su kaynakları ve yaylaların satılması var
Dış politikada ise Türkiye, kendi egemenliğinde olan İzmir ve Aydın'a bağlı 18 adayı Yunanistan'a terk etmiş durumdadır!
Şimdi sormak gerekir? FETÖ, PKK ve IŞİD terör örgütlerinden biri veya üçü birden konsorsiyum halinde Türkiye'nin yönetimini bir süreliğine ele geçirselerdi, Türkiye'ye ne kadar zarar verebilirlerdi?
Gerçi PKK'nın ne yapacağını, etrafına hendek kazdıkları ilçelerde gördük. IŞİD'in ne yaptığı da Suriye'deki kafa kesmelerinden bellidir. Yine FETÖ, Türk ordusunu, yargıyı, emniyeti ve üniversiteleri ele geçirmişti. Siyasi iktidara her istediklerini yaptırıyorlardı.
Peki ne oldu da bu iş birliği sona erdi? Onu kavga başlamadan bir ay önce Fetullah Gülen söyledi! "İrin havuzları" dediği rüşvet paralarından bahsetti. Anlaşıldı ki, AKP örgütü, FETÖ'yü devlette maaş karşılığı çalıştırıyor ama ihale komisyonlarından zırnık vermiyordu!
Seçimden önce kendimize soralım:
-Şu anda Türkiye'nin aleyhine çalışan en önemli örgüt hangisidir?

Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Yarın güneş doğacak mı?.. - MEHMET FARAÇ

"Balık hafızalı" diye sakın ola aşağılamayalım kimseyi... Ama çuvaldızı kendimize batırırken de çekinmeden söyleyelim, unutkan bir milletiz vesselam...
Çoğumuz geleceğe bakarken ya da tehlike kapımıza dayanırken, ne yaşamadığımız geçmişin okuduğumuz tarihini anımsıyoruz ne de bizzat yaşadığımız günlerin geride kalan acılarını ve en önemlisi de ihanet odaklarının yaptıklarını!..
Memlekette "parlamenter demokrasi" var ya, ülkenin geleceği için ve bu "millet"i yönetenleri seçmek için sandığa gidiyoruz sıklıkla... İşte sandığa giderken de bazen "geçmiş"i olmayan ülkeler ya da uluslar gibi davranıyor çoğumuz...
Yani bize bu ülkeyi vatan yapan süreci, bizi yoksulluk ve cehalet ortamından "ulus"a çeviren mücadeleyi sanki bir çırpıda unutuveriyoruz...
Bakınız işte, yeni bir "sandık" dönemi... Yine seçim süreci ve yine milletin karar aşaması... Ancak bu sıradan bir seçim ya da tercih dönemi değil...
Bir futbol karşılaşması da değil bu süreç... Takım tutar gibi lider tutulacak ve de sağcılık-solculuk uğruna "parti" tutulacak bir dönem değil bu dönem!..
Çünkü millet 24 Haziran'da yalnızca kendisinin değil, en önemlisi de "rejim"in geleceğine, yani ülkenin, hepimizin "yarın"larına karar verecek...
Ve bu "yarın"larda, yalnızca bu ülkenin topraklarındaki yaşam süreci değil, asıl önemlisi de bu ulusun çocuklarının geleceğine karar verilecek; "Karanlık mı aydınlık mı?.."
İşte sağcı-solcu, ilerici-gerici ya da Doğulu-Batılı olarak değil, tam aksine 80 milyon için de asıl yaşamsal soru budur zaten;
"Orta Doğu bataklığında, huzura muhtaç ülkeler gibi inleyen bir 'tek adam' devleti mi, yoksa Kurtuluş Savaşı'nın ardından kurulan ve her birey için çağdaş demokrasiyi de özümseyen uygar cumhuriyet mi?.."
                                                                                      ***
Cumhuriyetin karar günü...
Aman dikkat!.. 24 Haziran sabahı milletvekili, muhtar ya da belediye başkanı seçmeyeceğiz...
Yani bizi sandığa gitmeye zorlayan siyasal tercihlerimiz olmayacak bu kez... Çünkü bu kez yapacağınız tercih tek kelimeyle "memleket" meselesi...
Yani bizi kimin yöneteceğinin meselesi değil bu kez sandıkta karşımıza çıkacak olan...
Tam aksine, "tek adam"lığa özenen birilerinin rejimi nasıl değiştireceklerinin ve özetle ülkeyi nasıl ele geçireceklerinin de meselesidir 24 Haziran...
O halde yazının başındaki asıl vurguya dönelim; bu kez "geçmiş"i unutarak ya da geleceği sorgulamayarak sandığa gideceğimiz bir dönemde değiliz!..
Velhasıl bugünden itibaren "cumhuriyet"e sevdalı her yurttaş sorgulamalı yaşadığı toprakların "dün"ünü ve de "yarın"ını...
24 Haziran'ın "seçim" değil, memleketin ve milletin geleceğiyle ilgili "kader günü" olduğunu iyice anlayabilmek için bu ülkenin soylu ve mücadele dolu "geçmiş"ine bakarak bir kez daha soralım;
Nasıldı bu ülke cumhuriyetten önce?.. Hangi koşullarda yönetiliyordu 100 yıl kadar önce bu coğrafya?..
Ve de "Viyana kapılarına" dayanmış bir imparatorluğun sınırları yavaş yavaş erirken, Osmanlı daha hangi tehditlerle yüz yüzeydi, çok değil daha 98 yıl önce?..
Yani 23 Nisan 1920'de, TBMM'nin açılışından önce, bu ülkenin yoksul şehirlerinde neler olmuştu acaba?.. Hangi yokluklar, ihanetler ve acılar yaşamıştı bu topraklar?..

                                                                                        ***
Kurtuluş'u unutmayın...
Konu "yarın"larımız ise üzerine basa basa soralım; Ülkenin "bilfiil işgal" edildiği, "bütün tersanelerine" girildiği ve memleketi idare edenlerin "gaflet, dalalet ve hatta hıyanet" içinde olduğu yıllarda nasıldı acaba bu ülke?..
Şu günlerde, ülkenin dörtte birinin yaşadığı İstanbul ne haldeydi 100 yıl önce?.. İstiklal Caddesi'nde, hangi düşman birlikleri dolaşıyordu, Beyazıt Meydanı'nda hangi ülkenin zırhlı aracı meydan okuyordu bu ülkenin insanlarına?..
Güzel İzmir ne haldeydi Yunan işgali sırasında?.. Ege şehirlerinde, dağlarında "efe"ler kime karşı çarpışıyordu?..

Padişahlar ve şehzadeleri düşmanla iş birliğindeyken, hainler İngiliz gemileriyle kaçma hazırlığı yaparken, Kuvvayı Milliye yokluklar içinde ne yapıyordu acaba?..
Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşı'nda 103 yıl önce, kaç bin kişi şehit düştü bu vatan için?.. Kaç kadın cepheye mermi taşırken can verdi?..
Anadolu'nun dört köşesinde, köylerde mezralarda ve yoksul viranelerde büyüyen kimler gazi oldu bu güzelim topraklar uğruna?..
Velhasıl geri kalmış, parçalanmış ve gafiller yüzünden işgale uğramış bu topraklardan Aydınlanma Devrimi'nin ışığında uygar bir ülke ve çağdaş bir ulus yaratan Büyük Devrimci Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları hangi mücadelelere girdi canları pahasına?..
Özetle; Cumhuriyet ve "laik rejim" kolay mı kuruldu?..
İşte tüm bu sorular nedeniyle de "yarın" yapılacak olan sıradan bir seçim değil,"cumhuriyet"in kader günüdür...
Yarın, tam 98 yıldır cumhuriyetten rövanş almak için sinsice pusularda bekleyenler, rejime son darbeyi vurmak isteyecekler...
O halde şehitlerin ve gazilerin kanları üzerinde kurulan Türkiye'nin geleceğine sahip çıkınız...
Aksine; Pazar günü -yarın- Truva kısraklarının ve hilafet özentilerinin beklediği sonuç çıkarsa, Aydınlanma Cumhuriyeti'nin bekası için pazartesiden itibaren tek soru kalacaktır geriye; "Yarın güneş doğacak mı?.."
                                                                              ***

Kaosun değişmeyen uyarısı!..
Bu ülkede son 16 yıldır yapılan her seçim öncesinde laik cumhuriyetin yaşadığı erozyonlara dikkat çektik, toplumu uyardık ancak karşı devrimciler ve bölücü terör unsurları hep mesafe katetti...
Yukarıdaki yazı da aslında "16 Nisan referandumu"ndan bir gün önce kaleme alınmıştı... Bugün anımsatılmasının nedeni belli; Memleket gericilik- bölücülük batağında çırpındığı sürece bu tür yazılar her zaman güncel ve her zaman geçerli olacak...
Evet; toplumun bir kesimi 16 Nisan 2017'de cumhuriyetle kavganın iyice büyütüldüğü referandum sürecinde, yukarıdaki yazıda yer alan uyarıları da ne yazık ki dinlemedi, kaygıları anlamadı...
Ve işte bu yüzden cumhuriyetle ilgili erozyon referandumdan bir yıl sonra daha da büyüdü ve 24 Haziran tehdidi karşımıza dikildi...
Yarın 24 Haziran... Memleketin geleceği açısından yine yaşamsal nitelikte bir seçim var... Ve biz yine uyarmış olalım;
Bu kez "Halk" ile rant güruhunun, "İYİ" ile kötünün, "Saadet" ile kaosun seçimidir bu...
İşte bu yüzden de "millet" olarak, hangi gerekçe ile olursa olsun; sakın ama sakın, "terör" yandaşı "bölücü"lere ve laiklik düşmanı "gerici"lere tek oy vermeyin, cumhuriyete sahip çıkın...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

22 Haziran 2018 Cuma

2017’den bir yazı - KORKUT BORATAV

16 Nisan 2017 referandumundan önce yayımlanan bir yazımın önemli bölümlerini okurlarımla tekrar paylaşmak istedim. O tarihteki görüşlerimin 24 Haziran 2018 seçimleri arifesinde de büyük ölçüde geçerli olduğunu düşünüyorum.


Birkaç güncel gözlemi de yazının sonuna ekliyorum. 
                
Anayasa Referandumunun İki Sorusu
Referandumda karşımıza çıkacak olan Evet / Hayır  pusulaları bizlere aslında hangi seçenekleri sunmaktadır?

18 maddelik Anayasa Değişiklik Taslağı’nda yer alan ilk 15 maddeyle 1982 Anayasası’nın  68 maddesi değiştirilecektir. Bu operasyonun amacı nedir?

Referandumu Türkiye’nin gündemine getiren iktidar destekçileri ve Cumhurbaşkanı, bu taslağın hukuki çözümlemesine girmiyor. Anayasa değişikliğinin, aslında başka bir şeyleri hedeflediğini ileri sürüyorlar:  “Türkiye’yi bölmek, parçalamak isteyen karanlık güçlerin; terörün yenilgisi”; “millî birlik, beraberliğin sağlanması…”

Bu “yüce” amaçların gerçekleşmesi için sözü edilen 18 maddelik metnin niçin gerekli olduğu ise bir türlü açıklanmıyor.

Bana göre anayasa referandumunda bizlere aslında iki soru sorulmaktadır.
Birinci olarak İslamcı bir rejime geçişin hızlandırılmasını  kabul ediyor muyuz? İkinci olarak, Türkiye’yi yönetecek olan Cumhurbaşkanı’na sınırsız dokunulmazlık sağlanmasını kabul ediyor muyuz?

16 Nisan’da   oylanacak olan anayasa değişikliğinin somut hedefleri bunlardır.
"Hayır” kampanyasını sürdüren akımların, örgütlerin hemen hemen tümü, bu iki seçeneğin oylanmakta olduğunun farkındadır; ancak bu tespiti vurgulamaktan kaçınmaktadır.

Nedenlerin tartışılması, 2017’nin  Türkiye ortamına ışık tutabilecektir.

İslamcı Rejime Geçiş
Referandum, toplumumuzun iki büyük blokunu karşı karşıya getirmektedir. İslamcı ve Cumhuriyetçi bloklar…
Bugün AKP tarafından temsil edilen siyasî İslamcılığın nihaî hedefi bellidir: Bir hayli yıpranmış olan Cumhuriyet’in, ana çizgileriyle Müslüman Kardeşler doktrinine uyan İslamcı bir rejime dönüştürülmesidir.

Bu “yeni rejim”in tüm öğeleri kesinleşmemiş olabilir; nihaî yapısı zamanla oluşturulacaktır.  Âcil gündem, “halk Müslümanlığı”nın Siyasî İslam tarafından “fethi”nin hızlandırılmasıdır. “Fetih” tamamlanınca rejim değişikliğinin önü açılır. Yeni rejimin ana çerçevesi hızla oluşturulur;  zamanla dönüşüm tamamlanır.

Ne var ki, yıpranmış 1982 Anayasası dahi, Cumhuriyet rejiminin temel ilkelerinden bazılarını korumaktadır. Bu özelliği nedeniyle, sözünü ettiğim. “fetih”in tamamlanmasını kösteklemekte; güçleştirmektedir. 16 Nisan referandumunun hedeflediği sınırsız iktidar gücü, bu engeli hızla aşacak kritik bir adım olacaktır. Bu hedef ortadadır; onu, anayasa taslağındaki  18+68 maddeyi deşifre ederek ayrıca “keşfetmek” gereksizdir.

İslamcı blokun karşısında, cumhuriyetçi blok  yer alıyor.  Bunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri ve (en “gevşek” kapsamda) ortak değerleri ile barışık insanlardan oluşuyor.

Çok geniş bir yelpazeden söz ediyorum. İdeoloji ve siyaset açısından farklı akımlara, birbiriyle uzlaşamayan sağ ve sol uçlara uzanır.  “Vatan bölünmez” ilkesini, anti-emperyalist konumlar ve bağımsızlık tutkularıyla birleştiren sert milliyetçi renkleri içerir. Bölgesel, etnik, kültürel   özerkliklere sıcak bakan liberalleri de kapsar. Tüm siyasî meşreplerden katıksız demokratlar, aydınlanmacılar buradadır. Sol uçta sosyalizmle barışık insanlar yer alır. Büyük çoğunluk, Alevîliği de kapsayan bir Müslümanlık kimliği taşımaktadır.

Cumhuriyet değerlerini ve bunların İslamcı karşıtlarını temsil eden sözcükler, olgular, kişiler, kurumlar üzerinde özenli, doğru anketler yapılsa, öyle sanıyorum ki, cumhuriyetçi kalabalığın  bugün dahi İslamcı bloktan daha geniş olduğu ortaya çıkacaktır. Zira, yukarıda sözünü ettiğim “fetih” süreci, henüz  tamamlanmamıştır.

Bu renk ve meşrep kargaşası, cumhuriyetçi kalabalığın birlikte, aynı doğrultuda  hareket etmesini neredeyse imkânsız kılar.  Sadece, tümünü birleştiren değerlerin tehdidi ortak tepkileri tetikleyebilir. Anayasa referandumu böyle bir ortam oluşturmuştur ve tepkilerin 16 Nisan’da sandıklara yansıması beklenebilir. Şu şartla ki, anayasa taslağının Cumhuriyet’in tasfiyesini hedeflediği, cumhuriyetçilerce algılanmış olsun…

Muhalefet Kampanyası
Muhalefet, İslamcı rejim hedefinin farkında olmasına rağmen, referandum kampanyasında bu önceliği vurgulamaktan uzak durdu. “Hayır” kampanyasında bugün birleşenler, AKP’nin stratejik hedeflerini algılamakta geciktiler. Gecikmenin, önceki dağınıklığın bedelini  şimdi ödüyorlar.

Kısa kronolojik hatırlatmalar yararlı olabilir:
2007’nin “tehlikenin fakında mısınız?” kampanyası ve Cumhuriyet mitingleri ile başlayabiliriz. O tarihteki Cumhurbaşkanı seçimi vesilesiyle laikliği savunma platformu, eksik kaldı: Sosyalistler “ulusalcı” teşhisi nedeniyle uzak durdu. Liberal ve orta-sağ çevreler ise “darbeci” suçlaması ile cephe aldı.   
                   
Liberallerin, orta-sağın bu tutumu, AKP’nin karşı saldırısına ve Cemaat’in Ergenekon/Balyoz operasyonlarına yeşil ışık yakmış oldu. 

Sonraki yıllarda sosyalist sol, aydınlanmacı çizgiyle kopukluğunu adım adım aştı. 2013 Haziran kalkışması sonrasında laiklik karşıtı uygulamalara en etkili direnmeler, sosyalistlerden gelmektedir; CHP’den değil…

Niçin CHP’den değil? Zira, 2007 sonrasında AKP-Cemaat ittifakının, din ve laiklik konularında sağladığı ideolojik hegemonya, CHP’yi giderek savunmacı bir konuma sürükledi. Laiklik karşıtı İslamcı politikaların eleştirilmesi, liberal aydınların da katkısıyla “din karşıtlığı” olarak teşhir edildi. Bu tür suçlamalar, CHP yönetimini adım adım  tutsak aldı; lider kadrosunda bir “suçluluk psikozu” yarattı; köşeye sıkıştırdı.

“AKP, laikliği tasfiye gerekçesiyle eleştirilmeyecektir…”  Bu örtülü direktif, Kılıçdaroğlu tarafından güncel politikalarda bir CHP ilkesi haline getirilmiştir.

Nisan 2017’ye gelindiğinde CHP, sosyalistler, liberaller, orta-sağ, referandumun, “İslamcı rejime geçiş” hedefini içerdiğinin farkındadır. Ne var ki, AKP’nin ideolojik hegemonyasının genişlemiş olması, bu teşhisin kampanya platformuna taşınmasını frenlemektedir.

Referandum süreci başlarken muhalefet iki seçenekle karşı karşıyaydı: Cumhuriyet değerlerini açık-seçik savunmak ve AKP’ye açıkça Cumhuriyeti tasfiye suçlaması ile yüklenmek… Veya, “Hayır” platformunu “tek adam yönetimine karşı parlamenter demokrasiyi savunma” gündemi üzerine yoğunlaştırmak…
İkinci muhalefet çizgisi yeğlendi…

Cumhurbaşkanına Sınırsız Dokunulmazlık
Cumhurbaşkanına sınırsız dokunulmazlık… Yazının   başında işaret ettiğim gibi, 16 Nisan oylamasının aslında izlediği iki hedeften biri budur.
Meclisi feshetme yetkisi, Cumhurbaşkanı’nın süresini uzatma  imkânı da sağlamaktadır. Süreleri üst üste ekleyebilen herkes farkındadır ki, bu düzenlemeler, bugünkü Cumhurbaşkanı’na (belki de) ömür-boyu sınırsız dokunulmazlık sağlayabilmektedir.
Bir olasılıktan söz ediyorum. Esas olan “geleceği okumak” değil, bu hedefin taslağa yerleştirilmiş olmasıdır.

Gülen’ci “paralel yapılanma”nın 2013 sonunda AKP’nin üst kadrolarına karşı gerçekleştirdiği operasyonun dosyaları, belgeleri fiilen kapatılmamıştır. Bir ucu şu anda ABD yargısına taşınmıştır. Sınırsız dokunulmazlık arayışları, bu bilançoyla ilişkili değil midir?

Anayasa değişikliğinin Cumhurbaşkanı’na tanıdığı dokunulmazlık, referandum kampanyasında muhalefet tarafından da vurgulandı. Ne var ki, “neden” sorusu sorulmadı; bu bağlantı üzerinde durulmadı. 2013 referanslı yolsuzluk iddiaları, parlamento dışı muhalefeti, “FETÖ örgütlenmesi” suçlamasıyla karşı karşıya getirmektedir. Ana muhalefet partisi dahi,   bu bağlantıları gündeme getirmede ürkek davranmaktadır.
Bu durum da, faşizmin, Türkiye siyasetine fiilen damgasını vurmuş olduğunu göstermektedir.

17 Nisan İslamcı faşizme sürüklenmeyi frenleyecek önemli bir dönüm noktası olabilir. Her şey, cumhuriyetçi blokun algılama düzeyine ve katılımına bağlı görünüyor.

                                                                    ***
Haziran 2018’de Ek Notlar
Nisan 2017 referandumu arifesinde kaleme alınan yukarıdaki tespitlerin  22 Haziran 2018’de de büyük ölçüde geçerli olduğunu düşünüyorum. Birkaç ek gözlemle yetineceğim.
Birincisi, referandum sonuçları ile ilişkilidir. Yazıda vurgulanan   Cumhuriyetçi ve İslamcı bloklar arasındaki ayrımın bir paraleli, Kürt nüfusun ağırlık taşıdığı illerde de ortaya çıktı. Bu illerin çoğu ve kıyı şeridi “Hayır” oylarının yoğunlaştığı coğrafya olarak dikkat çekti.
Haziran 2018 seçimine giderken benzer bir durum, Kürt seçmenlerin saflarındaki   HDP / AKP ayrışması içinde temsil edilmektedir.  Ancak, HDP/AKP ilişkileri, Cumhuriyetçi / İslamcı karşıtlığına oturamaz. Burada değinmekle yetinelim.

Cumhurbaşkanlığı adayı belirlenirken Abdullah Gül’ün dışlanması, CHP saflarında Cumhuriyetçi akımın etkisini ortaya koymuştur. Ne var ki, Kılıçdaroğlu, partisini Cumhuriyetçi / İslamcı karşıtlığının dışında  tutmaya öncelik vermektedir.

Başarılı bir manevra  sonunda oluşturulan CHP / İyi Parti /Saadet seçim ittifakı, CHP liderinin bu önceliğine de hizmet etmiştir.  Aday listelerinde sosyalistler ve militan aydınlanmacılar tırpanlanırken, Saadet Partisi’ne ayrıcalık verilmiştir.

Buraya Nasıl Geldik?
1991 genel seçim sonuçlarına bakınız: Orta/Sol partiler (SHP+DSP) toplamı yüzde 31,5 oyla öndedir. Demirel’in DYP’si yüzde 27; Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı yüzde 24 oy almıştır. Bugünkü Cumhur İttifakı’nın öncülleri (Refah ve Milliyetçi Çalışma partileri) ise seçime ortak listeyle girmiş ve yüzde 9,7’lik  oy toplamıyla marjinal konumda kalmıştır. 1991 yılı, böylece,  Cumhuriyetin temel ilkeleriyle kavgalı olmayan Orta Sol / Orta Sağ partiler bloku, seçmenlerin  %83’ünün desteğini aldığı bir tarih olarak dikkat çekiyor.
On yıl sonra İslamcı bir partinin tek başına iktidar olmasına yol açan ve 2017-2018’de Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye eşiğine sürükleyen dönüşümlerde, 1991 siyasetine hâkim olan düzen partilerinin büyük sorumluluğu vardır. Sicilleri, kadroları ve seçmenleri itibariyle  Cumhuriyetçi değerlerin ana temsilcisi olarak bilinen SHP, DSP, CHP’nin sorumluluğu  daha da ağırdır. Bu bilançoyu sürekli hatırlatmak zorundayız.

Cumhuriyetçi / İslamcı karşıtlığı, CHP geleneğini temsil eden bu partilerin isteğiyle oluşmadı. Ancak, bu ikilemle karşılaştıktan sonra, Cumhuriyetçiliği savunmak bu partilere düşmeliydi; bugünkü koşullarda CHP’ye düşmelidir.  

Bu sorumluluktan kaçmak, aydınlanmacı mirasın reddi demektir. İslamcı faşizme karşı açık ve etkili mücadele de, bu mirası hem özümseyen, hem de sınıf mücadelesi gündemiyle zenginleştiren  sosyalist, komünist, devrimci akımlara düşecektir; düşmektedir.

Korkut Boratav / SOL

‘Adalet’ mi ‘oralet’ mi? - Meriç Velidedeoğlu

Demek ki değerli dostlar, bugünle birlikte, “48 saat” kaldı, başlığı oluşturan soruya milletçe vereceğimiz yanıtı öğrenmeye.

Yine de yaşamamızın son “16 yıllık” dönemine ve sonunda bugün,    “Adalet”  kavramının karşısına “Oralet”le çıkıp dikilen “AKP” iktidarının, ülkeyi bu duruma getirmesinin nedenlerine, kısaca değinmeli diyorum. 

Yıllar önce, yaklaşık yarım yüzyıl önce, Hıfızı Veldet Hoca, şöyle demişti: “Adalet’in dolaysiyle de ‘hukuk güvencesi’nin, kesin olarak gerçekleşmediği yerde, bırakınız ‘Hukuk Devleti’nden gerçek ‘İNSANLIK’tan bile söz etmeye olarak yoktur!” 
Katılmamak olası mı?
 
Yaşamakta olduklarımızı, yaşatılmakta olanları düşünürsek, bunların pek çoğunda adaletin varlığından söz edebilir miyiz? 

Ya da “Hukuk Devleti”nden... Dahası, yer yer “insanlık”tan... 

H.V. Velidedeoğlu, bu durumu da, “ülkedeki yöneticilerin, kuralların üzerinden atlayarak Keyfi İcraat”a sapmaları” olarak görmüş, ardından da “bu ülkelerde ‘Hukuk Devleti’nin karşıtı olan ‘Keyfi Devlet’ yönetimi geçerlidir!” diye vurgulamıştı. 
Bu ‘keyfi yönetim’i oluşturacak, kural ve yasaların seçiminin ilk adımları da, hemen hemen yine yarım yüzyıl önce, “1975”in ortalarında atılmıştı. 

O dönemin, “Milliyetçi Cephe” hükümetinin İçişleri Bakanı olan “Milli Selamet Partisi”den Oğuzhan Asiltürk, neredeyse yarım yüzyıllık, kökleşmiş bir uygulamayı bozup, “Din Görevlisi” olarak yetiştirilen “İmamlar”ı, Emniyet’in kadrosuna yerleştiriyordu bir bir. Kuşkusuz bilinçli olarak seçilmişti “Emniyet”. 

Ne var ki değerli dostlar, bu tutumun, zamanla kendilerine de uygulanacağının ayrımında olamayan onca kurum, dernek ve kuruluştan hiçbir tepki gelmez,  “TSK” dışında... Ve anımsanacağı gibi, yalnızca askeri okullara, İmam Hatipli’lerin alınmasına izin verilmez. “TSK” bağlamında nereden nereye?.. 

Konumuzu sürdürürsek, Emniyet’e alınan imamlarla açılan yol, Başbakanlık’a dek uzanır; bir “İmam Hatip”li, Başbakan olur; R.T. Erdoğan, ilk “İmam Başbakan”dır; “laik çağdaş bir hukuk devleti” olduğu, Anayasa’sında yazılı olan, “T.C. Devleti”nde... 
Böyle olunca da noktalanmaz, arkası da gelecektir; gelir... 

İmam Başbakan’ın “cemaat”i, “Allah’ın bütün vasıflarını taşıyan Erdoğan, İkinci Peygamber’dir!” diye haykırınca, R. Tayyip Bey“Cumhurbaşkanı” oluverir... 

Bilindiği gibi -yasaya göre-Cumhurbaşkanı olacak kişinin, “imam” olma koşulu yok; ama üniversite, ya da üniversite ayarında bir yüksekokul diplonamasının olması şartı var; Erdoğan’ın böyle bir diplomasının olup olmadığı konusu çok tartışılıyor; böyle bir diploması olduğunu açıkça söyleyen Erdoğan, diplomasını köşe bucak saklayacağına, gösteriverse sorun bitecek... 

Ne ki, bu ciddi, yasal sorun, seçim konuşmalarında -ister istemez- yer alacaktır; aldı da. “CHP”nin, Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, Çorlu’da yoğun bir kalabalığa seslenirken, bu diploma konusuna da değindi; şöyle: “Son günlerde Erdoğan’ın diplomasının, FETÖ tarafından çalındığı ortaya yayılınca, FETÖ’den açıklama geldi, ‘Çalmak için gittik, ama bulamadık, yoktu!’ dediler!” diye Çorlulara anlatınca, kahkahalarla birlikte alkışlandı uzun süre... 

M. İnce’nin bu konuşmasını TV’de izlerken, gazeteci yazar dostum Deniz Banoğlu’nun Cumhuriyet’te yayımlanan, “Utanmak Erdem”dir!” başlıklı yazısını anımsadım...

Öte yanda, Erdoğan’ın reklam filminde yer alan, “Zümrüdüanka” kuşu, mitoloji kaynaklı bir kuşmuş; adı da genelde, “hayal ürünü olan” şeyler için kullanılırmış; ayrıca bu kuş -zamanı gelince-kendini yakıp, “yok” edermiş... 


Bilmem ki ne dersiniz, Erdoğan’ın bu “Zümrüdü-anka” kuşlu seçim reklamına? 


Haftaya, “her şey”den önce, “Evrensel İnsan Hakları”nın geçerli olacağı bir Türkiye’de buluşmak üzere...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

24 Haziran’ın dört kesin sonucu - KADRİ GÜRSEL

Türkiye iki gün sonra, tarihinde sandıktan çıkmış bir iktidar altındaki en antidemokratik seçimlerine gidiyor. 24 Haziran seçimleri adil değil, özgür değil, güvenli değil. Muhalif cumhurbaşkanı adayı, konuşmalarından dolayı kapatıldığı hapishaneden sürdürüyor kampanyasını. Basın özgürlüğü yok, fikir özgürlüğü yok. İnsanlar olan bitenden habersiz bırakılıyor, dezenformasyon bombardımanına tutuluyorlar. Muhalefetin medyaya erişimi engelleniyor... 


Tüm bunlara rağmen muhalefetin seçim meydanlarında büyük, coşkulu ve ilgili kitleler bir araya geliyor. İktidarın meydanlarına toplanan kalabalıklarda ise bu çapı ve dinamizmi göremiyoruz. Bıkkınlık, isteksizlik var. İktidar yorgun. Sözünü ve vaadini tüketmiş, dimağı zayıflamış, hataları gülünçleşmiş. 

Türkiye, sandıktan çıkmış bir iktidar altındaki, sonucu en öngörülmez seçimlerine gidiyor. Sonuç derken, sadece yüzdeleri kastetmiyorum. Meselemiz, seçimlerin ülkenin kaderi üzerindeki sonuçlarıdır.
 
Geçmişteki rezillikleri kayıtlarda olduğu halde “işlerini” yüzleri hiç kızarmadan yapmaya devam eden anketçi esnafının iktidarı kayıran “kamuoyu yoklamaları”, hayatın ve sahanın gerçekleriyle değil, sarayın sandıktan çıkmasını istediği ve ilgili yerlere empoze ettiği sonuçlarla uyumlu. Nedeni basit: 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu’nda üretilen ve zaten ne yasal ne de meşru olan sözde yüzde 52’lik “Evet” sonucunun, Haziran 2018 Türkiye’sindeki “Cumhur İttifakı” kisvesi altında, bu varsayılan seviyesinde tutunması mümkün değildir. Nisan 2017’den bu yana köprülerin altından çok sular akmıştır. 

Bu iddiamızı destekleyen faktörler şunlardır: 
Ekonomideki kötü gidişattan kaynaklanan sorunlar seçmen algısında açık ara birinci sıraya yerleşmiştir. 

İYİ Parti ve Saadet Partisi, muhafazakâr milliyetçi seçmen kesiminde gidilmesi mümkün yeni adresler olarak ortaya çıkmışlardır. Liderler bazında da aynı durum, Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu’nun şahıslarında söz konusudur.
 
Meydanlarda Muharrem İnce rüzgârları esmektedir. Muharrem İnce’nin reytingi Erdoğan’ınkinden fazladır, birçok kentte topladığı kalabalıklar da öyledir. 
Bunlara bir de iktidarın, vizyon ve söylemine yansıyan tükenmişliğini ekleyin. Muhalefet, iktidarın yarattığı sorunlara çözüm önerilerini meydanlarda dillendirirken, iktidar bu sorunlar hiç yokmuş gibi bir kampanya yürüttü. 

Seçim sonuçlarını, sahanın iktidar aleyhindeki gerçekleri ile karanlık odalarda iktidar lehine ayarlanmak istenen yüzdeler arasındaki makas açıklığının gerilimi tayin edecek. 
Dolayısıyla, 24 Haziran seçimlerinin YSK tarafından açıklanacak sonuçları ne olursa olsun, içinden geçen sürecin 25 Haziran Türkiye’sine devredeceği şimdiden kesin olan neticeleri şunlardır: 

Birincisi, Türkiye siyasetinde Muharrem İnce adında bir liderin temayüz etmiş olmasıdır. İnce, her halükârda CHP’den daha fazla oy alacak. Bu oyların CHP’de konsolide olabilmesi için, İnce ve CHP’nin lideri Kılıçdaroğlu arasında ülkenin çıkarlarını her türlü kişisel siyasi menfaat mülahazasının üzerinde tutan erdemli bir işbirliğinin 24 Haziran’dan sonra aksamadan devamının temin edilmesi şarttır. 


İkinci sonuç, Millet İttifakı’dır. İttifakın gevşek halkası, İYİ Parti’nin Meclis grubu olabilir. Gevşemeyi önleyecek dinamik ise ittifakın kurumsallaşmasıdır. Bunun bir yolu Saadet Partisi’nin Meclis’te grup kurabilmesidir. Millet İttifakı kurumsallaşırsa önümüzdeki yerel seçimlerde AKP’yi önemli ölçüde geriletmeyi başarabilir.

Üçüncüsü, Selahattin Demirtaş’ın gerçek bir lider, başat siyasi aktör ve Kürt sorununun çözümü için hakiki bir muhatap olarak yükselmesidir. Gizli yapılanmalar ve aktörlerin perde gerisinden, siyasetin güdümündeki istihbarat servisleriyle örtülü anlaşmalar yaparak işleri idare ettiği bir müzakere düzleminden, gelecekteki demokratik bir Türkiye’de parlamento odaklı çözüm zeminine geçildiğinde, Demirtaş’ın buradaki varlığı ve rolü fevkalade müspet bir etkiye sahip olacak. 

Dördüncü sonuç, Türkiye’nin ana akım siyasal İslamcı hareketi, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP’nin ideolojik, siyasal ve idari krizinin derinleşerek devam etmesi olacaktır. Erdoğan ve AKP’sinin elde kalan kapasitesi kendi sorunlarını dahi çözebilmeye kâfi değil. Dolayısıyla AKP, kendisine kendi içinden bir alternatif çıkararak varlığını ötedeki bir geleceğe taşıyabilme gücüne sahip değildir.

Kadri Gürsel / CUMHURİYET

İslamcılığın ‘distopyası’ Erdoğan - TAYFUN ATAY

Bir İslamcılık programı ortaya koyma çabası olarak değerlendirilebilecek Millî Görüş, “İdeolojiler Çağı”nın ürünüdür. Rabia ise “İmaj Çağı”nın, yani ideolojiler değil, “imgeler çağı”nın ürünü.


Bugün İslami siyasetin simgesel merkezinde Rabia var. Daha doğrusu onu her yerde 4 parmağını öne-yukarı kaldırarak gözümüze sokan, hakikilikten uzak bir “imge” var.İslamcılık mevzu bahis edilecek olursa, bir “distopik imge”...

Cumhuriyet Türkiye’sinde Necmettin Erbakan İslamcılığın ütopyasını temsil etmiş bir siyasi aktördür. Recep Tayyip Erdoğan ise İslamcılığın “distopya”sını temsil eden aktör... İslamcılığın ütopyasından, yani onu benimseyenler için bir “gelecek umudu” olmasından bir distopya, yani ân içinde ve gelecekte bir boş umut, bir bitmiş hayal olmaya doğru yol nasıl katedildi, bakalım!..
“Millî Görüş”, Cumhuriyet Türkiye’sinde, laikliği ciddi siyasal hassasiyet meselesi yapmış bir statüko karşısında olabildiği ölçüde, ve dünya konjonktürü de göz önünde bulundurularak geliştirilmiş, kısmen örtük bir “yerli İslamcılık” projesiydi. 1970’ler dönümünde, yürürlükteki siyaset sahnesine Milli Nizam Partisi/Milli Selamet Partisi ile çıkan Erbakan, Türkiye’de kapitalist işleyişin ivme kazanmasıyla çıkarları sarsılan, kendini tedirgin hisseden, gelecekten kaygılı kesimlere seslenirken ütopik bir siyasi programla karşımızda idi. Ve “ne Amerika (kapitalizm) ne Rusya (sosyalizm), tek yol İslam” demekteydi.

AKP kurmaylarının Erdoğan başta olmak üzere 2000’ler başında yola çıktıklarında hareket noktası bu yaklaşımın reddidir ve bir “helâl kapitalizm” arayışı doğrultusunda “İslamcı” değil “muhafazakâr demokrat” olduklarını söylerler. O ölçüde ki 2004’te Erdoğan, başbakan olarak Financial Times muhabirine mülakat verirken “Müslüman demokrat” lafzını bile “düzeltip” kendilerine ilişkin doğru nitelemenin “muhafazakâr demokrat” olduğunu belirtir. Israrla din partisi olmadıklarının altını çizerek dini siyasete karıştırmayı doğru bulmadıklarını da kaydeder (Vincent Boland, “Eastern Premise”, FT Weekend, 5 Aralık 2004).

‘Sonradan ‘din’ der oldular’
Bu doğrultuda hem Erbakan’ın siyasi çizgisinin başlangıçtan bugüne içinde olmuş, hem de Erdoğan’ı ilk gençlik yıllarından bu yana tanıyan bir “kaynak”, her iki siyasi anlayış arasındaki farkı şöyle işaret ettiğinde haksız sayılmaz: “Erbakan hep ‘din’ dedi. Bunlar (Erdoğan ve AKP) ‘din’ diyerek gelmedi, ‘demokrasi’ diyerek geldiler. Ha, ama şimdi ‘din’ diyorlar, o ayrı mesele...” Erbakan, “hep din dedi” ve bu, adı konmamış bir İslamcılıktır. Dinin yaşanan hayatın içinde her yerde her zaman olmasında ısrar yani... AKP ise başta “din” değil, “demokrasi” diyerek geldi; bu da “muhafazakâr demokrat” tabirinde aşikârdı. “Dindar nesil yetiştirme” hevesinden de eser yoktu.
Fakat o günler geldi ve yukarıdaki ifadedeki “Şimdi ‘din’ der oldular” sözünün hakkı verildi... Verildi de bu “din demeye başlama” durumu, şartların zorlamasıyla bağlantılı bir iktidarı kaptırmama isteğinin sonucuydu esasen... O yüzden pragmatist, stratejik, “hipokratik” (ikiyüzlü) çerçevede karşımıza çıktı ve dini sahiplenme demek olan dindarlığı değil, dini kullanarak dünyayı sahiplenme demek olan “dinbazlığı” işaret etti. Dolayısıyla İslamcılığı değil, “post-İslamizm”i işaret etti. “Din” diye diye dünyayı değiştirmeyi değil, olduğu şekli ile dünyayı talep ve elde etme halini işaret etti.
İslami bir ütopyayı değil, “distopya”yı işaret etti.

‘Milli Görüş’ten ‘Rabia’ya...
Bu durumun çarpıcı bir simgesel ifadesi de “Millî Görüş” ile “Rabia” farkıdır.

Erbakan deyince akla “Millî Görüş” gelir. Erdoğan deyince “Rabia” geliyor.

Bir İslamcılık programı ortaya koyma çabası olarak değerlendirilebilecek Millî Görüş, “İdeolojiler Çağı”nın ürünüdür. Hayatın akışında “yazılı kültür”ün önceliğini koruduğu, insanlığın yol alışında ideolojilerin kılavuzluğundan henüz vazgeçilmediği bir dönemde Türkiye’de İslami siyasetin dillere dolanmış simgesi Millî Görüş idi.

Rabia ise “İmaj Çağı”nın, yani ideolojiler değil, “imgeler çağı”nın ürünü.

Görünürlüğün çok ama çok ön plana çıktığı, okumanın gözden düştüğü, insanların spotları, sloganları, şarkı sözlerini okumakla, dinlemekle yetinir olduğu görsel kitle kültürü dünyasında Türkiye’deki İslami siyasetin de öyle ağır, “programatik” yazılı metinlerle uğraşacak vakti yok. O metinlere dayalı, uzun, (kendi kulvarında) entelektüel duyarlılığa sahip, dolayısıyla sıkıcı söylemelerle kaybedecek vakti de yok.

O yüzden Rabia yetiyor: “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet...” Eşittir, tek adam.
Bugün İslami siyasetin simgesel merkezinde Rabia var.

Daha doğrusu onu her yerde 4 parmağını öne-yukarı kaldırarak gözümüze sokan, hakikilikten uzak bir “imge” var.

İslamcılık mevzubahis edilecek olursa, bir “distopik imge”.

SOSYOLOG SEVİNÇ DOĞAN* : AKP Türkiye partisi olmaktan çıktı

-AKP, bir siyasi hareket ve kimlik olarak ilk ortaya çıktığı 2000’ler başından bugüne, nereden nereye geldi, nereye gidiyor?

İktidar-kitle siyaseti bağlamında, geniş toplumsal kesimler nezdindeki itibar, meşruluk ve rıza devşirebilme anlamında düşünürsek AKP Türkiye partisi olmaktan çıktı, çıkıyor. AKPErdoğan toplumsal kutuplaşma zemininde düşmanlık ve taraftarlık sınırlarını sürekli biçimde körükleyerek, kendi seçmentaraftar kitlesini ayırıyor. Onları sürekli teyakkuz halinde tutuyor ve sadece siyah-beyaz olan bir tercih skalası içinde bakmaya zorluyor.

Oysa AKP ilk dönemlerinden son beş-altı yıla kadar toplumun tüm kesimlerine hitap eden ve geniş kesimleri kapsayan bir Türkiye partisi olma iddiasındaydı. Parti söylem ve propagandaları, çok daha inandırıcı biçimde bu izlenimi pekiştiriyordu. İktidarı ve onun açtığı olanakları gören kesimler de bir biçimde bu parti ağlarına katılmada beis görmemişlerdi. Zaten bir şirket gibi işleyen partiye katılmak, neoliberal iş ve yaşam koşullarında, pragmatik bir adım olarak da görülüyordu- özellikle AKP’nin hitap edebildiği alt-orta sınıflar için böyleydi.

İktidarı alan ve gittikçe iktidar alanını genişleten, bürokrasi da dahil tüm yönetim kademelerinde güç elde eden, yükselişteki bir siyasal partinin yarattığı ivme söz konusuydu. Fakat çember, yapısal anlamda da özgün koşullarla da daralmış görülüyor. Yani doların yükselişi, hayat pahalılığı, borçlanma oranı gibi bir dizi ekonomik yapısal koşulun yanında Türkiye özgünlüğünde, Kürt meselesinin bugün geldiği evre, tutuklamalar ve şiddet araçlarının tekrar öne çıkması, muhalif kesimlerin derinden hissettikleri hoşnutsuzluklar ve seçim sürecinde oluşturdukları ezber bozan ittifak siyaseti, iktidar çemberini daraltmış görünüyor.

Aslında 7 Haziran seçimleriyle birlikte ne Erdoğan’ın tüm Türkiye’nin lideri olduğu ne de AKP’nin tüm Türkiye’nin partisi olduğu açığa çıkmıştı. O zamandan bu yana, toplumsal değişim arzusuna karşı daha otoriter ve sert bir siyaset tarzı ile karşılık veriliyor.

Geniş kesimlerin rızasından vazgeçildi
Bir parti olarak AKP’nin kaderi Erdoğan’a bağlandıkça, AKP Erdoğan ile özdeşleştikçe sınırlar ve hatlar da keskinleşiyor. Bugün artık iktidarı desteklemeyen kesimler (ki toplumun yarısı demek) iktidar tarafından dışlanmakta, suçlu ya da hain ilan edilmekte. İktidarın otoriter pratikleri, 15 Temmuz sonrasında OHAL ilan edilmesiyle hukuksal alanda ve uygulamada ‘baş ağrıtmayacak’ biçimde mevzuata uydurulmaya çalışıldı. Fakat her şeye rağmen bunun kolay olmadığı görülüyor. Toplumun büyük bir kısmı, adalet sistemine güvenini yitirmiş durumda ve devletin işleyişi/yönetim anlayışı hukuksal alandan güç ilişkilerine kaydıkça huzursuzluk, istikrarsızlık ve inanç da azalıyor. 16 Nisan referandum sonuçları bu hissiyatların bir yansıması olarak da görülebilir. Ki sonuçlar iktidar nezdinde memnuniyetsizlik yaratmış, parti içinde büyükşehir belediyelerine de yansıyan tasfiyeler gündeme gelmişti.

Artık sınır dışı operasyonlarla, yükselen militarist atmosfer içinde, sürekli ‘büyük resme’ işaret ederek, Türkiye’nin kaderinin kendi kaderine bağladığı olduğunu iddia eden bir anlayış ön planda. Aslında AKP Türkiye partisi olmaktan çıktıkça, devletin bölünmez bütünlüğünün ve selametinin savunucusu olduğu iddiasını daha çığırtkan biçimde öne sürüyor.

Fakat bu öykü inandırıcı gelmiyor. Büyük bir anlatı kurmak için geniş kesimlerin rızasına ihtiyaç var ama iktidar kendisi geniş kesimlerin rızasından vazgeçmiş durumda.

Bunlarla beraber iktidara taraf olan kesimler için, taraftarlık düzeylerinin en son kertede ‘oy’ ile ifade bulduğuna inanılırsa, yaşanan değişimlerin ne kadar yansıyacağı muamma. Bir biçimde bu kesimlerin gönülleri artık kaymış olsa dahi, ilişkilerini kopardıklarına dair net emareler açığa çıkmış değil. İktidara güç veren, onun gövdesini oluşturan ve bugün artık bağlılıklarını parti değil ‘reis’ üzerinden gösteren kesimlerin desteği sürüyor.

Kazanımlarını ve statülerini kaybetmek istemeyen, güç dengeleri değiştiğinde önünü göremeyen kesimler iktidara destek olmaya devam ediyor. Bu koşullarda, kendisini gerekirse feda etmeye hazır olduğunu ‘gösteren’ bir anlayış da öne çıkıyor. Bu anlayışın bir ‘yıkıcılık’ içinde olduğu da gizlenmiyor.

Tüm bunlarla birlikte, bugün seçim sürecinde gerçekleşen siyasal ittifaklar, tüm ezberleri bozan bir yerde duruyor. İktidar 24 Haziran seçimlerinde moral üstünlüğünü kaybederken, 15 yıldır yarattığı hatta RP dönemini de sayarsak 25 yıldır dayandığı ağlara ve deneyimlere yaslanarak devam ediyor. Ruhunu yitirmiş ancak varlığını sürdüren bir “siyasal corpus”, renksiz ve soluk da olsa oyun kuruyor, kurmaya çalışıyor.

-Erdoğan, 1970’lerde MSP Gençlik Kolları’nda başladığı siyasi serüveninde o zamanlardan bugüne nereden nereye geldi, nereye gidiyor?
Burada R.T Erdoğan’ı değerlendirirken sadece kendisi üzerinden değil, Erdoğan’ı Erdoğan yapan, bir lider ve reis olarak Türkiye siyasetinde öne çıkaran koşullara ve toplumsal kesimlere bakmanın daha anlamlı olacağını düşünüyorum. Çünkü hem sınıfsal anlamda geçirdiği dönüşümün (ki buna eğitim sermayesi de dahil), hem etnik/ hemşerilik bağları anlamında gösterdiği aidiyet ve kimliğin, hem de siyaset yapma biçiminin belli toplumsal kesimler için temsil edici olduğunu düşünüyorum.
MSP döneminde Akıncılar içinde yer alan, RP döneminde Milli Gençlik Vakfı’nda yoğrulan ve AKP ile siyasete ön safhalarda atılan, iktidarı ve bunun deneyimlerini yaşayan belli kesimlerin kendi değişim serüvenlerini gördükleri biri Erdoğan. AKP için bir parti “habitus”undan, yani hayat pratikleri içinde onları benzer güzergâhlarda buluşturan ortak yatkınlık ve eğilimlerden bahsedersek, Erdoğan da bu habitusun içinde. Örneğin sınıf atlama hikâyelerinden dini referansları işaret eden yaşam tarzlarına, politik geçmişlerinden gelecek kurgularına kadar belli ortaklıklar ve eğilimler bu kesimleri buluşturuyor. “Dinsiz” devlete karşı gelen değil, artık onu tamamen sahiplenen, belediyelerde “kravat”la tanışan, popülist siyaset yapma biçimini öğrenerek “ılımlılaşan”, dahası piyasa süreçlerine dahil ve idealist değil gayet maddiyatçı olan, sadece kendine bakan bir birey anlayışını besleyen bir kültürel yapıdan çıkan öznelliklerden bahsedilebilir bu anlamıyla.

Erdoğan partideki kadınlar için ‘fetiş’
Aslında popülist bir siyasetçi olarak Erdoğan’ın daha pragmatik ve sınırlarının da bu anlamda daha esnek olacağı varsayılabilir ancak örneğin toplumsal cinsiyet meselesinde sergilediği sürekli erkeklik performansı ya da Ermeni meselesinde sahiplendiği “suç ortaklığı”nı gösteren tavrı, toplumdaki kimi hâkim kodlarla örtüştüğünü, bunları taşıdığını gösteriyor.

Erdoğan özdeşlik kurulan da bir güç imgesi aynı zamanda. Reisten bahsederken onun duruşuna, tavrına ve siyasal manevralarına methiyeler dizen erkekler sıkça kendilerini onun yerine koyup özdeşlik kuruyor. Erdoğan parti içindeki kadınlar için de bir “fetiş”. Çoğu orta yaş grubuna mensup ev kadınları, Erdoğan’a hayranlık duyuyor. Bu kadınların bir erkeğe olan duygularını ve coşkularını dizginsizce ifade etmelerinin “meşru” olduğu yegâne kanallardan biri olarak varsayılırsa, neden böyle davrandıkları ve hissettikleri toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden azade değil kuşkusuz. Sonuçta belli kesimler için Erdoğan onları temsil eden bir figür hâlâ. Daha da önemlisi kendi kaderini de Erdoğan’ın kaderine bağlamış da durumdalar.

Fakat bugün aynı zamanda Erdoğan’ın bir lider olarak yıldızının eskisi gibi parlamadığı da görülüyor. “Yeni” olarak söylenen bir şey kalmadı. Vaatler var, ancak son birkaç yılın bilançosu bu vaatlerin gerçekleşme ihtimalini askıda bırakıyor.

Artık İstanbul da tamamen fethedilmişken ve İstanbul’u dönüştürürken kendileri de dönüşen kesimler kendi yarattıklarından hoşnutsuzken (Erdoğan İstanbul’a ihanet ettim demişti), hizmet siyasetinin de sonuna gelindiği anlaşılıyor. Artık özünde mevzileri korumak dışında yeni hiçbir şey önermeyen bir siyasal iddia var.

*Sevinç Doğan, siyaset sosyoloji alanında doktorayapıyor. 2016 yılında yayımlanan “Mahalledeki AKP: Parti İşleyişi,Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma” (İletişim Yayınları) kitabı, 2017 Yunus Nadi Sosyal Bilimler Ödülü’nü aldı. Şu an farklı kuruluşlarca düzenlenen siyasi algı araştırmalarında ve yerel kentsel tarih alanında çalışmaya devam ediyor.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

16 yıldır ne iş ne de eğitim - ASLI AYDIN

Türkiye, uygulanan çarpık politikalar nedeniyle, uzunca bir süredir zenginliklerini tüketen, varlıklarını yok pahasına elden çıkaran bir ekonomiye sahip. Peki, nasıl bu hale geldik? Neden artık gelir elde edemiyoruz? Neden dış kaynağa muhtacız? Kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomi olma trenini nerede ve ne zaman kaçırdık vb. birçok soruyu bugünkü mevcut durumu, temel ekonomik sorunlarımızı tartışmak için soruyoruz. Dış borç rakamları, cari açık, TL’nin değer kaybetmeye devam etmesi, işsizlik, enflasyon ve yoksulluk temel ekonomik sorunlarımızdan bazıları. Bunlardan işsizliği mercek altına aldığımızda, tek bir işsizlik oranı verisinin ardına sığdırılamayacak kadar büyük boyutta meseleler ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin tartışmasız en büyük serveti, büyük çoğunluğu gençlerden oluşan emek gücü. Bu güce salt kas gücü olarak bakanlar, bu gücün yaratıcılığını ve aklını görmezden gelmeyi seçiyorlar. Bu yüzden de bu servetin nasıl eridiğini gözden kaçırıyorlar.

Öncelikle bugün bir genç, iş bulmak isterse iktisadi alanların içinde en fazla hizmetler sektöründe iş bulabiliyor. Türkiye’nin istihdam yapısı ancak buna izin veriyor; istihdamın yüzde 55’i hizmetler sektöründe yer alırken, sanayide ancak yüzde 19,7’si iş bulabiliyor. Son bir yıllık değişim incelendiğinde, bu dağılımda tarımda 1 puan gerileme gözlenirken, sanayi yerinde sayıyor ve bu 1 puan hizmetlerde artış olarak karşımıza çıkıyor. Bu da ekonominin genel ahvalini bir kez daha gözler önüne seriyor, tarımsal faaliyetler erirken, buradan işsiz kalanlar, yok olan tarımsal arazilerin üzerine dikilen AVM’lerde ancak iş bulabiliyor.

İş bulabiliyor derken, elbette hepsi iş bulamıyor. Çünkü iş bulabilmek için bir yerlerde bir tanıdık olması neredeyse şart.

Resmi kayıtlara göre ülkemizde 3 milyon 210 bin işsizin yüzde 91’inin iş bulma kanalı olarak eş, dost, tanıdığa yönelmesi de bundan. Diğer taraftan azımsanmayacak sayıda (779 bin kişi) işsizin ‘özel istihdam bürolarını’ tercih etmesi, emeği ‘piyasada kolay alınıp-satılır bir meta’ haline getiren bu tür uygulamaların ülkemizde ne kadar yaygınlaştığını da gösteriyor. Bir başka acı gerçek ise, iş bulma konusunda ümidini kaybetmiş olanların sayısının 635 bin kişiye ulaşması. Bu nüfus, işsiz bile sayılmıyor, sayıldığında ise işsiz sayısı 3 milyon 845 bine yükseliyor.


DİSK-AR verilerince, yüksek öğrenimli işsizlik oranı yüzde 11; geniş tanımlı işsizlik ise yüzde 17. Eğitim ve öğretim sistemi dışında kalan ve iş bulamayan gençlerin sayısı (NEET) ise 2,5 milyonun üzerinde. Bu geniş genç kitle ile Türkiye, bu ligde OECD ülkelerin en altında yer alıyor. Örneğin İzlanda ve Hollanda’nın NEET oranları sırasıyla yüzde 5,2 ve yüzde 7,8 iken, Türkiye yüzde 28,2 gibi yüksek bir oranla, gençliğine iş ve eğitim olanağı sağlama konusunda en başarısız ülke olarak yer alıyor.

Dolayısıyla Türkiye’de gençlere ne iş var ne de eğitim. Eğitim olanağına erişebilenler ise ne iş bulabiliyor, ne de istedikleri işlerde çalışabiliyor. Örneğin mühendislik fakültelerinden mezun olanların yüzde 87’si işgücüne katılırken, bu kişiler arasında yüzde 9’u işsiz kalıyor. Bu şu demek, yüzde 9 için iki seçenek var: ya işsiz kalmaya devam edecek ve sonunda ümidi kırıklar arasına girecek ya da ücrete, çalışma koşullarına bakmadan ‘diğer işlerde’ çalışmaya razı olacak.

Mezun olup da işsiz kalan hatta uzun süre işsiz kalıp da ümidi kırılanlar arasına en fazla girenler ise fizik mezunları!

İş olanakları daralırken, iş sahibi olanların da işlerini ellerinden alan bir gidişat ortada. Büyüme verilerini incelerken sürekli bahsettiğimiz sorun, ülke kaynaklarının doğru kullanılmadığı, istihdam ve katma değer yaratmayan verimsiz, ranta açık alanlarda harcandığı idi. İstihdamsız büyüme derken, ülkede yaratılan ekonomik büyümenin istihdama yansımadığından bahsediyorduk. 2009-2017 dönemindeki işsizlik ve büyüme verileri incelendiğinde makasın 2011 yılı hariç hiç kapanmadığı görülecektir. 2011 yılında da sıcak para rüzgarlarının desteğiyle oluşan ekonomideki hareketliliğin istihdama yansımasının da ancak kısa bir süre geçerli olduğu fark edilecektir. Hatırlanacağı üzere, 2009 yılında yaşanan ekonomik daralmanın en ağır faturası çalışanlara kesilmiş, işsizlik yüzde 13,6’lara sıçramıştı (mevsim etkilerinden arındırılmış veri). Sonrasında büyümede, dış borçlanmaya ve sıcak paraya dayalı bir ivme sağlansa da bu ivme istihdama yansımadı. Hatta 2015 yılında bir önceki döneme göre yüzde 7,5 büyüyen ekonomide işsizlik yüzde 9’dan yüzde 10’a çıktı. İşsizlik vererek büyüyen ülke olarak tarihe geçtiğimiz anlardan biridir.

Sonuç olarak, birkaç gün sonra sandık başına gideceğimiz şu günlerde, ülkede mevcut sistemin ne iş ne eğitim, ne de bilgi ve beceriye dayalı bir işe müsaade etmediği ortada. İş bulmaya, nitelikli iş sahibi olmaya, emeğinin hakkı olan ücreti elde etmeye yönelik ümitsizler ordusuna giderek daha fazla kişinin katıldığı ülkemizde, ümidin ancak yeni bir sistemle yeşereceği de ortada.

Aslı Aydın / BİRGÜN