30 Temmuz 2018 Pazartesi

‘Topluma karşı devlet’ ve polisi - TAYFUN ATAY

Başlık Fransız siyasal antropolog Pierre Clastres’ın eşsiz çalışması “Devlete Karşı Toplum”a bir nazire… Clastres, küçük ölçekli (yanlışlıkla “ilkel” denilen) kabile toplumları üzerine yaptığı etnografik çalışmaları ışığında bu toplumlarda bir otorite kaynağı “şef” olsa da iktidar kaynağı bir “devlet”in ortaya neden çıkmadığı sorusunu yanıtlamaya çalışır. 

Savaş, avcılık, hastalık, kıtlık ve anlaşmazlıklarda insanlara öncülük/arabuluculuk eden bir “şef” vardır bu toplumlarda ama onların tepesinde ceberut bir muktedir olarak bulunmaz o… “Eşitler arasındabirinci”dir, o kadar... 

Ve bu toplumlar, aralarından kendileri üzerinde iktidar üretecek bir lider ile onun gücünü hayata geçirecek bir ekibin (bürokrasi, devlet) oluşumuna izin vermezler. Toplum, kendisinin egemenidir; iktidar, toplumun kendisindedir; şef de bu iktidara tâbidir.

***
Elbette köprülerin altından çok su aktı. Artık birer “hatıra” bize bu eşitlikçi “devletsiz toplumlar”!.. 
Tabire dikkat: “Devletsiz toplum”lar var. Ama “toplumsuz bir devlet” olmaz. Ya da eğer zorlarsanız, adına devlet dediğiniz “şiddet aygıtı” ile “güvenlik” diye diye toplumu öylesine güdükleştirir, sindirir ve o aygıtta eritirsiniz ki ortaya ülke diye devletten ibaret gövdesiz, kalpsiz, ruhsuz bir “koca baş” çıkar. 

Baş” mecazı da rastgele değil. Sosyal antropolojide “devletsiz toplumlar” denilen beşeri gerçekliğin bir adı da “başsız toplumlar”dır (“acephaloussocieties”).

***
Devletsiz toplumlar yahut toplumun tebalaştığı “devletlû” toplumlar; başsız toplumlar yahut bir “koca baş”tan ibaret hiçleşmiş toplumlar… 
Yaşadığınız coğrafyanın gerçeği hangisine karşılık geliyor? 
Şu gazetelerde okuyup ekranlarda dehşetle izlediğimiz, 82 yaşındaki öfkeli ihtiyarın genç ve zinde polisler tarafından onun öfkesini katlayan daha korkunç bir öfke ile nasıl öldürüldüğüne bakarak bu soruya yanıt verin!.. 
Bu ülkede toplumun bir devleti mi var? 
Yoksa devletin (ve polisin) kendisine potansiyel suçlu muamelesi yaptığı aciz çaresiz bir insan kalabalığı mı var ortada?.. 

Vatandaşına “Sizi yaşatmayacağız” diye telefon açan bir İçişleri bakanı hangi ülkede var? 


Onun bunu dediği yerde, başında bulunduğu teşkilatın memuru da 82 yaşındaki ihtiyarı yaşatmamayı, “durumdan vazife çıkarmak” sayarsa buna kim ne diyebilir?! 
Balık baştan koktuktan sonra!..
***

82 yaşındaki Yusuf Topal, aynı yaştaki eşinin ilaçlarını yazdırmak ve bakım hizmeti talebinde bulunmak amacıyla Giresun’da aile sağlık merkezine gitmiş; isteklerinin ikisine de karşılık vermeyen doktorla tartışmış. Doktorlara yönelik vatandaş şiddetiyle çok sık karşılaşıyoruz ya, hop, bir uçtan öbür uca savrulma işte size: Yaşlı adamın öfkesi karşısında doktor, polisi çağırıyor ve bir anda ifrattan tefrit doğuyor; doktora yönelik vatandaş şiddetinden, vatandaşa yönelik polis şiddetine yol tutuyoruz. 

Genç, dinamik, zinde ve alabildiğine “güçlendirilmiş” polislerimiz (Gezi olayları sonrası, “Polisimizi daha da güçlendireceğiz” nidalarını hatırlıyorsunuz değil mi?!) devletin gücünü 82 yaşındaki ihtiyar adam üzerinde sergiliyorlar. Yine “Gezi” ile hayatımızın ayrılmaz parçası haline gelmiş zehirli biber gazı ikramında bulunuyorlar ona; sonra belli ki yürümekte dahi zorluk çektiği için elinde baston olan adamı kum torbasına çeviriyorlar; yere düştüğünde de bir güzel sürükleyerek karga tulumba, araca bindiriyorlar. 

Sonuçta da karakola değil kara toprağa götürüyorlar!..

***
Elbette polis her yerde polistir de ben on yıllar önce Londra’nın göbeğinde öfkeli bir vatandaşın o uzun şapkalı İngiliz polisi karşısında, onun burnunun dibine kadar girerek kıpkırmızı bir suratla öfke patlamasında bulunmasına şahit olmuştum, hiç unutmadım. Uzun boylu uzun şapkalı o polis, başını aşağı yukarı olumlayıcı mahiyette sallayarak, mütebessim bir suratla sessiz, sakin, hareketsiz şekilde sabırla durmuş da durmuştu o “vatandaş” karşısında… 

Böyle polisler “sivil toplum”un devlet karşısında etkin bir varlık gösterebildiği yerde mevcuttur. “Sivil toplum” pratiği ve ideali de yukarıda siyasal işleyişine kısaca değinilen “devletsiz toplumlar”dan farklı bir sosyoekonomik ve demografik kapasitede olduğu için devlete mecbur olsa bile mahkûm olunmayacağı bilincine sahip bir “medeni” insanlık halinin sonucudur.
***

Dediğim gibi, İngiltere’de de, Fransa’da da, Almanya’da da, Amerika’da da polis polistir; oralarda da pek çok olayda polis şiddeti karşımıza çıkıyor. Ancak yukarıda Londra’dan verdiğim örnek, yine de hâlâ o diyarlarda “sivil toplum”un nefes alıp verdiğini işaret eder. 

Soru şudur: 82 yaşındaki ihtiyarı öldürenleri geçelim; sizin bu ülkede yukarıdaki tarzda polisleriniz de var mı; oldu mu hiç; nerede, kaç tane?..

“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” anlayışıyla devletin fetişleştirilip toplumun hiçleştirildiği bir zeminde beli silahlı genç polisin eli bastonlu 80’lik ihtiyara reva gördüğü muamele, onun karşısında güvenli güler yüzlü bir sabırla beklemek yerine, onu yaka paça alıp (karakola değil) morga havale etmek oluyor işte!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Mesut Özil’in ırkçılıkla savaşı - TANER TİMUR

Alman kamuoyunda Mesut Özil’le ilgili tartışmalar bu futbolcunun 24 Haziran seçimlerinden hemen önce, Londra’da Erdoğan’la çektirdiği ve ona sevgi ve saygılarını ifade eden resmi oldu. İpler işte o anda gevşemeye başlamıştı. Almanları kızdıran, kendi milli futbolcularının Alman siyasetine müdahale eden ve Alman yöneticileri “Nazi uygulamaları” ile suçlayan bir Başkan’ın seçim kampanyasına katkısı olmuştu.


Yoksa çağımızda halkın asıl “afyonu” futbol mu olmaya başladı?
Dünya Kupası’na gösterilen ilgi ve kupayı kazanan Fransa’da sokaklara dökülen inanılmaz kalabalıklar kafamda bu soruyu uyandırdı. Zafere ayırdığı yorumlardan birine, Le Monde gazetesi, “Fransa bir futbol ulusu oldu” başlığını atmıştı. Peki, bu bir yükseliş mi, yoksa düşüş mü? Tarihte devrim, sanat ve felsefe ulusu imajı yaratmış bir ülke için herhalde yükseliş sayılmamalı. Yakın tarihlere kadar “futbol ulusu” denince akla daha çok Latin Amerika ülkeleri gelirdi. Günümüzde ise her ülke “futbol ulusu” olmaya çalışıyor ve bu arada futbol da giderek bir uyuşturucuya dönüşüyor. Sınıf farkı gözetmeden patronun da, küçük burjuvanın da, işçinin de aklını başından alan bir uyuşturucuya.. Ne var ki sonunda kazananlar da hep egemenler oluyor. Organizatör ülkeler, TV kanalları, turizm şirketleri, reklam ajansları vb.. Rusya’nın bu turnuvayı 1,5 milyar dolar kazançla kapattığı açıklandı. Putin’in bu “başarılı turnuva”dan sağladığı siyasi kazanç da cabası!
•••
Günümüzde sporun afyon işlevi yüklendiğini savunan sosyolog Jean Marie Brohm, analizlerinde futbola özel bir yer ayırır. Verdiği örnekler arasında 1978 Dünya Kupası zaferini ülkesinde bir afyon gibi kullanan Arjantin cunta lideri General Videla; yabancı takımları “yok edilmesi gereken düşmanlar” olarak gören ve kurduğu siyasi partiye de Forza İtalia adını veren A.C. Milan kulübü sahibi S. Berlusconi; yıllarca FIFA başkanlığı yapan silah yapımcısı J. Havelange gibi isimler var. Oysa bu bağlantıyı İtalyan sinemacı Dino Risi çok daha önce ve çok farklı bir açıdan kurmuştu. Gerçekten de 1963’te çevirdiği küçük öykülerden oluşan filmi futbolun daha o tarihlerde bir uyuşturucu işlevi gördüğünü anlatır. Filmdeki öykülerden biri sefaletle boğuşan, çok çocuklu, hastalıklı bir aile tablosudur. Yaşlı bir büyükanne, hamile anne, bir sürü mutsuz çocuk.. Baba da bitkin halde kıvranmakta, daha doğrusu rol yapmaktadır. İzin ister; eczaneye gidecek, ilaç alacaktır! İzleyen sahnelerde kendisini bir stadyumda, mutluluk içinde kendinden geçmiş, takımına tezahürat yaparken görürüz. Dino Risi bu öyküye “Bir köpek yaşamı” başlığını koymuş. Oysa ilginç bir şekilde filmde “halkın afyonu” başlığı taşıyan bir öykü de var. Orada da Risi televizyonu insanları uyuşturmaya başlayan bir araç olarak görüyor. Artık bu iki öykü arasında bağlantı kurmak da bizlere düşüyor. Gerçekten de eğer televizyon olmasaydı ve bizler de bugün sınırlarımızdan binlerce kilometre ötede oynanan maçları evimizde seyretmek olanağına sahip olmasaydık, futbol aynı güce sahip olur muydu? 
Herhalde olmazdı. 
Ulusça katılamadığımız Moskova kupası bile bizde büyük yankılar uyandırdı. Sadece futbol alanında değil, daha da fazla siyasi bir konuda! Mesut Özil olayını kast ediyorum.. Futbol uzmanı değilim; beni daha çok ilgilendiren de işin siyasi yönü oldu. Bu konuda bir şeyler söylemek ihtiyacı duydum..
•••
Yıllar önce yıldızı Almanya’da parlamaya başlamıştı Özil’in. Schalke, Werder Bremen derken hızla yükseldi ve Alman milli takımına aday oldu. Türkiye’de de yakından izleniyordu ve bir seçim yapması gerekti. Almanya doğumluydu; topluma iyi entegre olmuştu; görünüşe göre adı gibi mesut bir hayatı vardı. Üstelik para da, şöhret de, kariyer de Almanya’daydı. O da seçimini bu veriler bağlamında yaptı ve Almanya’yı seçti.

Aslında kolay bir seçim olmamış, “Kendimi bir Alman gibi hissediyorum” demesi sosyal medyada yoğun hakaretlere uğramasına yol açmıştı. Yine de iş büyütülmemiş, aksine bundan gurur payı çıkaranlar da olmuştu. Mesut her şeye rağmen Türk’tü; Türk kalacaktı. Alman milli takımında oynaması Türkler için de övünülecek bir şeydi. Onu, IMF’ye borç verir gibi, Almanlara borç vermiş gibiydik. Ve bu haliyle Mesut, Türkiye’de de yakından izlenen bir futbolcu oldu. Özel yaşantısı, lüksü, aşkları magazin sayfalarını süslüyordu.
Yıllar geçti; sporculuk nankör bir meslek; Mesut da inişe geçti. Yine de ünlü takımlarda oynuyordu ve hala Alman milli takımındaydı. Bu sıfatla da Moskova’da bir önceki turnuvada kupayı havaya kaldıran takımda yer almıştı. Bu kez de beklenen en azından bir dömi-finaldi.
•••
Moskova’ya bu inançla gitti ve belki de gittiğine pişman oldu. Moskova “Mundial”inin, Almanya’daki kariyerinin sonu olacağını nereden bilecekti? Oysa ilk turda elimine olan takımın bütün suçu kimileri tarafından kendisine yüklenmiş, adeta bir “günah keçisi” yapılmıştı. Şimdi ise isyan ediyor ve -İngilizce kaleme aldığı uzun, ayrıntılı bir açıklamasında- “beni günah keçisi yapamazsınız!” diyor. Arkasına da bütün Türkiye’yi almış durumda. Önce Spor Bakanı onu “yürekten desteklediğini” söyledi; sonra da Erdoğan noktayı koydu ve davranışını “tam milli ve tam yerli” olarak niteledi. Özil’in davranışı “her türlü takdirin üzerinde” idi. Amiyane dile alışık olanlar ise “Yedirmeyiz!” dediler; “Mesut’u yedirmeyiz!”.
•••
Şimdilerde ise ortalıkta futbol maçları bitmiş de sanki yeni bir maç başlamış gibi bir hava esiyor. Sabah gazetesi olayı kocaman bir manşetle yorumladı: “Mesut Özil en güzel golünü ırkçılığa karşı attı!” Bu da bir çeşit Türkiye-Almanya milli maçı ve doğal kaptanımız da Erdoğan. Ne de olsa onun da geçmişinde futbolculuk var. Üstelik olayların bu şekle bürünmesinde Mesut’la çektirdiği resim de önemli bir rol oynadı..
•••
Mesut Özil ırkçılığa uğradığını söylüyor; oklarını Alman Futbol Federasyonu Başkanı R. Grindel’e çevirmiş; bu ülkede “kazanırsak Alman, kaybedersek göçmen oluyoruz!” diyor. Polonya asıllı futbolcuları örnek göstererek de, Almanya’da Türklere özel bir davranış gösterildiğini iddia ediyor. Kötü oynadıkları zaman Polonyalı “Podolski ve Klose’nin ‘Leh asıllı’ olduklarını kim hatırlatıyor?” diye de soruyor. Temelde haksız da sayılmaz; ne var ki iyi bilmesi gereken bazı şeyleri de bu arada unutmuş görünüyor.
•••
Alman kamuoyunda Mesut Özil’le ilgili tartışmalar bu futbolcunun 24 Haziran seçimlerinden hemen önce, Londra’da Erdoğan’la çektirdiği ve ona sevgi ve saygılarını ifade eden resmi oldu. İpler işte o anda gevşemeye başlamıştı. Almanları kızdıran, kendi milli futbolcularının Alman siyasetine müdahale eden ve Alman yöneticileri “Nazi uygulamaları” ile suçlayan bir Başkan’ın seçim kampanyasına katkısı olmuştu. Şimdi Özil, “benim siyasi bir amacım yoktu; bunda ne var?” diyor! Sanki resme ve olaya anlamını verecek olan kendisi imiş gibi! Sanki asıl belirleyici o sırada seçim kampanyası yapan ve her davranışı siyasi bir mesaj olan Erdoğan değilmiş gibi! Öyle ki bu bağlamda Leh asıllı futbolcularla ilgili gözlemi de yerine oturmuyor. Eğer onlar da Alman rejimini “Nazizm” ile suçlayan bir Polonya Başbakanı’nın seçim kampanyasına katkıda bulunsalardı, kuşku yok ki onlar da ağır eleştirilerin hedefi olurlar, herhalde onlara da “o halde burada işiniz ne?” denirdi.
•••
Sanırım Mesut Özil’in asıl hatası sapla samanı ayıramaması ve bizde adeta milli bir spor olan kolektif suçlamalara prim vermesi oldu! Toplum olarak hemen çığlığı basmakta mahiriz: Irkçı Almanlar! Terör yardakçısı Avrupa! İslamofob Amerika! Kısaca bir yanda Türkler, öbür yanda Türk düşmanları!

Aslında tamamen yanlış da değil; bütün bunlar yok da diyemeyiz. Yanlış olan toptancı karalamalar. Çünkü böyle bir tavır da -kendimize hiç konduramadığımız-  bir çeşit ırkçılık kokuyor ve maalesef Batı’da yükseliş halinde olan gerçek ırkçıların da ekmeğine yağ sürüyor. Siz Merkel ve sosyal demokrat ortaklarını “Nazi”likle suçlarsanız, Almanya’da buna kimse inanmaz, yanınıza da kimseyi alamazsınız. Merkel, kendisini “Nazi uygulamaları” ile suçlayan Erdoğan’a “ne yazık ki Nazizm’in ne büyük facia olduğunun farkında görünmüyor” mealinde anlamlı bir yanıt vermişti. Kendisi de Alman milli takımında oynamış futbolcularımızdan Mustafa Doğan da bir TV kanalında bu konuda kendi hayatından bir örnek verdi. Almanya’da henüz bir ortaokul öğrencisiyken ülkeyi yönetenlerin Nazizmin nasıl feci bir rejim olduğunu göstermeye çalıştıklarını, öğretmenlerinin nasıl kendilerini toplu olarak “Schindler’in Listesi” gibi filmlere götürdüklerini anlattı. Bugünkü Almanya’nın hayli değişmiş olduğunu da sözlerine ekledi. Elbette doğru; fakat son dönemde yeniden hortlamış bulunan Nazi taslaklarına karşı en iyi mücadelenin yolu nedir? Bugün de Özil’i dinleyen, öven ve anlamak isteyen Merkel’i de Nazi ilan etmek mi?
•••
Elbette kimse Mesut Özil’den siyasi analizler beklemiyor. Onun tuzu kuru; kariyeri Almanya’da biter, Türkiye’de başlar, hatta yükselişe de geçer. Üstelik meslektaşı Alpay gibi, milletvekili olarak yeni bir kariyere de başlayabilir? Alpay da bir zamanlar İngiltere’de top koşturuyordu ve ülkenin ikonu Beckham’ı aşağılayınca kendisine teşekkür edilmiş ve apar topar ülkesine gönderilmişti. 

Şimdi Mesut Özil gündemde ve sadece futbol fanları değil, “yerli ve milli” politikacılar da merak içindeler: Acaba Mesut Özil ülkesine mi dönecek, yoksa Avrupa’da daha bir süre ve daha mütevazi koşullarda top koşturmaya devam mı edecek? Bunu tabii sadece kendisi bilir. Ne var ki çıkışıyla derin bir yaraya dokundu ve iki ülkenin de sınırlarını aşan bir ilgi konusu haline geldi. Bu koşullarda bize düşen de herhalde futbolu bir “afyon”a dönüştürmekten ve hep başkalarını suçlamaktan kaçınmak olmalı. Biraz da kendimize dönmeli, kendi tutumumuzu gözden geçirmeliyiz. Bu konuda çoğu kez unuttuğumuz güzel bir atasözümüz de var: “Çuvaldızı başkalarına batırmadan, iğneyi kendine batır!” der..

Taner Timur / BİRGÜN


29 Temmuz 2018 Pazar

Çaktırmadan - AYDEMİR GÜLER

Artık zam değil düzenleme veya güncelleme yapılıyor. Böyle dendiğinde gelirinizin azaldığını çaktırmamış oluyorlar. Öyle mi olunuyor?

O kadar ki, kamuda maaşlara enflasyon farkı eklendiğinden hareketle, medya haberi enflasyon değil de maaşlardaki artış üzerinden verebiliyor. Böyle olunca çakılmıyormuş…
İki gündür ABD’nin ağır tepkisini kışkırtan bir unsurun da, AKP’nin rahibi serbest bırakma taahhüdünü son dakikada ev hapsine çevirmesi olduğu söyleniyor. Doğru mu değil mi, bilemiyoruz. Ama dış politikada da “çaktırılmıyor” olabilir.

Kimilerinin antiemperyalizm diye heyecanlandıkları “şey”e ben yabancı düşmanlığı diyeceğim. Herkes bize düşman ve kıskançlıktan kuduruyor ya; ABD askeri yetkililerinin gerginliğin kendi konularını etkilemeyeceği yolundaki açıklamaları, bu safsatalarla örtülüyor aslında.

Adnan hocanın memlekete yayılmış adam ve kadınlarının isimleri yayınlıyor, ama sadece AKP değil, kimse üstüne alınmıyor! 
Çaktırmıyorlar yani.
Bu hikaye böyle gidiyor. Herkes her şeyi biliyor. Atatürk’e küfreden kadını neyin, kimin teşvik ettiğini bilmemek mümkün mü? Ama kışkırtıcılar kışkırttıklarını içeri atarlar, olur biter.

OHAL kararlarının yasa hükmünde olduğunu ilan etmek aslında yok hükmündedir. OHAL’in yasal tanımı sınırlarını da çizer çünkü. Yalnızca OHAL’in gerekçesiyle ilgili olması gereken bu kararnamelerin OHAL ile yürürlükten kalkması, mantığın ve yasaların emriydi. Lakin OHAL’le ilgisiz bir sürü tasarrufta bulunulmuşsa ve bunlar sürdürülecekse çaktırmamanın bir çözüm olacağını varsayabilirsiniz. O kadar holdinge el koymuşsunuz, servetler el değiştirmiş; istense de geri döndürülemeyeceği belli. Madem öyle çaktırma! Kamu o kadar istenmeyen şahıstan hazır kurtulmuşken, OHAL bitince işbaşı yapmaları nasıl kabul edilsin? Yasa oldu deyin, geçin. İşten çıkarmalar kapıda, direniş, grevler kaçınılmaz. OHAL’in sürekli kılınması ve hiç sorgulanmaması lazım demek ki!
Türkiye cepten eksilen parayı da, en cumhuriyetçilerin arasında postmodern tarikatçıların gezdiğini de ve diğerlerini de biliyor olabilir. Ama söylenmezse olayın görünmez olduğunu varsayabilirsiniz.

Her şey görünmektedir oysa. Kral da çıplaktır basbayağı.
Ama “çaktırmamak” bu anlama gelir zaten.

                                                                  ***

Bilmek ama bilmezden gelmek Türkiye’de bir yönetim tarzı haline gelmiş bulunuyor. Kuşkusuz çok önceden başladı bu tarz. Önce sanıldı ki başkanlık veya reislik sistemi sorunu çözecek. Bütün yetkiler seçimi kazanana verildi mi, yapılan her şey, yasaya, hukuka uygun hale gelecek. Hem hukuksal, hem de siyasal ve toplumsal açıdan meşru olacak diktatörlük. Ama öyle olmadığı açığa çıkmış bulunuyor. Ortada meşruiyetin m’si yok. O zaman… çaktırmayın işte!

Çarkların çaktırmadan çevrilebilmesi bir saçmalık, yani açıklaması olmayan bir olgu, tek adama özgü bir hal zannedilebilir. Değildir. Çünkü bir kere, çarkların bu şekilde çevrilmesinden egemen sermaye sınıfı şikayetçi değildir. Memnundurlar kararnameyle servetin el değiştirmesinden ve akla gelebilecek başka oldubittilerden.

İkinci olarak da, resmi veya düzen içi muhalefetin de şikayeti lafta kalmaktadır. Şu, seçim kampanyası pek başarılı bulunan İnce’nin OHAL ihraçlarıyla ilgili söylediğini ben not etmiştim. Muharrem bey diyordu ki, hakkında soruşturma açılmayanlar göreve dönecek, diğerleri için soruşturmanın sonucu beklenecek! Yeni OHAL bitse de, OHAL’i sürdürmenin yolunu gösteriyordu başarılı kampanyacı! Muhalefet böyle olunca, iktidar niye çaktırsın ki?

Başkanlık sisteminin bir özelliği de budur. Ancak kralın çıplak olduğunu görmezden gelen de, çıplaklığın görünmez olduğunu zanneden de aptallaşır. “Çaktırmadan iktidar” ancak aptallar tarafından aptallar üstünde uygulanır. Burada çemberi kıracak olan akıl kişisel bir meziyet değildir artık. Kral çıplak diye bağıracak “biri” çıkarsa, bunun bir değeri olmayacaktır. Akıl artık emekçilerin örgütlenmesinin bir ürünü olabilir yalnızca.
Bu örgütlenme bağırmaya başlayana kadar, AKP politika üretimine de aynı tarzı egemen kılacaktır. En olmayacak başlıklarda bile…

                                                                 ***
Örnek Kürt sorunu olsun.
12 Temmuz’da Barzani’nin yayın organı Rudaw’da bir söyleşi yayınlandı. Söyleşide AKP’ye servis sunan Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi ORSAM’ın AKP’li Başkanı konuşuyordu.
  • “Yeni bir barış süreci” başlayacaktı.
  • Süreç yerel seçimlerden önce başlamayacaktı.
  • Barış PKK’yi içermeyecekti.
  • Süreç HDP’yi blok olarak değil, ama uyumlu, yani “silahı reddeden ve demokratik yolları benimseyen” parçaları üstünden muhatap alabilirdi.
Ben ekleyeyim: Demek ki, uyumluluk AKP’nin yerel seçim politikasına taş koymamak ve PKK’nin silahsızlandırılması gibi kriterlerle tanımlanacaktı.
En güzeli:
  • “Strateji araştırmacısı” muhatapların kim olduğuna ve sürecin içeriğine ilişkin “resmi bir tanımlama yapılacağını düşünmüyordu.”
Bu düzende Kürt sorunu çözülemez dedik hep. Şimdi, çözüyoruz bile demeyeceklerini anlıyoruz. Çaktırmadan, tanımlamadan çözeceklermiş…
Bu oltaya çok atlayan çıkacaktır. 
Dedik ya, bu bir toplu aptallaşma.
Aptallaşmanın alternatifini de söylüyoruz: İşçi sınıfı örgütlenecek. Aptallar çok şaşıracak.

Aydemir Güler / SOL

Devlet, insan ve sanat... - ZEYNEP ALTIOK AKATLI

Özgür sanat, özgür düşünce elbette her zaman olduğu gibi bugünün karanlığından da çıkacak ve geleceğe akacak.


Salı günü başlayan yazı dizimizde “Devlet ve sanat ilişkisi” hakkında farklı konuma sahip sanatçılarımız Yücel Erten, Özdemir Nutku, Eren Aysan ve İbrahim Yazıcı konuyla ilgili görüşlerini yazdı.

Yücel Erten yazısının bir kısmında “Bakarsak görürüz ki: Düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip uygar bir toplumda, kültür ve sanat alanının karşıt görüşleri, karşı çıkışları, eleştirisi ve hatta isyanı engelsizdir. 

Ataerkil toplummuş, Hıristiyanlıkmış, kapitalizmmiş, doğa yıkımıymış, ekonomik gelişmeymiş, gelir dağılımıymış, kültür politikasıymış, tarihî ve manevî değerlermiş, inançlarmış, dogmalarmış, bunların hiçbirini dinlemez. 

Tamamını eleştirmekte ve hatta didik didik etmekte kayıtsız şartsız serbesttir. Siyasal, dinsel, ulusal, ahlakî ve ekonomik her türlü hegemonyanın karşısına çıkıp sözünü söyleyebilecek bir özgürlüğe sahiptir. Ama uygar bir toplumda. Somut örnek, Alman Anayasasında: “Bilim ve sanat özgürdür.” Nokta.” derken, Prof.Dr. Özdemir Nutku’nun hatırlatmakta yarar gördüğü şeylerden biri şuydu; “Önce şu gerçegi hiç unutmayalım: Devlet ödenekli tiyatrolar, hükümetlerin değil, devletin tiyatrosudur. Devlet ise halkındır, hükümetlerin değil”.

Dosyanın bugünkü son bölümünde ise Genco Erkal ve Yiğit Sertdemir var.

‘Yeni Rejim’in sanatla kavgası adlı dosyada sanatçılara sorduğumuz 3 soruyu tekrar hatırlayalım:
  • Devletin sanatla ilişkisi nasıl olmalı?
  • Sanat kurumlarının özerkliği nasıl olmalı ve nasıl korunmalı?
  • Mevcut sistemi nasıl daha da iyileştirebiliriz?
Bizi bekleyen ve çok da öngörülemeyen süreç için öncelikle konuyu diri tutmak ve her anlamda fikirsel ve eylemsel boyutuyla korumacı ancak mevcuta mahkûm olmayan bir kavrayışa ihtiyacımız var. Özgür sanat, özgür düşünce elbette her zaman olduğu gibi bugünün karanlığından da çıkacak ve geleceğe akacak.

Devletin sanat kurumları ile ilgili usta oyuncu Genco Erkal’ın görüşleri ise şöyle:
‘Şefkatle yaklaşmalıyız’ / Genco Erkal
Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi genç cumhuriyetimizin kültür alanındaki en görkemli projelerinden biridir. Yabancı uzman desteğiyle doğru temeller üzerine kurulmuş, ortaya koyduğu yapıtlarla, yetiştirdiği sanatçılarla uygar dünyada başarısını kanıtlamıştır. Ne var ki yıllar geçtikçe bu yapı tahminlerin ötesinde büyüyüp gelişerek kalıplaşmış, iktidarların müdahalesi ve çeşitli siyasal baskılarla tutucu ve zaman zaman çağın gerisine düşen bir konuma ulaşmıştır. Şimdi yapılması gereken bu yapıya saygıyla, sevgiyle, şefkatle yaklaşarak bağımsızlığını, özerkliğini koruyup, onu çağdaş dünyadaki örneklerinin düzeyine ulaştırmaktır.
Bu yaklaşımı gerçekleştirecek olan kuşkusuz evrensel sanatın çağdaş değerlerine inanan, cumhuriyetimizi var eden ilkelere saygılı bir iktidar olmalıdır. Oysa şu anda gördüğümüz, herhangi bir evrensel kültür politikası olmayan, sanatı küçümseyen, baskı altında tutmaya çalışan, devletin temel görevleri arasında bulunması gereken kültür ve sanat kurumlarını özelleştirerek, onları yok etmeye, onlardan kurtulmaya çalışan hoyrat bir yönetim iş başındadır. Bu anlayıştan hayırlı bir revizyon bekleyemeyiz. Bu kurumları savunmalı, bu iktidardan daha fazla zarar görmeden ayakta kalmaları için destek olmalıyız.
                                                            ***

Özelleşmesi değil, özerkleşmesi.. / YİĞİT SERTDEMİR
“Muhsin Ertuğrul’un devlet kademesinden gelen herhangi bir yaptırım karşısında şapkasını alıp gitmesi hâlâ anlatılır”

Devlet-sanat ilişkisi dediğimiz anda, yasak bir aşk ilişkisi gibi tınlıyor... Düşman aileler gibi... Doğuşundan, teorize edilişinden bugüne; devlet sanatla, sanat devletle uğraşmaya devam etmiş, ediyor, edecek... Devlet mevcudiyetini sürdürmekle ilgili –dönemin, coğrafyanın ve muktedirin koşulları/sınırları ölçüsünde- yaptırımlarını uygulayacak; sanat ise bu yaptırımları eleştirmeye ve hatta –dönemin, coğrafyanın ve sanatçının koşulları/sınırları ölçüsünde- bu yaptırımlarla ve kendisiyle eğlenmeye devam edecek. ‘Aman tadımız kaçmasıncı sanatçıları bir yana bırakırsak, bu netice namütenahi bir yolculuğun nişanesi.

Peki bu ilişki nasıl tesis edilir ve huzurlu bir zemine oturur? Elbette evleri ayırarak. Aradaki sınırı doğru yerden tanımlayıp, belirleyerek. Devlet, yöneticisi değişse de varlığını sürdüren bir kurum, hiç değilse memleketimizde. Sanat kurumları da, aynı şekilde sürdürüyor varlığını. Bu ister istemez şu talebi doğuruyor: Geçici yakınlık-aykırılık ile tesis edilmemesi gereken bir yapı oluşması. Yani sen şu görüştesin diye, senin görüşüne yakın insanlardan oluşan bir sanat kurumu idaresi, senin görüşüne yakın eserler ortaya koymamalı. Ya da tam tersi. Eğer ‘birey’ olmakla ilgili bir yolculuğa insanlarımızı çıkarmak istiyorsak, zaten başka yolu da yok. Sırf kendi görüşlerini okuduğun bir gazete nasıl ki seni aynılaştıracak ve kısa vadede zafer gibi gözüken bir netice aldığını sansan da, uzun vadede yitip gitmekle karşı karşıya kalacaksan, bu da ondan farklı değil. Ondandır ki Muhsin Ertuğrul’un devlet kademesinden gelen herhangi bir yaptırım karşısında şapkasını alıp gitmesi hâlâ anlatılan bir örnektir. Şapkayı alıp gitmenin, karşılığı olmayacaksa doğru bir tercih olup olmayacağı tartışılır elbette, hele ki günümüzde. Bu tür çözüm arayışlarına girmemenin tek yolu da, sanat kurumlarının özerkleşmesi kuşkusuz.

Devlet ‘ben veriyorum paranızı’ dese de...
Aman ha, özelleşmesi değil, özerkleşmesi. Kendini yönetebilmesi, bağımsızlaşabilmesi. Üretimde bağımsızlaşmak mümkün. Peki işin maddi boyutu? Sanat kurumlarının maddi yükümlülüğü, açıktır ki halkın üstünde. Yani devlet ‘ben veriyorum paranızı’ dese de, halkın vergileri ile ödendiği aşikar. Kaldı ki, bilet karşılığı seyrettiğin herhangi bir eserde, biletten bile vergi alındığını –bu verginin yüksekliğini gündeme getirmiyorum bile- hesaba katarsak, devlet sadece aracılık yapıyor anlamına gelir. Üstelik bu aracılık, kendi tanımı ve mevcudiyeti gereği, yapmak zorunda olduğu da bir vazife. Yani, bir şehirde ulaşım, parklar, spor tesisleri vs. ne ise, sanat için ayrılan bütçe de benzer başlıklarda.

Sen otobüsüne ‘şunlar binmesin’, spor salonuna ‘şu sporcular sokulmasın’ demediğine –umarım da denen bir noktaya gelinmez- göre, sanat kurumları için de ‘şunlar yapmasın, şu eserler oynamasın, şu seyirciler gelmesin’ diyemezsin, dememelisin. Demek ki özerklik tesisi, tüm meselelerin odağında olan bir çözüm. Bu da bir zamandır sıkça duyduğumuz ‘liyakat’ meselesinden farklı değil aslında. Tüm dünyada pek çok farklı örneğini gördüğümüz bu ilişkiyi sağlıklı zeminde işletebilmek için, gerekli model çalışmalarını da, bu modelin uygulamasını da liyakat sahibi insanların yapması gerekir. Muhsin Ertuğrul’un her şapkasını alıp gittiğinde, geri çağırılıp istediklerinin yerine getirilmesinin altında yatan da tam onun sahip olduğu liyakat idi diyebiliriz, efsanevi varlığının yanında yahut tam da içinde. 

O yüzden, iki nokta var: Birincisi; bürokrasinin işi liyakat sahiplerine teslim ederek, sadece yerine getirmesi gereken göreve odaklanması gerekiyor. İkincisi; sanatçıların duyarlılıklarını analitik düşünceyle de perçinleyerek, egolarından ziyade liyakatlerini geliştirerek sağlıklı bir modelin yaratılıp nesnel bir şekilde uygulanmasını sağlaması gerekiyor. Sanat kurumlarını tanımlayan mevcut yönetmelik ve yasaların, yeterli olmadığı ve hele ki çağ itibariyle bir hayli komik durduğu açık. Demek ki, öncelikle her türlü model çalışmalarına gidilerek bunların yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Bunun olabilmesi için de, yukarıda saydığım çalışmaların yürütülebilmesi için uygun zeminin oluşması için çabalamak elzem. Tüm bunların hem içinde hem dışında olan mesele de şu ki; ‘sanat olmasa ne olacak ki sanki’ cümlesinin net bir şekilde      açıklanabilmesi. 

Elbette ‘Önce ekmek, sonra ahlak’ diyen Brecht’in bugüne değin kalabilmesinde ve toplumu değiştirmeye katkıda bulunmasında bir sebep vardı. Galiba sanatçılara düşen de; az çok yukarıdaki sorunun yanıtını önce kendine, sonra mevcudu olduğu topluma verebilmek. Zaten, eğer bu sorunun yanıtını sadece sanatçılar değil, halk da ‘ihtiyaçtır, çünkü...’ diyerek verebilirse, devlet de nerede durması gerektiğini, nasıl bir yol çizmesi gerektiğini bilecektir. Hep iğneyi kendimize batırmaktan delik deşik olduğumuzu söylesek de, artık tımar olmanın ve ‘buradayız, çünkü...’ demenin de vakti geldi. 

Hem de hep beraber.

 ZEYNEP ALTIOK AKATLI / BİRGÜN

Çakma Mehdi, hakiki DNA - Mine G. Kırıkkanat

Adnan Hocacı mafyanın ilk büyük vurgunu, kuşkusuz örgütün en azılı elemanlarından olup kardeşini ve yeğenini de dahil eden Oktar Babuna’ya hiç de gerekmeyen ilik nakli için 1999 yılında bir stadyum dolusu binlerce gönüllüden toplanan kan örnekleri oldu. 
O yıllarda Milliyet’in Paris muhabiri ve Radikal yazarıydım. İyi yetişmiş zengin aile çocuklarını sahte mehdilik, hakiki fuhuş tuzağına düşürmesiyle tanınan Adnan Hoca’nın, sandığımızdan çok daha organize bir suç örgütü olduğunu 160 bin donörün arasından 120 bin örneğin seçildiği kan bağışı kampanyasıyla öğrendim. 

Düzmece uyum testleri için ABD ve Almanya’ya gönderilen bu kan örneklerinin akıbeti, o gün bugündür resmen meçhul… 

Ancak gayri resmi bir tahmin zor değil: Yıllık cirosu 17 milyar dolarlık küresel kan ticaretinin yüzde 70’ini ABD gerçekleştirirken; bu kanın plazmasını ayırarak kanser ilacı yapımında kullanan dört dev firma Big Pharma, Octopharma, Baxter ve Grifols, ciroyu da dörde katlıyor. Ama bir o kadar kazanç da toplumların pek çok yönelimini açığa çıkaran DNA ticareti üzerinden sağlanıyor. Düşünün ki DNA ayrıştırıcı teknik donanım üreten birkaç şirketten yalnız birinin, “DNA’nın Google’ı” namıyla tanınan ve İllumina gibi veciz bir adı olan ABD’li firmanın borsa değeri 25 milyar dolar!

***

Adnan Hocacılara yapılan son polisiye operasyon, mafyanın ABD’de yerleşik mensubu Ferit Erden Rahvancı’ya ait Pinner-Test şirketi üzerinden kan ticaretini kesintisiz sürdürdüğünü ortaya çıkardı. Düzmece alerji testleri gerçekleştirmek için bazıları pek ünlü kişilerden toplanan ve sonuç raporları ya hiç gelmeyen ya da uyduruk binlerce kan örneğinin akıbeti de farklı değil: Adnan Hoca mafyası, kanını vereni alerji testi yapılacak diye dolandırırken aynı kanı büyük olasılıkla Amerikalı DNA laboratuvarlarına satarak kazancını ikiye katlıyordu! 

Bu alerji testi tezgâhının mafyaya ait A9 kanalında Adnan Hocacı doktorlar Oktar Babuna ve Ahmet Günay tarafından yapılan propagandası, (nedense?) YouTube’da hâlâ dönüyor: https://www.youtube. com/watch?v=8amHhm2F5ds
Casusluk, salt devlet sırlarını yabancılara satmak değildir. Günümüzde, Adnancı mafyanın çaldığı kanla yaptığı ticaret ve DNA kaçakçılığı da uluslararası jargonda sağlık sanayii casusluğudur! 

Ve Adnancıların ilaçtan tarıma pek çok sektöre hizmet eden sağlık sanayii casusluğunu engellemek, ABD ile mücadele demektir!
***

Üstelik bu mafyanın ABD ile bağlantısı, salt sanayi casusluğu değil. Adnan Hocacılık, tıpkı FETÖ gibi fikir temelinde de Amerikalı olup, Amerikan yardımıyla beslenip büyütülmüştür. Her iki örgütün Ergenekon, Balyoz, Deniz Kuvvetleri’ndeki casusluk davaları gibi kumpas davalarda ve zaten şantaj kasetine dayalı tüm kumpaslarda el ele çalıştığı unutulmamalıdır. Çakma kanıtları Adnan Hocacı teknisyenler üretip koymuş, FETÖ’cü yargı mensupları da bulmuş gibi yapmışlardır. 

Adnan Hoca mafyasının ABD ile “inanç birlikteliği”ne dayalı fikir, yani dini yönlendirmesine gelince… 

2000’li yılların başında,Türkiye’de Erbakan tayfasının Darwin’i karalama gayretine bakarak eğitimde dinci yaratılış safsatasının dayatılacağını anlamıştım. Uzunca bir süre, Evrim teorisini savunan çok sayıda makale yayımladım. 

2005 yılında, internette adıma 10’dan fazla site açıldığını farkederek şaşırdım!  “minegkirikkanatacevap. org”“gkirikkanat.com”“minekirikkanatacevap.wordpress.com” gibi adreslerle açılan bu sitelerin bir süredir  Harun Yahya’lığa soyunan Adnan Oktar tayfasının marifeti olduğunu anlamakta gecikmedim.
***

Değerli dostum ve avukatım Dr. Başar Yaltı, siteleri kapattırmak için harekete geçti. Ama siteleri kuran ve yönetenlere ilişkin araştırmaları, sahte isimlere, sahte şirketlere ve posta kutularına çıkıyordu. 

Adnan Hocacılarla girdiğim ve yıllardır süren hukuki boğuşmada, bu siteler hâlâ kapatılmadı, hâlâ aktif! 

Zaten Adnancı mafyaya yönelik kapsamlı operasyonda, mal varlığına el konulduğu gibi hiç olmazsa şimdiden örgüte ait tüm internet sitelerininde kapatılması beklenirdi ki, bu da yapılmadı. Adnancılar içerde, ama bilişim dünyasındaki varlıkları sürüyor! 

Bu mafya gerçekten bitirilmek isteniyor mu? Emin değilim. 

Devamı haftaya…

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Barbarlar ulurken… - Işıl Özgentürk

Yunanistan’da görülmemiş,duyulmamış bir yangında çocuklar, kadınlar, erkekler, binlerce ağaç, binlerce hayvan, binlerce börtü böcek cayır cayır yanarken “Oh olsun” diyenlere söylenecek bir çift sözüm var. İnsanoğlunun en değerli özelliği merhametli olmak sizleri terk etmiş. Yanan ağaçlar, soluksuz kalan çocuklar sizlere sadece dayanılmaz bir keyif veriyor.

Oysa biz merhametli bir ülkeydik, ne oldu bize? Yıllardır sağ iktidarlar ruhumuzdan merhameti çaldı. Bizleri birer tüketim robotuna çevirdiler, asıl ölüm bu; merhametini yitirmiş bir ülke! Kendimizi yeniden hatırlamamız gerek, şimdi size bir belgesel filmden söz edeceğim. Tahsin İşbilen’in yaptığı “Asya Minör Yeniden” adlı belgesel. Şöyle; İkinci Dünya Savaşı zamanları Almanlar, Yunanistan’ı işgal etmiş, adalar birer birer Almanların eline geçiyor ve her türlü zulüm başlıyor. Kim itiraz ediyor kurşunu yiyor, çocuklar ve kadınlar aç, öylece bekliyorlar. Adalardan Samos Adası, en direnişçi ada, partizanı en çok ada ve çare yok partizanlar, çocuklar ve kadınlar derme çatma teknelerle kendilerini Türkiye’nin karasularına atıyorlar. Kimileri Karaburun’a çıkıyor, kimileri Aliağa’ya, kimileri Kuşadası’na. Geldikleri ülke savaşa girmese de savaş nedeniyle yiyeceği içeceği kıt bir ülke ama gelenler komşudan gelmiş, buyursun gelsinler. Son ekmekler kardeşçe paylaşılıyor, evler açılıyor, yataklar seriliyor ve yaklaşık 3 bin Yunan mültecisi yaşama şansına kavuşuyor. Belgeselde konuşanlar çok güzel hikâyeler anlatıyorlar. Birini anlatmadan geçemeyeceğim. Gece vakti su alan bir sandalla yirmi partizan denize açılmış; ay yok, deniz karanlık ama partizanlar Türkiye kıyılarına yaklaştıklarını hissediyorlar ve hep bir ağızdan Enternasyonal’i söylemeye başlıyorlar. Deneyimli bir partizan onları uyarıyor: “Yapmayın arkadaşlar, tedbiri elden bırakmamamız gerek.” Partizanlar seslerini daha da yükseltip yanıt veriyorlar: “Yapma bre Yorgo artık özgür topraklardayız! Özgür!” Sonra onları karşılayan Türk balıkçılara da şarkıyı öğretiveriyorlar. 

Bir hikâye daha var ki, bu beni ağlatıyor. Komşudan gelenlere evini açan bir ev sahibi, evde ne varsa sofraya koyuyor ama açlıktan titreyen hiçbir Yunanlı yemeğe geçmiyor. Lanet olsun uydurulan hikâyelere, ev sahibi bir süre sonra onların yemekler belki zehirlidir diye uzak durduğunu anlıyor, bunun üstüne ev ahalisine “haydi yemeğe başlayın!” diye adeta emir veriyor. Yunanlılar biraz mahcup yemeğe uzanıyorlar. 
Bir de “bitlerimiz birbirine karıştı” diye bir söz var. O zamanlar hem Anadolu hem de gelen mülteciler bit içinde, misafirlere en güzel yataklar yapılıyor ama bitler birer ikişer bembeyaz çarşafların, yastıkların üstünde dolaşmaya başlıyor. O zaman Yunanlı bir direnişçi gülerek Türk dostuna sarılıyor ve “artık bitlerimiz birbirine karıştı biz kardeş olduk” diyor. Ve ikisi de gülerek bir şarkıya başlıyorlar. 

Bir zamanların merhametli ülkesini düşünürken birden aklıma Suriye’den savaştan kaçıp ülkemize sığınan mültecilerden yoğun bir nefret duymamıza neden olan ne diye düşündüm. Bu böyle çok kez tanık oldum. Bence bu nefreti körükleyen, bizim merhametimizi en çok çalan AKP iktidarı oldu. Çünkü ironik bir biçimde her Suriyeliyi gördüğümüzde, farkında olmadan Tayyip Erdoğan’ın savaş politikası aklımıza geliyor ve en kolay Suriyeli mülteciyi suçluyoruz. Kaç kez, onlara şöyle bağırıldığını duydum:  “Git Tayyip sana baksın!” 

Öfkemiz başka bir yöne kaydı, merhametimiz kilitlendi. Şimdi yeniden merhametimizi geri almak zorundayız. Bir kız çocuğuna uzattığınız bir bebek bile önemli. Şimdi organize olup komşuya en azından bir geçmiş olsun mesajı iletmeliyiz. Çünkü 1999 depreminde onlar bizim yanımızdaydı. Bunu ne çabuk unuttuk, ne çabuk içimizdeki ırkçılık şaha kalktı. Barbarlar gibi sadece kötülük haykırıyoruz! 
Unutmayın bizi dünya Asya Minor olarak bilir yani Türkçesi biz Anadolu’yuz! 

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


Not: “Asya Minor Yeniden” filmini YouTube’dan izleyebilirsiniz.

28 Temmuz 2018 Cumartesi

Tasfiye - ORHAN GÖKDEMİR

Başlıktaki Arapça kelimenin birkaç anlamı var. Bunlardan biri “arıtma, ayıklama, temizleme”dir. Ticaret Hukuku terimidir aynı zamanda. Bir ticaret kuruluşunun batması, kapanması gibi nedenlerle hesapların kesilmesi, alacaklılara, ortada kalan mal ve paradan paylarına düşen miktarın verilmesi, likidasyona uğratılmasıdır. Haliyle türlü nedenlerle birçok kimsenin görevine son verme gibi bir anlamı daha var. Demek ki birilerini atmak, görevine son vermek, arıtma-ayıklama-temizleme işlemini haber veriyor bize. Tasfiyedir.
Bütününden çıkan anlam daha hoş; demek ki tasfiye varsa, bir batma veya bir kapanma da söz konusudur. 

Yoksa neden “tasfiye”ye başvurulsun ki? 

İşler yolunda giderken tasfiye olmaz.

Kim yapar tasfiyeyi? Tasfiye memuru. İcra-iflâs dairelerince atanan, işi alacak ve borçların tasfiyesi olan bir görevliden söz ediyoruz. Böylece içinden geçtiğimiz dönemi anlamak için iki çok faydalı terime ulaşmış oluyoruz. Düzen, iflas ettiğinden tasfiye halindedir ve ortalıkta iktidar sahibi olarak gördüklerinizin hepsi birer tasfiye memurundan ibarettir. Eski rejimin görevlilerini atıyorlar, kurumlarını satıyorlar ve idari aygıtını dağıtarak hızlı bir arıtma-ayıklama-temizleme işi yapıyorlar. Meclisi, hükümeti, yargıyı, orduyu arıtıp, ayıklayıp, temizlediler. Tasfiyeye uğramışlardır. Geride sadece Beştepe’deki sarayı bırakarak yeni bir sistem oluşturdular. Artık devlet aygıtı ayıklana ayıklana çok küçüldüğünden her şey daha temiz görünmektedir.

                                                                  ***

Devlet bu kadar temizlenmiş ise, geride kalanların, örneğin basının veya siyasi partilerin de arıtılması, temizlenmesi, ayıklanması bir gerekliliktir. Olup bitenin bir kısmı budur. 
Partilerden başlayalım. MHP kendi kendini tasfiye etti. Ona alternatif olduğu söylenen İYİP tasfiye halinde. Ana muhalefet CHP kongreye gidecek ama bunun için gereken imzanın sayısında anlaşamıyor. Altı yüze kadar sayamayan bir siyasi parti olur mu? Bizde var. Cumhuriyetin kurucusu olduğu söylenen bu parti durduğu yerde, bir eski emekli bürokrat gözetiminde tasfiye oldu. Kemal Kılıçdaroğlu ve yerine oturursa partiyi ataletten kurtaracağı iddia edilen Muharrem İnce birer tasfiye memurudur.


AKP birkaç kez tasfiyeye uğradı. Sonuncusunda başına Binali adında bir tasfiye memuru atandı. Yetmedi, içinden çıkan bakanlar kurulu başına atanan tasfiye memuru ile birlikte tasfiye edilip, parti saraya bağlandı. Başında her şeye kadir bir “başkan” olmasına rağmen son seçimde oy kaybına uğrayınca kapısına yine tasfiye memurları dayandı.

Tayyip Erdoğan ancak tasfiyelerle ilerleyebilmektedir. Başbakanlığı, bakanlığı, partisini, partisinin belediye başkanlarını, hatta bir bütün olarak hükümeti tasfiye etti, her şeyi üzerine aldı, kendine bağladı. Orduyu tasfiye etti, işlem sürüyor. “Bedelli”, cumhuriyetin ordusunun tasfiyesidir. Polisi tasfiye etti, bekçilerle takviye ederek ayakta tutmaya çalışıyor. Yetmedi tabii. Son haberlere göre 18 Ağustos'taki parti kongresine sunacağı MKYK listesiyle, parti içinde büyük bir tasfiyeye girişeceği belirtiliyor.

Basını tasfiye ettiler. Tasfiye memuru olarak Demirörenleri ve Aydın Doğan’ı atadılar. Olmayınca Doğan’ı da tasfiye ettiler. Gazeteleri, televizyonları, radyoları üç otuz paraya tüpçülere devredildi. Onlar da alıp, eski çalışanları atıp temizleyerek yollarına devam etti. Basındaki son tasfiye memurudur Yıldırım Demirören. Futbolun tasfiyesindeki tecrübelerini burada da başarıyla sürdürmektedir. Basından geriye “yetişin, ulusalcılar kızlı erkekli tatil yapıyor” diye feryat eden yobaz Akit ile Attiki’deki yangın faciasını “Yananistan” başlığıyla duyuran pespaye Takvim gazetesi kalmıştır. Mutlak tasfiyedir.
Düzenin çalışan tek organı tasfiye memurlarıdır. Eski rejimin görevlilerini atıyorlar, kurumlarını satıyorlar ve idari aygıtını dağıtarak hızlı bir arıtma-ayıklama-temizleme işi yapıyorlar. Düzen yüklerinden kurtulmuş, temel işlevine indirgenerek tamamen temizlenmiştir.
                                                                 ***

Temizlik o kadar belirgin ki kapitalizmin kutsalı olan mülkiyet hakkını bile kaldırıp attılar. Kayyım diye müthiş bir icadı var yeni sistemin. El koydum diyorsun, alıp, mahkeme safahatını beklemeden başkasına devrediyorsun. Mülkiyetin bu kadar kolay el değiştirdiğine daha önce hiç tanık olunmamıştır. Geçen gün OHAL’i kaldırdıklarını açıklarken geldi hukukun temizlendiğinin müjdesi. Her şeyin başkanı, "Bu sistemde her an her şey olabilir, hiçbir şeyin garantisi yoktur. Atanmış olanlar da görevden alınabilir" dedi. Her an her şeyin olabileceği bir düzen mutlak bir tasfiyedir.

Neden buraya geldik? 

Çünkü kuralsızlığın kural olduğu tuhaf, karanlık, derin bir krizin başındayız. Düzen her şeyi mümkün kılarak olabilecek her şeye karşı kendini korumak için hazırlık yapıyor. Nedir yeni rejimin-sistemin alamet-i farikası? Her an her şeyi mümkün kılan bir hukuksuzluk. Demek ki artık hukuk yoktur, kanun yoktur, iş güvencesi, çalışma hakkı kalkmıştır. Her an, her şey muktedirin iki dudağının arasındadır. Tek yol düzene biat etmektir.

Yalnız sorun şu ki böyle bir düzende akıl sağlığı yerinde tek insan kalmaz. Bu düzen bozar insanı. Bozulmuş insanın omurgası yıkıma uğrar, çöker. Büyük çöküntüdeyiz. Omurgası yıkıma uğramış insanı canlı göstermenin tek yolu içine din pompalamak, tarikat aşılamaktır. Her an her şey olabilecekse dinselleşme bir gerekliliktir.

                                                                  ***

Tasfiye halinde bir devlet ve tasfiye halinde bir düzen ile karşı karşıyayız. Battı, kapatılıyor. Haliyle düzenin çalışan tek organı tasfiye memurlarıdır. Eski rejimin görevlilerini atıyorlar, kurumlarını satıyorlar ve idari aygıtını dağıtarak hızlı bir arıtma-ayıklama-temizleme işi yapıyorlar.

Ama bu arada devleti tasfiye ederek, güçlerini tek elde toplayarak kendi tasfiyeleri için de zemini hazırlıyor. Büyük tasfiye büyük çözülüşün habercisidir. Dedikleri gibi artık her an her şey olabilir. Buna yeni bir cumhuriyet de dahildir…

Orhan Gökdemir / SOL

Adnan Hoca tarikatının düzen, IŞİD'in ABD'nin ta kendisi olduğu anlaşıldı! - ERHAN NALÇACI

Adnan Hoca operasyonu öncesi sayfalarında izlenme sayısını arttırmak için “Kedicik”lere sürekli yer veren sermaye basınında şimdi her gün yeni bir haberle karşılaşıyoruz.
“Mason olabilmek için 1 milyon avro rüşvet verdiği anlaşıldı.”
“Adnan Oktar’ın servetini duysanız dudağınız uçuklar.”
1990’ların başında gerici bir uluslararası fonun bütün dünyada Evrim Kuramı karşıtlarını desteklediğini ve Adnan Hocacıların düzene buradan giriş yaptığını tahmin ediyoruz.


Yıllarca bu tarikat tarafından üniversitelere dağıtılan, Evrim Kuramı karşıtı tamamen uydurulmuş kitaplarıyla, okullarda açtıkları sahte fosil sergileriyle uğraşmak zorunda kaldık.

Şimdi anlıyoruz ki düzenin tepelemeye çalıştığı bu tarikat bütün çürümüşlüğü ile düzenin ta kendisiymiş.

Emekçilerin düşünme yeteneklerini çalmak için evrim ve bilim karşıtıydılar, tıpkı düzen gibi.

Düzen gibi, insanların dini duygularını istismar ederek zenginleştiler.
Bir yandan dindar, bir yandan masondular.
Bir yandan silahlı çete, bir yandan şirkettiler.
Bir yandan nitelikli dolandırıcı, bir yandan kadınları fuhuş öznesi olarak gören erkekler dünyasıydılar.
Düzenin bir cerahat odağı değil, ta kendisiydiler.

                                                                ***

Diğer bir sahtekârlığın ise IŞİD ile ilgili olduğunu yazıp durduk. IŞİD bir şekilde ABD ve diğer batılı emperyalist ülkelerce besleniyor, yönlendiriliyordu.

Eğer IŞİD olmasaydı (ve yerli işbirlikçiler), ABD Suriye’ye yerleşemezdi, NATO Irak’a konuşlanamazdı.

Irak ve Suriye ordularının başarılı askeri operasyonları ile IŞİD birçok bölgesini kaybetti ve bir cephe savaşını yürütemeyecek hale geldi.

Bundan iki yıl kadar önce CIA direktörü kendileri karar vermiş değil de, haber almış gibi “IŞİD”in gerilla taktiklerine başvuracaklarını” söylemişti.

Şimdi ABD’nin çıkarları nerede zedelense orada bombalar patlıyor. Suriye ordusunun güney Suriye’nin hemen birçok bölgesini kurtarmasından sonra Süveyda kentinde patlayan bombalar 215 kişinin ölümüne yol açtı. ABD’nin Çin’e kaybetmek üzere olduğu Pakistan’da seçimlere IŞİD saldırdı, çok sayıda insanı katletti.

Belki gözünüzden kaçmıştır, gazeteci Robert Fisk geçenlerde önemli bir habere imza attı: Cihatçılardan ele geçirilen füzelerin ABD’ye ait bir üsten yola çıktığını kanıtlayan belgelere ulaştığını yazdı. Bir yandan ABD hâlâ Suriye devletini kimyasal silah kullanımı ile ilgili suçluyor ve çeşitli kurumlara yaptırım uyguluyor.

Düzenin sahtekârlığı bir tarikata değil, tümüne ait.

                                                                 ***

Emperyalist düzendeki üretim anarşisi ve kâr hırsının dünyada iklim değişikliğine yol açtığına birçok kez değindik. İsveç gibi bir kuzey ülkesi kuraklıktan kırılıyor. Dört aydır yağış alamayan İsveç’in Müslümanları yağmur duasına çıkmışlar.

Artık ne sonuç aldılar bilemiyorum.

Ama bu düzeni ortadan kaldıracak sosyalizmin duayla gelmeyeceğini çok iyi biliyoruz.

Erhan Nalçacı / SOL

Yapalım yargıda şeyini... - ÖZGÜR MUMCU

Bir ülkenin Rusya’yla kanlı bıçaklı olmasından birkaç sene sonra ABD’yle büyük kriz yaşaması pek de normal karşılanmasa gerek. Dünyanın bir türbülanstan geçtiği açık. Haliyle, güç dengelerinin yeniden değiştiği bu dönemde Türkiye de kendini konumlandırmaya çalışıyor. 

Bir yanda NATO üyesi ve kâğıt üzerinde kalsa da AB adayı bir ülke. Diğer yandan ara ara Şangay İşbirliği Örgütü’ne girmekten bahseden, Rusya’yla ilişkilerini geliştiren bir ülke. 

Batı bloku ve Rusya arasındaki ilişkiler de kesin çizgilerle tespit edilecek gibi değil. ABD başkanı Donald Trump’ın Putin’e hayranlık derecesinde yakınlığı ortada. Rusya’nın ABD seçimlerini manipüle ettiği iddiaları ABD’de hâlâ soruşturma konusu. Avrupa’nın aşırı sağ ve popülist hareketlerinin de Rusya tarafından desteklendiği görülüyor. 
Ekonomik gelişmeyle beraber orta sınıfın demokrasi talebinin artacağı ve Çin’in demokratikleşeceği öngörüsü de suya düşmüş halde. Henüz hâlâ büyük oranda bölgesel bir güç olan Çin’in uluslararası büyük bir aktöre dönüşme yolunda hızlı adımlar attığı da. 

Velhasıl, eski dünyanın yıkıldığı, ancak ne şekilde ve nereden yıkılacağının hâlâ belirsiz olduğu bir zaman diliminden geçiyoruz. Haliyle, kurulacak yeni dünyanın neye benzeyeceği de bir o kadar belirsiz. Bu durumda ortalığın toza dumana boğulması da anlaşılır. 

Türkiye bu kritik döneme bir rejim değişikliğiyle giriyor. İktidar yanlıları, güçlü tek adam idaresinin tarihin böyle bir anında iyi bir çözüm getireceği fikrinde. Oysa bu rejim değişikliği, devletin Osmanlı’nın son dönemlerinden beri gelen kurumlarını ortadan kaldırmakta ve böylelikle güçsüzleştirmekte.

Kurumların nasıl çökertildiği dışarıdan da gözlemlenebiliyor. Hukuk devleti ve dolayısıyla yargı bağımsızlığının rafa kaldırıldığının bilincinde olan ABD, vatandaşı din adamı Andrew Brunson’ın serbest bırakılması için doğrudan Cumhurbaşkanı  Erdoğan’la pazarlığa oturuyor. Pazarlık koşullarına uyulmadıklarını düşündüklerindeyse yaptırıma kadar gidebilecek sert tedbirlerden bahsediyorlar. Bunda elbette kendini dünyanın en iyi müzakerecisi zanneden, bu konuda kitaplar yazmış Donald Trump’ın üslubu da rol oynamakta. 

Gelgelelim, Türkiye’nin Brunson’ın akıbetine bağımsız yargının karar vereceğine ve Türkiye’de hukuk devleti bulunduğuna yönelik açıklamalarının hiçbir etkisi yok. Ülkemizde yargının bağımsız olduğunu ileri süren kimsenin ciddiye alınmayacağı bir hukuki cehennem yaşanıyor. 

Bunun haricinde bizzat Erdoğan, Brunson-Gülen takasını ima ederek “ver papazı, al papazı” açıklamasıyla yargı bağımsızlığının bulunmadığını ikrar etmiştir. O meşhur konuşmasında verin bize papazı dedikten sonra “yapalım yargıda şeyini, size verelim” de demektedir. 

Siz, “yargıda şeyini” yapacağınızı söyledikten sonra, yargı bağımsızlığını ileri sürerek, ABD’nin tehditlerine güçlü bir itirazda bulunamazsınız. 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya, Osmanlı’yı Osmanlı değil Enverland olarak değerlendiriyordu. Bugün de Türkiye, Türkiye diye değil Erdoğanistan olarak değerlendirilmekte. 

Tek adam rejimiyle devletin güçlenmeyeceğini aksine zayıflayacağını görmekteyiz. 

Kurtuluş Savaşı’nı bile Meclis’le yürüten bir siyasi geleneğin vardığı yer acıklı.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET