Günümüzden 60 sene önce… 1958 senesinin Dünya Kupası finali…
İsveç’in 36.600 kapasiteli Rosunda Stadı’nda kupaya ev sahipliği yapan İsveç, Brezilya karşısında sahaya çıkar. O finalden sekiz sene önce kendi evinde, Maracana Stadı’nda kupayı Uruguay’a kaptırmış olan Sambacılar bu kez aynı hatayı tekrarlamamak niyetindedir. Ama maç onlar adına kötü başlar, İsveç henüz 4. dakikada kaptanları Nils Liedholm’un golüyle öne geçmiştir. Ama uzun sürmez sevinçleri, Brezilya o golden beş dakika sonra Vava’nın golüyle beraberliği yakalarken 32’de yine onun golüyle öne geçer. Devre Brezilya’nın üstünlüğüyle tamamlanmıştır. Maçın bitimine saniyeler kala, uzaklarda bir ülke radyoları başında heyecanla maçın bitiş düdüğünü beklemektedir. Brezilya son dakikalara 4-2 önde girerken 90. dakikada Pele’nin enfes kafa golü farkı üçe çıkartır. Brezilya Dünya Kupası’nı kazanmıştır…
Aynı saatlerde ülkenin Barbacena şehrinin bir akıl hastanesinde hastalar ve çalışanlar zaferi kutlamaktadır. Biri hariç… Odasına kapanmış, 1953 senesinde tanıştığı sanatoryumun tek kişilik koğuşunda, altı yıl boyunca odasının duvarlarında asılı, parlak kariyerinin en güzel zamanlarını anlatan gazete kupürlerine bakarak yaşamış, kim bilir belki eski günlerin hayaliyle ölümü beklemiş eski futbolcu, hayatına son vermeye çalışmaktadır…
Gelin 1940’lı senelerin Pele’si olarak nam salmış Brezilyalıyı hatırlayalım bu yazıda, anlatalım hazin hikâyesini…
1920 senesinde Brezilya’nın Sao Joao Nepomuceno şehrinde dünyaya açmış gözlerini, henüz 12 yaşındayken kaybetmiş babasını. 17 yaşındayken parlamış yeşil sahalarda, futbolun yaşamın parçası olduğu topraklarda. Copacabana Sahili’nde top yerine portakal kullanarak sergilediği hünerler dikkatini çekmiş Botafogo kulübünün scoutlarından birinin. 22 yaşına geldiğinde takımın yıldızı, 27 yaşında Güney Amerika’nın en büyük topçusuymuş. 1939-1948 arasında 235 maçta formasını giydiği Botafogo’da 209 golü var, üstelik çoğunluğu kafayla. O enfes kitabında onu şöyle anlatır Eduardo Galeano: “Çingeneye benzer bir yönü vardı ama yüzü Rudolph Valentino’yu andırıyordu. Kuduz köpek mizacına sahipti ama iş futbol sahasına gelince o gerçek bir yıldızdı...”
Futbol stili zarif bir dansçıyı andırırmış; ayakları sahaya hükmeder, top tekniği izleyenleri büyülermiş. Lastik gibi bir vücuda sahip, rakiplerini kolaylıkla geçebilen, topu ayakları, kafası, hatta göğsüyle kaleye yollayan bir futbol ustası, bir dâhi… Kariyerinin büyük bölümünü geçirdiği Botafogo’da efsaneleşmiş ama karşılıklıymış aşk. Günün birinde bir gazetecinin onun için söylediği, “Sadece bir futbol oyuncusu olduğunu unutuyor” sitemine verdiği cevap o aşkı yansıtır: “Ben bir futbol oyuncusu değilim, bir Botafogo oyuncusuyum.”
Karnaval müziği eşliğinde çıktığı maçlarda sahada hünerlerini sergiler, attığı her golden sonra General Severiano Stadı’nın tribünlerine koşarak kucağında taşıdığı görünmez muzları taraftarlara atarak kendine has stili ile selamlarmış hayranlarını. Futbol oynadığı yıllarda üniversiteye devam edip avukatlık diploması almış. Kariyerinin en parlak zamanlarında, Copacabana Plajı’nda futbol oynayan küçük bir çocuğa para verdikten sonra şöyle der: “Bunun hepsini dondurmaya ve sinemaya harca. Sakın bütün gününü futbol oynayarak geçirme. Hayatta daha güzel şeyler de vardır.”
O dönemin film yıldızı Rudolph Valentino’yu andıran bu yakışıklı, zeki, karizmatik futbol yıldızının çevresinde kadınlar hiç eksik olmazmış. Maç günleri yeşil sahalarda, geceleri gece kulüplerinde, dans pistlerinde, yatak odalarında sergilermiş hünerlerini. “Rio’nun Prensi” olarak nam salmış o yıllarda…
Ancak onca yeteneğine karşın hayli asabiymiş, kimi zaman rakip topçularla, kimi zaman hakemlerle, kimi zaman rakip takım taraftarlarıyla kavga edermiş. Kendi takım arkadaşları bile zaman zaman nasiplerini alırmış onun kontrolden çıkmış öfkesinden. Rakip taraftarlar onu kızdırmak için ‘Gilda’ lakabı takmışlar, o zamanın Amerikalı güzel aktrisi Rita Hayworth’un canlandırdığı bir fahişeyi anlatan 1946 yapımı ‘Şeytanın Kızı Gilda’ adlı filmden esinlenerek. Rakip tribünlerden yükselen ‘Gilda!’ tezahüratı çılgına çevirirmiş futbolcuyu. Öylesine ki bir maçta o tezahüratı duyunca tribünlere koşup şortunu indirip takım taklavatı teşhir edecek kadar deliye dönmüş...
1948 senesi Boca Juniors kulübüyle Arjantin’in yolunu tutan golcünün kariyerinin hızla inişe geçtiği zamanlar. O sezon bir maçta takım kadrosunda yer almadığını öğrenince, takımın teknik direktörü Flavio Costa’nın kafasına silah dayamış ve tetiği çekmiş ama teknik direktörün şansına silah dolu değilmiş. Kadınlara, içkiye ve kumara olan düşkünlüğü yalnız futbol kariyerinin değil, kendi hazin sonunu da hazırlamış. 1949 senesinde Junior Barranquilla’daki kısa serüveninde, gazeteciliğe yeni başlayan Gabriel Garcia Marquez ile tanışmış. Onun Kolombiya macerasını ‘Yılın en güzel hikâyelerinden biri’ olarak tanımlar Marquez. Ama dostlukları kısa sürmüş. Futbolu 1951 senesinde Rio’nun Americas takımında bırakmış. 2012 senesinde Brezilyalı film yapımcısı José Henrique Fonseca, Marcos Eduardo Neves’in kitabından uyarladığı, futbolcunun hayatını anlatan ‘Heleno’ filmiyle yeni nesillere tanıtmış bir zamanların yıldızını.
•••
Takvim yaprakları 8 Kasım 1959’u gösterirken 39 yaşında hayata veda etmiş Heleno de Freitas, Botafogo’nun efsanesi. Ölüm nedeni, çok zaman önce kaptığı ama tedavi olmayı reddettiği frengi hastalığı olarak geçmiş kayıtlara. Galeano onu anlattığı yazısını şu cümleyle bitirir: “Bir gece tüm parasını bir kumarhanede yitirdi. Başka bir gece kim bilir nerede yitirdi yaşama sevincini? Son gecesinde ise bir yoksullar yurdunda sayıklayarak öldü...”
Bir dünya kupası daha geçti göz açıp kapatıncaya kadar, bir sonrakine kim öle kim kala. Kupayı beş kez kazanan Brezilya bu kez erken havlu attı turnuvaya, cakası futbolundan büyük Neymar bile çare olamadı hüsranlarına. Sambacıları hatırlarken hayatın siyah beyaz olduğu zamanlarda Rio’nun Prensi olarak nam salmış Brezilyalıyı da yâd edelim istedim bu vesileyle, malum kimilerinin bahtı Neymar kadar açık olmuyor…
ZİYA ADNAN / BİRGÜN