24 Haziran seçim kampanyası üzerinde bazı gözlemlerimi okurlarla paylaşmak istedim. İktidarın değil, ana muhalefetin, yani CHP’nin izlediği platformu, içeriği ile değil, söylemedikleri, “es geçtikleri” ile gözden geçirmek istiyorum.
Ekonomik kriz konusu üzerinde odaklanacağım.
Ekonomik kriz ortamı nasıl tetiklendi?
Türkiye, 24 Haziran seçimine bir ekonomik krizin ön-işaretleri içinde girdi. Dahası, Cumhurbaşkanı, seçim arifesinde kriz ortamının oluşmasına doğrudan doğruya katkı yaptı.
Ne tür bir “katkı”? Seçime, AKP yıllarının ürünü olan dışsal kırılganlıkların ağırlaştığı bir konjonktürde gidiliyordu; seçim tarihi de bu nedenle öne alınmıştı. Türkiye, öteden beri “yükselen ekonomilerin beş kırılganından biri” olarak tanımlanmıştı. Mayıs başına geldiğimizde ciddi ekonomik eleştiriler içeren IMF, Moody’s, Standard & Poor’s belgeleri, raporları yayımlanmıştı.
Finans çevreleri AKP’nin seçimi kazanacağını öngörüyordu. İki yıldan beri süren Cumhurbaşkanı-TCMB uyumsuzluğuna fazla önem verilmiyordu. IMF ve diğerlerinin uyarılarının seçim sonrasında dikkate alınacağı beklenmekteydi. Bu çevreler için istikrar önemliydi. Siyasî olarak yıprandığı dönemlerde, örneğin 2013’ten bu yana AKP’nin kazandığı her seçim sonrasında borsa coşmuş; döviz piyasaları rahatlamıştı. 25 Haziran’da da aynı durumun tekrarı umuluyordu.
Mayıs başında Cumhurbaşkanı, uluslararası finansın beşiği sayılan Londra’ya gitti. Kraliçe ve Başbakan ile görüştü. Ayrıca bankerlerle, finans çevreleriyle buluştu. Bu buluşmada yatırımcıları Türkiye’ye davet eden, “uyumlu” mesajlar bekleniyordu. Tam aksine hepsini şaşırttı; finans uzmanlarına dersler verdi: “Özerk merkez bankası düzenlemesi anti-demokratiktir; sorumluluk, seçilmiş, tam yetkili Cumhurbaşkanı’na ait olmalıdır; faiz kötülüklerin anası, enflasyonun nedenidir…” söylemiyle “piyasalara” açıkça meydan okudu.
Batı finans uzmanlarının, basınının, bankerlerin, yatırımcıların Türkiye algılaması sarsıldı. O tarihteki tepkileri derlemiş; aktarmıştım. Özetle, “seçilse bile ümit yok; siyasî istikrar çare olmayacak; bildiğini sürdürecek, bu durumda uzak durmak uygundur ” teşhisi yaygınlaştı. “Piyasalar” Türkiye’ye ceza kesti. Dolar, Mayıs’ın iki haftasında yüzde 10 pahalılaştı. Türkiye, hızla kriz ortamına sürüklendi. Cumhurbaşkanı’nın doğrudan katkısı açıktır.
Mehmet Şimşek ve Murat Çetinkaya “hasar tamiri” için Londra’ya gittiler; çare olmadı; zira, Cumhurbaşkanı geri adım atmadı. Nisan sonu ile seçim arifesi (22 Haziran) arasında, TCMB’nin dolar alım fiyatını izleyin: 4,05 TL → 4,71 TL. “Yükselen piyasalar” içinde, IMF programına sığınmış olan Arjantin’le birlikte dolar artış rekoru Türkiye’nindir. Dünya ekonomisinin 2018 koşullarında bir “yükselen ekonomi krizi”nin tipik ön- işaretidir.
Seçim kampanyası döneminden söz ediyoruz. Ne İnce, ne de Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı’nın açık ve aktif katkı yaptığı ekonomik kargaşaya değinmedi. Halbuki, “kolay” bir hedef, bir dizi açık suçlamayı adeta davet etmekteydi: “Finans kapitale yenik düştünüz. Türkiye’yi bir krizin eşiğine sürüklediniz. Dolar sattırdığınız vatandaşın zararlarından sorumlusunuz. Karşılamanız gerekir…”
CHP niçin suskun kaldı?
Muharrem İnce’nin kampanya stratejisi, Erdoğan’ın üslubunu rakibine karşı dönüştürmek, kullanmak oldu. İçerik değil, polemikçi üslup önem taşıdı. Bu yöntem, kendi ölçüleri içinde başarılı oldu; Cumhuriyetçi kalabalıklar heyecanlandı. Ne var ki, içerik önemsiz görüldüğü için, ekonomik kriz, yolsuzluklar (örneğin Rıza Sarraf davası), rejim değişikliği (Cumhuriyet’in ilgası) konuları tartışılmadı. İktidarı en zayıf noktalarından vurma fırsatı kullanılmadı.
Bu eksikliği CHP Genel Merkezi telafi etmedi. İnce’nin ekibine bu doğrultuda katkılar yapıldığını fark etmedik. Parlamento kampanyasını sürdüren lider kadrosu da bu konulardaki suskunluğa katıldı.
Ekonomik krize odaklanalım ve açıkça söyleyelim: CHP yönetimi, Cumhurbaşkanı’na karşı finans kapitali “haklı” bulmaktadır. Daha da önemlisi, bu “kayıtsız şartsız bir haklılık” teşhisidir. Suskunluğun kaynağında hem neoliberal saplantıların yerleşmiş olması; hem de bu tutumu sahiplenecek cesaret yoksunluğu yatmaktadır.
Cumhurbaşkanı-finans kapital takışması, çağdaş kapitalizmin, dolayısıyla emperyalizmin eleştirisi ihmal edilerek kavranamaz. Böyle bir ihmal, hem AKP’nin ekonomik sicilinin, hem de finans kapitalden kaynaklanan sömürü-bağımlılık zincirlerinin algılanmasını imkânsız kılar.
CHP yönetimi, böyle bir eleştiriden uzak kalmaktadır. Zira, aslında benimsenen tek seçenek, “2001’in fabrika ayarlarına dönüş”tür. Bu özlem, arada bir açıkça ifade edilmektedir.
“2001’in fabrika ayarları”, Kemal Derviş’in liderliğinde oluşmuştu. Bu “ayarlar”ın sonucu olan toplumsal bunalım bir yıl sonra AKP’yi iktidara getirecekti. CHP lideri Baykal ise, bu “ayarları” eleştirmedi; tam aksine benimsedi; Derviş’i partisine aldı; parlamentoya taşıdı.
AKP, bu reçeteyi eleştirerek iktidar oldu; ama iktidarının ilk ilk altı yılında onu sadakatle sürdürdü. Bu reçete, serbest sermaye hareketleri, enflasyon hedeflemesi (“yüksek faiz”), dalgalı döviz kurları (“ucuz döviz”) ve malî disiplin (“faiz dışı bütçe fazlaları”) öğelerine dayanır.
Bu model, geleneksel burjuva iktisadından kaynaklanmaz. İlk üç öğesiyle finans kapitalin 21’nci yüzyıla ait küreselleşme tasarımından türemiştir. 2008’den sonra Türkiye’yi abartılı dış bağımlılığa sürükleyen yapısal bozulmanın da kaynağında da bu reçete yatmıştır.
Bugün finans kapital ile cebelleşen Cumhurbaşkanı eleştirilecekse, iktidarının ilk döneminde bu reçeteye tartışmasız teslim olması vurgulanmalıdır. Bazı yıllar “sıcak para”ya dolar üzerinden yüzde 30’u aşan getiriler ikram eden; dış borcunu astronomik tempoyla tırmandıran; halk sınıflarını “borç tuzağı” içinde uyuşturarak tüketimi pompalayan; 2008-2009 krizine yol açan; ekonomiyi sürdürülemez dış kırılganlıklara mahkum eden bir AKP eleştirisi kastediyorum. Bu bağlantıları defalarca tartıştım; yazdım.
CHP yönetiminin neoliberalizme teslimiyeti, bu tür bir eleştiriyi imkansız kılar; seçim kampanyasında kriz tartışması bu nedenle gündem dışı tutulmuştur. Dahası, AKP’nin ideolojik söylminin egemenliği, CHP’de de suçluluk kompleksi ve savunma refleksleri yaratmıştır. Bu nedenle, “Londralı bankerler haklı, Cumhurbaşkanı haksızdır” diyerek “ulusal çıkarları umursamayan, vatansız, gayri-millî CHP” saldırısına çanak tutmak tehlikelidir; kaçınmak önceliklidir.
Seçenek önermek korkusu
2001’in neoliberal programını ve AKP’nin ilk yıllarını eleştirmekten bilinçli olarak uzak duran bir CHP, bugünkü kriz ortamına nasıl bir seçenek önerebilirdi? Olsa olsa bir IMF programı… Öneremez; zira, parti saflarında hâlâ etkili olan sosyalist soldan ürkmektedir.
“Halkçı” bir seçenek, bunalımın maliyetini uluslararası finans kapitale ve burjuvaziye (krizin yaratıcılarına) yükleme yöntemlerini arayacak; bulacaktır. Örneğin, sermaye hareketlerinin denetimi, dış borçların yapılandırılması, gerekirse askıya alınması ve AKP döneminde vergi yükleri sembolik boyutlara düşen burjuvaziyi vergileme yöntemleri…
Bugünkü CHP’nin seçmen tabanı, ideolojik özellikleri, sağlıklı anti-emperyalist refleksleri, Cumhuriyetçi özlemleri, sınıfsal profili ile bu tür halkçı bir programla niçin kavgalı olsun? Sorun, aydınlanmacı ve sınıfsal/sol bir çizgiden uzak durmaya özen gösteren “sosyal demokrat” CHP yönetiminden kaynaklanmaktadır. Sağdan ve soldan sıkıştırıldığı için ekonomik kriz konusunda ilkesizliği yeğler. Sonuçta, “bu ortamda inşallah iktidar bize düşmez…” rehaveti yerleşir.
“2001 ayarlarına, özlem”in politik uzantıları da var. Neoliberal söylemin “rol modelleri” malumdur: Hâlâ “dokunulmaz” kimliği ile Derviş, 2003-2007 politikalarının yürütücüsü Ali Babacan; Cumhurbaşkanı’nın saldırıları sırasında finans sisteminin sağlığını “kahramanca” korumaya çalışan Mehmet Şimşek… ABD’de saygınlığa, ödüllere layık görülmüş TC pasaportlu liberal iktisatçılar daima gündemdedir…
Bu tür bir ekonomik bir ittifakın, işbirliğinin siyasî boyutu, belki de daha ayrıntılı biçimde tasarlanmaktadır: Abdullah Gül niçin sürekli gündemdedir? İmkânsızlığı kesinleşince İnce’ye dönüldüğü malumdur.
Bu siyasetçiler, siyasî İslam’ın “ılımlı” kanadı ile “sosyal demokrat” CHP arasında bir büyük koalisyon tasarımının tutsağıdır. 2003-2007 yıllarındaki AB-TC ilişkilerindeki “fabrika ayarlarına da dönüş” özlemi… Uluslararası finans kapital ve emperyalizm ile kozmopolit Türkiye burjuvazisi arasında geleneksel hiyerarşiyi, bağımlılığı canlandıran ideal çözümün arayışı…
Korkut Boratav / SOL