26 Ağustos 2018 Pazar

İdlib’de sona doğru ve AKP’nin çaresizliği - ERHAN NALÇACI

Bayramdan sonra İdlib’de kıyametin kopacağı anlaşılıyor.

Suriye ordusu güneyde beklenmedik bir hızla cihatçıları yenilgiye uğrattıktan sonra kuzeye, Türkiye’nin komşusu İdlib’e yöneldi, askeri birliklerini ağır silahlarla birlikte taşıdı. Son birkaç sene içinde, özellikle Rusya’nın doğrudan savaşa katılmasıyla, kurtarılan bölgelerdeki cihatçıların İdlib’e geçmesine izin verilmişti. Bu nedenle yüz bin civarında cihatçı militanı barındıran İdlib irin dolu bir apseyi andırıyor, tıpçılar bilirler, apse boşatılmadan hasta iyileşmez. Suriye devleti ve müttefikleri için İdlib operasyonu tam anlamıyla bir apse boşaltma ameliyatına döndü.

İdlib ayrıca önemli.
Bir kere Suriye komplosu İdlib’de başladı, cihatçıların çoğunluğu Suriye’ye İdlib üzerinden sokuldu ve silah yardımı aldılar. Halep, Lazkiye ve Şam arasında çok önemli bir kesişme noktası üzerinde kaldığı için ekonomik ve askeri açıdan stratejik bir öneme sahip. Buradan saldırılar düzenlemeye devam ediyorlar.

Öte yandan İdlib’in düşmesi durumunda cihatçıların kontrol ettiği hemen hiçbir bölge kalmayacak, ABD’nin işgal ettiği alanın dışında Suriye savaşı büyük ölçüde bitecek gibi gözüküyor.

Tam bu aşamada ABD, İngiltere ve Fransa eğer Suriye ordusu kimyasal silah kullanırsa şiddetli bir şekilde karşılık vereceklerini bildirdi.
Aslında şunu söylemek istiyorlar:
“Biz, emperyalist dünyanın üç gangster devleti, Suriye komplosunu kurduk, işlettik, taşeron devletler aracılığıyla bir iç savaş yarattık, cihatçıları dünyanın her yerinden buraya taşıttık, besledik. Eğer Rusya müdahale etmeseydi, çoktan toz toprak içinde kalmış Suriye’yi paylaşmıştık.
Kritik anlarda yaptığımız gibi kimyasal silah yalanına bir kez daha başvuruyoruz, bu yalanı kimin yutup kimin yutmadığı önemli değil. İdlib düşerse, Suriye’de hareket etme alanımız kalmayacak.
Şimdi bir kimyasal silah komplosu oluşturup, Suriye’nin kuzeyi için uçuşa yasak bölge yaratmanın zamanı gibi gözüküyor.”

Aslında ABD ve müttefikleri Suriye yenilgisini kabullendiler ve sadece zorluk çıkarmak için mi bu açıklamayı yaptılar, yoksa Rusya ile erken bir kapışmayı göze alabilecekler mi, göreceğiz.

Ama hali en yaman olan Türkiye!

Türkiye sermayesi en başından beri komplonun içindeydi, ama basit bir taşeron devlet olarak değil, kendilerine ait bir hegemonya alanı yaratmak için hareket ettiler. Şimdi, bu utanca bulaştıktan yedi sene sonra ellerinde hiçbir şey kalmama olasılığı çok kuvvetli. Bir yandan iktisadi kriz nedeniyle ABD emperyalizmiyle uzlaşma yolları arıyor, bir yandan Astana’da Suriye hakkında söz sahibi olmak için koltuklarını kaybetmek istemiyorlar.
Bir yandan İdlib’deki bazı cihatçıları kontrol altında tutuyorlar ama bir yandan da önemli ölçüde kontrolü kaybetmiş gözüküyorlar. Grupların bir kısmı hükümetin Rusya ve İran ile flörtü nedeniyle Türkiye’yi karşısına almış durumda.

İktisadi krizden çıkmak için Rusya ile anlaşmalar yapıyorlar, iş ticaretin ulusal para birimleri üzerinden yürütülmesine kadar geldi, ama şu İdlib!

Dışişleri ve Savunma Bakanları, MİT başkanı, hep birlikte Moskova’daydılar. Basın açıklamasında Çavuşoğlu, Rusya ile muhteşem bir şekilde gelişen dostluğa vurgu yaptı ama iş İdlib’e gelince karından konuşmaya başladı. Söylediği “askeri harekâtın bir felaket olacağı”. Türkiye’ye göç, siviller... Başka çözümler öneriyor. Yani apseye merhem!
AKP hükümeti tam bir açmaz ile karşı karşıya.

Bir hafta içinde sürecin nereye gideceği oldukça netleşmiş olacaktır. Türkiye’de sermaye sınıfının karşı karşıya kaldığı çok yönlü krizin bu boyutunu dikkatle izleyelim.

Erhan Nalçacı / SOL

Sinop’tan Ötesi - Ayşe Şule Süzük

Taşra sanki  yeknesaklığına eşlik eden bir haset duygusuyla kararmış gibi gelir bana. Uzayıp giden uzak duygusu her şeye karşı onulmaz mesafeyi ve gıptayı beraberinde getirir sanki. Taşra izler, taşra gözler, taşra iç geçirir,  taşra uzansa bile tutamaz, elinden kayıp gider hayal edilenler. Bu uzaklık, bu atılmışlık, bu terk edilmişlik duygusu içinde, bir gün “seni yeneceğim İstanbul!” repliğinde olduğu gibi öfkeyi ve yetersizliği içinde barındırır. Benzemeye çalıştığına sürekli bir haset ve gıpta arası tanımlanamaz bir duyguyla bakar, haberdârdır ama gidemez, eremez, ulaşamaz. Yetersizlik ve tamamlanmamışlık, yarımlık ve bitmemişlik bir büyük köyün sınırları boyu,boynunu sıkar ha sıkar taşra insanının.
Yakın taşra, uzak taşra…
Kayıp duygusu, yas duygusu, kabuğunu kırmaya çalışıp da yetersizlikleriyle yüzleşememiş insanın kabuğundan bir gün ola ki çıkabilme tutkusu.

Hepimiz irice bir taşrayız belki. İçimizin poyrazlarını ve karanlıklarımızı el yordamıyla tanımlamaya çabalıyoruz.  Öyle olmalı irice taşralarda, hissedilen ölümüne sürgünlük duygusu.  Bu duygunun elle tutulur hali  sanki : Üç tarafı denizle çevrili Sinop Kalesi.
Evliya Çelebi, “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.” diye yazmış. Azılı mahkûmlardan biri de zaman atlamasıyla Sabahattin Ali olacaktır. 1932 sonunda bir yıla yakın tutsak kaldığı kalede, yalçın kaleyi, denizin hırçın dalgalarını, rutubetin kemikleri takırdatan sinsiliğini ne güzel de dillendirmiş Hapishane Şarkısı’nda:
“Başın öne eğilmesin/
Aldırma gönül aldırma/
Ağladığın duyulmasın/
Aldırma gönül aldırma. 
Dışarda azgın dalgalar/
gelir duvarları yalar/
seni bu sesler oyalar/
aldırma gönül aldırma.”

Sinop Hapishanesi’ni gördüğümde, aslında şiirin kasveti, yalnızlığı, alacaklılığı nasıl da güzel geçirdiğini hissetmiştim. Sinop’ta mahkûm olanlar, bir de Sinoplu olanlar var elbet. Ahmet Muhip Dranas gibi. En sevdiğim şiiri Fahriye Abla değil yazık ki, sanırım içimi ışıltıyla, ışık tozlarıyla, tazelikle dolduran Serenad şiiri:
“Yeşil pencerenden bir gül at bana,/
Işıklarla dolsun kalbimin içi./
Geldim işte mevsim gibi kapına/
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.” diye tatlı tatlı devam eden şiir.

Sinop yukarıda sözünü ettiğim kaknem taşralılık havasına karşı berrak bir nehir duygusu uyandırıyor. Zorunluluktan taşralılığa mahkûmiyet değil, bir özgür seçim sanki. Mutluluk kenti imiş üstelik 2013 TÜİK araştırmasına göre. Az şey mi, bugüne süzülen posası bile yeter.

İşte bu şehir, Karadeniz’e minik bir oğlak başı gibi uzanan, üç tarafı deniz, körpecik balıkların çevrelediği işte bu Sinop, türlü yerel festivallerin dışında bir başka festival için yollara düzülmüş. 27-28 Ağustos tarihlerinde Ahmet Muhip Dranas’ı ölümünün 38. yılında anmak ve dahi yaşatmak üzere “Fahriye Abla Sizi Sinop’a Çağırıyor” başlıklı bir festivalin ilkini gerçekleştirecek Sinop sevdalıları. Hoş Fahriye Abla mevzusu az biraz karmaşıklık arz etse de, Sinop sokaklarının yeşil, şiir, balık, elbette palamut, ve tarih kokan dokusu ve ışıl ışıl mutluluk vadeden gizli cennetleri, doğrusu bu festivali izlenmeye değer kılıyor. Gideydik de göreydik. Sinop’u ve tarihini bir de Sinop sevdalılarından dinleyeydik. Taşralılığımız nefes alır, içimiz ışır, umudumuz artardı. Taşra deyip de geçmeyin, diyesimiz gelirdi. Memnun memnun başımızı sallar, hırçın dalgalara saçlarımızı verir, palamut’un, Dranas’ın ve taşranın tüm duyguları içinde oynaştıran öyküsünü bir bilenden dinlerdik.

Hey gidi Karadeniz!...

Ayşe Şule Süzük / SOL

Üniversitelilerin önceliği karınlarını doyurabilmek - MUSTAFA MERT BİLDİRCİN

Üniversite öğrencilerinin büyük bölümü ri evlere yüksek kiralar ödüyor. Kira ve faturalarını ödeyebilen öğrenciler, ellerinde kalan parayla karınlarını doyurmaya çalışıyor. Üniversite öğrencileri, “Önceliğimiz karnımızı doyurabilmek” diyor.

Üniversiteye geçişte bu yıl ilk kez uygulanan Yükseköğretim Kurumları Sınavı’nın (YKS) tercih sonuçlarının açıklanmasını bekleyen öğrenciler, barınma sorununu çözmeye çalışıyor. Ulaşım ve ev kiralarının yüksek olduğu illerde daha da hayati önem kazanan barınma problemini Kredi ve Yurtlar Kurumu’na (KYK) bağlı yurtlarla aşmaya çalışan öğrencilerin büyük bölümü, yurtların kapasite yetersizliği nedeniyle yüksek kira bedelleriyle de olsa eve çıkmak zorunda kalıyor. Barınma sorununu bir şekilde çözen öğrenciler bu kez de hayat pahalılığıyla mücadele etmek zorunda bırakılıyor. BirGün’e konuşan üniversite öğrencileri, “Paramızı otobüse mi verelim, yoksa ekmek mi alalım diye düşündüğümüz günler oluyor” diyor.

Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Bölümü’nde ikinci sınıf öğrencisi olan Merve Aşkın, devlet yurdu çıkmadığı için iki yıldır öğrenci evinde kalıyor. Ailesinin maddi durumunun iyi olmadığını belirten Aşkın, buna karşın burs imkânından yararlanamadığını, geri ödemeli öğrenim kredisi aldığını söylüyor. İki arkadaşıyla birlikte Kurtuluş semtinde bir dairede yaşayan Aşkın, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu tarafından verilen 470 lira kredinin yetersiz olduğunu ve okuldan arta kalan zamanlarda çalışmak zorunda olduğunu ifade ediyor.

“Güçlük çekiyoruz”
Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik bunalımın öğrencileri de olumsuz etkilediğinin altını çizen Aşkın, maddi problemlerin öğrenim hayatını etkilediğini vurgulayarak şunları anlatıyor:

“Kiramız bin 150 lira. Faturalar ve gıda alışverişiyle birlikte evin masrafı bin 500 lirayı buluyor. Kişi başı 500 lira vermek zorundayız. Çoğu zaman faturaları ödedikten sonra alışveriş yapacak paramız kalmıyor. Karnımızı doyurmakta güçlük çekiyoruz. Otobüse vereceğimiz 1.75 TL cebimizde kalsın diye buradan Tandoğan’a kadar yürüyoruz. Yalnızca okula ve derslere odaklanarak insan gibi yaşamak mümkün değil. Okuldan sonra bir kafede garsonluk yapıyorum. O iş sayesinde biraz nefes alabiliyorum ama bu sefer de derslerim kötüye gidiyor. Sınav dönemi işten izin alamadığım zamanlarda yorgunluktan ders çalışamıyorum. Buraya okumaya mı geldim ev geçindirmeye mi belli değil.”

Gazi Üniversitesi Matematik bölümü ikinci sınıf öğrencisi Aykan Güneş de öğrenim hayatına devam etmekte güçlük çektiğini söylüyor. Üç arkadaşıyla birlikte Kolej semtindeki bir apartmanın kapıcı dairesinde kalan Güneş, okulu bırakmak zorunda kalabileceğini ifade ediyor. Ankara’ya geldiği ilk yıl Ulus’taki bir devlet yurdunda kaldığını anlatan Güneş, ders çalışamadığı için eve çıkmak zorunda kaldığını ancak işlerin istediği gibi gitmediğini şu sözlerle aktarıyor: “Yurtta sekiz kişilik odada kalıyordum. Sürekli bir gürültü, bir karışıklık… Ders çalışma salonu desen, adım atacak yer yok. Benimle aynı durumda olan bir arkadaşımla eve çıkmaya karar verdik. Kira 800 lira. Öğrenim kredisi ve ailemizden gelen 350’şer lira dışında gelirimiz yok. Faturaları ödeyemez duruma gelince bir kişi daha almaya karar verdik. Sonra, anne ve babası hayatta olmayan arkadaşımızı da misafir ettik. Ondan para talep etmiyoruz. İki oda bir salon evde dört kişi yaşamaya çalışıyoruz. Aç yattığımız geceler oluyor.”

Seda Gökçe de yurtta ders çalışamadığı için eve çıkmak zorunda kaldığını söylüyor. Öğrenimine Ankara Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünde devam eden Gökçe, kaldığı KYK yurdundaki temizliğin yetersiz olduğunu ve yemeklerin kötü olduğunu belirtiyor. Ders çalışmak için gerekli olan sessiz ortamın yurtta sağlanamadığını ve iki yıl önce eve çıktığını ifade eden Gökçe, eline geçen paranın faturalar ve kiralar dışında hiçbir şeye yetmediğini anlatıyor.

“Giyecek alamıyoruz”
Demetevler’deki bir apartman dairesinin giriş katında arkadaşıyla birlikte kalan Gökçe, yeterli beslenemediğini, evin rutubeti nedeniyle bütün kışı hasta geçirdiğini söylüyor. Gökçe, annesinin maaşı olmadığını, babasının ise bin 800 lira emekli maaşı aldığını belirterek geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olduğunu ifade ediyor. Bir giyim firmasında yarı zamanlı kasiyerlik yaptığını anlatan Gökçe, maaşının 600 lira olduğunu ve tek geçim kaynadığının bu para olduğunu söylüyor. Bin liralık kirayı ödedikten sonra ellerinde kalan parayı, “Komik” olarak değerlendiren Gökçe, pahalılık nedeniyle eve alışveriş yapamadıklarını şu sözlerle anlatıyor:

“İstediğimiz şeyleri alamıyoruz. Markette elimizde hesap makinesiyle, her aldığımız şeyi hesaplayarak geziyoruz ki kasada, ‘Yetersiz bakiye’ uyarısıyla karşılaşmayalım. Yeterli beslenemediğim için demir eksikliği çıktı vücudumda. Annemle telefonda konuşurken ağlamamak için kendimi zor tutuyor, ‘İyiyim anne keyfim yerinde’ şeklinde geçiştiriyorum. Ev arkadaşım da aynı durumda. Üstümüze başımıza giyecek alamıyoruz. Dersleri falan da geçtik, uzun zamandır tek önceliğimiz karnımızı doyurabilmek. Kira, elektrik, su ve telefon faturalarımızı ödedikten sonra ekmek, makarna, su alabilecek paramız kalırsa bizden iyisi yok.”
                                                           ***
Talep kiraları artırıyor
KYK yurtlarının kapasite yetersizliği nedeniyle açıkta kalan öğrencileri en çok evlerin yüksek kira bedelleri zorluyor. Ev kiralarının birçok ile göre düşük olduğu Ankara’daki öğrenciler dahi kira ödemekte güçlük çekiyor. Ankara’da öğrenci evi kiraları 500 lira ila 2 bin lira arasında değişiyor. Öğrencilerden gelen yoğun talebin kiralık konut fiyatlarını yukarıya çektiğini belirten emlakçılar, kiraların bir önceki yıla göre en az yüzde 15 arttığını söylüyor.

MUSTAFA MERT BİLDİRCİN / BİRGÜN

Samir Amin, milli ve yerli - TARIK ŞENGÜL

Geçen hafta kaybettiğimiz Marksist gelişme kuramcısı Samir Amin’i 1980’li yılların başında yazdıklarından tanıdım. Daha sonra ODTÜ’de dinleme ve sohbet etme şansım oldu.

Amin, Bağımlılık Okulu olarak bildiğimiz yaklaşımın kurucu isimlerindendi. En çarpıcı tespitlerinden biri azgelişmiş ülkelerin gelişmeme nedenlerinin başında emperyalist metropollere bağımlı olmalarının yattığıydı. Bu bağımlılık ne derece büyükse, sorunlarınız da o derece büyük demekti. Dahası gerçek gelişmenin yegâne yolu bu bağımlılık ilişkisinin kesilmesi, dışına çıkılmasıydı!

Samir Amin’den kendi çalışmalarımda da önemli ölçüde feyz aldığımı söylemeliyim; de-linking olarak adlandırdığı bu yaklaşımı, Gramsci’nin hegemonya yaklaşımıyla ilişkilendirerek, 2000’lerin başında yayınlanan Kentsel Çelişki ve Siyaset kitabında kentsel-de-linking stratejisini önerdim. “Eğer kapitalizm kent mekanına adım adım girmiş bulunuyorsa, işgal ettiği alanlardan adım çıkarılması da mümkündü” ve bu işgalin dışına taşınan her mekanda kapitalist olmayan ilişkilerin inşası karşı hegemonya projesinin ana stratejilerinden biri olabilirdi!

Ne var ki Türkiye’de son yirmi yıl içinde işler Samir Amin ve bizlerin arzuladığı biçimde gitmedi. Nasıl gerekçelendirirsek gerekçelendirelim, o günden bugüne yaşadığımız ağır bir yenilgidir. Kapitalist metalaştırma süreci, AKP döneminde çok daha ağır hale geldi. O güne kadar kimsenin girmeye cesaret edemediği düzeyde, kentler ve doğal çevre, onları meta ilişkilerinin parçası haline getirilen bir işgale uğradı. Kısaca, siper savaşlarında, bazı mevzileri korumayı başarsak da, geniş ve önemli mevziler yitirdik. Kentlerin tarihi mekanları, gecekondu alanları, doğal ve tarihi sit bölgeleri, kıyılar ve ormanlar birer birer kapitalizmin tarih ve coğrafyasının parçası haline geldiler.

Kuşkusuz yitirilen siperlerin içinde en önemlilerinden biri İstanbul’un kuzeyidir. Bu geniş bölgeyi özel ve özgün kılan AKP’nin bu alanı büyük projeler için özel bir uygulama alanı haline getirmesidir. 3. Köprü, 3. Havalimanı, Kanal-İstanbul gibi devasa projeler aracılığıyla, kamusal alanların dönüşümü, ranta açılması yanında, büyük ölçekli borçlanmanın da araçları yaratılmış oldu. Diğer bir anlatımla AKP, Samir Amin’in önerisinin tersine, Türkiye’nin emperyalist metropollerle olan bağını ve onlara bağımlılığını hiç bir dönemde olmadığı ölçüde güçlendirdi.

ABD ile ilişkilerin sarpa sardığı şu günlerde, bu bağımlılık ilişkisinin en stratejik mekanı olan Kuzey İstanbul’un, bir proje alanı ve borç bataklığı haline dönüşme sürecindeki aklın da büyük ölçüde ABD kaynaklı olduğunun altını çizmekte yarar var.

Kuzey’de uygulamaya konulan projelerin hiçbiri İstanbul Büyükşehir bünyesinde kurulan geniş bir ekip tarafından hazırlanan yerli ve milli Nazım Plan’da yoktur. Daha önce BirGün için hazırladığımız bir haberde de altını çizdiğimiz gibi, söz konusu projeler 2007 yılında Michigan Üniversitesi’nde hazırlanan bir yüksek lisan stüdyosu projesinden alınmış, bu süreçte ilgili öğretim üyesi Türkiye’ye gidip gelmiştir.

Yine BirGün için geçmişte hazırladığımız bir başka haberde ise finansman modelinin nasıl kurulduğu yer aldı. 2009 yılında şimdi kadük hale gelen İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki bir şirket yine Amerika’da faaliyet gösteren Bölgesel Planlama Derneği başkanı Robert Yaro isimli bir uzman başkanlığında bir heyete bir rapor hazırlatıyor. “Ulusal Kalkınma Planına Doğru” başlıklı bu kısa rapor büyük ölçekli projeleri Türkiye’nin ekonomik kalkınmasının motor gücü olacağını vurguladıktan sonra,projelerin finansmanına ilişkin 
             
şu çarpıcı görüşe yer veriyor; “Bazıları bu projeleri finanse etmek için Türkiye’nin kaynağının olup olmadığını sorabilir. Gerçek şu ki eğer Türkiye bu yatırımları yapmazsa bunun maliyeti daha büyük olacaktır. Eğer bu yatırımlar yapılırsa, Gayri Safi Milli Hasıla artışının motoru olacaktır. Bu anlamda projeler maliyetlerini kısa sürede karşılayacaktır. Bu yatırımların çoğu, yabancı yatırımcıların da Türkiye ile partner haline geldiği Kamu-Özel Sektör İşbirliği ile başarılabilir. Bu Osmanlının 19 yüzyılda demiryollarını inşa ederken kullandığı yöntemdir (S. 23).

Yaro’nun önerdiği Osmanlı’nın 19.Yüzyılda demiryollarını inşa ederken kullandığı yöntemdir. Yabancı şirketlere demiryolunun yapımı karşılığında verilen garanti ve imtiyazların sonucu olarak Osmanlı Düyun-u Umumiye’ye gitmek zorunda kalmıştır. Orhan Kurmuş’un “Türkiye’ye Emperyalizmin Girişi” kitabında söz konusu demiryolunun inşa sürecinin sonunda Osmanlı’nın nasıl iflasa sürüklendiğini ve emperyalist güçlerin eline düştüğünü bulabilirsiniz.

Bir tarafta, Yaro gibi çevre ülkeleri proje ve finans modelleriyle emperyalist metropollere bağlama derdinde olanlar, diğer tarafta Samir Amin gibi bu bağı kesmeye çalışanlar. Biz Yaro’yu AKP ile tanıdık. Samir Amin ise milli ve yerli değerimizdir. 

Işıklar içinde uyusun.

Tarık Şengül / BİRGÜN

 (Kolaj:Samir Amir ve Robert Yaro)

Neyi kurban etmeli? - TURAN ESER

“Gelmişiz cânânın asitanına
Sıtkıyla sarıldık dost dağmanına
Canla baş koymuşuz aşk meydanına
Hayvan kesmek gibi kurban gerekmez”
Aşık İbreti


Bu yıl bayramda canına kıyılan hayvan sayısı, 2017 yılından az değil. Geçen yıl 950 bini büyükbaş, 3 milyonu ise küçükbaş olmak üzere toplam 3 milyon 950 bin baş hayvan kesildi. Bu sayı, dünyadaki 102 ülkenin her birindeki hayvan varlığından daha fazla… 10 milyar TL’lik bir pazar oluşmuş. Dini bir zorunluluk olmasa da, dinsel baskı ve fetvalarla canlıya kıymak, yani kanlı kurban “ibadet” haline getirilmiş. 

Öğretilmiş bu algının aksine, kurban kesmek ne bir ibadet, ne de farzdır! Akrabalara, komşulara, yoksullara et dağıtmanın ibadeti olmaz. İhtiyacı olana, ihtiyacı olanı vermek daha üstün bir dayanışma ve paylaşımdır! Kurban Bayramı gerçek muhtevasından saptırılmış… Kan akıtan zahiri kısmına önem verilmiş, kansız “kurban” fikri itibarsızlaştırılmış. Kurban meselesi bir sorundur. Sadece kan deryasına dönüşmüş sokaklarda, çocukların gözleri önünde bir cana kıymak ile sınırlı kalmıyor. Her bayram tatili, yüzlerce insanı, trafik kazalarına kurban alıyor. 2005 - 2017 yılları arasında toplam 2 bin 416 insan hayatını kaybetmiş... Son 7 günde ise 103 insanımız trafik kurbanı!

Cansız olanı kurban etmeli
Başka kurban kültürü mümkündür ve insanidir. Milyonlarca hayvanı “ibadet” adına kesenlerin, bugün Afrika’da açlıktan, susuzluktan, hastalıktan, savaşlardan ölen milyonlarca çocuğa ve kadına yardım elini uzatılabilir. Hayvan kesmek yerine, kişinin kendisine ait bencilliğini, hırsını, kibrini, fesatlığını, insanlara hükmetme duygusunu, rant hırsını, iktidar hırsını, içindeki şiddet eğilimi ve tüm canlılara karşı merhametsizliğini kurban etmesi, daha da insani bir kurban sayılabilir. Bayramlar insanların yakınlaşması, dayanışma ve paylaşım kültürünün yaygınlaşmasıdır. Sevginin ve saygının toplumsallaşmasıdır. Bayram şiddetten arındırılmış insani bir eğitimdir. Yaşamı kutsamak, insan ve doğa ilişkilerindeki barışın sağlanmasıdır. Fakat bugünkü bayramlar, yakınlaşma yerine herkesin tatil beldelerine kaçışı, insanların birbirinden uzaklaşmasıdır. Dayanışma ve paylaşım yerine, bencilliğe, menfaatçilerin istismar alanına dönüşüyor. Haberler kurban ekonomisini, bilenmiş bıçaklardan kaçan hayvanların nasıl bir işkenceye maruz kaldıklarını, yaralanmış insanların görüntülerini paparazzi haberleri gibi aktarıyorlar. Uzmanlar canına kıyılmış hayvanların etlerinin nasıl saklanacağını, korunacağına, mangallık, kıymalık ve kavurmalık et yapımına ilişkin bilimsel vaazlar veriyorlar.

Diyanet İşleri Başkanlığı, “Yurt içi kurban bedeli 850 TL, yurtdışı kurban bedeli ise 625 TL” belirleyip, bunun Türk Diyanet Vakfı (TDV) hesaplarına yatırmasını istiyor. Bu sayede 1993 yılından itibaren TDV’na vekâleten 1 milyon 500 bin üzerinde kurban parası verilmiş. Birçok dini cemaat, vakıf ve dernek kurbanı bir menfaat ve istismar çarkına dönüştürdüğü sır değil. Denetimleri olmayan ve kurban derisi toplamalarındaki acımasız yarışlardaki rant kavgaları ayyuka çıkmış durumda.

Bu iş o kadar yaygınlaşmış durumdaki DİB ve TDV, din istismarı yoluyla  “kurban ibadetini nasıl bir menfaat çarkına dönüştürdüğünü” itiraf etmek zorunda kalıyor. Her yıl “kanlı kurban” için harcanan 10 milyar TL’lik bütçe, yoksul çocukların eğitimi için kullanılsa, kıraç bölgelere ağaçlar dikilse, Yemen’de, Sudan’da açlıktan ölümü bekleyen milyonlarca çocuğa can olmak suretiyle “kansız kurban” niyetlere dönüşse, daha hayırlı ve insani bir amaca ulaşmaz mı?

Kurban ibadet değil, israftır
Kurban tek tanrılı dinlerden öncesine dayanan bir gelenektir. Ama kanlı ve kansız kurbanları vardı. Yardımlaşma ve paylaşmak amacı dışında kullanılmazdı. Fakat bugün israf ve gösteriş dünyasında yaşıyoruz. Her yıl dünyada üretilen 4,5 milyar ton gıdanın 1,3 milyar tonu tüketilmeden çöpe atılıyor. Birleşmiş Milletler raporuna göre dünyada 805 milyon insan açlık çekiyor. Her 9 insandan biri aç ve her 4 saniyede bir kişi açlıktan ölüyor. Bu tablo karşısında hayvanların canına kıymak yerine, israflarımızı, bencilliklerimizi kurban ederek, gıdaları çöpe değil, açlıktan ölen çocukların midelerine ulaşmasını, kanlı yerine kansız kurbanların gelenekleşmesine önem vermeliyiz. Hem kurban seçilen hayvanları, hem de tatile dönüşen bayramı kurtarmak lazım. Önce hayvanlara yönelik zulmün ve eziyetlerin önüne geçilmesi, “kurban bayramı” altında mangal keyfi, kavurma pişirme anlamına gelen “Et partilerine” son verilmeli.

Bayramı turizm tatiline dönüştürmek yerine, insanlar arası yakınlaşmaya, dayanışmaya, sevginin, saygının ve muhabbetlerin paylaşıldığı bir kültürün inşasına ihtiyaç vardır. Etnik, dinsel ve siyasal kutuplaşmanın toplumsallaştığı, barışı inşa edecek toplumsal bayramlaşmalara ihtiyacamız vardır.

En güzel kurban kötü nefsi kesmektir.
Nefsini öldürmekten kaçanlar, milyonlarca hayvana kıyınca, günahlarından ve kendi zaaflarında arınmış mı olacak? Her daim içimizde iyiliğe olduğu gibi, kötülüğe de meyilli olan nefsimizi kurban ederek, onun kötülüklerine engel olacakları kurban etsek? Özetle en güzel “kurban” insanın kendine ait kötü huylarını, zaaflarını, bencilliğini, kibrini, kinini, fırsatçılığını, kıskançlığını ve hırsını kurban etmesidir. açlıktan ölmek üzere olana, evsiz, yurtsuz kalana, yoksul olana el uzatmasıdır, yoksul bir öğrenciye burs vermesidir. Canlı varlıkların canına kıyarak ibadet edilmesi bu çağın ihtiyacı değildir.

Turan Eser / BİRGÜN

Trump azledilir mi? - MUSTAFA K. ERDEMOL

İddiayı kazanacaksın” demeye başladı bile arkadaşlarım. Doğrusu ben de bir an öyle sanmadım değil. Çünkü göreve geldiği ilk günden beri Donald Trump’ın görev süresini tamamlayamayacağına ilişkin bir öngörüm vardı. Bunu birçok kez dile getirmiştim.

Bu elbette bir falcılık değil, son günlerdeki gelişmeler, 150 ABD’li psikiyatrın “zihinsel sorunları” var diye hakkında koca bir kitap yazdığı Trump’ın aleyhine olmaya başladı iyice. Johns Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden psikoterapist Dr. John Gartner,“Donald Trump’ın tehlikeli akıl hastalığı konusunda kamuoyunu uyarmak gibi etik bir sorumluluğumuz var” demişti geçen yıl anımsarsanız.

hâlâ öngörümün gerçekleşeceğini, Trump’ın dönemini tamamlayamayacağını düşünüyorum ama yine de temkinli olmakta yarar var, çünkü kimi çevrelere göre ABD ekonomisi Trump döneminde daha önce olmadığı kadar iyi durumda. İş çevreleri bundan memnunsa kimse onu yerinden oynatamaz. Şimdilerde Donald Trump’ın Rusya’yla girdiği iddia edilen ilişkilerinden ötürü ettiği yemine ters düştüğü, dolayısıyla azledilebileceği konuşuluyor.

Geleneklerin yönettiği bir ülke olarak ABD’de Başkan’ın yeminine ters düşmesi, ne tür başarısı olursa olsun görevden alınmasına yol açabilir mi? Trump son gelişmeler ışığında bakıldığında gerçekten de ettiği yemine uygun davranmayan bir Başkan olarak görülüyor. Yemine ters düşen tutumu malum, Rusya’dan seçim kampanyası sırasında yardım aldığını önce reddetmek sonra da kabul etmiş sayılacak sözler söylemek. İddiaların başından beri Trump’un meşruluğu sorgulanıyor bilindiği gibi.
Eski CIA Direktörü John Brennan, Trump’ın yükselen bir performansı varsa bunun “ihanet sayılacak” denli önemli olan suçlar ya da kabahatlerle var olduğunu söyleyip durdu başından beri.

ABD Başkanlık yemini ABD Anayasası’na göre şöyle: “Amerika Birleşik Devletleri başkanlığını sadakatle yürüteceğime, Amerika Birleşik Devletleri Anayasasını koruyacağıma ve savunacağıma yemin ederim.”
Bunun Başkan’a ülkeyi iç/dış tehditlerden korumak için kişisel bir görev yüklediği ortada. Bunun tersi bir durum sergilemesi halinde yeminine ters düşmesi, dolayısıyla görevden alınması mümkün mü peki? Mümkünse de şart değil. Yeminini tutmaması halinde ne tutuklanması ne de görevden alınması o kadar kolay olmayabilir. Çünkü işin içinde Kongre var. Ayrıca bir dizi yasal sürecin izlenmesi gerekecek.

ABD Anayasası’nda Yabancı Emtialar Maddesi var. Bu madde Devlet Başkanı’nın Kongre’nin izni olmadan yabancı bir devlet başkanından hediye almasını yasaklıyor. Hepsi bu. Trump en fazla bu yasayı ihlalden sorumlu tutulabilir ki bu da görevden alınmaya kadar gitmez.

Yüksek suçlar ve kabahatler” tanımı siyasi bir içeriğe sahip. Kongre’nin bu konuda ne düşüneceği önemlidir, Dolayısıyla mahkeme söz konusu olamaz bu durumda. Görevden alma mahkemenin görevi değil. Anayasaya göre, sadece Kongre görevden alma yetkisine sahiptir.

Bu açıdan bakıldığında Trump’ın yeminini ihlal edip etmediği, kimi tutumlarının görevden alınma gerekçesi sayılıp sayılmayacağı konusu Kongre’deki halk temsilcilerinin siyasi kararıyla sonlandırılabilecek bir durum..

ABD Anayasası, “vatana ihanet, düşmanla ilişki kurmak, ona yardım ve yataklık etmekten ibarettir” diyor. Trump için iş henüz bu noktaya gelmiş değil. Bu adama böyle bir suçlama yapmak için çok ama çok yüksek bir yasal barajın aşılması gerekecek.

İddiam sürüyor. Muhtemelen kazanacağım da. Ancak sanki son noktaya gelmiş gibi düşünüp Trump’a gidici gözüyle bakamıyorum henüz.

İddiayı kazanmam için henüz erken.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Harun’la yaratılış, Adnan’la fuhuş! - Mine G. Kırıkkanat

Hep merak etmişimdir. Gerçekten devlet olan bir devlet, hatta devlet gibi yapan ya da devlet görüntüsü vermeye çalışan bir devlet; 1987 ve 1999’da iki kez tutukladığı, şantaj, tehdit, fuhuş, zorla alıkoyma, uyuşturucu ve ruhsatsız silah bulundurmakla suçladığı  Adnan Oktar’ın 2007 yılında karşısına Harun Yahya takma adı ve Yaratılış Atlası’yla çıkmasının altında bit yeniği aramaz mıydı?
 
Diyelim ki bu ülkenin iktidarı cahildir, istihbaratçıları cahildir, polisi cahildir ve Amerikan Evangelist lobisinin Türkiye gibi cehaletin dibine vurmuş “kolay av” ülkeleri parmaklarında oynatmak için kurguladıkları kültür istilası, “akıllı tasarım”dan habersizdirler… 

Ama bir fuhuş ve şantaj mafyasının, durup dururken görsel ve metinsel içeriğinin tamamı ABD kaynaklı bir din kitabını yayımlamasında hiç mi gariplik yoktu? 
Kitabın kimin ve neyin propagandasını yaptığını da mı merak etmediler?
Maliyeti fahiş mi fahiş atlasın hangi kaynaktan gelen parayla on binlerce basılıp Türkiye ve dünyada niçin bedava dağıtıldığını da mı sorgulamadılar? 
Hayır. 
Bu ülkenin yöneten ve gözetenleri, Adnancı mafyanın değirmenine Evangelistlerin üflediği rüzgârı sorgulamadığı gibi, o değirmene su taşıdılar!

***

MEB’in Amerikan Evangelist görüşü kabullenmesiyle sonuçlanan kültür istilası sırasında; Yaratılış safsatasının yurt içindeki bedava dağıtımı, sergileri, konferansları; bakan, vali, kaymakam, bazı milletvekilleri ve belediyelerin inayetiyle sağlandı.
Adnan Oktar, ansızın hidayete ermiş de mafya babalığından “mehdi” Harun Yahya’lığa terfi etmiş gibiydi. 

Oysa şahıs ve adıyla anılan Adnancı suç örgütü, İstanbul DGM’de açılan dava dosyasında Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan 1999/2525 hazırlık 2000/17 esas No’lu iddianamede mehdilik ya da müritlikle pek de bağdaşmayan ürkünç ve iğrenç etkinliklerle suçlanıyordu. Adnan Hocacı suç örgütünü ezelden ebede kollayan “iç güçler”in önce zamanaşımına uğratıp sonra da ortadan kaldırdığı bu iddianamenin küçük bir bölümünü isimleri gizleyerek resmi metinde yer aldığı şekliyle ilginize sunuyorum:
***

…Üniversiteli kızlar dışında da medyada meşhur olan, güzelliği ile dikkat çeken manken ve sanatçıları da bu şekilde örgüte seks amaçlı sokarlar ve tüm bu kızlara örgüt içinde MOTOR adı verilir. MOTOR tabir edilen bukızlarla ilişkiler ŞAHİT denen kişi tarafından denetlenir, sanık Adnan Oktar bu konuda kesin talimat verdiğinden normal birleşme yapılmamasıiçin açık bırakılan kapılardan şahitler  gözetleme yaparlar. Bir MOTOR kızla bir defa normal ilişkiye girdiği tespit edilen M. K. G., Rusya’daki şirkete gönderilmiş, iki yıl kendisiyle görüşülmemiştir. 
MOTOR tabir edilen bu kızlardan olduğu anlaşılan Emniyet Müdürlüğü’nde ifadesi video kamerada da tespit edilen B. B’nin samimiaçıklamaları bu sistemi gözler önüne sermektedir. 

MOTOR tabir edilen bu kızların cinsel ilişki yaparken gizli kamera ile filmleri çekilir. Kameraları çekim yapılacak odaya B.M.S. kurar…

Türkiye’deki siyasal erk ve uzantıları, işte böyle bir suç örgütü liderini, defalarca geçirdiği tüm kovuşturmalarda bazen deli raporlarıyla korudu, kolladı, davaları düşürdü, zamanaşımına uğramasını sağladı ve hatta…

***

1999’da tutuklanan Adnan Oktar 2000 yılının Ağustos ayında serbest bırakıldığında; o zamanlar Fazilet Partisi, bu zamanlar CHP Genel Başkan Yardımcısı görevini ifa eden Mehmet Bekaroğlu, “Adnan Hocacılar, PKK’lilerden daha tehlikeli” diyen dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın, Oktar’dan özür dilemesini bile istedi!
2007’de ise Adnancı olsun olmasın hiçbir devletlinin aklına, ahlaki anlamda yozlaşmış mafya babası Adnan Oktar’ın, Evangelist dininin kültür istila silahı yaratılış savını oturup düşünmüş, biçimlemiş ve yazmış olamayacağı gelmedi! 

Dahası, yukardaki iddianamede yer alan MOTOR tabirini sosyal medyada Adnan Oktar’ın cıbıldak kedicikleriyle dalga geçmek için kullanan yüzlerce masum insan mahkemelerde süründürüldü, para cezalarına çarptırıldı. 

Bu cezaları kesen yargıçların hepsi FETÖ’cü çıktı, iyi mi? 


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Devamı haftaya.

Uşaklığa karşı hukuk ve demokrasi! - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Bazen bir cümle; onlarca yıla, sayısız yazıya, tartışmaya, stratejik öngörülere bedeldir...

"Aslında bizim müttefiklerimiz yoktur. Uşaklarımız vardır" dedi...

ABD'li eski diplomat Jim Jatras, "Türkiye, Rus S-400 hava savunma sistemlerini alıyor" tartışması sırasında söyledi bu sözü:

"ABD'nin müttefikleri yoktur, uşakları vardır... "


Eski diplomat Jatras'tan önce ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Heather Nauert, Rus füzelerini kullanması halinde Türkiye'nin yaptırımlara uğrayacağını bir kez daha dile getirmişti. Jatras'ın ABD'nin müttefikleri ile ilgili "uşak" açıklaması ABD'li yetkililerin Türkiye'ye yönelik yaptığı çok sayıda uyarının sonucunda gerçekleşti:
"Uşaklarımız var. Bir de iyi uçağımız var. İyi uşak, ona söylenenleri yapandır. Ama eğer bir ülke iyi uşak gibi hareket etmek istemiyorsa biz elimize büyük sopa alıyor tehdit etmeye başlıyoruz. Sanırım, ABD'nin zorlama politikası için en iyi ifade 'yaptırım hiddeti' olur."
ABD'nin "uşak" gibi davrandığı ülkeler bizim komşularımız... Özellikle tek adamlıkla yönetilen anti demokratik ülkeler...

Hatırlayın; Saddam Hüseyin'e "Kuveyt'e saldır" diyen de, bu saldırı nedeniyle Irak'ı işgal eden de ABD idi...

Ya da Suudi Arabistan'ın haline bakın... Patronlarına sormadan 1 dolar para harcayacak özgürlükleri yok!

Türkiye'ye yönelik yaptırımlar sırasında kullanılan "uşaklık" tanımı, bizim bünyemizin kaldıramayacağı kadar ağır bir hakarettir!

"Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir" diyen bir kurucu iradenin, emperyalizme karşı verilmiş en büyük mücadele ve en görkemli zaferin sahibi olan bir ulusa "uşaklığı" asla kabul ettiremezsiniz!

ABD'li Jatras'ın küstah açıklaması, Beyaz Saray'ın müttefiklerine nasıl baktığının da bir itirafıdır...

                                                                          *

Türkiye çok ciddi bir yol ayrımında... Ya emperyalizme uşaklığa devam edilecek ya da Atatürk'ün tam bağımsızlık temeli üzerine inşa ettiği Cumhuriyet, kurucu ayarlarına geri dönecek!

Bir ABD Projesi olarak ortaya çıkmış görünen AKP iktidarının, Washington/Pentagon prangalarını kıracağına inanmak zor. Özellikle ekonomi ve dış politikada 15 yıldır izlenen yol; Türkiye'yi hem sıcak parada hem de en temel gıda ürünlerinde bile dışa bağımlı hale getirmişken!

Ekonominiz, tarımınız, silah sanayiniz dışa bağımlı ise, bağımsızlıktan söz edemezsiniz!

Üretim ekonomisini reddeden ve yok eden, Türkiye'de "yerli tohum" ekmeyi dahi yasaklayan bir zihniyetin, bağımsızlık açıklamalarına da şüpheyle yaklaşıyoruz...

                                                                           *

Bir NATO üyesi olmasına rağmen Türkiye'ye yönelik yakın tehditlerin kaynağı da NATO'nun en büyük ortağı ve koç başı olan ABD'den başkası değil...

Dünyada kartlar yeniden karılıyor... ABD'nin diğer ülkelere karşı küstah ve tepeden bakan yaklaşımı Trump ile birlikte iyice gün yüzüne çıktı.

Binlerce kilometre uzaktan gelip Türkiye sınırlarında bir terör devleti kurmaya çalışan ABD'nin bölgemizde ne yapmak istediği artık bir sır değil!

Türkiye; ulusal çıkarlarını zerre dikkate almayan bir yönetime ve bölgede; kandan, çatışmadan, savaştan beslenen bir siyaset ve arkasındaki şirketlere karşı; barışı tesis edecek işbirliklerine öncülük yapmalıdır.

Türkiye ABD'nin uşağı olmamak için; bir an önce tüm kurum ve kuralları ile demokrasiyi ve hukuk devletini yeniden inşa etmelidir...

* Kimin hapse atılacağından, kimin serbest bırakılacağına,
* kime hangi ihalenin verileceğine,
* kimin rektör olacağına, kimin terfi alacağına,
* kimin yargıç- hakim-savcı, kimin onbaşı- general- vekil olacağına,
* kimin para kazanacak kimin batacağına,
* kimlerle dost, kimlerle düşman olunacağına tek bir kişi karar veriyorsa ABD için bundan daha güzel bir yönetim olamaz...

Yine hatırlayacaksınız; ABD 1 Mart tezkeresinde sopasını kullanmaya çalışmış, "uşak" muamelesi yaptığı Türkiye'den, TBMM'nin tezkereyi reddetmesi üzerine gereken yanıtı almıştı.

O gün bugünkü düzen olsaydı, yani Meclis bir kişinin iki dudağı arasında hareket etseydi, Irak'ı kana bulayan tecavüzlere, katliamlara Türkiye ortak olacaktı!

ABD'nin müttefiklerine uşak muamelesi yapan küstahlığına karşı hukuku, demokrasiyi, barışı ve işbirliğini savunacağız...

Uşaklığa giden yol, demokrasiyi ve hukuku öldürmekten geçiyor...



Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

25 Ağustos 2018 Cumartesi

Türkiye’de birikim rejiminin krizi - Prof. Dr. Alpaslan Akçoraoğlu / BİRGÜN

İthalata bağımlı Türkiye ekonomisinin, çok büyük boyutlara ulaşan ‘yapısal krizini’ günümüz dünya ekonomisi konjonktüründe aşması oldukça zor.


Türkiye, neoliberal küreselleşme sürecine 1990’lı yıllarda ‘bağımlı’ bir yarı-çevre ülke olarak eklemlenmiş ve küresel finans kapitalizmi ile yeni bir bağımlılık ilişkisi içine girmiştir. Türkiye gibi bağımlı finansallaşma birikim rejimini benimseyen ülkeler, yüksek faiz oranları sayesinde ileri kapitalist ülkelerin finansal piyasalarındaki sermaye fazlasını çekmeye çalışmaktadırlar. Küresel finansal sisteme entegre edilen yarı çevre ekonomiler, küresel kapitalizmin merkez ülkelerinde ortaya çıkan sermaye/tasarruf fazlası için yüksek getirilere sahip alternatif yatırım fırsatları sunmaktadırlar. Kredi arzındaki artışın tasarrufları ve yatırımları arttırması ve dolayısıyla iktisadi büyümeyi hızlandırması beklenmektedir.

90'lardan sonraki dönüşüm
Türkiye’nin 1990’lı yıllardan itibaren benimsediği iktisadi büyüme modelinin (bağımlı neoliberal finansallaşma) başarısı bütünüyle küresel likidite koşullarına bağlıdır. Dolayısıyla, küresel iktisadi/siyasal konjonktürün olumlu biçimde geliştiği dönemlerde Türkiye ekonomisi hızla büyümüş; buna karşın, küresel konjonktürün olumsuz gelişme gösterdiği dönemlerde ise iktisadi büyüme yavaşlamıştır. Türkiye’nin de içinde bulunduğu ve büyüyebilmek için küresel finans sermayesine derinden bağlanmış yarı-çevre ülkeler, üretimlerinin teknolojik yapısını geliştirememiş, uluslararası sermaye girişlerini üretken alanlara yönlendirememiş ve küresel kapitalist hiyerarşi içinde yükselme kapasitesi çok düşük ülkeler grubunda yer almaktadırlar.

Kapitalizm ile bütünleşme
Bir ortodoks yapısal uyum programı ile 1980’lerde neoliberal modeli benimseyen Türkiye, dünya kapitalizmi ile daha ileri düzeyde bütünleşmesini 1990 yılında uluslararası sermaye hareketlerini serbestleştirerek gerçekleştirmiştir. Küresel finans sistemi ile bağımlı biçimde bütünleşen Türkiye ekonomisinde, istikrarsız uluslararası finansal sermaye girişleri kırılgan, dış borç bağımlısı ve finansal dalgalanmalara duyarlı bir iktisadi büyüme kalıbı yaratmıştır. Uluslararası sermaye girişlerindeki ani duruşlar ve tersine dönme süreçleri 1994, 2000-2001’de şiddetli finansal-iktisadi krizlere neden olmuş ve 2009’da derin bir resesyon (gerileme) yaratmıştır. Son yıllarda küresel finans piyasalarında yaşanan olumsuz gelişmeler nedeniyle, yaklaşık 28 yıldır uygulanan küresel finans sermayesine bağımlı bu neoliberal büyüme/birikim rejimi artık ‘sürdürülemez’ duruma gelmiştir. Türkiye, 2013 yılından sonra ileri kapitalist merkezlerde ‘para politikasının normalleşmesinin’ yarattığı olumsuz küresel koşullar/konjonktür nedeniyle giderek yoğunlaşan yapısal ve derin bir ‘iktisadi büyüme/birikim rejimi krizine’ girmiştir.

Derin ve yapısal
Dünyanın önde gelen iktisatçıları (örneğin Paul Krugman) da Türkiye ekonomisinin 2018 yılında Doğu Asya-tipi bir klasik döviz ve dış borç krizine girdiğini belirtmektedirler. Türk Lirasının (TL) ABD dolarına karşı hızla değer kaybetmesi (2018 başından itibaren ABD dolarına karşı yaklaşık % 40 değer kaybı), yüksek enflasyon (ÜFE % 25), yükselen faizler (gösterge faiz oranı % 27.75) ve borçlanma maliyetleri, aşırı cari işlemler açığı (yaklaşık % 5.5), yüksek döviz cinsinden borç ve borçlarını ödeme kapasitesini kaybeden firma sayısının (büyük firmalar dahil) hızlı artışı gibi olumsuz iktisadi gelişmeler Türkiye ekonomisinin uzun, derin ve yapısal bir iktisadi krize girdiğini göstermektedir.

Finansallaşma özellikleri
Çevre ülkelerdeki finansallaşma olgusu merkez ülkelerden farklı özelliklere sahiptir. Çevre ve yarı-çevre ülkelerde finansallaşma, merkeze bağımlı bir nitelik taşımaktadır. Yarı-çevre ülkelerin 1980’lerden itibaren küresel finansal sistemle bütünleşmeye başlamalarıyla oluşan bu ‘yeni’ bağımlılık tipi ‘bağımlı finansallaşma’ veya ‘çevreye özgü finansallaşma’ olarak adlandırılmaktadır. Çevre/yarı-çevre ülkelerdeki bağımlı finansallaşmanın temel özellikleri şunlardır: (i) İktisadi büyümenin sürdürülebilmesi için uluslararası sermaye girişlerine ve dolayısıyla küresel finans sistemine bağımlılık. (ii) Yüksek reel faizler. (iii) Küresel sermayenin güvenini sağlamak için neoliberal politikalara (düşük enflasyon, sıkı para politikası, mali disiplin, düşük ücretler, özelleştirme vb.) bağlılık. (iv) Kredilerin hızlı artışı. Krediye dayalı finansallaşma, özel hane halklarına büyük miktarlarda kredi vererek, ücretlerin baskılanması nedeniyle daralan tüketimi finanse etmeyi amaçlamaktadır. Kredi genişlemesi pek çok çevre/yarı-çevre ekonomide emlak ve inşaat sektörlerinin çarpık biçimde hızlı büyümesine yönelik talebin sağlanmasına yardımcı olmaktadır.

'Radikal' dönüşüm
Türkiye’nin 1990’lardan itibaren benimsediği bağımlı neoliberal finansallaşma rejimi, 2001 krizinden sonra daha ‘radikal’ bir biçime dönüştürülmüş ve küresel finans sermayesine bütünüyle bağımlı bir birikim rejimine geçilmiştir. Bu birikim rejimi içinde 2000’li yıllarda şu önemli gelişmeler ortaya çıkmıştır: (i) Toplam borçlar içinde kamu sektörünün göreli borcu azalırken, özel kesim borçlarının göreli payı artmıştır. (ii) İç borçlar göreli önemini kaybederken, özel sektörün dış borçlarında çok hızlı bir artış olmuştur. (iii) Özel hane halkları borçları hızla artmıştır. (iv) İnşaat ve konut sektörü iktisadi büyüme modelinin ‘kilit’ sektörü olmuştur. Buna karşın, Türkiye’nin birikim rejimi diğer bazı yarı-çevre ülkelerde uygulanan bağımlı finansallaşma modellerinde görülen zayıflıkları yaşamıştır. Sermaye ithalatına aşırı bağımlılık ve yapısal/kronik yüksek cari işlemler açıkları gibi bu birikim rejimine özgü önemli sorunlar ortaya çıkmıştır. Döviz yetersizliği biçiminde ortaya çıkan ‘dış kısıt’ (döviz yetersizliği) olgusu, yarı-çevre ekonomilerdeki birikimin gelişimini yapısal olarak sınırlar. İhracatın ithalata bağımlılığı yüksek olduğundan, döviz kurunun yükseldiği dönemlerde (2013 sonrası) ise ihracatın artışı aynı zamanda ithalatı arttırdığından ‘yapısal yüksek dış açık’ sorununu aşmak mümkün olmamaktadır.

Bağımlılığın artışı
İleri kapitalist merkezlerin (özellikle ABD ve AB) geleneksel olamayan (istisnai) para politikaları (miktar kolaylaştırması) uygulamaları sayesinde 2008’de başlayan büyük krizin Küresel Güney’e etkisi sınırlı kaldı (bir anlamda krizin etkisi ‘geciktirildi’). İleri kapitalist merkezlerin miktar kolaylaştırması politikalarının neden olduğu yüksek likidite ve çok düşük faiz oranları (sıfıra yakın ve hatta negatif) Türkiye ve diğer yarı-çevre ekonomilere yönelik uluslararası sermaye akımlarında büyük artışlar yarattı. Küresel kriz sonrası dünya kapitalizm tarihinin en büyük parasal genişlemesinin ortaya çıkması, Türkiye’nin dış borçlanmaya bağımlı kırılgan birikim rejimini bir çöküş sürecine girmekten kurtarmış veya birikim rejiminin krizini 2018 ve sonrasına ertelemiştir. Küresel kriz (2008)’den bu yana yarı-çevre ekonomilerin küresel finansal sermayeye bağımlılığı artmış ve iktisadi yapıları küresel finansal şoklara karşı çok daha duyarlı hale gelmiştir. Türkiye ve diğer yarı-çevre ülkelerin resmi net döviz rezervleri büyük ölçekli bir uluslararası sermaye çıkışına karşı koruma sağlamak için oldukça yetersizdir.

Sermaye akışı
Mayıs 2013’te ABD Merkez Bankası (FED) genişletici para politikalarının sonuna yaklaşıldığını ve para politikasının normalleşme eğilimine gireceğini açıkladı. Dolayısıyla, küresel likidite arzının yüksek olduğu ve ABD Doları’nın değersiz tutulduğu (zayıf ABD Doları) dönemin artık sonuna gelinmişti. Küresel finansal sistemin merkez ülkesi ABD’nin para politikasının normalleşmesi yönündeki açıklaması ile birlikte Türkiye ve diğer yarı-çevre ülkelere doğru uluslararası sermaye akışı yavaşladı. FED’in ‘miktar sıkılaştırması’ politikasına kademeli geçişiyle birlikte uluslararası finans sermayesinin Türkiye’den çıkışı şu temel sonuçları doğurmuştur: 

(i) Kur artışı sonucu dış borçların TL cinsinden değerinin artması. 
(ii) Türkiye ekonomisinin ithalata bağımlılığı nedeniyle kur artışının enflasyona yansıması. 
(iii) Faiz oranının yükselmesi. 

Dolayısıyla, Türkiye ekonomisi bu süreçte dolar kurunun, enflasyonun, faiz oranlarının ve ulusal para cinsinden dış borçların birlikte yükseldiği bir iktisadi çıkmazın içine girmiştir.

Kritik ikilem
Küresel likidite arzının daralması koşullarında Türkiye’de para politikası kritik bir ikilemin içine girmiş durumdadır. Küresel likidite arzının yüksek olduğu 2001-2008 ve 2010-2013 dönemlerinde, Türkiye’nin uluslararası finansal sermayeyi çekebilmesi için faiz oranlarını çok yükseltmesi gerekmemiştir. Buna karşın, 2013 sonrası küresel konjonktürde dış finansman maliyetleri artmıştır ve dolayısıyla Türkiye’nin sermaye girişlerini sağlayabilmesi için çok daha yüksek faiz oranlarına gereksinimi vardır. Eğer merkez bankası faiz oranında önemli artışlar yapmazsa, döviz kuru, enflasyon ve şirketlerin TL cinsinden dış borçları yükselecektir. Uluslararası finansal piyasaların güveninin sarsılmasının yarattığı bir finansal kriz sonucunda ekonomi uzun ve derin bir resesyona sürüklenebilir. Buna karşın, para otoritesi politika faiz oranında yüksek artışlara yönelirse (agresif faiz politikası), döviz kurundaki artışı engellemesine karşın, reel sektör şirketlerinin (özellikle inşaat ve enerji) borçlanma maliyetleri artacak ve bireysel kredi talebi daralacaktır. Dolayısıyla, bu ikinci seçeneğin uygulanması durumunda, iktisadi büyüme oranında önemli bir yavaşlama olması ve inşaat/enerji gibi Türkiye ekonomisinin kilit sektörlerinde iflasların yaşanması beklenebilir.

                                                          ***
Yarı-çevre ekonomiler
İleri kapitalist merkezlerde büyük çaplı bir finansal kriz, küresel sermayenin kitlesel biçimde çekilmesine neden olur ve yarı-çevre ekonomilerde önemli iktisadi sorunlar yaratır. Bağımlı neoliberal finansallaşmaya dayalı iktisadi büyüme/birikim modelini benimseyen yarı-çevre ekonomiler küresel kapitalist merkezlerdeki krizlere karşı çok duyarlı ve ‘kırılgan’ bir iktisadi yapıya sahiptirler. İleri kapitalist ekonomilerden farklı olarak, yerli paraları cinsinden dış borçlanma olanağına sahip olmayan yarı-çevre ekonomiler küresel sermaye akımlarının yavaşlaması veya durması risklerine karşı çok daha duyarlıdırlar.
                                                            ***
Nasıl aşılabilir?
Küresel finans sistemine ve ithalata bağımlı Türkiye ekonomisinin, çok büyük boyutlara ulaşan ‘yapısal krizini’ günümüzdeki dünya ekonomisi konjonktüründe aşması oldukça zor görünmektedir. Bir yandan üretken olmayan sektörlerin ekonomide kilit (inşaat/konut, mega altyapı yatırımları) bir role sahip olması nedeniyle ve diğer yandan da düşük/orta teknolojilerin egemen olduğu sanayi ve ihracat yapısı ile Türkiye ekonomisinin küresel kapitalist rekabet ortamında başarılı olması olanaksızdır. Bu birikim rejimi ithalata bağımlı, istikrarsız ve çarpık bir iktisadi büyüme süreci yaratmıştır. Yapısal iktisadi krizini aşabilmek için Türkiye ekonomisinin büyük ve kapsamlı bir ‘dönüşüme’ gereksinimi vardır. Buna karşın, 1990’ların başından itibaren uzun bir süreç boyunca uygulanan bağımlı neoliberal finansallaşmaya dayalı birikim rejiminin yarattığı çarpık iktisadi yapılanmayı değiştirmek kolay olmayacaktır.

Prof. Dr. Alpaslan Akçoraoğlu / Gazi Üniversitesi / İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi

BİRGÜN

Yüz: Düşenin dostu olmaz - CÜNEYT CEBENOYAN

‘Yüz’ün gözümüze soktuğu, her koyunun kendi bacağından asıldığı, azgın rahipleriyle güven vermeyen bir kurum olan kilisenin gittikçe güçlendiği yeni kapitalist Polonya.

Bazı korkunç atasözleri vardır. ‘Düşenin Dostu Olmaz’ bunlardan biri. Korkunçluğu hem hayattan süzülmüş bir bilgi içermesinden hem de dostluğa, dayanışmaya, sevgiye hayat şansı tanımamasından. ‘Yüz’, bir ‘düşenin dostu olmaz’ hikâyesi ama aralık bıraktığı bir kapı var yine de. O kapı çok fazla umut vadetmese de ya da kapalı kapılarla karşılaştırıldığında yetersiz gözükse de...
Jacek, Polonya’nun küçük bir kasabasında yaşayan, kılığı kıyafeti, heavy metal zevkiyle muhafazakâr halktan ayrılan ama sonuçta herkesten çok da farklı olmayan bir genç. O da herkes gibi ırkçı şakalara gülüyor mesela. Jacek’in evlenmeyi arzuladığı bir sevgilisi de var. Kasabaya bakan bir tepeye inşa edilen dünyanın en büyük İsa heykelinde çalışan Jacek, bir gün çok yüksekten aşağı düşüyor.

Mucizevi bir şekilde yüzü dışında hiçbir yerinde ciddi bir hasar oluşmuyor ya da film kestirmeden sadede gelme arzusuyla Jacek’in yüzüne odaklanıyor. Jacek, Polonya’nın ilk yüz nakli yapılan insanı oluyor. Yüz nakli yapılan insanların fotoğraflarını gördüyseniz çok tuhaf göründüklerini bilirsiniz. Gerçekten yüz nakli olanlar kadar olmasa da, Jacek de tuhaf gözüküyor. Başka bir insan gibi gözüken Jacek, kızkardeşi haricinde herkes tarafından dışlanıyor. Hastane masraflarının önemli bir kısmını kendisinin ödemesi gerektiğiyle karşı karşıya kalıyor mesela. Kasaba halkı rahibin itelemesiyle üç beş kuruş topluyor ama bu para gurur kıracak denli düşük. Jacek’e engelli aylığı da bağlanmıyor. Sosyal devlet denilen bir şey yok yeni kapitalist Polonya’da ama işe yaramaz devasa İsa heykelleri var. O heykeller de sanki ahlaki yoksunlukla paralel bir şekilde yükseliyorlar.

‘Yüz’ün gözümüze soktuğu, her koyunun kendi bacağından asıldığı, tüketim çılgınlığının yaşandığı, azgın rahipleriyle güven vermeyen bir kurum olan kilisenin gittikçe güçlendiği yeni kapitalist Polonya tablosu irkiltici. Fakat filmin orijinal bir fikri ya da daha önce söylenmemiş bir sözü yok. Çok kaba fırça darbeleriyle çizilmiş bir tablo izletiyor seyirciye. Bu kabalık bilinçli bir tercih de olabilir ama sonuç değişmiyor. Filmin tek orijinal sayılabilecek tercihi biçimsel bir numaradan ibaret. Film boyunca perdenin çok küçük bir alanı net, geri kalan herşey flulaştırılmış. İsteyen, bu biçimsel numaranın anlamı üzerine derin tartışmalar yapabilir elbette.

‘Yüz’, bu yılki Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazandı.

CÜNEYT CEBENOYAN / BİRGÜN