1 Eylül 2018 Cumartesi

Af, idam ve tutarsızlık - İLHAN CİHANER

En tartışmasız konularda bile AKP cenahından yapılan açıklamaların, açıklamayı yapan bakan olsa bile kıymeti harbiyesinin olmadığını biliyoruz. 

Son ve tek karar verici olan Erdoğan “raconu” kesene kadar söylenen sözlerin boş lakırdı olarak kaldığı çok olay deneyimledik. Hatta Erdoğan’ın da söylediğinin tam tersini yapma ihtimali de oldukça yüksek. Ama iktidar koalisyonunun / Neo-Milliyetçi Cephenin politikalarını belirlemede Bahçeli devreye girince, öngörülebilirliği bir tarafa bırakılıp Bahçeli’nin niyetini anlamaya çalışmak gerekir.

Söz konusu tartışma konusu “Af” olunca yüz binlerce insan doğrudan dikkat kesiliyor. Sadece tutuklu ve hükümlülerle ailelerini değil, mağdurları, avukatları, hakim/savcıları, alacakları pozisyon üzerinden oy hesabı yapan partileri, ikincil sonuçlarıyla tüm toplumu ilgilendiren bir tartışma aslında. 

Ancak en önemli etkisini cezaevinde bulunanlar ve yakınları üzerinde gösterir af tartışmaları. Her tartışma umut yaratır. Açıklamaların satır araları, hatta vücut dilleri okunur devletlülerin. Sonuç çıkarmaya çalışırlar. Her “af çıkacak” iması ile adeta özgürlüğüne kavuşup, “af çıkmayacak” yorumuyla yeniden mahkûm olmuş gibi yıkılırlar. Beklenti, ölüm cezasının infazı beklenirken yaşanan “ölüm yolu” benzeri bir eziyete dönüşür. Mağdur yakınları da adaletsizliği yeniden yaşayacakları duygusuna kapılırlar.

Bu nedenledir ki “tüpten çıkan macun”benzetmesi yapılır af için. Bir kez yetkili ağızlardan çıkınca artık bir düzenleme beklenir. Bahçeli’nin bunu bilmemesi mümkün olmadığına ve yerel yönetimler seçimi öncesi Neo-MC koalisyonunda bir kavga ya da ayrışmanın bilinçli gerekçesi değilse, bu çıkış yeni bir düzenlemeyi zorlayacaktır. (Gerekçe milliyetçi kesimdeki, İYİ Parti-MHP ayrışmasında, sembolik eski ülküdaşlara sahip çıkma yoluyla avantaj elde etme ve MHP’nin oyunun cezaevlerinde artışı yanılsaması da olabilir.)

İktidarları zamanlarında hiç af çıkarmamakla övünen AKP elitleri kelime oyunları ile gizlemeye çalışsalar da en çok “af düzenlemesi” AKP iktidarlarınca çıkarıldı. (Bu arada ben de bu yazıda “af” kavramını “infaz başladığı andaki kurala göre daha erken tahliyeyi sağlayan tüm düzenlemeleri” kapsayacak şekilde kullanıyorum.) İktidar tarafından yerden yere vurulan ve haksız bir şekilde “Rahşan affı” diye adlandırılan yasadan ilk etapta 25 bin kişi faydalanmış, AYM ve Yargıtay’ın genişletmesi ile bu sayı 50 bine yaklaşmıştı. Oysa önceki düzenlemeler bir yana sırf 15.08.2016 tarihinde çıkarılan 671 sayılı KHK ile ilk etapta yaklaşık 40 bin, zaman içerisinde ise 100 bine yakın kişinin faydalanacağı hesap ediliyor. Çıkarılan mali afları ise saymak mümkün değil.

Henüz detayları ortaya çıkmamakla birlikte bir “genel af” olmayacağı anlaşılıyor. Faydalandırılmak istenen ve hukuki karşılığı olmayan/belirsiz bir kategori olan “kader mahkumu”ndan kasıtın ne olduğunu önceki uygulamalardan ve sızan/sızdırılan haberlerden az çok çıkarabiliyoruz. Bu konuda en elverişli kerteriz olarak 671 sayılı KHK ele alınabilir. İktidarın en güncel bakış açısı orada ortaya çıkmıştı. 671 sayılı KHK’dan faydalanan bazı suç kategorileri şöyleydi; ihaleye fesat karıştırmak, zimmet, rüşvet, görevi kötüye kullanma, her türlü sahtecilik, kara para aklama, çıkar amaçlı suç örgütü, bilişim suçları, tefecilik, stokçuluk, fuhuş, kumar, suç işlemeye tahrik, suç ve suçluyu övme, nefret suçları, imar çevre ve gıda suçları, hırsızlık, yağma, dolandırıcılık, tehdit, şantaj, hürriyetten yoksun koyma, işkence, eziyet ve özel ceza kanunları (ruhsatsız silah gibi).

Faydalandırılmayan suçlardan bazıları ise şunlardı: uyuşturucu ticareti, eşe karşı işlenmiş yaralama, kasten öldürme, cinsel suçlar ve çok geniş bir kategori olan Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki suçlar.

Öncelikle “af”, bir ceza adaleti ve ceza siyaseti kurumu ve enstrümanıdır. Adalet, caydırıcılık (hızlılık, orantılılık, kesinlik, vs.), hatta toplumsal barış hedefiyle uyumlu olmak kaydıyla ve istisnai olması koşulu ile başvurulabilir. 

Hukuk ve yargı sistemini yerleştirmiş toplumlarda nerede ise yüzyıllardır uygulanmamakla birlikte, bizim gibi hukuk devletinden uzak toplumlarda affın sıradan bir uygulamaya dönüştüğünü görüyoruz. Cezaevlerinin doluluğundan tutun anayasaların kabul yıldönümüne, diktatörlerin yaş gününden devletlerin kuruluş yıldönümlerine kadar birçok gerekçe ile af ilan edilebiliyor. Özellikle büyük altüst oluşlar ve iç çatışmalar sonrası çıkarılan afların toplumsal barışa etkisi de inkâr edilemez. Hangi suçların affedildiği hangilerinin edilmediği nasıl bir toplumda yaşanacağını da işaretler. 

Bu nitelikleri ile af sonuna kadar siyasidir ve siyasallaştırılması gereken bir kurumdur.
Neo- MC koalisyonunun yürüttüğü tartışmanın tutarsız bir tartışma olduğu açıkça ortadadır. Bir yandan af tartışılırken öte yandan cezaların arttırılması ve AİHM/AB hukukundan kesin ve radikal kopuş anlamına gelen idam cezasının tekrar gündeme getirilmesi isteniyor. Üstüne üstlük dört bakan yıllar sonra çıkıp AB ile nikâh tazeliyor. Bu durumda çıkarılacak affın, cezaevlerindeki yoğunluğu birkaç aylığına azaltma dışında hiçbir sonucu olmayacaktır. İhtiyacımız olan bütünlüklü ve tutarlı bir Ceza Adalet Reformudur.

Bu çerçevede iyi planlanmış bir af (belki de belli suçların dışarıda bırakıldığı bir genel af) bile tartışılabilir. Fetullahçı yargının yarattığı hukuk tahribatının giderilmesi bir yana nerede ise onlara rahmet okutacak bir keyfilik ve hukuk pratiği devam ettiği müddetçe çok geçmeden yeni bir affı tartışmaya başlarız. Terör ve güvenlik sorunu, HSK’nın yapısı dâhil yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, vahşi tutuklama pratiği, başta düşünce ve toplantı gösteri yürüyüşü olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin garantisi sağlanmadan çıkarılacak bir af mevcut hukuksuz düzeni daha da derinleştirecektir. 
Kısa sürede cezaevleri yeniden siyasi suçlular ve öğrencilerle dolacaktır. 
Dikiş tutmayan sisteme nafile bir yama daha atılmış olur.

Tam burada özellikle parlamento içi muhalefetin, siyasete müdahale edebileceği bir alan ortaya çıkmıştır. Bazı senaryolarda muhalefetin oyu gerekmektedir. İktidara göre pozisyon alma pespayeliği ve siyasetsizliğinden sıyrılarak bir daha af ve idam cezasının geri getirilmesi tartışmalarının yapılmayacağı, tutarlı ve bütünlüklü bir ceza adalet sistemi / ceza siyaseti alternatifi ile ortaya çıkılmalıdır. Geniş kitlelerle en çok ihtiyaç duyulan adalet duygusu üzerinden bir bağ kurulabilir.

İlhan Cihaner / BİRGÜN

‘Hasta adamın’ sarayları - ERK ACARER

Osmanlı, Pasarofça Antlaşması’yla defansa çekilir. Büyük bölümü savaş ganimetleri üzerine kurulu ekonomi iflas halindedir. Çöküş, halka yüklenen ağır vergilerle ertelenirken, saltanat ise artarak devam eder. Gün; saray çevresindeki mutlu azınlığının günü, dönem; Sadabat bahçeleri, çıra eğlenceleri ve çiçek çılgınlığının yaşadığı Lale Devri’dir.

Her döneme bir damat
1718’den, 1730’daki Patrona Halil isyanına dek süren devrin başrol oyuncularından biri Damat İbrahim’dir. Muşkura’dan İstanbul’a gelen İbrahim’in şansı yaver gider, yükselir. Şehit Ali Paşa’nın ölümü sonrası III. Ahmet’in dul kalan kızı Fatma Sultan ile evlendiğinde devlet kapısı sonuna kadar açılır. Sadrazam olunca doğup büyüdüğü yeri ihmal etmez, ihya olan Muşkura’nın da adı değip, Nevşehir olur.

Halk yoksulluktan kırılırken…
İbrahim Paşa ile zevcesi Sultan’ın hediye ettiği boğazdaki yalıya yerleşir. Burası; yazları görkemli eğlenceler düzenlenen, kışları helva sohbetleri yapılan, Beşiktaş’taki Çırağan Sarayı’dır. Davetlere, padişahın yanı sıra devletin önde gelenleri katılır. Konuklardan biri Nedim’dir. İstanbul’un şatafatı şiirine yansır:
“Bu şehr-i Sitambul ki bi mis ü behâdır
Bi rengine yekpâre acem mülkü fedâdır…”

Saraydaki çıralar, kaplumbağaların sırtındaki mumlar.
Yazdıklarının fazlası değil eksiği vardır! Saray, ismini düzenlenen “çıra eğlencelerinden” alır. Boğaz’ın büyüleyici akşamlarında saray bahçesinde çıralar yakılır, nadide lalelerin altına mumlar yerleştirilir. İstanbul’da 2000 çeşit lale yetiştirilir. “Tabak Ata” isimli kişi, çulsuz biriyken, lale sayesinde büyük bir mal varlığına kavuşur. Saraya her gün servete bedel yeni bir lale taşır. Bahçede gezinen kaplumbağaların sırtlarına yerleştirilen mumlar ise ışık etrafa saçar.

Hamam peştamaliyle darbe oldu!
Fakat laleydi, helvaydı, çıraydı, kaplumbağaydı derken işin tadı kaçar. Halk korkudan konuşamasa da çok rahatsızdır. Sonunda Patrona Halil denen hamam tellağı ortaya çıkar. Bir halk kahramanı değil kendi çarkını döndürmek isteyen bir baldırı çıplaktır. Yeniçeri peşine takılınca, bir gecede ihtilal lideri olur. Hamamdan sokağa taşan ayak takımının flaması bile yoktur. Çözüm bulunur; tarihte bir hamam peştemalinin bayrak niyetine kullanıldığı ilk ve tek darbedir! İstanbul’un altı üstüne gelir, saraylar, hanlar, hamamlar yıkılır; laleler kökünden sökülür. İbrahim’in gözünün yaşına bakmazlar, Padişah III. Ahmet, tahtı tacı şehzade Mahmut’a devreder. Şiir kağıt üzerinde kalır, Nedim damdan dama atlarken düşüp ölür; bir dönem kapanır.

Sarayda oda çok olur
Aslında Boğaz’daki yere ilk sarayı IV. Murat, kızı Kaya Sultan için yaptırmıştır. İbrahim Paşa’nın ikâmetgâhı, eski yıkıntıların üzerinde yükselir. Çırağan Sarayı’nı anlamak için İngiliz Elçisi Edward Wortley Montague’nin eşi Leydi Marilyn’in bir arkadaşına yazdığı mektubun özetini referans alabiliriz: “…Kapıcı ‘sekiz yüz odadan fazla’ dedi. Hamamlar kadar zevkimi hiçbir şey okşamadı. Kurnalar, çeşmeler, tabanlar hep beyaz mermerden. Tavanlar yaldızlı, duvarlar çini kaplı. Bahçeler de ihtişamca saraydan geri değil…”

İtibardan tasarruf olmaz, borçlanma olur!
Çırağan, Lale Devri’nden sonra tahta oturan tüm padişahlar tarafından her nedense yıkılıp yeniden yaptırılır. Son kez Sultan Abdülaziz tarafından inşa edilir. Ne var ki Sultan, onca masrafını ardından buranın çok rutubetli olduğunu ve romatizmalarına iyi gelmediğini ileri sürüp, kısa süre içersinde saraydan taşınır. Rus Çarı I. Nikolay, hızla toprak kaybeden ve yüksek faizle aldığı borçları ödeyememesi nedeniyle Avrupa’nın ekonomik denetimine giren Osmanlı İmparatorluğu için 9 Ocak 1853’te, Rusya, St. Petersburg’da ilk kez “hasta adam” tanımını kullanacaktır: “Kollarımız arasında, hasta, ağır hasta bir adam var.” İfade, 12 Mayıs 1860’ta The New York Times’ta yer bulur. Yani henüz Abdülaziz tahta çıkmadan bir yıl önce. İşte böyle bir ortamda, yeni bir saray yaptırmak için Avrupa’dan borç alınmış ve 5 milyon altın, birkaç aylık saltanat için harcanmıştır.

Saraydaki son sultan V. Murat olur. Ancak onunki keyiften çok ızdıraptır. Bir askeri darbeyle tahtan indirilen sultan, 1904 yılındaki ölümüne dek ailesiyle burada oturur. 2. Meşrutiyetin ilanıyla Çırağan, Meclis olur. Fakat sadece iki ay kullanılabilecektir. Kazan dairesinde çıkan yangın, sarayı sarar. Yangında sayısız tarihi belge paha biçilmez antika eser, yağlı boya tablo ve kitap yok olur.

Şarapçının mekanı ve top sahası oldu
Artık deniz kenarında sütunları çıplak, yıkılmaya yüz tutmuş, duvarları boş bir saray vardır. Tıpkı imparatorluk gibi. Dikiş tutmayan Çırağan, Cumhuriyet döneminde, 1946 yılındaki Meclis kararıyla İstanbul Belediyesi’ne bağışlanır. Belediye tarafından kum ve inşaat malzemelerinin yığıldığı bir alan olur. 

Çırağan Sarayı sonraki yıllarda ise Beşiktaş Kulübü’nün antrenman sahasına dönüşür… Şeref Stadı; dünyada emsali olmayan saraydan bozma bir futbol sahası. Sahadan deniz kenarına, iptidai bir tahta merdivenle inilir. Denizin karşısındaki duvarda balıkçı Necati’nin kulübesi vardır. Geçimini, denize girenlere havlu, balık tutanlara ise olta vererek sağlar. İki bölüm olan kulübenin bir odası soyunma kabini olarak da kullanılır, önünde çilingir sofraları kurulur.

Bu satırlar; Türkiye’nin dış borcu 453 milyar dolar olmuş, soğanın kilosu bir yılda yüzde 142 artmışken gülen damatlar, “şahlanıyoruz” diye yazan ‘nedimler’ ve lale devri çocuklarıyla da alakâsız.

Kıssadan hisse: İtibardan tasarruf olmaz… Doğrudur, evlad-ı Osmanlı, devlet çökerken 5 milyon altına yeni saray inşa ettiren dedesinden feyz alıyor.

Başka; tarih tekerrürden ibarettir.

Sonra; delilik aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemektir…

Bir de… ‘Laleler’ her yerde!

Saraylar ise zamanla dönüşür.

Erk Acarer / BİRGÜN

Aman konforunuz bozulmasın!..- AHMET TAKAN

Fransızca'dan dilimize girmiştir; konfor. "Günlük hayatı kolaylaştıran maddi rahatlık" anlamına gelir. Bu sihirli sözcüğü kullanmayı pek severiz. Yalan yanlış yerde de olsa... Eve oturma grubu almaya gittiğimiz mobilyacı da koltuğu beğenmişsek, şöyle geniş geniş  oturur "Ohh!. Pek de konforluymuş be..." deriz. Öve öve bitiremediğimiz arabamızı "üstelik süper konforlu" diye satmaya kalkarız..

Bu "konfor" anlayışı son 16 yılda sadece günlük hayatımıza değil geniş ölçekli toplum yaşantımızda da tam egemen oldu. Karşılıksız basılan para misali!.. İliklerimize kadar... Kısa ve pek de dinlenmeye fırsat bulamadığım  bayram tatilinden sonra dönüşte  kaleme alacağım ilk yazı olarak planlıyordum. "Konforların Milleti"ni yazacaktım. Olmadı. Araya sıcak haberler girdi. Nasip bugüneymiş...

Bayram tatilinde, doğup büyüdüğüm çok sevdiğim Karadeniz Ereğli'ye gittik, aynı zamanda hanım köye... Kayınvalidemin evine. Tam pansiyon ve bedava tatil için. Üç öğün yemeğe, konaklamaya para vermedik. Bol bol dua ettik Fatma hatuna.. Karadeniz Ereğli'nin ilçe merkezinde dünya harikası bir sahil yolu vardır. Kafeler, lokantalar, çay bahçeleri... Asırlık çınarların altında çay içmenin müthiş keyfini sizlere anlatamam. Ereğli'yi 10 kilometre çıkarsanız tertemiz sularda kulaç atar, sahil kenarında mangal yakarsınız. Ama bu sefer memleketimde geçen yıllarda aldığım o müthiş hazzı alamadım. Serinlemek için Ereğli'den 10 kilometre çıktık. Sağlı sollu yolda aracımızı zor park ettik. Akşamları sahilde yürüyemedik kalabalıktan. Asırlık çınarların altında sadece bir akşam çay içme fırsatı bulabildik. O da oğlumun müthiş son 100 metre deparı ile  rakiplerimizden kaptığı  masa ve 6 sandalye sayesinde. Tatil boyunca sahilde, kafelerde, çay bahçelerinde, lokantalarda yer bulmak imkansızdı. Meşhur Ereğli pidesi yapan yerlerde sıraya girip önce boşalacak masa sonra da servis beklemek zorundaydınız... Zorunlu balkon keyifleri yaptık. Bayramın son günü (Cuma) İstanbul'a doğru yola çıktık. "Allah'tan son dönüş günleri değil. Trafiğe kalmayız" diyerek. Ereğli-İstanbul arası 3 buçuk saat. Ara sıra otobandan çıkıp ara yolları kullanmamıza rağmen 7 buçuk saatte İstanbul'a varabildik. Mola yerleri tıklım tıklımdı.. Benzin istasyonları önünde kilometrelerce araç kuyrukları vardı. Bayram boyunca telefonla görüştüğüm ve yurdumun dört bir yanında tatil beldelerine dağılmış arkadaşlarımdan hep aynı şeyleri işittim, "Abi iyi ki memleketine gitmişsin. Buralarda iğne atsan yere düşmüyor. Pahallılık almış başına gidiyor. Nereye girsen kazık atıyorlar. Tatil mi yapıyoruz, işkence mi çekiyoruz belli değil." Doların 7 liraya kadar yükseldiği büyük ekonomik kriz haftasının arkasından oldu tüm bunlar!.. Halkımız her zamanki gibi doğru tercihini(!) yapmış konforundan bir  gram bile vazgeçmemişti. Mazotun, benzinin litre fiyatı...  Dolar üzerinden alınan konaklama ücretleri, lokanta adisyonlarına yansıyan bol sıfırlı rakamlar kimseyi korkutamamıştı.  Ekonomik krizde neymiş?..Kim yıkabilir bizi!..Çünkü her birimizin cebinde rengarenk aslanlar gibi duran kredi kartlarımız vardı!..

                                                                          ***

YENİÇAĞ'ın internet sitesinde haberi  dün okudum. Başlığı, "Bayramda Servet Harcadık" idi..  Ağustos dönemine denk gelen Kurban Bayramı ve arife gününde kartlarla 6,1 milyar liralık ödeme yapmışız. Bu rakam, geçen yıl Kurban Bayramı'nda yapılan 4,9 milyar liralık kartlı ödeme tutarına kıyasla yüzde 23 artışa işaret  ediyormuş.

Sektörel bazda incelendiğinde, toplam ödemelerin yüzde 47'sine denk gelen 2,9 milyar liralık bölüm, market, akaryakıt istasyonları ve giyim sektöründe gerçekleşmiş.

Toplam kartlı ödemelerin yüzde 20'sini market, yüzde 17'sini akaryakıt istasyonları, yüzde 10'unu ise giyim sektörü oluşturmuş. Toplam kartlı ödemeler içinde yemek yüzde 8, konaklama ise yüzde 5 pay alarak en fazla harcama yapılan sektörler arasında yer almış.

20-24 Ağustos döneminde, markette 1 milyar 245 milyon liralık, akaryakıt istasyonlarında 1 milyar 31 milyon liralık, giyimde 585 milyon liralık, yemekte 479 milyon liralık ve konaklamada 286 milyon liralık kartlı harcama yapılmış.

"Borç yiyen kesesinden yer." Öyle değil mi?.. Büyüklerimiz öyle dememiş mi?.. Yok o öyle değilmiş. Ne yazık ki büyükler yanılmış!.. Borç yiyen kredi kartından yiyormuş. Ee, eninde sonunda bu kart borçlarını bankalara ödemek zorunda değil miyiz?.. Ne münasebet efendim!.. Kartlar patlarsa patlasın. Namuslu vatandaşların sırtına bir şekilde yüklenir nasıl olsa bu külfet. Bankalar mı batacak!.. Yeter ki milletin yaşadığı yalancı konfor bozulmasın. Evi borçlandır, arabayı borçlandır, tatili borçlandır, çoluğun çocuğun okul masraflarını, kıçımıza giydiğimiz donu borçlandır bankaya... Amaa, milletin konfor hissine asla ve kata halel gelmesin!.. Düzen devam etsin...

İçmeye ayranımız olmadığı halde tahtırevanla gittiğimiz bu yolda pek de konformcu olduk!..Dünya yıkılsa konfordan vazgeçmiyoruz. Günlük yaşıyoruz yarınları düşünmeden. Damarlarımıza zerk edilen bu konforcu anlayış yüzünden geleceğe bırakacağımız ahlaksız nesilleri hesap etmeden. Bankalara ipotek ettiğimiz çocuklarımızın bir gün mezarımıza  tahtırevansız gelip pisleyeceklerini aklımıza getirmeden...

Yalancı konforun bedelini çok ağır ödeyeceğiz. İleride mezarımın başına bir iş gelmesin diye bu yazıyı çocuklarıma miras bırakıyorum!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Alışmak, isyandan daha zor gelmiyor. - Remzi ÖZDEMİR

Dönemin Başbakanı Turgut Özal'ın bir sözü vardı; Alışırlar...
 Alışırlar kelimesini o kadar çok kullanırdı ki, neredeyse bu Turgut Özal'la bütünleşmişti.
 Turgut Özal döneminde çok büyük zamlar oldu ama gerçekten dediği gibi halk buna kolayca alışmıştı
 Turgut Özal, Türk halkının çok önemli bir özelliğini keşfetmişti
 Tabi ki bu özellik kolay alışması.
 Farkında mısınız dolar 6.50 oldu halk buna da alıştı.
 Benzinin 1 litresi 7 lira. Araç sahipleri, buna da alıştı.
 Enflasyon yüzde 20 ye dayandı halk buna da alıştı.
 Türkiye'nin dev şirketleri batıyor, binlerce kişi işten çıkartılıyor ve halk buna da alışıyor.
 Başımıza ne geldiyse bu alışma huyumuzdan geldi
 Cumhuriyet tarihinin en ciddi kriziyle karşı karşıya olan Türk halkı bu krize daha şimdiden alışmaya başladı.
O kadar büyük bir kriz ki Türkiye tarihinde böylesi görülmedi. 9 günlük bayram tatilinde bütün tatil yerleri doldu. Bu durumda insanlar yine bir lahmacuna 40 lira ödüyor. 1 bardak suya 5 lira ödeyip çıkıyor.
 Yani krize de alıştık.


AKP bu özelliğimizi çok iyi kullanıyor yani alışma, huyumuzu.
 Örneğin, dünyada bir eşi benzeri daha olmayan bir cumhurbaşkanlığı sistemi ya da başkanlık sistemi
 Bakın buna alıştık artık Cumhurbaşkanı bile demiyoruz, Başkan Erdoğan demeye başladık.
 Başarısız bir yönetim şekli var ortada. Başarısız bir ekonomi yönetimi var ve buna bile alıştık.
Hiç sesimizi çıkartmıyoruz itiraz etmiyoruz.
Dolar 7 lirayı gördü daha sonra 6 ,5 liraya geriledi, hemen yorumlar gelmeye başladı:
 Yetkilerin tekelden toplanmasının işte faydalarını gördünüz, dolar düştü!
Oysa doların 4 liradan bu seviyeye geldiğini hiç kimse görmüyor çünkü insanlar bu rakamlara alışmıştı.
Başkanlık sistemi ile doların ve enflasyonun hızla düşeceği söylenmişti. Bu sisteme geçtiği günden beri dolar yüzde 30 yükselmiş enflasyon ise yüzde 20'ye yaklaştı.
Kimse geçmişi sorgulamıyor.
Türkiye büyük bir film platosuna dönüşmüş durumda.
Sahte doları yakarak şov yapandan tutunda, İtalyan yönetmen Sergio Leone'nin filmlerini gösterimden çeken TRT'ye kadar rol kesiyor.
Kimse Türkiye neden bu hale geldi, bu kadar borç neden oldu, bu enflasyon neden patladı diye sorgulamıyor.
Peki ne zaman uyanacak?
Bana göre hiçbir zaman.
Özal döneminden bugüne kadar Türkiye'ye uyu, uyut politikası uygulanıyor.
Yarın benzini litresi 10 lira, 1 ekmek 3 lira da olsa bu millet şova devam eder.
Biri çıkar ben hep 50 liralık alıyorum, diğeri de ekmek yemiyorum kilo yapar der çıkar.


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

31 Ağustos 2018 Cuma

Bir ‘deli dana’ öyküsü: Ferdinand’ın askerleriyiz - ERK ACARER

Haluk Levent… Samimi ve özverili adımlarla yeni bir imza attı, biraz film gibi. “Kayışı kopardı” diyen de oldu, kurtardığı Ferdinand’ın askeriyiz” diye coşan da…

“Kayışı kopardı” diyen de oldu, artık hem Haluk Levent’in hem de kurtardığı Ferdinand’ın askeriyiz” diye coşan da… Malum mesele; Kurban Bayramı’nın 1. günü Rize’deki hayvan pazarından, 5 metre yüksekten atlayıp denize kaçan dana, bayramın son günü Trabzon’un Sürmene ilçesinden çıktı. Yaşam hakkını söke söke aldı. Dananın değişen kaderinin cilasını ise sanatçı Haluk Levent attı. Böylece; toplum olarak “Neden sanat?” sorusundan, “Neden dana?” sorusuna savrulduk…

İnsanın zengin arkadaşları olunca…
“Ekranda görüp, haberi okudukça içimde beni hüzne boğan bir duygu belirdi. Sanki bir şeyleri hissetmiş, kaçmış ve günlerce ortalıktan kaybolmuş… Bu durumdan sonra kesilmesi ve ölüme yollanması içimi acıtırdı. Sahiplenmek, ona bakmak istedim. Adını Ferdinand koydum. Bir çizgi film karakterinin adı. O da kaçıyordu.”

Haluk Levent, dananın peşine şöyle düşüyor: “Trabzon’da haberi takip eden bir gazeteci arkadaşımı aradım. ‘Ne olur sonuna kadar takip et, araştır. Nereye gittiyse, kim aldıysa, sahipleri kimse irtibat kur, ne yap, ne et onu bul’ dedim. Çocukluğumdan bilirim; hayvancılıkla uğraşanlar bir koyun, bir dana hastalanmış ya da çok yorgun düşmüşse onu kesmezler. Ben de bu kadar yorgun düşmüş dananın kesilmeyeceğini biliyordum. Sahiplerini bulduk. Telefon görüşmesi yaptık. Onu, 14 bin TL karşılığında aldık. Parayı da bir arkadaşlarıma ödettim. İnsanın zengin arkadaşları olacak bu hayatta.”

Gülüyoruz…

Geçmişe yetişiyorum”
Derdi, sadece ‘deli dana’ değil. Levent, ülke sorunlarına duyarlı… Herhalde temelinde vicdan var…
“Siz, vicdan ya da sevgi” olarak söz edebilirdiniz. Ben daha çok kaybedilmiş yılların geri kazanımı olarak adlandırıyorum” diyor: “Geçmişte başımda olan dertlerle, sorunlarla uğraşmaktan hislerimi ortaya çıkaramadım. ‘Bu iyi duyguları; çocuklar ve hastalar için kullanacağım’ diye kendime söz vermiştim. Fakat hatalarımdan dolayı, ekonomik sıkıntılar yaşadım. Bana yakışmayan ilişkiler kurdum. Tefeciler, borç senetleri… Bunları ödemeyince de icra dosyalarından aralıklı olarak, kısa sürelerle cezaevlerine girdim. İşte bu yıllar, kaybedilmiş yıllardır. Elbette o yıllardan çok beslendim. Şimdi ise her attığım adımda, geçmişte yapamadıklarıma yetişmeye çalışıyorum. Bu benim görevim.”

Her kesimden sevenim var, rol model olma kaygım yok
Belki de her kesimden seveninin olmasını bu özveri ve samimiyete borçlu…
“Takipçilerim arasında bir istatistik yapmıştım” diye aktarıyor: “Kendisini sosyal demokrat, Atatürkçü olarak tanımlayanlar çoğunlukta. Ancak hiç azımsanmayacak ölçülerde iktidar partisinden, ülkücülerden ve HDP’den de takipçilerim var. Onlarla ortak bir buluşma noktamız olduğunu görüyorum. Bir yerden sonra siyasi görüşlerden arınıyoruz. Bana gönderilen, ‘Aynı siyasi görüşte değiliz ama…’ diye başlayan yüzlerce mesaj var.”

“Muhalifim, ancak ihtiyacı olana kimlik sorulmaz” 
Haluk Levent, “İnsan odaklı bir yaklaşımım var, rol model olma kaygısı ise taşımıyorum” diye sürdürüyor: “Ancak insana verilen değeri öne çıkaran bu yaklaşımın bir tavsiye olarak görülmesini isterim. İnsana dokunurken sol, sağ, ülkücü olarak düşünmedik. Irak Türkmenleri geldi yardım ettik, Suriyeli çocuğa yardım ettik. Hakkari’den, Diyarbakır’dan Kürt çocuklara el uzattık. Profilinde Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafı olup hastanelerde sürünen kişiye de yardım ettik. Kendimi muhalif olarak tanımlıyorum. Fakat attığınız bu adımlar siyasi fikir ya da parti odaklı olamaz. Öte yandan, muhalif olmak her şeye karşı çıkmak demek değildir. Ama karşı çıkılması gereken şeyleri de birilerinin konuşması lâzım. Elimden geldiğince bunu da yapmaya çalışıyorum.”

“Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır”
Levent’e muhalif kesimin “Daha fazlası” diyerek tepki verdiği ya da gönül koyduğu da oluyor…
“Beni koydukları yer önemli. Kimse tek başına bu ülkenin kurtarıcısı değil” diyor, eleştirileri de var: “Muhalifler de kendi içerisinde on parçaya bölünmüş durumda. Kimseyle kıyaslanmak istemiyorum. Yanınızda olan kazanılmış insanlara aynı şeyleri anlatmak zaman kaybı. Savunduğunuz şeylere karşı olanlara ise muhalif dille bir şey anlatamazsınız. 1940’lı yıllardan sonra ülkede yerleşen zihniyetin, kandırmacaların, politikaların yarattığı kabuğu sol söylemlerle kıramazsınız ya da alışkanlıkları sert muhalif dille aşamazsınız. Bu benim düşüncem. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Eleştirebilirsiniz, saygı duyarım.”

“Kimseyi kaybetmeyelim” 
Son zamanlarda, ‘her dönem muhalif’ kimliği ile bildiğimiz sanatçılar yandaş medyada röportajlar veriyor. Bunu, iktidarın kendini sevilen isimler üzerinden meşrulaştırması olarak görmek mümkün mü?
Soruyu; “Ben de röportaj verdim” diyerek yanıtlıyor Levent, konuyu biraz daha derinleştiriyor: “İktidarı sevmeniz için ne gerekiyor, diye sordular. ‘OHAL’i kaldırsın, KHK’larla işten atılan insanları geri alsın, adalet sistemini tam olarak işletsin, insan hakları, cumhuriyetin temel ilkeleri ve laiklik konusuna önem versin severim’ dedim. Bunları yapan iktidar sevilmez mi? ‘İktidarı seven, yemeğine katılan sanatçıları yalaka buluyor musunuz?’ diye de sordular. ‘Aralarında dindar olan vardır, bu iktidarın politikalarını gerçekten beğenen vardır. Bu insanların fikirlerine karışamazsınız. Her yemeğe giden sanatçı yalaka değildir. Ben gitmiyorum ama gidenleri de yalaka olarak göremezsiniz’ dedim. Muhalif basın, ‘Haluk Levent, yemeğe giden sanatçılar yalaka değildir’ diyor, ifadeleri ile haber yaptı. Neredeyse beni hükümet yalakası ilan ettiler. Sanatçılarımızı yıpratmayalım. Bülent Ortaçgil, MFÖ üyeleri ve Teoman birer değerdir. Herkesin kendi fikirleri vardır, bize uymayabilir, önemli değildir. Böyle bakıp onları da kazanmaya çalışalım. Çünkü herkesi tek tek kaybediyoruz.”

Ve AHBAP projesi… İmam da var, sosyalist vegan da!
İşlevini yerine getiriyor mu? Projenin topluma katkıları ne oldu?
Haluk Levent’in gözbebeği bu proje. Ne olduğunu ve geleceğini özetliyor: “Ötekileştirilmiş gençliğin bir platformda toplanmasını istedik. Birbirlerini anlamasını istedik. Başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Şu anda içinde imam da var, vegan sosyalist de. İlk kez politik kaygısı olamayan bir topluluk ile beraberiz. Sosyal medyadaki yardım kirliğini de ortadan kaldırmak istedik. Bir ağlayan anne ve yanına bebek koyuyorlar para topluyorlar. Bazılarının doğru olmadığını tespit ettik ve belgeledik. AHBAP her yerde, sadece hastalara değil herkese yardıma koşuyor. Geçen ay Kaş’ta bir anaokulu yaptı. 20’ye yakın evi onardı, evi yananlara eşya aldı. 2000’e yakın aileye dokundu. Ayvalık Şeytan Sofrası’nı, Orman Bakanlığı ile birlikte ağaçlandırdı. 100 öğrenciye, 10 ay boyunca burs verdi. Tiyatroculara destek veriyor. En son NASA’dan ödül almış iki çocuğumuzu yurtdışına dil kursuna yolladık. Proje, insanlara dokunmak ve daha yararlı şeylere teşvik etmek için var, sonuna kadar da var olmaya devam edecek"

Erk Acarer / BİRGÜN

Faşizm Tartışmaları: Hindistan, Türkiye - KORKUT BORATAV

                                                        Narendra Modi - Prabhat Patnaik

Hindistan’dan bir portre
Narendra Modi, 2014’te Hindistan’da sağcı Janata Partisi’nin (BJP’nin) başına geçti ve partisini açık farkla iktidara taşıdı; başbakan oldu. 

Bu sonuç, Hindistan’ın ilerici çevrelerinde birkaç nedenle tedirginliklere yol açtı.
Bir kere, Modi’nin zaferi, laik Hint Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Kongre Partisi’nin (kısaca “Kongre”’nin) çok ağır yenilgisi ile gerçekleşmişti.  Kongre, yeni parlamentoda ana muhalefet eşiğine dahi ulaşamamıştı. Bazen Kongre’ye destek veren komünist partiler de sert kayıplara uğramış; BJP ülke çapında örgütlü, etkili tek siyasî güç konumuna çıkmıştı. 

Geleneksel Hindu milliyetçisi bir parti olan BJP, geçmişte de hükümetlerin içinde, başında yer almıştı; ama hepsinde koalisyon ortağı, lideri olarak… 2014’te tek parti olarak iktidara gelen BJP’nin seçim kampanyası, Hindu milliyetçiliğinin fanatik-dinî  kanadı olan  RSS tarafından örgütlenmişti. RSS hareketini “Hindu faşizminin temsilcisi” olarak nitelendirenler yaygındır.

BJP lideri ve yeni başbakan Modi’nin kimlik özgüllükleri de tedirgin ediciydi. Başbakanlığından çok önce kendisiyle röportaj yapan bir psikolog  (Ashis Nandy),  izlenimlerini şöyle aktarmış: “Hindistan’a karşı her Müslümanın potansiyel bir terörist ve hain olarak yer aldığı evrensel bir komplo teorisini çok sakin bir üslupla anlattı. Röportajdan sarsılarak çıktım; zira klasik ve klinik bir faşist vaka ile ilk kez karşılaşıyordum. Potansiyel bir katil, bir katliamcı da aynı kategoriye girer.”  
Modi’nin siyasî geçmişi, bu değerlendirmeyi destekliyordu. Başbakanlığa Gujarat Eyalet Başkanlığı’ndan gelmişti.  2002’de bu eyalette bini aşkın Müslümanın ölümüyle sonuçlanan kıyımın sorumluluğunu taşımaktaydı. BJP liderliğini, “dış güçlerin inşa ettiği bir sapkınlık olan laik Cumhuriyeti tarihe  gömme” misyonu ile üstlendiği anlaşılmaktaydı. 

BJP-sermaye ilişkileri de dikkat çekiyor: Narendra Modi, seçim kampanyasında Gujarat’ta gerçekleştirdiği  “piyasa mekanizmasına ve uluslararası sermayeye açılmayı” Hindistan’a taşımayı vadetmişti. Kongre’nin devletçi, “piyasa düşmanı” saplantılarını lanetlemişti. Modi’nin başbakanlığı da uluslararası ve büyük Hint sermayesinden tam destek aldı; coşkuyla karşılandı. Büyük sermayenin desteğinde ırkçı, tutucu bir lider ve siyasî hareket…  Geleneksel faşizmin sentezi akla geliyor. 

Hindistan 2019 seçimlerinin arifesindedir. Beş yıllık Modi / BJP   iktidarının  geleceğe taşınıp taşınmayacağı belirsizdir.  Hindistan solunda “ne yapmalı?” sorusu gündemdedir. Komünist, sosyalist partilerle -laik Kongre arasında bir anti-faşist cephe kurulmalı mı? Sorunun yanıtı, “faşizm” teşhisinin ülke için geçerli olup olmamasına bağlıdır. 
Hindistan’daki sol örgütlerde tartışmanın seyrini izlemem mümkün değil. BirGün Pazar’ın yazarlarından  Vijay Prashad’dan katkılar beklenebilir. Ben, faşizm tartışmalarında Hindistan’dan iki örnek üzerinde odaklaşacağım. Bizlere de ışık tutabilir. 

Faşistler iktidarda; faşizm değil… 
Hindistan’ın Marksist iktisatçılarından Prabhat Patnaik, Monthly Review Online’da ( 27 Ekim 2017), “Faşizmin Günümüzde Yükselmesi”  başlıklı bir yazı yayımlamış. Hindistan örneğine de ağırlık vererek… 

Patnaik, günümüzde yaygınlaşan yükselen faşizmolgusuna, önce  “ne değildir?” sorusuyla yaklaşıyor. Ona göre güncel faşizm, liberallerin yakıştırdığı sağ popülizmkavramıyla karıştırılmamalıdır. Geçen yüzyılın İtalyan / Alman faşizmlerinden de ayrıştırılmalıdır.  
Patnaik’a göre günümüz faşizminin ülkesel özgünlükleri vardır; ama, tümünü birleştiren ideolojik, olgusal özellikler de geçerlidir. 

En başta faşizmin akıldışı olması gelir. Faşizm, bilimsel önermelere, kanıtlara dayalı tartışmaya, aydınlanmaya, her türlü aykırı düşünceye karşı genel bir husumet halidir. Bu genel akıldışılık, “diğeri” kavramıyla bağlantılı “üstünlük” iddiasını da içerir.  “Diğeri” tanımları ve “üstünlük” aidiyetleri ülkelere göre değişir: BJP faşistlerine göre “Hinduluk”, AfD faşistlerine göre  “Almanlık”… 

Bu ideolojik özellikleri Patnaik iki tarihsel gözlemle tamamlıyor. Birincine göre faşizm, orta sınıf tabanı olan, iktidarı hedefleyen bir harekettir. “Sivil” niteliği ve kitle tabanı ile askerî baskı rejimlerinden ayrılır. İktidara ulaşabilmesi için faşizm büyük sermayeyle anlaşmak zorundadır.  

Patnaik, bize, aydınlanma değerlerinin tümüyle kavgalı, tutucu bir ideoloji ve hareketin, kapitalizmin bünyesinde var olduğunu anlatmış oluyor. Burjuvazinin faşizmi iktidara taşıma tercihi ona göre ekonomik kriz koşullarında oluşur: Düzen partileri bunalım karşısında çaresiz kalınca, geleneksel siyasetin Merkez Sağ / Merkez Sol sarkacı terk edilir; burjuvazi faşizme iktidar kapısını açar. 

Patnaik, günümüz kapitalizminin yapısal bir kriz içinde olduğunu; düzen partilerinin  ve neoliberalizme teslim olan geleneksel solun bunalıma yanıt getiremediğini belirliyor. Sonuç, faşist hareketlerin iktidara aday, ortak olmaları; hatta iktidara yerleşmelidir. Örneğin Hindistan’da faşistler (Modi),  büyük sermayenin desteğiyle iktidardadır; ama orada veya herhangi başka bir ülkede faşist bir devlet (henüz) oluşmamıştır. 
Patnaik Hindistan için geniş bir anti-faşist ittifakın gereksiz olduğunu düşünüyor. Sosyalist örgütler neoliberalizme karşı etkili, asgarî bir program önermeli ve buna katılan  her hareketle ittifak oluşturmalı. Laiklik, bu asgarî programın öğesi değildir. 

Faşizm gündemde değildir 
Hindistan’dan bir felsefeci olan N.Mukherji tartışmaya katılıyor ve günümüzdeki baskıcı düzenleri, uygulamaları  “faşist” olarak nitelendirenlere (Patnaik’e de) karşı çıkıyor. (Economic and Political Weekly, 14 Temmuz 2018).

Mukherji’nin faşizm tanımı, iki dünya savaşı arasındaki İtalya ve Almanya rejimlerine dayanmakta; aslında onlarla sınırlı kalmaktadır. Bu rejimler, istisnaî, ülkelere özgü koşullar sonunda ortaya çıkmış; yerleşmiştir.  

Öncelikle emekçiler, artan eşitsizlikler, yoksullaşma, , kazanılmış haklarının aşınması nedeniyle toplumsal bunalım ortamına sürüklenmiştir.  Sınıfsal gerilimler yükselmekte; tepki olarak “üstünlük” tezleri, “iç / dış düşmanlar” imgeleri içeren faşist ideoloji yaygınlaşmaktadır. 

Bu ortamın faşizmi iktidara taşıması için,   kapitalizmin çökme eşiğine gelmesi; dahası, sosyalist, komünist partilerin liderliğinde devrimci bir işçi sınıfı hareketinin yükselmesi gerekmiştir. Egemen sınıflar sosyalizm tehdidini, faşizmi iktidara getirerek önlemişlerdir. 
Bugünün Hindistan’ında ve dünyasında anti-kapitalist devrimleri gündeme getiren son iki olgu yoktur. Günümüzün toplumsal, siyasî sorunlarını geçen yüzyıla özgü olgu ve kavramlarla çözümlemek ve çözmek yanıltıcı olmaktadır.  İdeolojik söylemlerdeki benzerliklerden tarihsel paralellikler çıkarılmamalıdır. 

Neoliberal rejimlerin dünya çapında yarattığı toplumsal çöküntüler, etkili sol muhalefetlerin yokluğunda aşırı sağ akımları iktidara taşıyabilmektedir. Hindistan’da Modi iktidarında olduğu gibi… Bu ortamlarda sol akımların “faşizm” odaklı temalardan uzak durması; liberal duyarlıkları tedirgin eden uygulamalar, baskılar üzerinde değil, halk sınıflarının sıkıntıları, talepleri üzerinde odaklanması gerekir. 

Hindistan sermayesinin iktisadî öncelikleri, Modi’nin Hindu fanatizmini frenlemektedir; frenleyecektir.  

Hindistan – Türkiye Benzerlikleri
Bu yazının başında Modi ile ilgili tespitlerimin bir bölümünü 2014’te, “Aşina Olduğumuz Bir Portre” başlığı altında yayımlamıştım. “Aşinalık”, elbette o tarihlerdeki Türkiye başbakanı ile ilgilidir.  İki siyasetçi de ülkelerindeki laik cumhuriyete, kurumlarına, simgelerine kesinlikle karşıydı. Ülkelerin tarihi, yapısı, AKP ve BJP’nin ideolojik    kaynakları,  “düşman” anlayışını değiştirmektedir; ama “düşmanlar”ın etkisiz kılınması, susturulması, mümkünse dışlanması hususunda görüş birliği vardır. 

Yazı, şu cümlelerle son buluyordu: 2014 Hindistan’ını on bir yıl öncesinin Türkiye’si ile karşılaştıralım. Tutucu köktendinciliğin sağladığı kitle tabanı sayesinde her iki ülkede de   tek parti iktidarı   kalıcı görünmektedir. Yabancı ve yerli sermaye için ise, köktendinciliğin nihaî hedeflerinin toplumsal, siyasal sonuçları değil, neo-liberal programa kesin bağlılık önemlidir.” 

Bu benzerlik 2018’de devam ediyor mu? Hindistan’ın federal yapısı, Modi’nin maksimum programına engeller getirmekteydi;  Modi de ilk iktidar döneminde bu programı arka planda tuttu. Aynı “ihtiyatlı çizgi”, AKP’nin ilk dört yılı için de geçerli olmuştu.
Bugünün Türkiyesi’ne geldiğimizde, iktidar el değiştirmemiş; buna karşılık üç anayasa referandumu ve 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimi sonunda “Parti” iktidarı, tam yetkili “Lider”e devredilmiştir. Anayasal, yasal,  kurumsal değişiklikler, uygulamalar,  2018’de oluşan iktidarı fiilen kalıcı hala gelmiştir. 
Süresi? Bilemeyiz. 

Muhalif akımlar bu durumun farkında değildir veya açıkça ifade etmemektedir.  Geçmişten kalan özgürlük alanları hâlâ vardır; ama kesintisiz daralmakta ve (daha da önemlisi) etkisizleşmektedir.

Kısacası, Patnaik’in Hindistan için tespiti (“faşistler iktidardadır; ama faşist devlet [henüz] oluşmamıştır”) Türkiye’de geçerli değildir.  Uzun iktidar yılları ya faşistleri “evcilleştirir”; ya da faşizmi yerleştirir. Türkiye ikinci durumu yaşadı. 

Hindistan faşizmi on bir yıl arayla Türkiye’yi izlemeye başlamıştı. Umalım ki  2019 seçimlerinde Hindistan halkı bu benzeşmeye son verir. Aksi halde? Kesin konuşmayalım. Tarihsel benzetmeler yanıltıcı da olabiliyor.

Korkut Boratav / SOL

Serbest Uydurma Tekniği ile Tarih Analizi yapmak - TAYLAN KARA

Ahmaklaştırma ile uydurma birçok yerde yan yana, omuz omza, sırt sırta yürür. Buna verilebilecek en iyi örneklerden biri Bülent Somay’ın “Çok Bilmiş Özne” adlı kitabıdır.

B. Somay, bu kitapta Cumhuriyet tarihi başta olmak üzere birçok tarihi olguyu, aklındaki üç beş kavram ile açıklamaktadır. Açıklamakta mıdır peki?
Açıklama diye bir derdi yoktur. 
Kural çok basittir: 
Eğer olgular kavramlarınıza uymuyorsa, kavramlarınızı olgulara zorla giydirin. Uysa da uymasa da…

Kitaptan bazı örnekler verelim:
“Yekpare devlette kendi Oidipal korkularının yansımalarını bulan Batı Asya (ve onların etkisi altındaki Balkan ve Doğu Avrupa) toplumlarında isyancı genç kuşakların vatanseverlikleri, devlet iktidarına olan kontrolsüz tutkuları ve şiddete başvurma konusundaki gönüllülükleri, bu korkunun "yabancı düşmanlığı" şeklinde ifade edilen baba nefreti ve bununla atbaşı giden "baba yalakalığı" arasında yarattığı ikircikli konumdan kaynaklanır” (1). 
                                                                    *

“Batı Asya toplumlarının (esas olarak Rusya ve Türkiye) devlet ile ilişkisi, başlangıçta da anlatmaya çalıştığım gibi, son derece Oidipal bir ilişki. (2)“

                                                                     *

“Batı Asya'da ise devlet, iyi devlet/kötü devlet, anne devlet/baba devlet, eril devlet/dişil devlet diye, muhayyel olarak, ahlaki terimlerle bölünüyor. Bu da devletle karşı karşıya kalındığında bireylerde nevrotik ikircikli tutumlara, giderek psikotik bölünmelere yol açıyor. (3)” 
                                                                      *

“Hamlet'in iyi baba ile kötü babayı ayrıştırarak nevrozdan psikoza transfer etmesi gibi, '60'lar ve '70'ler kuşakları da devleti "iyi/kötü", "anne/baba" ve "dişil/eril" olarak parçalayarak benzer bir psikotik sürece girdiler. "Ana" devleti var olan hâkim ve yönetici sınıfların elinden kurtarma macerasına girerken, meşruiyetlerini tıpkı Hamlet gibi, ölü/iyi babanın hayaletinden aldılar. (4)” 

Bu alıntılarda tek bir tarihsel çözümleme yoktur. Ele aldığı ve yargıda bulunduğu toplumlarla ilgili bir satır bilgi yoktur. Ulaştığı sonuçlarla ilgili tek bir somut kanıt yoktur.  
                                                                    *
Her şey Oidipus, Her şey Freud!
Yazarın aklında bir kavram seti vardır: 
Oidipal çelişki, 
baba nefreti, 
nevroz, 
psikoz vs.
Aklında “ulaşılması gereken ve zaten en baştan ulaşılmış bir sonuç” vardır ve yazar modellemelerini olgulara giydirerek kendince derin çözümlemeler yapmaktadır. 
“Toplumların Oidipal takıntısı” ne demektir?
“Batı Asya Toplumları” diyerek tek bir torbaya doldurduğu toplam, nereden baksanız birbirinden farklı kültürleri ve tarihleri olan onlarca halktan ve 400 milyonun üzerinde insandan oluşmaktadır. Bu toplumların hepsinin analizini tek bir kavramla yapmaktadır: Oidipal ilişki… 
B. Somay, üç beş Freud klişesiyle bütün Cumhuriyet tarihini ve Batı Asya toplumlarının tarihini çözmüştür!

Burada, Türkiye Cumhuriyeti’ni çıkartıp yerine Roma İmparatorluğu,  Fransız Devrimi,  İnka Medeniyetini de koyabilirsiniz, hiç fark etmez; mantık düzeneği aynıdır.  
Bu keyfilik ve özgüvenle yazarın bilemeyeceği ne olabilir ki!
Kitabın adı tam da bu tutumu açıklamaktadır: Çokbilmiş Özne…
B. Somay’ın bu yazdıkları en iyimser bakışla kanıtsız ve uydurmadır. B. Somay aklına geleni kâğıda dökmüştür. Yazarın hiçbir şekilde kanıt gösterme ya da olguya dayanma derdi yoktur. 
Bu kitabın detaylı incelemesini yapmayacağız, konuyu aydınlatmak için bir örnek daha verelim.

 Aşağıdaki alıntıda uydurmanın üzerine cehalet de biner:
“Ne yazık ki Batı Asya toplumlarının tarihi, yekpare toplum/devlet yapısı, bütün değişim süreçlerini Oidipal bir çelişkiye kilitlemiştir. O yüzden de bu toplumların devrimci kuşakları, değişim mücadelelerini asla "özgürlük" talebi çevresinde kurmazlar. Rusya ve Osmanlı örneklerinde, ikisi de Fransız Devrimi'nden esinlenen bu iki ülkenin devrimci kuşakları iki yüzyıl boyunca "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" sloganının son iki talebini almış, ama ilk talebi kah "Cumhuriyet"le, kah "Adalet"le, kah "Bağımsızlık"la ikame etmişlerdir. "Özgürlük!" diye bağırmaya dilleri dönmemiştir bir türlü. (5) 

B. Somay’ın iddiasına göre Rusya ve Osmanlı devrimcileri, 200 yıl boyunca Fransız İhtilali’nin sloganı olan “özgürlük, eşitlik, kardeşlik”in taleplerinden ikisini sahiplenirken ”özgürlük” talebini sahiplenmemiştir. Yazara göre Osmanlı ve Rus devrimcilerinin dilleri "Özgürlük!" diye bağırmaya bir türlü dönmemiştir.”

                                                                  *

Böylesine açık bir tarih çarpıtması yapmak için birçok olguyu görmezden gelmek ve gerçekten çok uğraşmak gerekir. Bu bir bilgisizlik ise sıradan bir bilgisizlik değil, edinilmiş bir bilgisizliktir. 
Yazar çok basit bir araştırmaya girmiş olsaydı, böylesine gerçeğe aykırı iddialarda bulunamazdı. Bu analiz tamamen yanlıştır, uydurmadır, tarihi olgularla asla uyuşmayan keyfi bir saptamadır. 
Çok basit bir soru soralım: İttihat ve Terakki Partisi’nin meşhur sloganı nedir?
Yanıt: hürriyet, 
müsavat, 
adalet, 
uhuvvet…
Bugün kullandığımız şekliyle: özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik…
1908 seçimlerinde İttihat ve Terakki'nin sloganı "Yaşasın hürriyet!”, “Yaşasın millet!”, “Yaşasın vatan!" olmuştur (6).
B. Somay çok değil iki dakika araştırsaydı 1908 Temmuzunda 2. Abdülhamit tahttan indirildiğinde meydanlardaki kitlenin şu sloganla yürüdüğünü bilirdi:
“Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!” 
Bağlantıdaki fotoğraf İstanbul’daki 1908 kutlamalarından alınmış olup pankartlarda Osmanlı Türkçesi ve Ermenice ile şunlar yazmaktadır:
AZADUTYUN-HÜRRİYET, HAVASARUTYUN-UHUVVET, ARTARUTYUN-ADALET (7)…
Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra Resneli Niyazi Bey Selanik’te “hürriyet kahramanı” olarak karşılanmıştır (8).
Resneli Niyazi’nin, dağda bulunduğu sırada evcilleştirdiği geyik, bir hürriyet sembolü kabul edilmiş ve "gazal-i hürriyet" olarak tanınmıştır (9). 
1917 Ekim Devrimi’nin temel sloganı “Ekmek, barış, özgürlük!” idi. 
Sayısız örnek verilebilir.
Bu yazdıklarım herkesin her yerde bulabileceği basit düzeyde bilgilerdir, aslında malumun ilamıdır.
Bu yazılanlar herkesin bildiği, B. Somay’ın ya bilmediği ya da biliyorsa umursamadığı somut olgulardır. 
Bülent Somay uydurmaktadır. 
B. Somay’ın kitabında Osmanlı ve Rus devrimcileri için yazdığı "Özgürlük!" diye bağırmaya dilleri dönmemiştir bir türlü.” yorumu açıkça bir palavradır. 

                                                                 *

Bunlar çok gizli bilgiler midir? İnsan bu denli somut tarihi olguları görmezden gelerek şu satırları böylesine büyük bir özgüvenle nasıl yazabilir? Böylesine keskin ve kendinden emin yargıları büyük bir özgüvenle yazarken yazdığı şeyle ilgili hiç mi bilgi sahibi olmaz? 
Ahmaklaştırıcı metinlerde en sık rastlanan özelliklerden biridir: 
Sınırsız özgüven…
                                                                  *
Bir Önyargı Denemesi
Bir insan size toplumsal olayları psikolojinin düzenekleri/modellemeleri ile anlatıyorsa karşınızda bir uydurukçunun olma olasılığı %90‘dır. 
Toplumsal olayları ya da tarihi, psikolojinin kavram, düzenek ya da modellemeleriyle açıklama eğilimleri kendi başına zaten son derece sorunlu yöntemlerdir. Üzerine yukarıda örneklerini gördüğünüz maddi yanlışlıklar ve keyfilik yığınını da eklediğinizde bu tür bir “tarih analizi”ne sadece bir isim uygun olabilir:
Serbest uydurma tekniği…

Taylan Kara / SOL


Kaynaklar:
1. Bülent Somay, Çok Bilmiş Özne, Sf. 111, Metis Yayınları, 2008, İstanbul.
2. Age Sf. 103.
3. Age Sf. 104.
4. Age Sf. 97.
5. Age Sf. 112.
6. Kâzım Nami Duru, İttihat ve Terakki Hatıralarım, İstanbul, 1957.