3 Eylül 2018 Pazartesi

Yandaş medyanın sanatçı röportajları: İnsanları ait olduğu yerden koparmak - Burak Abatay

Sabah gazetesinin bir süredir yapmakta olduğu sanatçı röportajlarıyla neyi amaçladığını Murat Meriç, Naim Dilmener ve Eray Aytimur’la konuştuk. Meriç, “Yapılmak istenen, insanları ait olduğu yerden kopartmak. Kaleleri düşürmek” diyor.

Yandaş gazetelerden Sabah, bir süredir Türkiye’de kendilerini ‘demokrat’ olarak tanımlayan kitlenin yoğunlukla dinlediği ya da okuduğu sanatçılarla röportajlar gerçekleştiriyor. 18 Aralık 2017’de Selda Bağcan ile başlayan röportajlar, 19 Mart tarihinde Edip Akbayram ile devam etti. Kısa süren Akbayram tartışması sonrasında ise gazete, 2 Temmuz tarihinde müzisyen Haluk Levent ile bir röportaj yaptı. Sabah röportajı, “Muhalif kimliğiyle tanınan Haluk Levent, 24 Haziran seçimlerini değerlendirdi: 15 Temmuz darbe girişimine baş kaldırmış biri olarak söylüyorum; halkın seçtiğini ancak halkın iradesi görevden alır. Seçim sonucuna hepimiz saygı duymalıyız” spotuyla okurlarına sundu.

9 Temmuz’da ise bu kez yazar Ahmet Ümit, Sabah’a konuk oldu ve “Bu ülke ne sadece iktidarın, ne de muhalefetin. Hepimiz aynı gemideyiz. Eğer sen geminin altını delmeye çalışırsan hepimiz batarız” sözleri ile başka bir tartışmanın kapısını araladı.

Bu tartışmalar sürerken bu kez de müzisyen Bülent Ortaçgil, 30 Temmuz’da Sabah’ın sorularını yanıtladı. Ortaçgil, “Oy olarak da baktığımız zaman yüzde 52’yi yok mu sayacaksınız? Ya da muhalefette kalan yüzde 48’i? Başkan yüzde 52 civarında oy alarak seçilmiş. Muhalefet bunu kabul etmeli. İktidar da muhalefetin istek ve taleplerini göz önünde bulundurursa bu sorun çözülür bence” dedi. Bu da tıpkı diğerleri gibi tartışmaların sürmesine sebep oldu.
Röportajlar Teoman’la devam etti ve ünlü müzisyen 6 Ağustos tarihli gazetede, “Benim solculuk anlayışım 20’nci yüzyılda kaldı” dedi.

Medya ve okurlar ünlü isimlerin söylediği bu sözleri tartışırken son olarak Yeni Türkü’nün solisti Derya Köroğlu, Sabah’a röportaj verdi. Gazete bu röportajı “Köroğlu: Türkiye’de sol halkın taleplerine daha iyi kulak vermeli” başlığıyla duyurdu. Röportajın yayımlandığı 27 Ağustos 2018 günü Derya Köroğlu, sosyal medya hesabında yaptığı paylaşımla “Sözlerim cımbızlandı” dedi. Bunun üzerine Sabah, ertesi gün internet sitesinde Köroğlu’nun ses kaydını şu paylaşımla yayımladı: “Röportajda şakır şakır konuşan Derya Köroğlu, sosyal medyada sözlerini inkâr etti. İşte olay röportajın ses kaydı ve bir müzisyenin kendi kendini bitirişi!”

Röportajlar sonrasında başlayan tartışmalar, her seferinde röportajın yapıldığı kişiye yönelik eleştirileri de beraberinde getirdi. İyi niyetli, yapıcı eleştirilerin dışında, sanatçıları tamamen itibarsızlaştırmaya dönük çabalar da vardı. İşin başka bir boyutu, Sabah gazetesinin bu röportajlarla ne yapmaya çalıştığıydı.

Müzik eleştirmenleri Eray Aytimur, Murat Meriç ve Naim Dilmener ile konuyu BirGün Pazar için konuştuk.

‘Kaleleri düşürmek istiyorlar’
Bu röportaj dizisiyle beraber Sabah, demokrat sanatçılara yönelik ‘itibarsızlaştırma projesi mi yürütüyor?’ sorusuna Eray Aytimur, “Evet, bir itibarsızlaştırma projesi olduğu doğru. Bunun da çıkış noktasının “dostunu yakın tut, düşmanını daha yakın” yaklaşımı olduğunu düşünüyorum. Hatta bu listeye Selda Bağcan da eklenmeli bence. Aralık 2017’de Sabah’a verdiği röportaj “Yaz gazeteci yaz” diyen Selda’dan başka biri gibi tınlıyordu. Neticede “Yeni Türkiye” giderek daha geleneksel bir bakış açısıyla şekillendiği için “biz-onlar” ayrımını diri tutmak eskisinden daha kolay. Bu röportajların hepsi yandaş medyanın kendi “onları”ı olarak gördüğü kitle içindeki bireylerin irrasyonel ve histerik taraflarını provoke etmeye yönelikti” görüşünü savundu.

Murat Meriç ise ‘itibarsızlaştırma’ tespitinin doğru olduğunu söyledi ve şöyle devam etti: “Adı tartışılır ama bu bir ‘proje’ ve isimler çok dikkatli seçiliyor. Söyleşiler sol kesim tarafından sahiplenilen sanatçılarla yapılıyor ve onları dinleyenleri kızdıracak cümleler cımbızla başlığa taşınıyor. Bilhassa sunum oldukça kışkırtıcı. Bu noktada şunu muhakkak söylemek gerekiyor: Konuşanlar, bizi şaşırtmayacak cümleler kuruyor. Söyleşilere baktığımızda çizgilerini aşan ya da bugüne kadar söylediklerini yalanlayan ifadelere rastlamıyoruz. BirGün’de ya da muadili bir gazetede yayımlansa alkışlayacağımız söyleşileri Sabah’ta yayımlandığı için eleştiriyoruz. Sorun konuşulanlar değil, mecra. Bu noktada şu soru devreye giriyor: İnsanlar sadece kendilerine yakın olan gazetelere mi konuşsun? Normal şartlarda abes bulacağımız bu soru yazık ki günümüz Türkiye’sinde bir hayli manalı. Uzun uzun anlatmayayım hepimiz neyin ne olduğunu ve hangi adımın kime hizmet ettiğini biliyoruz. ‘İtibarsızlaştırmaya’ bir şey daha ekleyeyim: Kaleleri düşürmek istiyorlar. Dolayısıyla evet, bu bir proje ve yazık ki tıkır tıkır işliyor.”

Röportajların akabinde röportaj veren isimler çokça eleştirildi. Naim Dilmener, eleştirilerin bir lince dönüştürülmesini, “Hiç kimse eski yerinde durmuyor; istisnasız hiç kimse. Tamamımız birden insafsız olduk; çok ama çok insafsız. Hiçbir kişi ya da kurumu umursamıyor, herkes hakkında istediğimizi sayıp dökeceğimizi düşünüyoruz. Ve bunu takır takır da yapıyoruz. O kişi ya da kurumlar bizim için çok önemli olsalar bile… O kişi ve kurumların bizdeki kredileri birkaç ömrümüze yetip de artsa bile… Bülent Ortaçgil mesela… Ben yanlış bir şey yaptığını düşünmüyorum ama hayatımızı derinden etkilemiş böylesine yüce bir kişilik, ne yaparsa yapsın hoş görülmeliydi. ‘Linç’ eyleminin/sözcüğünün yerli yersiz, hatta yalan yanlış kullanıldığını düşünüyorum, bu ayrı. Ama insafsızlığımız gerçekten sınır tanımıyor. Fikrimizi rahat rahat yazabiliyor olmanın büyük kolay(cı)lığıyla, aklımızdan dahi geçirmemiz gereken sert sözleri/cümleleri, hatta hakaret ve küfürleri kolaylıkla sıralar olduk” şeklinde yorumladı.

‘Oyunu göremediler’
Aytimur, “İdeali bırakın, yeterince makul bir siyasa ve siyaset içinde, bireyler medya kuruluşlarıyla ilişki kurarken biz-onlar ayrımını sürekli gözetmek zorunda olmazlar. Her kurumun hitap ettiği bir kitle olduğu için, yeni ve farklı olana ses verme çabası her koşulda haklı, anlaşılır ve belki uzun vadede faydalıdır. Söz konusu isimler muhtemelen bu gibi varsayımlarla söyleşi verdiler. Üzerlerinde ve üzerlerinden oynanan Ali Cengiz oyununu öngöremedikleri için de malum sonuçlar ortaya çıktı. Onları eleştireceğimize kendi güdük toplumsal hafızamızı eleştirelim” aynı soruya ilişkin görüşlerini bu şekilde aktarırken, Meriç ise şunları söyledi:

“Herkes herkesi eleştirebilir, bunda bir sıkıntı yok. Sorun, eleştirinin şeklinde ve dozunda... İsteyen istediği yere konuşur, istediği cümleyi kurar. Katılırsınız ya da katılmazsınız. Katılmıyorsanız nedenini söylersiniz, bir tartışma ortamı açarsınız ve fikrinizi beyan edersiniz. Kavga dövüş olmadan çözülebilecek bir şey bu: Tartışırsınız, ikna edersiniz ya da ikna olursunuz. Bu da zorunlu değil elbette; insanlar farklı şeyler düşünebilir ve bunu ifade edebilir. Bu, en temel hak. Sıkıntı, eleştiri dikteye dönüştüğünde devreye giriyor. “Oraya konuşmayacaksın, onu yapmayacaksın, şuraya gitmeyeceksin, bu cümleyi kurmayacaksın” gibi tehlikeli ifadeler ortama çıktığında hadise başka bir şeye dönüşüyor. En başından beri karşı çıktığımız tavır şu: “Benim söylediklerimi söylemezsen seni yok sayarım.” Bunu şu hâle döndürdük: “Benim söylediklerimi söylüyorsun ama istemediğim yere söylüyorsun. O hâlde ben de seni siliyorum. Bu çok tehlikeli.”

Aytimur, sanatçılara yönelik linçlerin Sabah’ın projesini başarılı kıldığı görüşünde. Aytimur görüşüne şu sözlerle açıklık getiriyor: “Çok uzun yıllardır sadece kaybeden tarafta yer almış bir kitlenin akli ve duygusal dengesini sarsmak çok kolay. Neden sonuç ilişkilerini olgusal olarak kuramadığımız için günah keçilerinden medet uman bir topluluğa dönüştük. Mutsuzluk bir yere kadar ama umutsuzluğu halledemedikçe alıklaştık. Ve her provokasyon en az bir alığın sırtından geçinir.”

‘Tümüyle silmek yanlış’
Meriç ise bu durumun tehlikesini işaret ediyor: “Yapılmak istenen, insanları ait olduğu yerden kopartmak. Az evvel “kaleleri düşürmek” dedim ya, tam da bu işte. “Artık Ortaçgil şarkıları dinlemeyeceğim”, “Ahmet Ümit kitapları okumayacağım”, “Teoman konserine gitmeyeceğim” cümleleri kuruluyor, bu yaygınlaşıyor, “dinletmeyeceğim / okutmayacağım / göndermeyeceğim”e dönüşüyor. 

Linç dediğin böyle başlıyor. Elbette tavır alınabilir ama bir insanı yaptıklarından sonra (bu bize göre hata olsa da) tümüyle silmek anlayabileceğim bir şey değil. Bugüne kadar severek dinlediğimiz / okuduğumuz şeyler nasıl bir anda kötü olabilir? Uzaklaşırsınız ama bunu yaygınlaştırmaya çalışmak çok tehlikeli. Kimse sizin gibi düşünmek ve ona uygun davranmak zorunda değil. Eleştirdiğimiz buysa bunu yapmamalıyız.”

Peki dinleyici, Sabah’a röportaj veren sanatçılara karşı nasıl bir tavır sergilemeli? Aytimur konuya ilişkin, “Onlara savaş açacağımıza onlara omuz vermeliyiz. Hem kişisel olarak sahip çıkmalı hem de üretim alanlarındaki duruş ve hareketlerine destek olmalıyız. Sabah gazetesinin benimle değil de onunla söyleşmesi arasındaki farkı yaratan; onun 20-30-40 yıldır düşündüğü, söylediği, takındığı, uğruna savaştığı “şeyler” bütünüdür. Ve o “şeyler”i ortaya çıktıkları günlerin koşullarından ziyade yepyeni pratiklerle korumalıyız” diyor.

Meriç de Aytimur ile benzer bir görüşe sahip. “En başından beri hep aynı şeyi söylüyorum: İsteyen istediği yere konuşur. Ancak bu noktada bununla çelişecek bir cümle kuracağım: Sabah ve muadili “gazete”lere konuşmak, artık başka bir anlam ifade ediyor. İlk söyleşilerde durum “masum” gibi görünüyordu. Şimdi elimizde Derya Köroğlu örneği var. Söyleşi yayımlandıktan sonra karşı çıktı –ki en doğal hakkıdır– ama “gazete”, bu noktada işi neredeyse şantaja döktü ve çirkin bir tavırla Köroğlu’nu yok etmeye kalktı. 

Bundan sonrakilerde de böyle olacak. Yazık ki safların belirlendiği bir dönemde yaşıyoruz. Tavrımızı da buna göre belirlemek gerekiyor. İsteyen Sabah’a yine konuşsun, bu bizi ilgilendirmez. Konuşursa sonuçlarına da katlanmak zorunda. Ben konuşmam ama ‘konuşturmam’ cümlesini kuramam” diyerek Sabah’a röportaj vermemiş sanatçılarla ilgili görüşlerini de açıklıyor.

Aytimur ise Meriç’in yaklaştığı ‘henüz röportaj vermemiş sanatçılar’ ile ilgili görüşüne şöyle bir ek yapıyor:
“Yaratıcı endüstrilerdeki insanların mevcut tehlikeye dair her zamankinden daha sıkı örgütlenerek tek sesli olmalarını isterdim ama tabii sahneye çıkan insan egosunun ritmi de başka türlü atıyor. Bu noktada içten içe ‘Oh canıma değsin’ diyenlerin sayısının gani olduğunu bilsem de bir adım sonrasını görebilmelerini naçizane önereceğim. Bugün onun maruz kaldığı her şey yarın benim felaketim olur diyebilmeliler. Örneğin meslek birlikleri bu konuda alınması gereken tavır ve önlemler üstüne bir araya gelebilirler.”

‘Eleştiri kültürü çok zayıf’
Olup bitenlerin neredeyse yok olmuş müzik medyasını nasıl etkileyeceği yönündeki soruya Dilmener, “Genel olarak eleştiri kalmadı. Eleştiriye ihtiyaç kalmadı çünkü. Kimse “iyi bir şey”in peşinde değil ki eleştiri istensin/aransın. Yıllar yıllar önce Yılmaz Erdoğan, bir filmi için yapılan kötü eleştirilere, “İsteyen bana gelsin, bilet parasını iade edeyim” demişti. Eleştirinin tabutuna çivi o gün çakıldı. Olumsuz eleştirinin “para için” yapıldığı sanıldı o gün ve bu görüş, hemen hemen her şeyin para/pul olduğu bu zamanlarda giderek daha fazla inanılır oldu. Sinema, televizyon, edebiyat, müzik farketmez; yazılan eleştirilere bu gözle bakılıyor artık. Eleştiri yoksa, hiçbir şey yoktur halbuki. Geldiğimiz noktadan da bellidir bu zaten. Birkaç istisna hariç, ortada hiçbir iyi şey kalmadı; ne film, ne dizi, ne kitap, ne de şarkı. Öldük ama ağlayanımız yok; birkaç eleştirmen ve gazeteci hariç, hiç kimse yok. Geçmiş olsun. Geçebilirse tabii” cevabını verdi.

Aynı soruya Meriç şu yanıtı veriyor: “Elbette olumsuz etkiliyor. Bir karşı soruyla cevaplayayım sorunu: Ortaçgil gibi kaç değerimiz var? Onları kaybettiğimizde kim kazanmış oluyor? Biz eksiliyoruz ya karşı taraf? ‘Benim gibi düşünüyor’ diyerek Ortaçgil dinleyecek birileri yok orada. Keşke dinleseler. Dinleselerdi, anlasalardı, düşünselerdi zaten bunları konuşmuyor olacaktık.”

Aytimur ise şunları söylüyor: “Müzik medyasının olmadığı yerde müzik eleştirisi hangi kanalla yapılacak? Kaldı ki görece yeterli sayıda müzik medyasının olduğu bundan on sene önce de eleştiri diye bir şey yoktu. Bu da sanatçının özgürlüğünü korumak için değil ahbap çavuş ilişkisini örselememek adına seçilmiş bir yoldur. Öte yandan tırnak içinde eleştiri yapmakla yükümlü kişilerin donanımsızlığı, önyargısı ve zamansızlığıyla ilgili bir yanı da var tabii. Neyse zaten bu röportajlar müziğe hizmet etme amacıyla yapılmış işler değildi ki. Konuşulan şey müzik olmadığı için üretimi doğrudan etkileyen bir şey de yok. Ama müzisyenleri incittiği, tedirgin ettiği, öfkelendirdiği için onları bundan sonraki her adımlarıyla ilgili daha temkinli olmaya zorlayacak. Bu arada müzik namına konuşulacak potansiyel de daha başlamadan belki yok olacak.”

 Burak Abatay / BİRGÜN

Koca bir ülke, daha ne kadar bu şekilde yönetilebilir? - Arslan BULUT

Ülke yönetiminde skandal üzerine skandal yaşanıyor. Birkaçına bakalım...

TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi'nin açıklamasına göre "Ankara Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü'nün 6 Temmuz 2018'de ilan edilen imar planı değişikliği önerisinde Ankara Gar Sahası özel üniversite alanı olarak tanımlandı ve alan için 8-10 kat yapılaşma kararı getirildi.
Ankara Gar Sahası ve üzerindeki bir kısmı tescilli olan yapıların tamamı Ankara Medipol Üniversitesi'nin kurulması için kurucu başkanlığını mevcut Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın yaptığı TEBA Vakfı'na tahsis edildi.

Cumhuriyet'in önemli yapı ve kurumlarının hedef alındığı bu dönemde, bu plan değişikliği önerisi yalnızca mimari, tarihi ve kültürel değerleri tehdit etmekle kalmayıp aynı zamanda birçok planlama sorununa da zemin hazırlamaktadır."

Açıklamada bu sorunlar tek tek sıralanıyor.

Karara şu ana kadar, siyasilerden sadece HDP Ankara Milletvekili Filiz Kerestecioğlu tepki gösterdi ve bir soru önergesi verdi.

Diğerleri, AKP uygulamalarını kanıksadı herhalde!

                                                                          ***

Brezilya ve Uruguay'dan ithal edilen sığırlarda şarbon hastalığı ortaya çıktı. Üstelik kurbanlık olarak satılan hayvanlarla temas edenlerde hastalık belirtileri baş gösterdi. İstanbul'da iki mahalle karantinaya alındı. Hastalardan, Bakırköy Sadi Konuk Devlet Hastanesi'ne başvuranlar, tedavi edildi. Ankara'da da benzer bir durum var! Hayvanlar Mersin limanına getirildiğinde kontrollerinin yapılmadığı anlaşılıyor.

2018 yılının ilk altı ayında 706 bin canlı sığır, 245 bin koyunun ithal edildiği bildiriliyor.
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası açıklamasında "Yaşanan son olaylar da göstermiştir ki hayvansal üretim başta olmak üzere tüm tarımsal ürünlerde ithalat merkezli politikalar bir taraftan ülkemiz tarımsal üretimine büyük bir darbe vururken, diğer taraftan ithal edilen ürünlerde gıda güvenliğini sağlamada yaşanan sorunlar ülke insanımızın sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Gerek ekonomik açıdan, gerekse gıda güvenliği açısından, halkımızın beslenme ihtiyacını yerli kaynaklarımızdan sağlamaya yönelik bir tarım politikası uygulanmalıdır." denildi.

                                                                         ***

Cumhuriyet'te bir haber var. "Gezi direnişi sırasında 'camide içki içtiler' yalanını basına servis eden kişi terfi etti." deniliyor.

"Kabataş'ta gelinime saldırdılar" yalanını yayan kişi de siyaseten ödüllendirilmişti!
Yalan üretmek, devlet yönetiminde yükselmek için gereken şartlardan biri haline geldi anlaşılan...

                                                                         ***

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Harp Okulları Mezuniyet Töreni'nde yaptığı konuşmada, "Bazıları 'askeri okullar kapatıldı' diye propaganda yapıyor. Halbuki burada olduğu gibi harp okullarımız, astsubay meslek yüksek okullarımız, enstitülerimiz faaliyetlerini sürdürüyor. Ancak günümüz şartlarında ihtiyaç kalmadığı için askeri liseler kapatıldı" dedi.

Millî Savunma Bakanlığı eski genel sekreteri Ümit Yalım, Erdoğan'a soruyor: "Aydın'daki Yunan Liseleri ihtiyaçtan mı açıldı?"

Bilindiği gibi Aydın'a bağlı bazı adalar Yunan işgali altında ve bu adalarda Yunan liseleri açıldı!
Yine Erdoğan, 31 Ağustos 2018'de, Balıkesir Astsubay Okulu'nun Mezuniyet Töreni'nde yaptığı konuşmada, "Biz bu orduyla yedi düveli önümüze katar cehenneme kadar kovalarız" dedi.
Yalım soruyor: "Erdoğan'ın elini kolunu bağlayan mı var? İzmir, Aydın ve Muğla'ya bağlı adalardaki 5 binden fazla Yunan askeri, cehenneme kadar neden kovalanmıyor?"

                                                                           ***

AKP iktidarı ülkeyi yönetemiyor ama öyle bir algı oluşturdular ki, artık yandaşları, "AKP'ye destek vermeyen vatan hainidir" diyebiliyor. Devalüasyon yaptılar ama ekonomik krize bile "sorumlu" buldular. "Türkiye'ye ekonomik saldırı varsa siz ne tedbir aldınız?" diye soran yok gibi! Yetmezmiş gibi, Halkbank, gece yarısı, yarı fiyatına 4.3 milyon dolarlık döviz satıyor!
Koca bir ülke, daha ne kadar bu şekilde yönetilebilir?

Arslan BULUT  / YENİÇAĞ

Dokunmayın uyusunlar... - AHMET GÜRSOY

İçinde bulunduğumuz hâl beni korkutuyor.. Bir taraftan İlber Ortaylı Hoca'nın söylediği gibi yavaş yavaş "açlık geliyor.." öte taraftan da Akdeniz ısınmış, sular kaynama noktasına doğru yükseliyor.
               
Daha beride ise Suriye krizi İdlib üzerinden derinleşiyor.
Sanki Birinci Dünya Savaşı öncesinin o ağır bunalımları çağın icaplarına göre yenilenerek ortaya çıkmak için fırsat kolluyor gibi..
Bir taraftan dolar üzerinden süren ekonomik bunalım öte yandan uluslararası siyaset üzerinden yükselen açmazlar üzerimize hücum etmiş durumda.
Ancak bir şey farklı..
İç siyaset..
Türkiye'deki muhalefet Birinci Dünya Savaşı öncesinin ateşinde değil..
O günlerdekine benzemiyor.
Kendisiyle kavga halinde.
"Bizim partiyi kim yönetecek.." derdine düşmüş.
Beni aday gösterdiler mi göstermediler mi?
Benim konumum partide sürecek mi sürmeyecek mi derdinde.
Ülke batmış çıkmış hiç umurlarında değil.
Etrafımız tam ve gerçek anlamda çevrilmiş tam da "ateş çemberine" girmişiz, kimseden ses çıkmıyor..
Tartışmaya bakar mısınız?
Resepsiyona gitti mi gitmedi mi?
Akdeniz ısındı beyler bayanlar. Amerika ve Rusya birbirine gözdağı vermek maksadıyla onlarca gemi gönderdi. Yunanlar, politik ortamı lehlerine çevirmek için manevra üstüne manevra yapıyor.
Kıbrıs Rum Yöntemi, İsrail, Mısır gibi Akdeniz'le ilişkisi olan ülkeleri de yanına alarak Türkiye'yi adanın imkanlarından mahrum bırakacağı fırsatı yaratmaya çalışıyor..
Siz muhalefettekiler sorsanıza: "Ey Türkiye'yi yönetenler, Kuzey Kıbrıs'a deniz üssü kurdunuz mu, kurmadıysanız neden kurmadınız" diye.
Yıksanıza ortalığı..
Onların derdi başka?
Parti kimin olacak?
Resepsiyona gitti mi gitmedi mi?
Ben yoksam parti de olmasın. İnşallah yıkılır ve benim keyfim yerine gelir.
Sonra hep birlikte yakınıyorlar.
"Biz neden iktidar olamıyoruz" diye.
Söyleyeyim: İşte tam da bu mantıkta olduğunuz için iktidar olamıyorsun. Çünkü halk, halinizi görüyor ve size yanaşmıyor..
Kendisine bile faydası olmayan bir muhalefetin ülkeye ne faydası olacak?
24 Haziran seçimlerinden bu tarafa dolar yükseliyor, Suriye'de PKK-PYD güç devşiriyor, İdlib'de oyunlar tertipleniyor, biz Muharrem İnce'yi, İYİ Parti'den istifa eden ve edecek zatı muhteremleri konuşuyoruz.
Halk zamlarla uğraşıyor, bunlar, "benim pozisyonum ne olacak" derdinde.
Peki, ne yapacağız?
Ne olacak halimiz?
Bilmiyorum.
Belki de iktidarın yaptığı gibi, iki durup bir Amerika'ya söveriz. İçimiz rahatlar.
Kendimizde asla kusur görmez, "kusur bizden ırak olsun. Varsa da bizim dışımızda birileri yapmıştır" deriz.
Yahut hep birlikte bazı vatandaşlarımızın yaptığı gibi "doları kahret Allah'ım" duasına çıkarız.
Olmazsa "nasıl olsa Reis çözer" der içimizi rahatlatır gider uyuruz.
Ya batarsak?
"Eh ne yapalım.. Allah'tan geldi" deriz. Olmazsa, "bu alçak dış düşmanlar ülkemizi batırdı der" dövünürüz..

Öyle ya! Başımızdaki iktidarlar hata yapmadığına göre başka kim suçlu olacak?

Ya muhalefet?

Dokunmayın uyusun..


Ahmet Gürsoy / YENİÇAĞ

2 Eylül 2018 Pazar

Ekonomi politik - ORHAN GÖKDEMİR

Türk lirası dolara karşı sene başından beri yüzde 40'tan fazla değer kaybederek dünyanın en çok değer kaybeden para birimi oldu. Değer kaybının seyri gerçekten baş döndürücü. Doların Liraya karşı 3 TL’den 4 TL’ye yükselişi iki yıl sürmüş, 4 TL’den 5 TL’ye yükselişi için 4 ay yetmiş. 5 TL’den 6 TL’ye yükseliş seyri üç hafta ve nihayet bir gecede 7 TL’yi geçip 8 TL’ye dayanmış. Araya giren uzun tatile rağmen inişli çıkışlı seyri devam ediyor. Demek ki aşağı yukarı üç yıl içinde yüzde yüzden fazla değer kaybına uğrayan bir para biriminden söz ediyoruz. Düşünün, ücreti mukabili isteyene özgürlük savaşı hizmeti veren Özgür Suriye Ordusu adlı şebeke bile isyan etti bu değer kaybı karşısında. Patronlarına, “Bize Suriye poundu olarak ödeme yapın” dedi.

İktidar çevrelerinin lafı geveleyip durduklarına bakmayın, bunu adı devalüasyondur. Anlamı çok basit: Paramızın Dolar ve Euro cinsinden değeri çok hızlı bir biçimde değişmiştir. Daha çok para vererek daha az şey alabiliyoruz ve buna kısaca devalüasyon diyoruz. Çok belirgin sonuçları var. İthal malların fiyatları arttı ve ihraç edilen malların fiyatları düştü. Artık aldığımız daha pahalı ve sattığımız daha ucuzdur. Yalnız sorun şu ki, ithalat kalemleri ihraç malları içinde de önemli bir yer tutmaktadır. Mesela makineler, çeşitli hammaddeler ve asıl önemlisi petrol ithal mallar kalemindedir. Yani pahalı olsalar bile bu malların ithalatı kaçınılmazdır. Pahalı ithal edip, pahalı üretip, ucuz ihraç edeceğiz demek bu.

Üretimin girdilerinden biri de “emek”. Üretimin bir girdisi sayıldığı şartlarda, ithalat fiyatları artıp, ihracat fiyatları düşerken emeğin payına düşen ücretlerin aynı kalması mümkün değildir. Ücretler düşecektir. Yani işgücünden başka satacak malı olmayanların fakirleşmesi kaçınılmazdır. Nitekim Dolara çevrildiğinde asgari ücret ve en düşük emekçi maaşı pul olmuştur. Fakirleştik. Mevcut seviyelerinin korunabilmesi için bile Liranın Dolar karşısındaki değer kaybı oranında artış yapılmalıdır. Demek ki ilave yüzde 40 artışa ihtiyaç vardır. Piyasanın görünmez elinin eğilimini biliyoruz. İşsizliği bahane ederek, mevcudu daha aşağılara çekmeye çalışacaklardır. İşçiler buna rıza göstermezse baskı artacaktır. “İslamofaşizmin” çıkış noktasına böylece ulaşmış oluyoruz.

AKP koalisyonunun parçalandığı, dincinin dinciye darbeye kalkıştığı 2016’dan beri işte buna hazırlanıyor. Durduk yerde 12 Eylül havası estirmelerini başka türlü açıklayamayız. Devalüasyon varsa ya düşerler, ya da faşizm sopasını sallarlar. Kapitalist krizin ekonomi politiğidir…
                                                                 ***

Yasayı Yalçın Küçük’e borçluyuz; Devalüasyon iktidarları düşürür. Devalüasyon oldu mu, iktidarlar düşer. 1946, 1958, 1970, 1980, 1994, 1999-2001 ve 2015’te devalüasyon olmuş ve iktidarlar düşmüştür. Tek istisnası 7 Haziran 2015’te düşmüş olmasına rağmen, düşmemiş taklidi yapan AKP’dir. Düşmüş, fakat şikeci muhalefete yaslanarak ayakta kalabilmeyi başarmıştır.

Nazif Ekzen ağabey devamını şöyle getiriyor: “1946 sonrasının iktisat tarihi kayıtları hep şunu gösterir. Dış denge krizine bağlı olarak yaşanan Türkiye'nin büyük devalüasyonları hep Ağustos ayında olur. Patlıcan mevsiminin sonunda. Devalüasyonların Ağustos ayında olmasının nedeni, dış denge darboğazının yılın bu ayında en şiddetli düzeyine ulaşmasındandır. Ülke ekonomik krizi dış denge nedeniyle, dış ticaret açığı-cari açık olarak yaşıyorsa, yaz bitip sonbahara girilirken hep Ağustos'ta devalüasyon yaşanır. Şimdi bir kez daha yaşanıyor. Bir kez daha Türk ekonomisi dış denge darboğazı nedeniyle Ağustos ayında devalüasyona zorlanıyor.''

Yalçın Küçük yasasının devamıdır; Ağustos’ta devalüasyon olur. Ağustos sıcağında Lira yangınının sebebi budur. Rastlantıya yer yoktur, her şey yerli yerindedir.

Yalçın Küçük’e göre yakın Türkiye tarihinde 6 devalüasyon olmuş ve bunun sonucu olarak 6 rejim değişikliği yaşanmıştır. Sıralayalım:

1946 Devalüasyonu - Recep Peker - Düşürülmüş, silinmiştir.
1958 Devalüasyonu - Adnan Menderes - Düşürülmüş, idam edilmiştir.
1970 Devalüasyonu - Süleyman Demirel - Düşürülmüş, idam edilmemiştir.
1980 Devalüasyonu - Süleyman Demirel - Düşürülmüş, enterne edilmiştir.
1994 Devalüasyonu - Tansu Çiller - Düşürülmüş, silinmiştir.
2001 Devalüasyonu - Bülent Ecevit - Düşürülmüş, ölüye sayılmıştır.

Bunlardan biri hariç hepsinde devalüasyon gönüllü yapılmıştır. Adını koymakta direnen, reddeden tek iktidar Menderes iktidarıydı. Sonunu biliyorsunuz.

Demek ki devalüasyon tarihine bir katkı daha yapmış oluyoruz. 2018 Ağustosunda çok sert bir devalüasyon olmuştur ve üstelik bu sonuncusu “rejim değişikliği” yaşandığı iddia edilen bir döneme denk gelmiştir.
                                                                 ***

Tuhaf, herkes devalüasyonun ardından islamofaşist bir yeni rejim beklemekte, fakat buna karşın 16 yıllık islamofaşizm yıkılma tehdidi ile boğuşmaktadır.

Reise malum olmuş olmalı, 30 Ağustos konuşmasında “Ekonomik çöküş yaşamıyoruz” dedi. Fakat yasadır, devalüasyon varsa çöküş kaçınılmazdır. Devalüasyon oldu mu sebep olan iktidarlar düşer. Çünkü arkasından derin bir ekonomik çöküş gelir. Henüz yaşamadıysak, yakında yaşayacağız demektir bu.

Derin bir krize doğru yuvarlanıyoruz. Düzenleri çöküyor. Çöküyorlarsa, devalüasyon varsa ya düşerler, ya da faşizm sopasını sallarlar. Kapitalist krizin ekonomi politiğidir…
Ya ayağa kalkarız ya altında kalırız; Bu da bizim ekonomi politiğimizdir!

Orhan Gökdemir / SOL

100’üne merdiven dayayan bir parti...- MUSTAFA K. ERDEMOL

Gelir mi gelmez mi tartışılır ama ABD’de komünist örgütlenmelerin varlığı yeni değil. Hatta ABD dünyanın en eski Komünist Partisi’ne sahip bir ülke.

Alexandria Ocasio-Cortez’in ABD’nin New York eyaletinde Demokrat Parti’nin Temsilciler Meclisi üyeliği için yaptığı ön seçimde partinin ağır topu Joe Crowley’i yenerek aday olmasından sonra Florida Valiliği için solcu Andrew Gillum’un da Demokrat Parti’nin adayı seçilmesi ABD’de “sol”un yükselmesi olarak değerlendiriliyor.

Her iki isim de ABD siyasetinde en solda sayılabilecek figürler. Bu iki ismin gösterdikleri başarı ABD’de sola doğru bir eğilimin artmasının işareti olabilir gerçekten de. Ocasio- Cortez bir göçmen kadın olarak sert sol söylemlerle oy toplayabildi New York’ta. Floida gibi çok önemli bir eyalette de Gillum’un elde ettiği başarı asla küçümsenemez.
Gelişmeyi “ABD’de Sosyalizmin Topuk Sesi” başlıklı yazısında ele almış Oray Eğin, “Evet, ABD’ye sosyalizm geliyor” diyor yazısında.

Gelir mi gelmez mi ayrıca tartışılır ama ABD’de sosyalist, komünist örgütlenmelerin varlığı yeni değil. Hatta ABD dünyanın en eski Komünist Partisi’ne sahip bir ülke. ABD Komünist Partisi 1919’da Chicago’da kuruldu bilindiği gibi. Yani Büyük Ekim Devrimi’nden sadece iki yıl sonra. 31 Ağustos- 3 Eylül arası bir tarih verilir ama çoğunluk resmi olarak 2 Eylül’de kurulduğunu kabul eder. Yani bugün ABD Komünist Partisi’nin 100. Kuruluş yıldönümü.

Hem partinin hem de günlük gazetesi Daily Worker’in merkezi New York’a taşınıncaya kadar, yani 1927’ye kadar Chicago’daydı Komünist Parti. Yöneticileri de üyeleri de çok sıkıntı çektiler. Polis hiç bir zaman peşlerini bırakmadı. 1925 yılında çoğu metal ya da inşaat işçilerinden oluşan 2 bin 500 üyesye sahipti parti. Sonra demiryolu işçilerini örgütlediler, gıda sektöründeki emekçilere yöneldiler. İşçi okulları olan parti fabrikalardaki ırk ayrımcılığına karşı çok kararlı bir mücadele verdi. Hatta öyle ki 1925 Ekim’inde siyah Amerikalıları emek hareketine kazanmak için Amerikan Negro Çalışma Kongresi’ni düzenledi. (Negro sözcüğü günümüzde siyahları küçültücü anlam taşıdığı için kullanılmamaktadır).
Partinin en önemli başarılarından biri 1930’larda işsizleri de örgütlemiş olması. 1931’de polis iki siyah işçiyi katlettiğinde partinin düzenlediği cenaze törenine katılanların sayısı 60 bindi. 30’lu yılların sonlarında partinin sempatizanları arasında yüzlerce sanatçı, edebiyatçı vardı.

Nasıl kuruldu?
Komünist Parti’den önce küçük bir sosyalist partide örgütlüydü komünistler. Ama bu partinin önderliğinin Ekim Devrimi’ne karşı çıkması üzerine komünistler ayrılarak kurdular ABD Komünist Partisi’ni. Kuruluşundan çok kısa bir süre sonra da 70 bin üyeye sahip oldu.

Kurulur kurulmaz öyle büyük bir korku yaratmıştı ki parti, dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın emriyle kurulduğu yılın sonbaharında kitlesel tutuklamalarla karşı karşıya kaldı. Bu tutuklamalara Palmer Raids tutuklamaları denir. Adını tutuklama emrini veren Başsavcı A. Mitchell Palmer’dan almıştır. Tutuklananların çoğu İtalyan ve Doğu Avrupalı göçmen parti üyeleriydi. 500’den fazla parti üyesi “yabancı” olduğu için sınırdışı edildi.

Palmer Raids 1920’de sona erdiğinde ABD komünistleri tüm baskılara rağmen daha da güçlendiler. Parti 1924’te günlük satışı 35 bin olan Daily gazetesini çıkardı. Aynı yıl bir işçi olan William Z. Foster’ı Başkan Adayı olarak gösterdi. Foster 35 binden fazla oy aldı.

Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir İliç Lenin’in ölümüyle başlayan Stalinst-Troçkist ayrımından parti de etklendi. Troçkistler ayrılarak Amerikan Komünist Cemiyeti’ni kurdular. ABD Komünist Partisi işçi sendikalarını yaygınlaştırarak, işçi haklarını koruma mücadelesine ağırlık verdi. Daha yüksek ücret, ulusal emeklilik programı ve işsizlik sigortası için çalışmalar yaptı. Büyük Kriz sırasında partinin çalışmaları emekçiler için büyük moral oldu. Parti’nin 1932 Başkanlık Seçimleri için çıkardığı aday bu kez 100 binden fazla oy almayı başardı.

İspanya’da başlayan İç Savaş ABD Komünist Partisi’ne ilgiyi daha da artırdı. Üyelerinin bir çoğu savaşta faşistlerin karşısında Cumhuriyetçilerle birlikte çarpıştı. Bu ABD egemenlerinde bir kez daha komünizm korkusunun doğmasına yol açtı. 1940’da partinin Başkan Adayı Earl Browder’in ülke içinde seyahat yapmasına izin verilmedi. Browder Başkanlık propagandasını yazılı ya da sözlü olarak kaydedip iletmek orunda kaldı seçmenlerine.

Birinci Dünya Savaşı sırasında sonradan parti üyesi olan binlerce komünist Avrupa ile Asya’daki savaşlarda antiemperyalistlerle birlikte cephede görev aldı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra parti radikal söyleminden uzaklaştı.1948’de İlerici Parti adayı sol liberal Henry A. Wallace’ı ABD Başkanı adayı olduğunda destekledi. Wallace, 1941-45 arası ABD Başkan Yardımcısı idi. ABD Komünist Partisi’nin 12 üyesi 1948’de hükümeti devirmeye çalışmak suçlamasıyla tutuklandı.

1960’lı yıllarda parti sivil hak hareketlerine ve savaş karşıtı kampanyalara ağırlık verdi. Kurulduğu ilk on yıldaki etkinliğini yitirdiği zamanlardır. Partinin çok uzun yıllar genel sekreterliğini yapan Gus Hall 1968’de Başkan adayı olduğunda aldığı oy sadece 1075’di. 76’da da aday oldu, bu kez 58 binden fazla oy aldı. 1988’de de siyah aktivit Jesse Jackson’ın Başkan adaylığna destek verdi parti.

Bu Gus Hall’la ilgili hatırladığım bir iki şey var, paylaşayım. Partinin kendisine aldığı araç bir limuzindi. Kaldığı ev de yine partinin aldığı çok pahalı bir lüks konut. Başka ülkelerden komünist yoldaşları bunun ilkelerine aykırı olup olmadığını sorduğunda Hall’ın verdiği yanıt şudur: “Siz ABD’de komünist olmak nedir bilemezsiniz. Komünist olduğum için kimse bana araba kiralamıyor, sadece bu limuzin şirketi buna cesaret edebildi. Kimse bana ev de kiralamıyor, parti de bu evi almak zorunda kaldı”.

Halen varlığını sürdüren ABD Komünist Partisi, Rus Devrimi ilkelerine bağlılığını koruduğunu söylüyor. Şimdi mücadele alanı ülkede sosyal adaleti sağlamak, daha iyi sağlık hizmetleri verilmesi için hükümeti zorlamak, sosyal yardımları arttırmak ve ciddi bir çevre politikasının hayata geçirilmesi için yönetime baskı yapmak.

Dünyanın en eski Komünist partilerinden biri olan ABD Komünist Partisi’nin 99’uncu yaşı kutlu olsun.

O sahte Özgürlük Heykeli’ni “işçi tulumuyla” da göreceğiz mutlaka.

Neden olmasın?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

FETÖ’cünün şahidi Adnancı, Adnancının şahidi FETÖ’cü! - Mine G. Kırıkkanat

A9 ekranlarında her akşam Adnan Oktar’ın karşısına yarı çıplak dizilip ‘inşallah aşkım, maşallah aşkım’ diye mırıldanan sallabaş kedicikler yüzünden pek de ciddiye alınmayan Adnancı mafya; aslında yargıyı FETÖ’yle birlikte ele geçiren ve emniyette terör estirecek kapasiteye sahip çok tehlikeli bir suç örgütüdür! 

1999’da örgüte yapılan operasyonun baş mimarı, zamanın İstanbul Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan; Adnancılarla uğraşmanın bedelini en ağır ödeyen, ağır iftiralarla hayatı karartılan emniyetçi oldu. 

Başına gelenleri, Saçan’ın kendi kaleminden okuyalım:

***

1999 operasyonunda örgüt yöneticileri tutuklandı. 9 ay kadar cezaevinde kaldılar. DGM’lerin kaldırılması üzerine İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanırken, mahkeme başkanı ve üyelere inanılmaz iftiralar attılar. Onlarca kez reddi hâkim yaptılar. Üye hâkim Nuray Yalınbaş, üzüntüsünden kanser oldu ve vefat etti.

Av. Uğur Poyraz, bu davada Adnancıların baş avukatıydı. Dava hilelerle uzatıldı, FETÖ’cü yargının yardımıyla zamanaşımına uğradı ve 2014 yılındadüşürüldü. 

Benim hakkımda önce şikâyetleri yoktu. Meslekten atılınca* harekete geçtiler. 2005 yılında tanık olarak ifade verdiğim Organize Suçlar Şubesi’nde usulsüz arama yapıldı, Savcılık adımı ‘kötü muamele gördük’ dosyalarına sanık olarak ekledi ve suç türü, birdenbire işkenceye çevrildi. 

Örgüt, yargılama esnasında birçok hekimden para karşılığı, gerçeğe aykırı özel raporlar aldı. Adli Tıp Kurumu, özel raporların hiçbir adli değerininolmadığını defalarca ve kurul kararıyla tespit etti. Örneğin ilk raporda bel fıtığından şikâyetçi olan bir Adnancı, daha sonra aldığı özel raporda omuzunun çıktığından şikâyetçiydi! 

Sonuçta 2011 yılında 51 sayfa gerekçeli kararla beraat ettim. Ama bu süre içerisinde hakkımda ‘işkenceci’ diye binlerce yayın yaptılar, hedef gösterdiler.Beraat kararına muhalif kalan hâkimin şerhini, sanki mahkûmiyet kararıymış gibi TV’lerde, sosyal medyada paylaştılar.
 
Mahkemedeki savunmalarıma dair 10’dan fazla suç duyurusunda bulundular. Tazminat davaları açtılar. 

Polisken DGM Başsavcısının hakkımda yazdığı ‘Çok Gizli’ damgalı bir yazıyı FETÖ’cüler aracılığıyla ele geçirip, basına dağıttılar. Hatta savunmamın altına Av. Dr. unvanlarını koydum diye ‘Mahkemeyi etki altına alıyor’ gerekçesiyle suç duyurusunda bulundular! 

Sonuçta 2011’deki Beraat Kararını, esastan değil de usulden bozdurdular. 
Bu usuli işlem, bugüne kadar tamamlanamadı ve yasal zaman aşımı süresi 2014 yılında dolmasına rağmen halen yargılanmaya devam ediyorum. 

Usulden bozulan kararı veren 7. Ağır Ceza Mahkemesini, 3 yıldır reddi hâkim talepleriyle çalıştırmıyorlar. Bu davanın da baş avukatı Uğur Poyraz’dır. 
2013 yılında FETÖ’cü polis, Adalet Bakanlığı mensupları ve yargıçlar aracılığıyla avukatlık mesleğinden men edilmem için şikâyette bulunarak‘yürütmeyi durdurma’ kararı çıkardılar. Anayasa Mahkemesi’nin karşı kararına rağmen 1 yıl avukatlık yapamadım. Yeditepe Üniversitesi’nde ders vermememiçin inanılmaz baskılar yaptılar. 

Beraat kararına rağmen, sahte raporları İşkence Atlası’nda yayımladılar! 
Ergenekon davasına hepsinden aklandığım suçlamalarla ilgili dosyalar koydular ve Adnancılara 99 operasyonunu Ergenekon örgütünün yaptığını,benim Ergenekon örgütü adına operasyonlar yaptığımı iddia eden dilekçeler verdiler. 

FETÖ’cü savcılarla işbirliği içinde, Adnancı Emre Çalıkoğlu’na aleyhime tanıklık yaptırdılar. Tanık ifadesi sırasında beni mahkemeye çağırmadılar.FETÖ’cü Emniyet Müdürü Ali Fuat Yılmazer’le işbirliği içinde, Ergenekon’la hiç ilgisi olmayan özel bir telefon konuşmamı dava dosyasına koydurup hakkımda şantaj davası açtırdılar. 
Mahkemenin verdiği iki beraat kararının Yargıtay tarafından bozulduğu bu dava, halen devam ediyor. 

Ayrıca, Gümüşsuyu askeri hastanesi Başhekimine emir (!) vererek sahte rapor yazdırmaya azmettirmekten de yargılanıyorum. 

Av. Dr. ADİL SERDAR SAÇAN” 

*Ayrıntılı bilgi: https://www.sozcu.com.tr/2012/ yazarlar/saygi-ozturk/sanki-engizisyon-mahkemesiydi- 85374/
***

Adnancıların yargıyı bir taciz aracı olarak kullandıklarını bizzat yaşamış biri olarak, bu yazı dizisi boynumun borcudur, dostlarım. 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Devamı haftaya…

Bankalara ne oluyor? - ÇİĞDEM TOKER

İnternet bankacılığının yaygınlaşması, TL’nin son zamanlarda döviz karşısındaki değer kaybıyla birleşince, banka müşterileri kayıp/kazanç konusunda adeta teyakkuz durumunda.
Cuma gecesi bankacılık sistemi açısından hareketliydi.
Halkbank’ın internet sitesinde dolar yaklaşık yarım saat 3.72 TL’den işlem gördü. 

Benzer sorunların o gece başka bankalarda da yaşandığı konuşuldu. Bir banka bu iddiayı reddetti.
Akbank’ta kredi kartları limitlerinin harcama yapılmamasına karşın dolduğu, hesaplardan para çekildiği iddia edildi.(Bu arada perşembe günü Vakıfbank’taki yatırım fonu hesabı olan müşteriler hesaplarında 0 rakamını gördü.)

Ortada açıklanmaya, anlaşılmaya muhtaç ve hafife alınamayacak bir durum var.
Bu durumun bir tehdit mi, bir saldırı mı olduğu, zafiyetten mi kaynaklandığı, içinde kastın, ihmalin payları gibi soruların hepsi ayrı ayrı önemlidir.

Sadece Halkbank’ın açıklama yapması yetmez.
Bu ülkede tüm bankaların üyesi olduğu bir Bankalar Birliği, büyük emeklerle kurulan bir Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu ve bu kurumun, bankacılık sisteminin kurallara uygun ve güvenli çalışmasından sorumlu kural koyucu bir kurulu, kadrosu var.

Bu ülkede halka açık şirketlerin hisselerinin işlem gördüğü bir borsa ve bu piyasayı denetleyen, bugüne kadar binlerce kural üretip koymuş bir düzenleyici kurum, Sermaye Piyasası Kurulu var. 

Bu üç kuruma göre nispeten daha yeni kurulmuş BTK bünyesindeki Ulusal Siber Olaylara Müdahale Merkezi USOM var. Ki kurumlara uyarıda bulunmak da USOM’un görevleri arasında.

Bütün bu ciddi kurumların bankacılığın dijital sistemlerinde ortaya çıkan aksaklıkların gerçek nedenlerini tespit ve analiz edip sonuçları toplumla paylaşmaları ve duyurmaları gerekiyor.
Büyük zaman geçirmeden.Tabii gerçekten bağımsızlarsa.


Halkbank yazılıma iki yılda 205 milyon harcandı
Halkbank yazılım ve teknolojik donanım için son yıllarda ciddi yatırım yaptı. Sadece 2016’da bu kalem için harcanan tutar 67.4 milyon TL.

Aktardığımız veri Sayıştay’ın 2016 yılı denetim raporundan. O yıl Halkbank’ın farklı alanlardaki toplam yatırım tutarına baktığınızda, yazılım ve teknolojik donanıma yapılan harcamanın önemi daha iyi görülüyor: 128.8 milyon TL.

Yani bu skandalın doğduğu alana ödenen para, yatırım kalemleri arasında sadece ilk sırada değil. Aynı zamanda toplam yatırımın neredeyse yarısı.

Aynı rapora göre yazılım ve teknolojik donanıma 2015’te yapılan yatırım tutarı ise 137.5 milyon TL. Bu da iki yılda yaklaşık 205 milyon TL bu işlere ayrıldı demek oluyor.

Muhakkak ki geçen yıl da bu alanda yatırım yapılmıştır. Dolayısıyla bu vahim “hata” - mesele “3. parti yazılım”dan kaynaklanıyorsa Halkbank’ın daha ikna edici bir açıklama yapması zorunludur. “3. parti yazılım” ortalığı böyle darmadağın edebiliyorsa, bunca yatırıma yazık değil mi?

Ne demek ‘3. parti yazılım?’
Her vatandaşın ve her banka müşterisinin, “3. parti yazılım” ne demek bilmesi mümkün mü?
Ya da bilmek zorunda mı?

Kaldı ki bilse ne olur? Diyelim ki Halkbank’ta hesabı olan sokağımızdaki terzi, 3. parti yazılımın, “Asıl geliştirme platformunu sağlayan dışındaki kişi ya da firmaca satılan, dağıtılan yeniden kullanılabilir bir yazılım bileşeni” anlamına geldiğini biliyor.

Bu açıklama, dövizin nasıl olup da yarım saat boyunca 3.72’den satıldığını anlatmaya yeter mi? Eğer mesele gerçekten “3. parti yazılımdan” kaynaklanıyorsa, bu hatanın bir sorumlusunun olması gerekir. Döviz kurları bilgileri “dışarıdaki” bir ajanstan alınıyorsa ve bu ajans hata ya da kasten verileri yanlış girdiyse, bu saklanacak, üstü örtülecek, geçiştirilecek bir bilgi değildir.

İki açıklama arasındaki fark
Halkbank’ın iki açıklaması arasında bariz farklar var:
- İlk açıklamada “dış kaynaklı 3. parti bir yazılım” denirken, ikinci açıklamada “dış kaynaklı” ifadesi gitmiş, sadece “3. parti yazılım” kalmış.
- İlk açıklamada, sorunun 3. parti yazılımda “sistemsel ve operasyonel bir hata”dan kaynaklandığı belirtilirken, ikinci açıklamada “yazılımdan kaynaklanan hatalı döviz kurları” deniliyor. “Sistemsel ve operasyonel bir hata” ifadesi, taşıdığı öneme rağmen metinden çıkarılmış.
- İlk açıklamada “kısa bir süre için, Bankamız döviz kurları olması gerekenden farklı olarak yayımlanmış ve internet şubesi üzerinden hatalı kur seviyelerinden kısıtlı sayıda işlem yapılabilmiştir” denilirken ikinci açıklamada, “hatalı döviz kurları ile gerçekleştirilen müşteri döviz alım-satım işlemlerinin herhangi bir geçerliliği bulunmamaktadır” deniliyor.
- Halkbank’ın ilk açıklamada yer verdiği “kısıtlı sayıda işlem yapılabilmiştir” ifadesi, sosyal medyada büyük tartışmalara yol açtı. “Kısıtlı” işlemlerin açıklanması istendi. Hem sayı hem de tutar olarak.
Banka yönetimi, belki de “kısıtlı” kelimesinin yol açtığı infiale rağmen, bankacılık ve ceza hukuku prensipleri açısından bu işlemleri açıklamayı sorunlu buluyor.
Belki de ikinci açıklamada “kısıtlı” kelimesi bu yüzden kaldırıldı. Yerine “söz konusu işlemler nedeniyle bankamızın ve müşterilerimizin hiçbir şekilde kâr/zarar durumu oluşmamıştır” denildi.
Peki “kâr/zarar durumu oluşmamıştır” demek yetiyor mu?

3.72’den dolar alınıp alınmadığı, alındıysa işlemlerin iptal edilip edilmediğinin de belirtilmesi gerekmez mi? 

Halkbank’ta yaşanan sorun yazılımla, dijital altyapıyla ilgili bir sorun bile olsa, bankanın iletişim sürecini iyi yönettiği söylenemez.

Bankacılık güven kurumu.

Toplumun zihninde soru işareti kalmaması gerekiyor...

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Yoğun emek sömürge ülkesi, kalitesizleşme - ORHAN BURSALI

Ataköy’de parkta oturuyoruz. Türkmen olduğunu öğrendiğimiz genç bir kadın servis yapıyor. 10 yıldır buradaymış, gidip geliyor. “Türkmenistan’ın doğalgazı var ama halka vermiyor ki” diyor. 1800 TL alıyor, ama daha yüksek ücretle hasta bakımında veya eve yardımcı olarak çalışma arayışı içinde. Hızlı para biriktirecek. Tabii ki kaçaklar...

Kadıköy Altıyol’da arada yemek yediğimiz lokantada çalışanların bir kısmı değişmiş, Türk Cumhuriyetlerinden değiller, Afganız diyorlar, tabii ki sigortasızlar.
Kaç Afgan var ülkemizde, ne zamandır geliyorlar ve bunların kaçı TC kimliği aldı... Haberlerde İran üzerinden ülkemize girdiklerini okuyoruz. Resmi mi giriyorlar yoksa kaçak mı? Resmi ise neden izin veriliyor, kaçaksa burası yol geçen hanı mı?

Çevrede hizmet veren bu tür yerlere bakıyoruz, bu etnik değişimin izleri her yerde.Adalar’da da benzer durum var. Dil ancak birkaç cümle, menü ile sınırlı. Ekmek, su, balık, hesap, çorba vb.

Büyük bir nüfus değişimi yeni değil. Yüz binlercesi, on yıllardır evlerde yaşlılara hizmet veriyor, başka kimse yok, sağ olsunlar.. Şimdi ise evlerden dışarıya, hizmet sektörüne taştı olay. Anadolu’da gelişmiş kentler diyordur ki şimdi: Ooo merhaba İstanbul, İzmir, Ankara, bizler çoktan istila edilmiş durumdayız. Çoğumuz işsizlik parası alıyoruz. Çünkü köle gibi çalışan mülteciler var...

Türkiye bir emek sömürge ülkesine de dönüştü.

Görünür olanın dışında, merdivenaltı ekonomide, inşaatlarda vb. kimbilir ekmek parasına hangi yüz binler çalıştırılıyor.


Ücret kırıcılığıTam bir emek ücreti kırıcılığı mekanizması devrede.
Türkiye ekonomisi ağırlıklı olarak, yüzde 70 gibi, emek-yoğun yapıda, düşük ve orta teknolojik ağırlıkta. Daha çok ihracat yapacaksan, emeği daha ucuza mal edeceksin ki, rekabet edebilesin.

Çöktü çöküyor diye epey bir süredir yazıp çizdiğimiz ekonominin bugünkü felaketini de yine çalışanlar, emekçiler üstlenecek. Tabii akılsızca borçlananlar da batacak. Emme basma tulumbanın çalıştığı kuyunun dibinde su kalmadı, saadet zinciri koptu. Bu kopuş ve batış süreci aslında 6-yıl önce başladı, her şeyi bilen iktidar seyretti..
Gelinen nokta: Aaaa battık! 
 
BİR MEKTUP: 
Okurumuz Murat YasaTürk va-tandaşlık kimliği alan yabancı uyruklu-lar başlıklı, büyük bir çoğunluğun pay-laştığı bir mektup gönderdi, katılırsınız katılmazsınız: 
“Sayın Bursalı, gittiğim plajda yer göstermekle görevli çocuğun kederli hali dikkatimi çekti. Türkmen olduğunu, bu plajdaki görevi sona erince kışın ne yapacağını bilmediğini, ama eylül ayı sonunda vatandaşlık belgesi alacağını söyledi. 
Kadıköy çarşısında bir manavda ça-lışan Afgan bir çocuk da vatandaşlık belgesi beklediğini söylemişti. Genelde Türkiye’ye seyahat edeceği zaman, şirketimizden davet mektubu isteyen Mısır’da yatırım yapmış bir Suriye vatandaşı da son Mısır seyahatimde sırıtarak Türk vatandaşlık kimliğini gös-terdi ve artık davet mektubuna gerek olmadığını söyledi. Bu 3 olay şunları düşündürdü: 
1-Vatandaşlık kimliği alan veya ala-cak bu 3 kişi de çalışma hayatı için va-sıfsız sınıflamasında. Durum böyle iken Türkiye’de yüzde 15’leri bulan işsizliği artırmayacaklar mı? 
2- Sevr Antlaşması’nın ağır şartlarını, Lozan Antlaşması ile yırtıp atan Türki-ye, bugün 4 milyon Suriyeli, 200-300 bin Afgan vb. mülteci tarafından işgal edilmiş durumda.. Türk vatandaşlığı bu kadar ucuz mu? 
3-Türkiye’yi (gemiyi) terk edenler Portekiz, Malta, Yunan vatandaşlığı alabilmek için 500.000 Avro ödeyip yıllarca beklediği halde, bizim vatan-daşlığımızı bu şekilde ayaklar altına düşürmemizin anlamı ne? Gelişmiş ülkelere akan beyin göçünün başlıca nedenlerinden biri de bu mülteci akı-nıyla toplumumuzun kalitesizleşmesi değil mi? 
4-Türk gençleri, bu ülke vatandaş-ları için şehit olurken, bu ülke gençleri neden ülkeleri için çarpışmıyor? Havaa-lanı pisti tipi kesilmiş saçlarıyla, sakalla örtülmüş yüzleriyle etrafta fink atıyorlar. Bu vasıfsız kişiler yoksa seçimlerde leh-te oy verecek bir oy deposu olarak mı görülüyor?” 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

1 Eylül 2018 Cumartesi

Bugün Dünya Barış Günü - MUSTAFA K. ERDEMOL

Dünya Barış Günü’nüz kutlu olsun. Her geçen gün daha da çekilmez hale gelen dünyamızda bugünün ne anlamı kaldı diye düşünmeden kutlamalıyız inadına bu günü. Doğru, Donald Trump’ın, Victor Urban’ın, Rodrigo Duterte’nin ülkeler yönettiği bir dünyadayız ve bu adı geçen uğursuzlar tümüyle dünyamızı çekilmez hale getirdiler. Benzerleri her yerde var.


Silahlanma yarışının hâlâ hızla sürdüğünü, bölgesel savaşlarda binlerce can kaybının yaşandığını biliyoruz. Irak’ta ABD işgaliyle başlayan sorunlar katlanarak devam ediyor, Suriye’ye emperyal çullanma bölgeyi ateşe attı, binlerce insan öldü, yurdundan edildi. Yemen’de Suudi Arabistan’ın başını çektiği işgal “insani krize” doğru gidiyor. Günümüz de siyasi nedenlere dayalı göç olgusu her zamankinden daha yakıcı bir halde.

Böyle bir dünyada Barış Günü’nü kutlamak, barışta ısrarlı olmak elbette çok önemli. Bu günün kutlanmasında bile aslında ciddi bir ayrılık var, bildiğiniz gibi. Bir 21 Eylül’de bir de 1 Eylül’de kutlanıyor Barış Günü. İlki BM’nin uydurduğu, hiçbir özelliği olmayan bir gündür. Çok da eski sayılmaz bugünün ilanı. BM’nin 1981’deki oturumlarından birinde, Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylül’ün Salı günü Barış Günü ilan edilmişti, nedense yıllar sonra 2001 yılında 21 Eylül’ün Barış Günü olmasına karar verdi BM. Tüm dünyada da aslında 21 Eylül’de “kutlanır” Barış Günü. BM’de bu gün “Barış Çanı” çalarlar. Japonya tarafından yaptırılan bu çanın bir özelliği var; dünyanın her yerinden çocukların yolladıkları bozuk paralarla yapılmıştır.

Savaşları önlemek yerine neredeyse özellikle bölgesel çatışmaları kışkırtan politikalara sahip BM’nin Barış Günü’nü dileyen kutlasın. Asıl Barış Günü olarak kabul ettiğim(iz) tarih 1 Eylül, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı tarihtir. 1 Eylül 1939’da Almanya Polonya’yı işgal etmişti. İkinci, Dünya Savaş’ında Nazi Almanyasını binlerce insanını kaybetme bahasına yenilgiye uğratan  Sovyetler Birliği ile müttefikleri bu günü Barış Günü ilan etmekle, 1 Eylül’ü dünyanın en vahşi savaşlarından biri olan İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı gün olmaktan da çıkarmış oldular. Bu güne yapılan en büyük iyilik budur.

Türkiye’de bir zamanlar güçlü bir Barış Hareketi vardı. Türkiye Barış Derneği, özellikle Mahmut Dikerdem’in başkanlığı sırasında, dünyanın en saygın barış kurumlarından biriydi. 12 Eylül faşizminin en çok zulmüne uğrayan kurumlardan biri oldu. Yöneticileri, üyeleri yıllarca yargılandılar. 12 Eylül cuntacıları için Barış komünist bir içerik taşıdığı için başlı başına tehlikeydi.

Ülkemizin içine sokulduğu toplumsal kaosta Barış artık sadece Türkiye’nin iç sorunlarında aranan bir değer oldu. Devletin kimlik reddine dayanan politikalarına barış yanlıları karşı çıktılar. Mezhep ayrılıklarına, giderek bu nedenle yapılan kıyımlara barışseverler tepki gösterdiler. Tüm dünya halkı için istediğimiz barışa en çok Türkiye halkı muhtaç hale getirildi bugün.
Hem Türkiye halkı için hem de yanı başımızdaki komşularımız için en çok istediğimiz şey barış. Sınırlarını açıp binlerce cihatçının girmesini kolaylaştırmakla Suriye’de olan bitenden, kıyımlardan AKP yönetimi de sorumlu. Suriyeliler için de acil talebimizin barış oluşunun bizim açımızdan büyük önemi var bu yüzden.

Suudi Arabistan, fırsat bulur bulmaz, Yemen’e yaptığı gibi Lübnan’a da saldırabilir her an. Zaten kırılgan bir zeminde bulunan Lübnan, ufak bir kıvılcımla yeniden etnik/mezhep kavgalarının ortasına düşebilir. Barış en çok Lübnan için bir ihtiyaç. Afganistan’da yabancı güçlerin kıyımlarının yanı sıra Taliban benzeri örgütler de çılgınca ölüm kampanyaları yürütüyorlar. Bu iç çatışmalarda kadın ve çocuk ölümleri rekor düzeyde. Barış Afganistan için de zorunlu. Mali’de iç savaş tüm hızıyla sürüyor, orada da Fransa sözüm ona barış amacıyla asker bulunduruyor. Barış’ı bir de Fransa gibi anlamak var yani; Barış için işgal. Mali’li için barış öncelikle Fransız işgalinden kurtulmak.
Barış’a gerçek anlamını verme mücadelesi içindeyiz şimdi. Savaşa yol açanların bir de herkesten fazla barışçıymış gibi görünmelerine izin vermemek görevimiz.

BM’nin uydurduğu 21 Eylül’ü değil, bir büyük savaşın başladığı 1 Eylül’ü inadına barış günü olarak kutlamak bunun ilk adımı.

Barış Günü’nüz kutlu olsun.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN