25 Eylül 2018 Salı

Yurtdışına gönderdik başımıza bela oldular - İBRAHİM SİRKECİ

Sultan şikayetçi olmuş; devlet eliyle yurtdışına gönderilen zevat eğitilip biraz eleştirel düşünce falan öğrenen, yaratıcılıkla ve hasbelkader işleyen demokratik teamüllerle tanışınca dönüp başa bela olmuş.

Allah benim gibilerden razı olsun; yani devlet eliyle gitmeyip yurtdışından burs alıp gitmiş ve de geri dönmemiş ve illaki başa bela olmamışlardan. Haberiniz olsun bu aralar bu dönmeyenlerin sayısı oldukça arttı. Bence alınacak acil tedbirlerden birisi devlet eliyle yurtdışına gönderilmişlerin tazminat maddesini iptal etmek olacaktır. Böylelikle dönmez ve başa bela olmazlar.

Sultan yine de ilerleme, çığır açma, liderlik istiyor ve bunun için de yurtdışına gönderilenlerin seferber olup geri gelmesini istiyor. Herhalde bundan sonraki inşaat projeleri, kitleler halinde dönecekler için ‘demir kapı kör pencere’ temalı olacak.

Yanlış anlaşılmasın Osmanlı sultanlarından bahsediyoruz. Özellikle Tanzimat ile birlikte hızlanan Batılılaşma çabaları çerçevesinde imparatorluğun son yüzyılında kabaca bin kadar öğrenci Avrupa’ya yollanmış ve bunların önemli bir kısmı memlekete geri dönüp önemli görevlerde bulunmuşlar. Bir kısmı haliyle başa bela olmuş ve Osmanlı Devleti sadece yükselmiş ve hiç duraklayıp, gerileyip dağılmamış.

Atatürk döneminde de benzer bir uygulama ve umut var ama sayılar görece daha yüksek. Daha yakın dönemde ise bu sayılar hem kendi hem devlet imkanı ile gidenler dikkate alındığında on binlerle ifade edilecek düzeylere ulaştı. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı geçtiğimiz Ağustos ayında 1224 öğrenci daha gönderileceğini ilan etti.

“Batının teknolojisini alalım, ahlakını almayalım” demekle olmuyor tabii bu teknoloji dediğin meret ahlak dahil satılıyor. Hem jet motoru teknolojisi görelim hem de Müslüman kültürü alalım dediğinizde Suudi Arabistan modeli kalıyor geriye. Oraya giden dönünce başa bela olmaz diye bir garanti yok. Suudiler daha geçenlerde sinemayı serbest bırakmış. Maazallah demokrasi fitnesi orayı da kavurabilir.

Yurtdışına öğrenci gönderilmesi çok riskli. Ahlak bozulur, geri dönmezler, dönseler sultanlık, başkanlık sistemleri karıştırır başa bela olurlar. Yurtdışından kimse geri döndürülmeye de çalışılmasa daha iyi. Hem masraflı, hem kim gelecek şimdi. Bir de bunlara gel dediniz mi bir havalara girerler falan. Uğraşılmaz kısacası. İngilizi Amerikalıyı getirmek de olmaz. Bin türlü mesaj kaygısı ile yok demokrasiniz, yok hapisteki gazeteciler diye başımızın etini yerler. Hem kesin ajan gönderirler daha çok başa bela olurlar. Rus falan desek onlara da güven olmaz. Şimdi iyiyiz ama şu sıcak sulara inme planı var ya... Zaten Putin’in de cezaevi nüfus kalitesi oldukça yüksek sayılır... En iyisi bulaşmamak.

Aklıma daha hesaplı ve kısa bir yol geliyor ama ona da siz yanaşmazsınız. Hani şu hapishane nüfusunu bir tarasak acaba aralarında iyi eğitimli hoca falan olacak kıvamda kimse var mıdır bir incelesek? 1000 kişi falan bulsak bir iki tane yüksek teknoloji enstitüsü kurabiliriz gibime geliyor.

İkinci alternatif daha kolay aslında. Bir anda demokrasiye geçiyorsunuz ve güçler ayrılığı, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, aflar falan derken... Hoop bir bakmışsınız imzacı falan filan tıpış tıpış geri gelmiş. İsviçreli bilim adamları da arkalarından gelmiş... Gerçi bu da zor iş. Adil seçimler falan... Uff, fikri bile kafa ağrıtıyor.

Neyse uzatmayalım şimdilik Jön Türkler, Jön Kürtler ve daha bilumum Jönler yurtdışından bildirmeye devam edecek. 

İyi haftalar ve bol şanslar.

İBRAHİM SİRKECİ / BİRGÜN

"Yandaş besleme mantığı terk edilmeli"(5) - Ahmet TAKAN

"Savunma Sanayii'nde Neler Oluyor?" diye başladığımız yazı dizisinin sonuna geldik. Dün, o üst düzey yetkilinin anlattığı kısa vadede çözüm önerilerinde kalmıştık.
Devam edelim;
"* Siyasilerin her gün beş seans demeç vermekten vazgeçmeleri lazım. Hatırlayınız, Yunanistan iflasa giderken her gün bir demeç mi verdi? Krizler arka kapılar ardında mekik diplomasisiyle çözülür.
* IMF dahil hiç bir seçenek için kapılar kapanmamalı. Batsak daha mı iyi!.. Hamaset edebiyatının kimseye faydası yok, görüldüğü üzere tam tersine zararı var.
* Gerçekle yüzleşip, acilen büyük mega projeler (Kanal İstanbul, 3. Havalimanı, Otoyol, Köprü, Nükleer Santral, Millî Otomotiv vb..) askıya alınmalı, bazıları iptal edilmelidir. Topyekûn bir tasarruf başlatılmalıdır. F-35 Projesinde ısrar edilmeli ama S-400 askıya alınmalıdır.
* Yandaş firmalara teşvik adı altında sağlanan ayrıcalıklar iptal edilmelidir. (Bkz. Resmi Gazete.)

Uzun Vadede;
* Sektördeki ihalelere şeffaflık getirilmeli, bilimsel hesaplamalarla firma seçimi yapılmalıdır. Yandaş besleme mantığı terk edilmelidir. En büyük yandaş her kesimin güvenini kazanmaktır.
* Savunma Sanayii Başkanlığı siyasi bir oyuncak olmaktan çıkartılıp, uzmanların eline bırakılmalıdır. Bir dönem elde edilen başarının mimarları bugün ya özel sektöre geçmek durumunda kalmış ya da kurumunda bir odada inzivaya çekilmiş, işlerden el çektirilmiştir. Kimseyi aşağılamak için değil, yerlerine gelenlerin kariyerlerine bakıldığında konunun uzmanlık değil, gidilen Cuma sayısı olduğu gibi bir izlenim vardır. Burası bu sektör için en kritik kurumdur. Para piyasaları için TCMB ne ise, bu sektör için Savunma Sanayii Başkanlığı odur.
* Vakıf şirketleri, TSKGV hegemonyasından ve 'Devleti kazıklayın, daha çok kâr edin' talimatlarından kurtarılması gerekir.
* Askeri fabrikalar kapatılsın. Hem verimsiz, hem de sektörün geleceğini yok ediyor. On binlerce çalışanı var demeyin. Bir formül bulunup kapatılması elzemdir.
* ASELSAN, TAI, ROKETSAN gibi şirketlerin hisselerinin tamamı Vakıftan alınıp, Savunma Sanayii Başkanlığına veya Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu'na devredilsin. Yönetim kurullarına profesyoneller getirilsin. Özellikle TAI'de iyice ayyuka çıkan nitelikli personelin tasfiye sürecine bir son verilsin.
* Şirketler arasında gözetilen yandaş şirket ve özel şirket ayrımına son verilsin. Hepsine eşit şekilde millî ve yerli muamelesi yapılsın. Üretimlerin ihracatı için devlet desteği artırılsın. Bu desteğin maddi bir destek olmadığını, yabancı devlet adamlarıyla olan diplomatik ilişki ve bağlantı desteği olduğunu hatırlatmakta fayda var.
* Savunma ürünlerimizi satabileceğimiz ülkelerin teknolojisi olmayan üçüncü dünya ülkeleri olduğu göz önüne alındığında, en büyük sorun finansman olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkeler arasında Hazine Bakanlığı nezdinde veya Savunma Sanayii Başkanlığı üzerinden uzun vadeli bir kredi seçeneği getirilsin. Yabancı ülkeler bu kurumlardan çekeceği kredi ile yerli firmalardan ürün alabilsin.
* Hammaddede olan ithalat bağımlılığının giderilmesi için AR-GE'ye göstermelik değil, daha gerçekçi destekler verilsin.
* Bu sektörde siyasilerle firmalar arasında aracılık etmek suretiyle para kazanan fırsatçılara prim tanınmasın.
* Tank Projesindeki on yıllık hikâyeye baktığımızda, seri üretim aşamasında firma değişikliğinin kimseye faydası olmayacağını, yatırım tekrarlarına ve zaman kaybına neden olacağını görüyoruz. Bu tür siyasi tercihlere bir son verilsin. Millî projeler siyasi söylem malzemesi yapılmasın."

Umarım, dizi söyleşiyi sıkılmadan okudunuz!.. Türkiye tam bir ateş çemberinin içinde. Yerli ve güçlü bir savunma sanayimizin olmayışının ilk büyük acısını ve sonuçlarını Kıbrıs Barış Harekatı'nda yaşadık ve tecrübe ettik. Buna rağmen, çeşitli etken ve aktörler yüzünden, savunma sanayimizde çıtayı çok yükseklere çıkarmayı başaramadık. En hayati ihtiyaçlarımızdan biri olan hava savunma sistemimizin kurulumu ile ilgili ABD ve Rusya arasında kalmamız bunun en çarpıcı örneğidir. Çelişkiler ve hatalı politikalar yüzünden savrulup gidiyoruz. Yüksek irtifada hava savunma sistemi ile ilgili tam Çin ile anlaşmalar yapılmışken, anlaşılamayan(!) sebepler yüzünden iş bozuldu. NATO üyesi Türkiye, Rusya'dan S-400 alıyor. ABD'den parasını ödediği F-35'leri kurtarmaya çalışıyor. Değme uzmanlar bile işin içinden çıkamıyor. Savunma Sanayii'nde bağımlı olduğunuz ülkelerin en küçük bir ambargosunda, hendek operasyonlarında, Fırat Kalkanı'nda güçlüklerle karşılaştık.

Zorlukların nasıl aşıldığını bilen biliyor...
Bu coğrafyada sağ kalmamızın tek nedeni asker millet olma özelliğimizdir. Kılıç kalkan ve ok devri artık son bulduğuna göre operasyonel TV dizileri ile gaza gelmenin kimseye faydası olmayacağını da görmek lazım. Görüşlerine katılır, katılmazsınız... Kaynağımın eleştirilerinin bir siyasi yapıya dayanmadığını sizlere temin ederim. Bu yazı dizisini her türlü siyasi mülahazadan uzak, o yüzden kaleme aldım. Her şey vatan için!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

24 Eylül 2018 Pazartesi

Berlin’in çizgisi ve İslamcı Ankara - OSMAN ÇUTSAY


Çok doğal, hani yani olmaması tuhaf kaçacaktı: AKP Genel Başkanı ve T.C. Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Federal Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in davetiyle Berlin’e gelmesi ve burada Başbakan Angela Merkel ile iki kez görüşecek olmasında, şaşılacak bir şey yok. Almanya hep Türk gericiliği için elini taşın altına koymuştur. Bu,  bırakın 20’nci yüzyıl başındaki Anadolu halklarının kırımıyla sonuçlanan korkunç “silah arkadaşlığını” falan, geçen Soğuk Savaş’tan beri özellikle böyledir. Soğuk Savaş’ta Türkiye ve “Batı Almanya”, antikomünizmin en saldırgan iki cephe tetikçisiydi. 

Türk ve Alman elitleri, gerek siyaset gerek ekonomi arenasında, birbirlerini besleyerek ve birbirlerinden beslenerek yaşarlar. 

Dolayısıyla, öyle “demokrasi” falan diyerek solculuk taslamaya kalkan komiklere  kulak vermek gerekmiyor. Solculuk adına yapılan bu tür sözde itirazları ciddiye alamayız. Paylaşamadıkları var, tamam, ama sermayenin mafyöz elitleri hep böyle birbirinin ayağına basar, sevgi gösterilerinde bile birbirlerinin ağzını burnunu kırarlar zaten.

Kapitalizmin ve emperyalist oyunun kuralları bunu gerektiriyor. Hepsi Erdoğan rejiminin oyuncakları ve Erdoğan bu emperyalist sistemin bir oyuncağı:  Sonuç olarak, sistem içinden Erdoğan’a böyle itirazlar çıkaranların solculuğu falan çakmadır. İtirazları ise hepten çakmadır.

Tabii hakkını verelim: Bunların çoğunun da öyle solculuk, sosyalizm falan gibi bir derdi yok. 

Peki, çakma muhalefet bu tür oyunlar sergilemeyecek de ne yapacak?

Başka işi mi var?

Bilemiyoruz. Ama bizim gelmek istediğimiz bir yer var: İlericiliğin dönemsel ve mekânsal tanımları da olur. Biri, AKP Genel başkanı ve Cumhurbaşkanı esas alınarak düşünülürse, bugün ve Türkiye-Avrupa hattında muhtemelen şöyledir: Erdoğan ile Kılıçdaroğlu, Demirtaş ve Avrupa’nın yenisi-eskisi tüm sosyal demokratları, daha doğrusu “demokratları” arasında öyle nitel bir fark bulmak mümkün değildir. Böyle farklar vehmedenlere, ilericilik mesleğinde, yaşadığımız zaman ve mekânda bir yer bulamayız. 
Çabuk unutulsalar da tahrip güçlerinin yüksekliği her geçen gün biraz daha belirginleşen Gerhard Schröder, Tony Blair, Bill Clinton ve halefleri ile Türkiye’nin İslamcıları arasında da öyle önemli farklar yok. “Clinton-Blair-Schröder Okulu”, Ankara’daki cumhuriyetin tüm kazanımlarını kazıyan azgın İslamcı gaspın hazırlayıcı ve destekçisi değil miydi?  Bu demokratlar 12 Eylül 1980’de birinci, 3 Kasım 2002’de ikinci darbeyi, Türkiye’yi bitiren deprem ve 22 yıl sonraki artçı -nihai- depremi, alkışlamadılar mı?

Sosyal demokrasinin, neoliberal barbarlığın yeni ve en etkili bir taşıyıcısı olduğunu kabul ve ilan etmediler mi? Komşudaki kepazeliğe (Syriza ve Çipras) isteyen bir daha baksın.  
Erdoğan rejimi, bir, dünya piyasalarına basılan ve sel taşkınlarına neden olan karşılıksız dolar ve avronun, iki, bu “pek demokrat” neoliberal siyasi desteğin doğrudan ürünüdür. Ama artık eğlence bitti, faturanın ödenme zamanıdır.  Türkiye bu faturayı galiba kendi varlığına son vererek ödeyecek, öyle anlaşılıyor. Serilen kırmızı halılar bu yola işaret ediyor. 

Eşitsiz gelişmenin doğal akışıdır: Sonuçta, Ankara’nın İslamcılarıyla Avrupa’nın güç sahipleri elbette birbirlerinin ayaklarına basacaklar. Hatta birbirlerini kan-revan içinde bırakarak “seviyorlar”, dedik. Şu sıralarda Erdoğan kadrosundan pek hazzettiklerini kimse söyleyemez.  Ama “Merkel Avrupası”, özellikle de kulaklarından bile avro ve dolar fışkıran Berlin, hani şu verdiği korkunç dış ticaret ve bütçe fazlası içerideki siyasi krizi tetikleyen Almanya, Erdoğan rejimini hoş tutuyor, AKP Genel Başkanı’nın önüne kırmızı halı seriyor. 

Bunu sadece Alman krizinin başoyuncusu konumundaki Federal İçişleri Bakanı Horst Seehofer’in sığınmacılar ve göç sorununu “tüm sorunların anası” diye ilan etmesine, dolayısıyla Türkiye’de tutulan milyonlarca göçmen adayının Anadolu’da kalması çabalarına bağlayamayız. Almanya Başbakanı Merkel için Türkiye’nin kaderine el koymuş İslamcı siyaset, Ankara’da kaldığı ve dışarıdaki soydaşlarını pek “fişteklemediği” sürece, köklü itirazlara konu edilmesi gerekmeyen bir “ehvenişer” artık. Öyle görünüyor.  
Bazı itirazlar elbette var.Özellikle 3 milyonluk bir nüfusu açık bir “nüfuza dönüştürme” hesaplarını, içeride ve Alman siyasetinde kırılmaları tetikleyeceği için, tehlikeli bulanların başında Merkel’in Berlin’i geliyor. Ama Berlin, Erdoğan’a kırmızı halı da serebiliyor. 
Yaparlar. 
Avrupa banka sisteminin en az 140 milyar avroluk alacaklarının Türkiye çökerse AB’yi de çökertecek bir bomba olduğuna geçen hafta Alman Ekonomisi Yakın ve Ortadoğu Birliği Başkanı Oliver Hermes bağıra bağıra ilan etti: Türkiye çökerse, Almanya’ya diz çöktürebilirmiş. Hem de reel ekonomideki bağlantılar nedeniyle... Domino teorisinin yeniden dillendirildiğine tanık oluyoruz.

Demek ki, sadece sığınmacı veya göçmen milyonların, serbest kaldıklarında Almanya Avrupası’na doluşma ve tüm yapıları parçalama olasılığından söz etmiyoruz. Metropoller, en zenginleri bile, resmen tekliyor: Avrupa Almanyası’nda da geleneksel kitle partileri çöktü. Burada sosyal demokrasi, SPD, seçim olsa yüzde 17 falan bir oy toplayabilecek.  Merkel yüzde 28’de. Faşizan ve neoliberal kimliği gün geçtikçe belirginleşen ama kitle tabanı genişleyen AfD (Almanya için Aternatif), yüzde 18’lik anket sonucuyla ülkenin ikinci büyük partisi konumunda: Son kamuoyu araştırmalarına göre, sağ popülist AfD, sosyal demokrat SPD’yi geride bıraktı bile. Hepsi de küçüldü. 

Mesele, o: Sosyalizmin kazındığı, solculuğun da emeğiyle geçinenlerin maddi olanaklarını korumak ve mümkünse arttırmak diye tanımlandığı bir metropol, Türkiye’nin İslamcılarıyla iyi geçinebileceği ve zararlı yanlarını törpüleyebileceği inancında.  Kırmızı halı, sadece Türkiye’deki 7 bin 200 Alman şirketinin ve banka sisteminin bağlantıları nedeniyle değil, bunun için de seriliyor olmalı. 

Gerçi çöküş korkusuyla birbirlerine sarılıyorlar, ama hareket etmeye çalıştıkça da birbirlerinin ayaklarına dolaşıyorlar. Merkel ile Erdoğan’ın çaresizlik dansı, faturası emekçi sınıflardan çıkacak bir acımasızlığın yan ürünüdür. 

Yapamazlar. Tutmayacak. Bu yükü kaldırabilecek halleri kalmadı. ABD ve Trump zaten eskisi gibi bir ağırlık taşımıyor. Ama “emperyalist piramit” içindeki yer değiştirmeler, sistemik depremlerin de art arda bindireceğini gösteriyor. 

Berlin, Türkiye mekânında ABD’yi ve Trump’ı sollayabileceğini sanıyor. Hayal kurmaya devam etsinler. 

Krizlerin anasına doğru itiliyoruz. Bizim “bir başka âlem” istemekten ve bunun gereğini yerine getirmekten başka çaremiz yok.

Osman Çutsay / SOL

Silah fabrikalarımız iflasın eşiğinde...(4) - Ahmet TAKAN

O üst düzey yetkili, savunma sanayiimizin şu gün içinde olduğu durum ile ilgili pek iç açıcı bir tablo çizmedi. Krizin sektöre etkileri ile ilgili söylediklerini kaldığımız yerden sürdürelim;

* Öncelikle şunu hatırlatmakta fayda var. Savunma sektöründe üretimler proje bazlı yapılır ve üretim yapabilmek için altyapı yatırımı yapar, makine teçhizat alır, sermaye ortaya koyarsınız. Bunun için çoğu zaman kredi çekersiniz. Sonra aldığınız işten sağladığınız avansla yatırım kredisini öder, bir başka kredi ile üretim için gerekli hammaddeyi alırsınız. Sektöre göre farklılık arz etmekle birlikte ilk teslimata kadar geçen uzunca bir süreyi cebinizden fonlarsınız. En basitinden işçileriniz hayrına çalışmayacaktır, devlet elektrik ve suyu bedava vermeyecektir. İlk teslimat ödemesinden gelen parayla ikinci krediyi öder, sıradaki üretimler için yeni bir kredi çekersiniz. Bu döngü böylece sürer gider, ta ki ekonomik bir kriz patlayana kadar...

Yakın zamanda dolar bir anda 3,5 seviyesinden 7 TL seviyesine çıkmıştır. Bu durum, döviz cinsi borçları TL bazında bir anda iki katına çıkartırken, bu kaos neticesinde bankaların kredi faizlerini yüzde 40-45 seviyelerine taşıması ilave maliyetler getirmiştir. Yukarıda anlatıldığı üzere zaten hammadde özelinde ithalata olan bağımlılık neticesinde girdi maliyetleri yükselmiştir. Kâr marjları bir anda yok olmuştur.

* Şu an devam eden görüntü, eldeki stoklarla çalışmanın bir görüntüsü olup, stoklar eritilince neler olacağı, kaç firmanın kapanacağı tam bir belirsizliktir.

* Yükselen enflasyonla birlikte ortaya çıkması muhtemel resesyon beklentisi sektörü ve çalışanlarını vuracak, işten çıkarmalar başlayacaktır.

* Uluslararası finans piyasasında Türkiye'nin notunun sürekli düşürülmesi, firmaların ne yerli piyasada ne de uluslararası piyasada borçlanmasına imkan vermektedir. Şirketler o hale gelmiştir ki, borçlanabilmek için bankalarla faiz pazarlığı yapmamakta, her türlü faize razı olmaktadır. Buna rağmen riskler gerekçe gösterilerek kredi limitleri düşürülmüş veya sıfırlanmıştır. Kısacası, borcunuz var, nakdiniz yok ama borçlanamıyorsunuz. Hatta bırakın borçlanmayı, en iyi konumdaki firmalar bile yabancı müşterilerine vermeleri gereken teminatları sağlayamamakta, bankalar teminat verememekte, akreditif işlemlerine aracılık edememektedir.

* Yabancı para cinsinden borçlanan firmaların borçlanma maliyetlerinin ve borç servislerinin reel olarak artması, bilançolarının net değerlerinin azalarak yatırımlarının olumsuz etkilenmesi söz konusudur. (Borç dolarizasyonunun bilanço etkisi.)

* Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından yapılan ve döviz cinsinden fiyatların TL'ye dönülmesi şeklinde adlandırılan 32 sayılı karardaki en son düzenleme ciddi ağır sorumluluklar getirmektedir. Buna göre, ihracat gelirlerinin 180 gün içinde yurda getirilmesi, derhal TL'ye çevrilmesi ve döviz cinsi sözleşmelerin TL'ye dönüştürülmesi zorunluluğu getirilmiştir. Uygulaması neredeyse imkansız olduğu gibi, ihracatçı firmaları olumsuz etkileme riski bulunmaktadır. Artık firmalar, 180 günü aşan vadede ihracat satışı yapamayacak, elde ettiği tahsilatını TL'ye çevirecek ama döviz cinsi borçları için daha yüksek kurdan tekrar döviz almak zorunda kalacaktır.

* Dövizli sözleşmeler firmalar arasında bir zorunluluktan dolayı yapılmaktadır. Sözleşmeye konu ürün büyük oranda ithal hammaddeye dayandığından, bu sözleşmelerin TL'ye çevrilmesi demek alt yüklenici firmanın tahsil ettiği gelirle hammadde için yeterli ödeme yapamaması anlamına gelir. Ana yüklenicinin sözleşmesinin TL'ye çevrilmesi olası tüm kur risklerini üstlenmesi demek olacağından, ihalelerden çekilmesi sonucuna varacaktır.

---Savunma sektöründe sorunları aşmak için neler yapılabilir?..
* Kısa ve uzun vadede ele almak lazım! Aslına bakarsanız, kısa vadeli sorunlar da, çözümleri de her sektörün derdi durumunda. Uzun vadede olay biraz daha spesifik ele alınabilir.

Kısa vadede;

* TCMB verilerine göre sadece reel sektörün Eylül-Aralık dönemindeki dış borç geri ödemesi 26.8 milyar dolar. Bu miktar refinanse edilemeyince doğrudan döviz talebine dönecektir. İvedi olarak buraya ilaç lazım. Çözüm büyük oranda siyasi kararlara bağlı. Bazı ülkelerle bir hiç uğruna inatlaşmaktan vazgeçilmelidir.

* Türkiye yönünü Orta Doğu bataklığına değil, Avrupa Birliği'ne dönmelidir. Onların almayacağını bilsek bile. Zaten alıp almamalarının bir önemi yoktur. Önemli olan güven ortamının tesis edilmesi, destek mesajlarının gelmesi, insanların güvenle seyahat edebilmesidir.

Ahmet Takan / YENİÇAĞ

(Yarın, çözüm önerilerinin devamı ile dizi yazı son bulacak.)



Din elden nasıl gidiyor?- SERVET AVCI

'Vicdan'dan ve 'adalet duygusu'ndan sıyrılmış Müslümanlık, insanları dinden soğutuyor... Kimi kanaat önderleri, siyasetçiler ve benzer rol modeller ile kendilerini bunlara savunmaya adamış tipler bu gidişata katkı yapıyor...


Dini, siyasetine kalkan yapanlar yüzünden, toplumda, özellikle genç kesimde "Din buysa ben yokum" düşüncesi daha fazla taraftar buluyor... Bazen işportacı gibi davranan siyaset kurumu, anlık zaferler için orta ve uzun vâdede doğacak zararları hesaplamıyor...

                                                                           ***

Oğluna pantolon alamadığı için bir baba intihar ediyor... Yandaş sendika tepkilere 'Kepazelik' olarak cevap veriyor...
Troller sosyal medyadan saldırıyor: "İntihar ettiğine göre o cehennemlik!.. Parası varmış ki oğlunu vaktiyle maça götürmüş!.."
Valiliğin açıklaması daha da ilginç: "İntihar tamamen psikolojik!.."
Valilik iyi ki 'psikolojik' olduğunu açıklamış... Yoksa halk, o intiharın 'keyif'ten, 'spor olsun' diye veya 'siyasî maksatlı' olduğunu zannedecekti!..

                                                                           ***

Manisa'da imam Suriyeli kadınla câmide basılıyor ama Müslümanlardan pek ses yok!.. Karaman'daki Ensar Vakfı skandalındaki sessizlik gibi...
Üçüncü havaalanında hakkını arayan işçilere derhal 'terörist' yaftası yapıştırılıyor... 'İşçinin hakkının alın teri kurumadan' verilmesini emreden dinin müntesiplerinden pek ses yok!.. Tıpkı Soma'daki o uğursuz sessizlik gibi...
İlindeki zenginleri toplayıp Pensilvanya'ya turlar düzenleyen eski Belediye Başkanı ve Bakan, hiç utanmadan sıkılmadan 81 milyonu suçuna ortak etmeye çalışıyor, "Hiç kimse kendini geriye çekip de 'Bizim bunlarla merhabamız yoktu' demesin" diyerek... Masum çocuk cesetleri Meriç'te, Ege'de kıyıya vururken, nüfuz sahibi eski iş birlikçiler keyif çatıyor... Bu açık çarpıklık karşısında Müslümanlardan pek ses yok!..
Yemen'de açlıktan ve ilaçsızlıktan kırılan çocukların üzerine, bütün bunlar yetmezmiş gibi, bombalar yağıyor... Bombaları atan 'dindaş' olunca, yine Müslümanlardan, aydınlarından, gazetecilerinden, siyasetçilerinden pek ses yok!..
Devlet ekonomik anlamda zorda... Buna rağmen kamuda israf inanılmaz boyutlarda... Böylesine kiralık araba ve bina saltanatı gezegenin hiçbir yerinde yok ama bütün bunları 'çerez parası' olarak sunan kafaya karşı Müslümanlardan çıkan pek ses de yok!..
Gırtlağına kadar krize batmış ama kulağına "Sakın aldanma, bu bir algı" denildiğinde de sesi çıkmıyor...
                                                                         ***

Tabii vicdanlı bir örnek bulunca da seviniyor insan... Yenişafak'tan İbrahim Tenekeci iktibas etmiş: "Bugünlerde 'insanların hangi incinmişliğini gidermek istersin' diye sorulsaydı, kesinlikle 'adalet' derdim..."
Sonra devam etmiş: "Adaletsizlik, incinmişlik, tedirginlik, güvensizlik, kendi içinde bile ayrımcılık, şımarıklık, güç zehirlenmesi, önceliklerin değişmesi, kimi kişilerin ekonomik bağımsızlığa ulaştıktan sonra camiayı beğenmemesi, menfaat, kibir, klikleşme... Bu tür olumsuzlukları son zamanlarda ne çok yaşıyoruz. İmkânlardan sonuna kadar faydalananlar, dönüp bakmayanlar ve haksızlığa maruz kalanlar. Sanki üç ayrı dünya oluşuyor..."

                                                                          ***

Geçtiğimiz günlerde Bolu'nun Yeniçağa ilçesinde bir skandal gerçekleşti... İlçe müftüsünün, rahatsız olduğu kaymakamdan kurtulmak için, belediye başkanının ağzından sahte şikayet mektubu kaleme alıp, bir imamı da kendisine suç ortağı yaparak İçişleri Bakanlığı'na gönderdiği ortaya çıktı...
Yani sahtekârlığı müftü ve imam yapıyor... Narkotik şubenin esrar veya ahlâk zabıtasının kadın pazarlaması gibi bir şey!.. Tam da 'sosyal çürüme'nin fotoğrafı!..
Bu olay istisna mı?
Keşke öyle olsaydı ama değil... 'Düzelmenin başlayacağı yer' 'çürümenin başladığı yer'e dönüşmüş...
Kaybettiklerimiz 'bundan sonra kaybedeceklerimizin delili' olarak kendisini gösterirken, bazen ortaklık şeklinde kendisini gösteren o suskunluk en büyük sebep, en büyük...


Servet Avcı / YENİÇAĞ

23 Eylül 2018 Pazar

21.Yüzyıl Enerji Geçiş Sürecinde Doğu Akdeniz - KEMAL ULUSALER

Görünen o ki, Türkiye yeni aldığı Fatih arama gemisi ile kendi karasularında eylenirken, Kıbrıs dahil bölgede aramalara devam edilecek ve sondaj çalışmaları başlatılacak Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz ortamında çatışmaya girmesi beklenmiyor.

BirGün sayfalarında bu konuda pek çok yazı yazıldı. Gerek benim, gerekse İbrahim Varlı’nın yazılarını okuyanların neler olup bittiği üzerine bir temelleri vardır. Ancak okumamış olanlar için kısa bir özetle başlamakta yarar var.

2000 yılından bu yana, İsrail, Lübnan, Kıbrıs ve Mısır’ı içine alan Doğu Akdeniz Havzası'nda yeni doğalgaz rezervleri keşfedildi. Yaklaşık 3.5 trilyon metreküplük bölge rezervinin yeni keşiflerle 4 trilyonun üzerine çıkabileceği söz konusu.

Son 15-20 yılda arama, geliştirme çıkarma ve pazarlara ulaştırma üzerine anlaşmalar yapılmakta. Emperyalizmin sivrisinekleri , kimilerinin tanımıyla enerjinin küresel devleri , yapıları gereği hemen bölge ülkelerinin damarlarına yapışmış durumdalar. Fransız TOTAL, ABD- Exxonmobil ve Noble Energy, İtalyan ENİ, Hollanda kökenli Royal Dutch-Shell, Norveç- Statoil, Kore- Kogas , Rus Novatec, Katar Qatar Petroleum ve diğerleri…

İsrail bir süredir kendi iç tüketimi için doğalgaz çıkarmayı sürdürmekte. Ancak mevcut rezervlerin başta Avrupa olmak üzere dış pazarlara sevki henüz sağlanamadı. Lübnan ile yapılan anlaşma Lübnan Parlamentosundan geçmedi. Mısır ile yapılan anlaşma da öyle…

Diğer ülkeler ise henüz yolun başındalar.
Petrolün, gazın olduğu yerde çatışma olmaması şaşırtıcı olurdu. Doğu Akdeniz de bizi şaşırtmıyor. İsrail Lübnan ile, Kıbrıs Türkiye ile Münhasır Ekonomik Bölge ( BEM) çatışması içindeler. Kıbrıs ise, 2003, 2007 ve 2010 yıllarında sırasıyla Mısır, Lübnan ve İsrail ile MEB anlaşmaları yaptı, sınırlar belirlendi. MEB konusunda kıta sahanlığı tezini savunan Türkiye en son Kıbrıs açıklarında arama faaliyetlerinde bulunan ENİ’yi engelledi. Henüz denizlerde bir it dalaşı yaşanmamış olsa da, son Mısır, Yunanistan, Kıbrıs üçlü toplantısında Mısır gerekirse güç de kullanırız mesajı vererek bu ihtimalin uzak olmadığı sinyallerini verdi.

Enerji geçiş koridorlarında mücadele
Bu kısa özetten sonra, sıra geldi bölgenin enerji-politik labirentinde bir tur atmaya…

Görünürde öncelikli üç düğüm noktası bulunmakta, sırasıyla; Kıbrıs, Suriye ve Lübnan . Merkezdeki düğüm Kıbrıs’ı en sona bırakıp Suriye’den başlayalım. Suriye’de emperyalist müdahalenin yedinci yılını geride bırakırken 2011’ den bu yana kartların el değiştirdiğini görüyoruz. Müdahalenin başat nedenlerinden biri de şüphesiz enerjidir. Suriye’nin petrol ve gaz rezervleri dünya ölçeğinde sadece binde 20’ler seviyesindedir. Ancak devasa bir pazar olan Avrupa ile devasa bir kaynak olan Ortadoğu arasında – Türkiye ile birlikte- önemli bir geçiş noktasındadır. Avrupa’yı Rusya’ya gaz bağımlılığından kurtaracak önemli bir alternatifin geçiş güzergâhındadır. Dolayısıyla, Ortadoğu’daki kaynak ülkeler, AB, ABD ve Rusya için önemi ortadadır. 21.Yüzyıl enerji geçiş sürecinde doğalgaz giderek daha fazla kendine yer bulmaktadır. İşte bu yüzden Suriye’deki müdahalenin içinde Katar ve Suudi Arabistan yer almışlardır. Giderek doğalgaza daha fazla yatırım yapacağını beyan eden Suudi Arabistan için ilk sırada İran faktörü yer alsa da ikincisi gaz faktörüdür. İran için de öyle. Her ne kadar bugün Türkiye ile sorun yaşamıyorsa da yakın gelecekte yaşamayacağını garanti görmemektedir. Dolayısıyla Batı'ya çıkış güzergâhında Türkiye dışında ikinci bir alternatif aramasından doğal bir şey olamaz. Ayrıca geçiş güzergâhı olmaktan öte hep atlanan bir konu da Suriye’nin deniz altı rezervleridir ki tahmini 700 milyar metreküp gaza tekabül eder. Bu Mısır’dan sonra bölgedeki en büyük rezervlerden biridir. Suriye’de gelinen son nokta, Katar, Türkiye ve Suudiler için kayıpken Esad, Rusya ve İran için bir kazanımdır. Ancak yine de bir düğüm söz konudur.

Lübnan, İsrail ile MEB anlaşmazlığını hâlâ çözememiş olup Suudi- İsrail flörtü ile yıldırılmak istenmektedir. Buna rağmen iki bölgede arama ihalelerini sonuçlandırmış bulunmaktadır.

 İsrail’e gelince keşfedip, bir bölümünü içpiyasada tükettiği doğalgazın kalan büyük kısmını dış pazarlara, özellikle Avrupa’ya nakletmenin yollarını arıyor. Türkiye ile sorunlarını görece çözüp bir boru hattı tesisi planları var, ancak öyle anlaşıyor ki bu proje şimdilik beklemede.






Doğu–Med boru hattı projesi yüksek maliyeti nedeniyle beklemede. Bu tür yüksek maliyetli projelerin hayata geçmesi zaman alıyor, 2012 Hayfa Anlaşması ile planlanan dünyanın en uzun deniz altı elektrik hattı (1150 Km. İsrail-Kıbrıs-Yunanistan üzerinden Avrupa’ya) hala başlayabilmiş değil. En son 2018 ilk çeyreğinde başlanacağı söylenmiş ancak henüz bir adım atılamamıştır. Öte yandan dış pazarlara kısmi sevkıyat planlanmış olup, İsrail şirketi Delek ve Noble, Mısır Dolphin Enerji ile on yıllık bir gaz anlaşması imzalamışlardır.

Mısır, Zohr bölgesinde 850 milyarlık yeni keşifle önemli bir aktör haline geldi. Geçen hafta Kıbrıs ile gaz sevkıyatı üzerine bir anlaşma gerçekleştirdiler. Bu anlaşmaya göre Kıbrıs gazı Mısır LNG tesislerinden Avrupa’ya sevk edilecek.
Türkiye’ye gelince; Suriye’de giderek açmaza giren, komşularıyla sorunlu, ekonomik kriz içinde debelenen Erdoğan’ın eli giderek zayıflamakta ve daha kolay taviz koparılabilir bir konuma gelmekte. Süreç bu minvalde gelişecek gibi. Böyle olursa Rusya ile ilişkiler ters yüz olabilir. Bölge enerji ticareti açısından Erdoğansız bir senaryonun da kapalı kapılar ardında tartışıldığı açık.

Doğu Akdeniz’in odak noktası Kıbrıs
Doğu Akdeniz denklemi içinde bu gün için görünür olmasa da odak noktası Kıbrıs’tır .
Neden mi?
Kıbrıs düğümü çözüldüğü takdirde bölge doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya daha ucuz sevk edilebilecek. Arama, geliştirme, çıkarma işlemleri hız kazanacak. Avrupa için ikinci bir alternatif olup, Rusya’ya bağımlılık azalacak. Mısır, Kıbrıs ve Yunanistan ikinci planda kalacak, Türkiye’nin önemi artacak. Görüleceği üzere, Türkiye açısından da Kıbrıs sorununun çözümü önem arz etmekte.

Aksi takdirde, Doğu-Med Hattı gerçekleşirse Kıbrıs’ın , İsrail, Lübnan, Suriye hatta Mısır gazı için bir ortak nokta bir hub olma ihtimali yüksektir.

Yakın gelecek ne vaat ediyor?
Görünen o ki, Türkiye yeni aldığı Fatih arama gemisi ile kendi karasularında eylenirken, Kıbrıs dahil bölgede aramalara devam edilecek ve sondaj çalışmaları başlatılacak Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz ortamında çatışmaya girmesi beklenmiyor. Çok Uluslu Şirketlerin bölgedeki çalışmalarını engellemek, ABD, İtalya, Fransa, Norveç, İngiltere vb.lerini karşısına almak durumuna denk gelir ki bu Erdoğan’ın göze alabileceği bir durum değil. Çıkartılacak gazın sevki hali hazırda LNG terminallerinin önemini arttırıyor. Zaten LNG de dünya ölçeğinde yükselen bir eğilim göstermekte.
Sözün özü öyle ya da böyle Doğu Akdeniz gazı çıkarılacak ve ÇUŞ’ların karları katlanacak. ÇUŞ’ların diyorum zira bölgeden çıkarılan gaz gelirlerinin büyük bir kısmı bu şirketlerin kasasına gireceği kesin. Örneğin Mısır Zohr bölgesinde 8,5 milyar metreküp gazın gelirinin ancak % 30’unu kasasına koyabilecek . Bu da en iyi ihtimalle. Zira yaptığı anlaşmayla gelirin % 70’inin (İtalyan ENİ %30, Rus Rosneft %30 ve :BP %10.) ÇUŞ’lara vereceğini taahhüt etmiş durumda. Bu durum diğer bölge ülkeleri için de böyle.

Not: Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) nedir?
MEB, 1982 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 55’ten 60’a kadar olan maddelerinde açıklanmıştır. Bu maddelere göre özetleyecek olursak MEB; 200 deniz mili boyunca ülkelere canlı ve cansız doğal kaynakların araştırılması ve işletilmesi, denize ilişkin genel araştırma yapma hakkı, deniz üzerine tesis inşa etme, denizaltı kabloları ve petrol boruları döşeme serbestliği tanıyan hukuki bir kavramdır. (1) “Kıta Sahanlığı” daha jeopolitik bir anlam taşırken, Münhasır Ekonomik Bölge kavramı daha çok ekonomik ve hukuksal bir anlama sahiptir.

Türkiye bu 200 deniz milini kabul etmemektedir. Dolayısıyla ortada bir Yunanistan’ın BM’yi refere ettiği harita, bir de Türkiye’nin kendi çizdiği bir harita bulunmakta.

KEMAL ULUSALER / BİRGÜN



Tek yol sınıf mücadelesi - Kansu Yıldırım

Türkiye dahil, gelişmiş ve gelişmekte olan kapitalist ülkelerdeki neoliberal otoriter ve faşizan yönetim tekniklerinin eşzamanlı yükselişi tesadüfi değildir. IMF’nin bir araştırmasına göre (2017), 1991-2014 arasında, incelenen 35 gelişmiş ülkenin, toplam GSMH’nin yüzde 78’ini oluşturan 19’unda emek gelirlerinin payında düşüş gözlenmiştir.


Üçüncü Havalimanı işçileri, Flormar işçileri, Cargill işçileri, Real ve MakroUyum işçileri, Babacanlar Kargo işçileri, Muğla Taşıt Muayene İstasyonları işçileri, Aydın Belediyesi İmar A.Ş. işçileri, Yeşil Kundura işçileri ve daha niceleri… Farklı illerde ve işyerlerinde çok sayıda işçi direnişi ve mücadelesi sürüyor. Kimisi yüzlerce günü geride bıraktı, kimisi kolluk gücüyle veya patronların ayak oyunlarıyla yüzleşerek, çarpışarak direnişine devam ediyor. Son olarak, AKP’nin sembolik iktidarını pekiştirmesi amaçlanan, tam da işçi ölümleri pahasına 29 Ekim’e yetiştirilmeye çalışılan Üçüncü havalimanı işçilerinin ağır çalışma koşullarına ve iş cinayetlerine başkaldırısına tutuklama ile karşılık verildi.

İşçilerin ekonomik ve siyasal düzeylerdeki isyanını burjuva basının kalemşörleri itibarsızlaştırmaya çalışsa da, her direniş ve başkaldırı neoliberal düzene dolaylı veya doğrudan bir itirazı barındırmaktadır. İş cinayetleri artarken, (iktidar partisine oy verenler de dahil olmak üzere) emekçi sınıflar yoksullaşırken, işçi sınıfı, Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişimini ve patronların zenginleşmesini izlemektedir: TÜİK’in “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2017” sonuçlarına göre nüfusun yüzde 20’si toplam gelirin yaklaşık yarısını kazanırken, en yoksul yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay ise yüzde 6,3 olmuştur.

Ücretli emeğin durumu ise kötüleşmeye devam etmektedir: 2017’de kar ve rantın geliri işgücü ödemelerinin iki katı hızda artmıştır. Bunun sonucunda emeğin milli gelirden aldığı pay 1.67 puan azalarak, yüzde 30.54’e gerilemiştir. Ücret, maaş ve yevmiye ile çalışan başına işgücü ödemesi miktarındaki yıllık artış yüzde 9.39’a düşmüştür.Bu sayılara bir de OECD ülkeleri içerisinde haftada 50 saat ile en uzun çalışma süresini ve gerçek işsiz sayılarını eklediğimizde, emekçiler arasında giderek yükselen hoşnutsuzluğun nesnel nedenlerini tespit etmek mümkündür.

Türkiye emekçi sınıfları içerisinde dönemsel olarak dalgalı bir seyir izleyen eylem kapasitesi yükselme dönemindedir. Sendikalaştıkları için işten atılan işçilerin direnişine, ücret/çalışma koşulları/özlük hakları için mücadele eden başka işçiler eklenmektedir. İşçilerin mücadelesi ekonomik temelde yükselen taleplerin dışında, aynı zamanda doğrudan doğruya varoluşlarıyla da ilişkilidir. Göreli ve mutlak artık değer sömürüsünün yoğunlaşması sonucunda işçiler çalışırken ölmekte; aynı anda birden fazla işçi yaşamını yitirmemişse haber değeri bile taşımamaktadır. İSİG Meclisi’nin verilerine göre, AKP iktidarında 21 bini aşan iş cinayeti vakası, söz konusu olgunun kapitalist emek rejiminin adeta ayrılmaz bir parçasına dönüştüğünü göstermektedir. Büyük-küçük fabrika, işletme ve şantiye fark etmeksizin sermaye birikim süreci düpedüz işçilerin artık değerinin ve cansız bedenlerinin üzerinde yükselmektedir.

•••

Türkiye’de neoliberalizme ve bununla bağlantılı siyasal projelere ‘mutlaklık’ atfetmekten kaçınmaya ilişkin önemli bir gösterge, işçi direnişleridir.

Olağanüstü halin korku ikliminde de, 24 Haziran seçimlerinin nefes alamama hissiyatını kuvvetlendirdiği melankolik siyasal alanın içerisinde de, farklı ölçeklerde işçi mücadeleleri sürmektedir. Seçimlere giren adaylar daha seçim akşamından itibaren ortalıktan kaybolurken, işçiler fabrika kapısı önünde hakkını aramaya devam etmektedir. Bu son derece önemli bir göstergedir, öyle ki –Marx’ın siyasal sınıf bilinci kazanmış proletaryayı tanımlarken kullandığı ölçüte sadık kalırsak– işçi sınıfı “kendisi için sınıf” olmaya yaklaştığı koşullarda burjuva siyasetinin konformist kurtarıcılık alanından uzaklaşmakta; bir şekilde meşru mücadele ekseninde ve siyasal özneliğinin farkında olarak davranmaktadır. Bu nedenle burjuva siyasetçilerin kabuklarına çekildiği, korunaklı alanlarda siyaset eylediği dönemlerde, işçi sınıfı mücadele içerisinde özneleşerek (class-in-struggle2) sokakta, işyerinde, işten atıldığı işletmenin kapısı önünde mücadele kararlığını sergilemektedir.

Mücadelede özneleşen işçilerin eylemlerine onların atfettiklerinden daha fazla anlam yüklemek elbette bir tür idealizmdir ancak işçilerin tekil biçimlerde sürdürdüğü mücadelelerinin vektörel doğrultusunu görmezden gelmek de, sınıfı görmemek de bir tür pasifizmdir. Keza, AKP iktidarı söylemleriyle ve eylemleriyle sınıfsal karakterini bilhassa dışavururken, burjuva siyasetinden sola bulaşan ve neredeyse her hücresine sirayet eden (kapitalist normlara endeksli) soyut demokrasi masalı etrafında örülmüş kimlik politikaları ve aslında örgütsüzlüğü vaaz eden popüler figürlere dayalı havari kültürü, işçi sınıfı ile sol siyaset arasındaki makasın açılmasına yol açmaktadır.

Robert Michels’in “örgüt diyen, oligarşi diyordur” şeklindeki formülünü, bugün, sol-liberallerin ideolojik soslarıyla bulamaç olmuş, işçi sınıfı siyaseti yürüten örgütleri ‘demokrasicilik’ uğruna geri planda tutan bir “normalleşme” düşüncesi takip etmektedir. Sonuç olarak karşımıza çıkan ise, kitlelerle bağını yitiren, köşe kapmaca oynayan bir sol siyasal anlayıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, egemen sınıfların siyasal desteğini kaybetmemek adına emeğin anayasal hakkı olan grevi yasaklayacağını açıklarken, bu ifadenin karşısına koro halinde “tek adam rejimi” argümanıyla çıkmak artık bir anlam ifade etmemektedir; dahası mevcut durumu Marksist bir perspektiften yorumladıklarını varsayanların sınıflar arası ilişkilerdeki ve devlet biçimindeki dönüşümü açıklarken “tek adam rejimi” türünden Weberci terminolojiye sığınmaları ise tutarsızlıktan başka bir şey değildir.

Bugün Türkiye toplumsal formasyonuna özgüymüş gibi görünen şiddetli siyasal baskı Lenin’in “Devlet ve Devrim” eserinde tanımladığı “burjuva diktatoryası” kavramının ideolojik ve iktisadi içerikle güncellik kazanmasından öte bir tanıma sahip değildir. Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu tüm toplumsal formasyonlarda sermaye sınıfı için tutulacak yol bir ve aynıdır: Egemen sınıflar, siyasal ve sınıfsal üstünlüklerini korumak adına diğer sınıfı/sınıfları devletin zor aygıtı aracılığıyla baskı altında tutmak, hegemonik üstünlüklerini kaybetmemek zorundadır. Dünyada toplumsal üretim araçlarına sahip olanların sayısı azalırken (tekelleşme), yoksulluk artmakta ve emeğin durumu günden güne kötüye gitmektedir. Emeğin bu denli kıyıcı bir tablo karşısında sessiz kalması amacıyla –iktisadi, siyasi, toplumsal– kısacası nasıl olursa olsun denetim altında tutulması kapitalist devlet aygıtının karakteristiği gereğidir.

Marx, Kapital’in ilk cildinde kapitalist yönetim biçiminin temel niteliğini izah ederken, bunun sadece iktisadi alanla sınırlı kalmadığını, toplumsal alanda denetimi kapsadığını ve içerdiğini şöyle izah etmiştir: “Kapitalistin yönetimi, yalnızca toplumsal emek sürecinin doğasından kaynaklanan ve ona ait olan özel bir işlev olmayıp, aynı zamanda toplumsal bir emek sürecinin sömürüsü için gerekli ve dolayısıyla da sömüren ile sömürüsünün ham maddesi arasındaki kaçınılmaz karşıtlığın zorunlu kıldığı bir işlevdir.”3 Kapitalist yığınsal üretim teknolojinin gelişmesiyle birlikte karmaşık bir hal aldıkça, bu giriftliğin toplumsal yaşamda da bir dizi yansımaları olmaktadır. Doğru orantılı bir biçimde, sermayenin denetim ve hegemonya alanı da karmaşıklaşmakta ama sömürü özünü korumaktadır.

Emekçi sınıfları baskı altında tutmak ve kontrol etmek için yeni rıza mekanizmaları dışında, zor’un kapsayıcılığı da arttırılmaktadır. Türkiye dahil, gelişmiş ve gelişmekte olan kapitalist ülkelerdeki neoliberal otoriter ve faşizan yönetim tekniklerinin eşzamanlı yükselişi tesadüfi değildir (Rusya, Polonya, Fransa, Macaristan, vd.). IMF’nin bir araştırmasına göre (2017), 1991-2014 arasında, incelenen 35 gelişmiş ülkenin, toplam GSMH’nin yüzde 78’ini oluşturan 19’unda emek gelirlerinin payında düşüş gözlenmiştir.4 54 yükselen ülkenin ise toplam GSMH’nin yüzde 70’ini üreten 32’sinde emek gelirlerinin payı gerilemektedir. Ücretli emeğin hoşnutsuzluğu kendiliğinden ve tekil formlarda ortaya çıksa da, iktidarlar tarafından açık tehdit olarak algılanmaktadır.

•••
Geliyoruz kadim soruya; ne yapmalı?

Bu soruya doyurucu yanıt vermenin yolu pratikten geçiyor. Ancak “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” ilkesinden hareketle belirli örnekleri incelemek mümkün. Socialist Register dergisinin 2013 yılı sayısında Atilio A. Boron imzalı “Latin Amerika Halk Mücadelelerinde Strateji ve Taktik” yazısı belirli başlıklar bakımından retrospektif bir ufuk taramasına yardımcı olabilir.

Boron, Hardt, Negri ve Holloway’in eserlerinde dile getirildiği türden post-modern ve post-Marksist eğilimlerin geçer akçe sayıldığı bir dönemde, geleneksel sınıf mücadelesi biçimlerinin demode kabul edildiği bir ortamda “devlet fikrinin öldüğünü”, “defnedilmeyi beklediğini”, “devlet iktidarını ele geçirme yolunda stratejilerin anlamını yitirdiğini”, “devlet erkinin ele geçirilmesi fikrinin devrimin yozlaşması ve acımasızca boşa çıkartılması” anlamlarına geldiğini yazar. Parti fikrine ve temelde sınıf iktidarı merkezli örgütlenmeye ilişkin “küçümseyici bakış doğarken”, “kendiliğindenlik”, “yataylık”, “stratejisizlik” gibi erdemlerin kıymete binmesi de cabasıdır.5

Öte yandan Boron, “solda yer alanlar başta olmak üzere, siyasi partilerin ‘seçim tutulması’ şeklinde tanımlanabilecek seçim siyaseti deli gömleğinin yırtılıp atılması” konusu üzerinde durur. Latin Amerika’da toplumsal hareketlerin ve ‘sokak’ fikrinin kazanımlarından birisinin bu olduğunu belirtir. Ancak bunun da bir sınırı bulunmaktadır: “Kahramanca direnişler, gösteriler ve şiddetli kavgalar, halk güçlerinin geçici zafer kazanmasını sağlayabilir ama sermaye iktidarının parçalanması için yeterli olamaz”.6

Latin Amerika üzerine bu düşünceler Türkiye için de tanıdıktır. Önderlik (parti) sorunsalına eşlik eden program sorunsalı üzerine durmak gerektiği açıktır. Leninist yöntemde “parti ve önderlik öncelikle yığınların güvenini kazanmalı, ancak ondan sonra devrimci stratejiyi başlatmalıdır”. Bugün sol ile kitleler arasındaki uçurumu göz önünde bulundurursak, tüm emekçi sınıfların sorunlarıyla ortak kesişim kümelerinin oluşturulması gerektiği daha da önemli hale gelmektedir. Sol, işçi sınıfının taleplerine ve direnişine dışsal kaldığı oranda tebliğ ve ajite eden izleyici pozisyonuna bürünmekte, direnişin organik ve örgütleyici parçası olmak doğrultusundaki dönüşümünü gerçekleştirememektedir. Bu durumda ister seçim merkezli isterse de sokak merkezli olsun tüm siyasal mücadele alanlarında yenilmeye mahkumdur.

Sınıf siyasetini statü ve kimlik politikalarıyla eşdeğer tutarak, işçi sınıfına kozmopolit turist muamelesiyle yaklaşan stratejiler, en nihayetinde burjuva siyasetine “ucundan” eklemlenmektedir. Siyaset, yalnızca seçim siyasetine ya da liderler arası afaki polemiklere indirgendiği ölçüde ve en önemlisi etkili muhalefeti iktidara gelmeye tercih eden uzlaşmacı anlayışlara prim verildiği müddetçe yenilgiler tarihi de tekerrür etmeye devam edecektir. Kurucu irade, kurucu program ve bunun etrafında örgütlenmiş iktidar perspektifiyle yeni bir sayfa açmak, Türkiye özgüllüğünde devrimci teoriyi yeniden düşünmek, kitlelerle bağları yeniden kurmak ihtimal dahilindedir. Tek yol, sınıf mücadelesidir…

Kansu Yıldırım / BİRGÜN

1 İsmet Özkul, Hızlı büyümede çalışanların payına ne düştü?, Dünya, 06.05.2018
2 Söz konusu kavram sınıf tartışmaları dahilinde Adam Przeworski’nin 1977 tarihli “Proletariat into a Class” makalesinde geçmektedir. Kavramın geçerliliğine ilişkin tartışma bu yazıyı aşacaktır.
3 Karl Marx, Kapital I, çev. Mehmet Selik, Nail Satlıgan, Yordam Kitap, 2011, sf. 322.
4 Hayri Kozanoğlu, “Küresel pastada emekçinin payı geriliyor”, BirGün, 02.05.2017.
5 Atilio A. Boron, “Latin Amerika Halk Mücadelelerinde Strateji ve Taktik”, içinde Socialist Register 2013 (Haz. L. Panitch, G. Albo, V. Chibber), çev. U. Haksan, T.B. Işık, Yordam Kitap, 2016, sf. 141
6 “Latin Amerika Halk Mücadelelerinde Strateji ve Taktik”, f. 152

“Liberal manifesto”, tarihi maddecilik ve insan hakları - TANER TİMUR

The Economist, kuruluş yıldönümünü sadece “Liberal Manifesto” ile kutlamadı; haftalardır liberalizm tarihinde en etkili olmuş düşünürleri de anlatıyor. Hatta bununla da yetinmemiş, bunların karşısına “illiberal” dediği düşünürleri de koymuş. Bunlar da liberalizme, yani “özgürlüğe”(!) karşı olanlar; Karl Popper’ın “açık toplum düşmanları” olarak nitelediği bazı düşünürler.


Ünlü bir dergi. 175 yıl önce, The Economist adıyla yayın hayatına başlamıştı. Günümüzde ise haber ve yorumları her hafta 1,5 milyonu aşan bir okuyucu kitlesine ulaşıyor. Tarihi, kapitalizm tarihi ile örtüşüyor ve son sayısında da (15 Eylül 2018) bu uzun birlikteliği bir “manifesto” ile kutladı. Bir çeşit Liberal Manifesto. Sınıf kavgasını fikir planında yürüterek liberal burjuvazinin görüş ve çıkarlarını savunuyor. Her ne kadar 175 yıllık tarihinde bu kavgayı hep yok saymış olsa da!

•••

Aslında kurucu baba James Wilson 1843 yılında ilk sayıyı çıkarırken hiç de büyük iddialar peşinde görünmüyordu. İskoçyalı bir tekstil imalatçısının oğluydu; şapka imaliyle meşguldü ve kârına kâr katmaktan başka bir düşüncesi de yoktu. Oysa hiç umut edemeyeceği ölçüde başarılı oldu. Nitekim on yıl sonra, 1853’te, finans alanına da yayılıp “İmtiyazlı Çin, Hindistan ve Avustralya Bankası”nı kuracak ve servetini katlayacaktır.

Yine de bugün geriye bakarken bu “başarı”nın çok da şaşırtıcı olmadığını söyleyebiliriz. Tarih kendisini son derece uygun bir mekânda ve son derece uygun koşullarda yakalamıştı.

•••

1840’lar, kapitalist üretim ilişkilerinin hızla geliştiği ve hegemonya kurduğu yıllardı. Başı tekstil sanayi çekiyor, imalatçıların yün ihtiyacı artıyordu. Tarlalar da bu ihtiyacı karşılamak üzere hızla hayvan çiftliklerine dönüşüyordu. Büyük senyörlerin başlattığı “çitleme” (enclosure) hareketiyle topraklarını kaybeden köylüler “yurtsuz ocaksız” emekçiler haline gelmeye başlamışlardı. “İlkel birikim”in acımasız kanunuydu bu ve bu koşullarda kârın azamileşmesi için de “emek gücü”nün mümkün olduğu kadar ucuza kapatılması gerekiyordu. Vahşi kapitalizm kanunlarının hüküm sürdüğü bir dönemde bunun bir yolu da dışarıdan buğday ithalini yasaklayan kanunun (Corn Law; Tahıl Kanunu) ilga edilmesiydi.

•••

Tahıl Kanunu büyük toprak çıkarlarını koruyan bir kanundu; kaldırılması işçi ücretlerinin azalmasına yol açacak ve burjuvazinin zaferi olacaktı. Liberal Manifesto’da yazıldığı gibi, 1840’larda işçi ücretlerinin % 60’ı yiyeceğe, bunun yarısı da ekmeğe harcanıyordu. Tahıl ticareti serbest olunca buğday ucuzlayacak, bundan işçiler de kârlı çıkacaktı. Sanayicilerin yaydığı fikir buydu.

Zafer 1846’da gerçekleşti, Tahıl Kanunu kaldırıldı.

Zafer biraz da The Economist’in zaferiydi; zaten dergi yayın hayatına kavgada tuzu olsun, zafere katkıda bulunsun diye başlamıştı. Wilson’un kendisi de şahsen bir risale kaleme alarak kavgaya katılmıştı. Bakınız olay Britannica’da nasıl anlatılıyor: “1839’da Manchester’da Tahıl Kanunu’na karşı kurulan Birlik, sanayici sınıfı büyük toprak sahiplerine karşı seferber etmeye başladı. 1843’de de İskoçyalı James Wilson’ın Londra’da haftalık haber ve fikir dergisi The Economist’i çıkarmasına, derginin Tahıl Kanunu’na karşı bir ses olması amacıyla yardımcı oldu”.

•••

Aslında aynı bilgi Liberal Manifesto’da da veriliyor.. fakat farklı bir yorum eşliğinde.. Burada sanayicilerin yerine işçiler konuluyor ve “dergimiz tahıl üreticilerine karşı fakirlerin yanında yer almak için kuruldu” deniyor. Ve buna eklenen cümle de şöyle: “Bugün de aynı vizyonla, patrisyenlerle (varsıllar kastediliyor) savaşan yoksulların yanında yer almalıyız!”.
Hangi vizyon birliği? Peki, ya 1840’larda “patrisyen”lerin belirlediği işçi ücretleri? Ya “yoksullar”ın o günlerdeki yaşam koşulları? Onları da herhalde Charles Dickens’ın o yıllardaki eşsiz sosyal betimlemelerinden öğreneceğiz. Ve daha çok da Alman düşünür Friedrich Engels’ten.. The Economist dergisinin yayın hayatına atıldığı günlerde İngiltere’de işçilerin yaşam koşullarını bilimsel olarak incelemeye başlayan 23 yaşındaki genç devrimciden..

•••

Aslında J. Wilson ile F. Engels arasında bir benzerlik var; aynı sosyal kökenden geliyorlar. İkisi de bir tekstil fabrikatörünün oğlu ve ikisi de baba mesleğinde çalışıyorlar. 1843 yılında Engels de İngiltere’de bulunuyor ve yaşamını teknolojik gelişmelerin en hızlı olduğu Manchester’de sürdürüyor. Fark ise şurada: Engels, iş adamı Wilson’da olmayan bir bilim tutkusuyla yaşıyor ve giderek toplumu her yönüyle kontrol altına almaya başlayan kapitalist üretim biçimini anlamaya çalışıyor. Dikkati de özellikle bu sistemin yarattığı ve yeni bir adla (Pauper) anılmaya başlayan yoksullar üzerinde.. 1845’te, Leipzig’de yayınlanan incelemesi toplum bilimlerinde bir devrim niteliği taşıyan tarihi maddeciliğin temel taşlarından biri olacak ve Engels, hayatının sonlarına doğru bu tecrübesini şöyle anlatacaktır: “Manchester’da en açık şekilde şunu fark ettim: Tarihçilerin bugüne kadar rol vermedikleri; verirlerse de ancak ikinci derecede bir rol atfettikleri iktisadi olgular, en azından modern dünyada belirleyici bir güç teşkil ediyorlar; bunlar bugünkü sınıf çelişkilerinin üstünde yükseldiği bir temel oluşturuyorlar; bu sınıf çelişkileri de, özellikle İngiltere gibi büyük sanayinin tam gelişmesine elverişli olduğu ülkelerde siyasal partilerin, siyasal kavgaların ve sonuç olarak da siyasal tarihin temelini teşkil ediyor”. (Quelques Mots sur l’Histoire de la Ligue Communiste;1885).

•••

Devrim? İşte The Economist’in başından itibaren hiç sevmediği ve hep küçümseyerek söz ettiği bir kavram! Liberal Manifesto da bu espri içinde kaleme alınmış ve dergi 175 yıllık manevi mirasını “devrimci” ve “muhafazakâr” çizgilerden dikkatle ayırarak anlatıyor: “Dergimiz, diyor, 175 yıl önce, Amerikan üniversite kampüslerinin solcu ‘ilericiliği’ ya da Fransız yorumcuların sağcı ‘ultraliberalizm’ büyücülüğü adına değil, liberalizm adına kampanya yapmak için yaratıldı. Bireysel onur, serbest piyasa, sınırlı hükümet ve tartışma/reform yoluyla sağlanacak beşeri ilerlemeye olan inanca evrensel planda angaje olduk”.

•••

Vizyon da, hedefler de anlaşıldı; peki, 175 yıl sonra varılan noktada derginin sunduğu bilanço tam bir başarı belgesi sayılabilir mi? Liberal Manifesto buna evet diyemiyor ve daha ilk cümlesinde şu teşhisi koyuyor: “Liberalizm modern dünyayı yarattı; fakat modern dünya ona sırt çeviriyor”. Amerika ve Avrupa’da “liberal seçkinlere popüler ayaklanma” sıkıntısı baş gösterdi; başka yerlerde de 25 yıllık özgürlük ve serbest piyasa uygulaması tersine döndü, diktatörlük rüzgârları esiyor. Oysa yine de bugün 175 yıl öncesinden ne kadar farklı koşullarda yaşıyoruz!

•••

1840’larda dünyada ortalama yaşam beklentisi 30 yaşın altındaydı, bugün 70’in üstünde; mutlak yoksulluk oranı ise % 80’den % 8’e düştü. Ve bu arada okur yazarlık oranı da beş katından fazla arttı. Tabii bütün bu ilerlemeler –dergi de itiraf ediyor- sadece liberalizmin eseri sayılamaz; ama ona almaşık teşkil eden rejimler başarılı olamadı; çöktüler.
Ne var ki günümüzde liberalizm de cazibesini kaybetmiş bulunuyor; hücum altında, sallanıyor. O halde liberalizmi yenilemek, “yeni bir liberalizm” yaratmak gerekiyor. The Economist’in vardığı sonuç bu; dergi yeni misyonunu böyle tanımlıyor.

•••

Aslında The Economist, kuruluş yıldönümünü sadece “Liberal Manifesto” ile kutlamadı; haftalardır liberalizm tarihinde en etkili olmuş düşünürleri de anlatıyor. Hatta bununla da yetinmemiş, bunların karşısına “illiberal” dediği düşünürleri de koymuş. Bunlar da liberalizme, yani “özgürlüğe”(!) karşı olanlar; Karl Popper'ın “açık toplum düşmanları” olarak nitelediği bazı düşünürler. Rousseau, Marx ve Nietzsche.. Bunlardan Rousseau, Robespierre’i; Marx, Stalin ve Mao’yu; Nietzsche de Hitler’i yarattı diyor, derginin adı saklı yazarları..

Oysa son derece sathi ve gerçeklere aykırı sözler bunlar.. Bu kadar iddialı bir dergiye hiç yakışmayan, iki yüz yıldır sermaye sözcülerinin ağızlarına sakız yaptığı bazı klişeler.

“Liberal” başbakan Adolphe Thiers, Komüncüleri katledecek Fransız subayları esaretten kurtarmak için Almanlarla pazarlık yaparken, I. Enternasyonal, Marx ve Engels bu rezilliği dünyaya anlatmaya çalışıyorlardı. Bugünlerde ise, “liberal” bir dergide, “insan hakları”nı hiçe sayan “açık toplum düşmanları” arasında sayılıyorlar.

•••

İlginç bir rastlantı, bu yıl Marx’ın da 200’üncü doğum yıldönümü ve tarihi kapitalizm tarihiyle örtüşen bir derginin Kapital’in yazarına, analizlerini paylaşmasa bile, daha saygılı davranması, daha fazla yer vermesi gerekmez miydi? Ne var ki The Economist bunu yapmadığı gibi daha birkaç yıl önce de (3 Mayıs, 2014), 1867 yılında yayınlanan Kapital’e dergide ilk göndermenin ancak kırk yıl sonra, 1907 yılında yapıldığını yazmıştı. Bugünlerde ise, aynı dergi, Marx’ı insan haklarına kayıtsız kalmakla suçluyor ve Marx’ın “Fransız Devrimi’nin manifestosu olan İnsan Hakları Beyannamesi'ni burjuva bireyciliği ve özel mülkiyet fermanı sayarak onunla alay ettiğini” söylüyor.

Oysa gerçekler şöyle: Marx ve Engels 1789 Beyannamesi’yle alay etmek şöyle dursun, onu insan hakları açısından yetersiz ve bu haliyle de sosyal haklarla tamamlanması gereken temel bir belge olarak görüyorlardı. Zaten 1848 Devrimi patlak verdiğinde sokaklara dökülüp Cumhuriyet’in ilanını sağlayanlar da her türlü sosyal haktan yoksun kitleler oldu. Ne var ki devrimi karşı devrim izledi ve arkadan da III. Bonapart’ın darbesi geldi. Peki bu darbenin en derin analizini kim yaptı? Bugün hâlâ tarihi bir ders niteliği taşıyan 18 Brumaire yazarı Marx!

Devam edelim: Louis Bonapart, Fransa’yı yirmi yıl demir pençe ile yönetti ve 1870’de ülkesini felakete sürükleyerek Almanlara yenildi; esir düştü. Ne var ki bu onur kırıcı duruma isyan ederek ayaklanan ve Paris’te bağımsız Komün idaresini kuranlar da yine ezilen halk olmuştu.

Paris Komünü belki de tarihin gördüğü en demokratik yönetim oldu. Orada herkes eşitti; memurlar bile seçimle geliyor, gerektiğinde halk oyuyla azlediliyordu. Ordu lağvedilmiş, kadını ve erkeğiyle tüm Parisliler bir halk ordusu haline gelmişti. Eğitim parasız ve herkese açık hale getirilmiş, ulusal ayrımcılık ve pasaportlar kalkmıştı. Alman ordusu tarafından kuşatılmış olan Komüncüler, çalışma bakanı olarak bir Alman işçiyi seçmişlerdi. İşte bu koşullarda, tecrit edilmiş ve dış dünyayla ilişkileri kesilmiş kahramanları savunmak da I. Enternasyonal’a ve onun bu konuda en yetkili gördüğü Marx’a düşmüştü. “Liberal” başbakan Adolphe Thiers, Komüncüleri katledecek Fransız subayları esaretten kurtarmak için Almanlarla pazarlık yaparken, I. Enternasyonal, Marx ve Engels bu rezilliği dünyaya anlatmaya çalışıyorlardı. Bugünlerde ise, “liberal” bir dergide, “insan hakları”nı hiçe sayan “açık toplum düşmanları” arasında sayılıyorlar.

•••

The Economist dergisi, günümüzde “liberalizm” gözden düştü diye yakınıyor; kapitalizmi ehlileştirmeye ve yeni bir liberal anlayış yaratmaya çalışıyor. Bu arada okuyucularını da çağdaş dünya hakkında bir takım yararlı bilgilerle donatıyor. Üstelik bunları yaparken neo-faşist akımlara, irili ufaklı diktatör taslaklarına karşı savaşmaktan da geri durmuyor. Bütün bunlar güzel de, kendi geçmişiyle hesaplaşırken daha tutarlı olsaydı ve okuyucularına yukarıdaki gerçekleri de anlatsaydı daha iyi olmaz mıydı?

Taner Timur / BİRGÜN