25 Kasım 2018 Pazar

Kadına şiddetle mücadele ve Mirabal kardeşler - SOL

'Bundan 58 yıl önce, okyanus ötesinde Mirabal kardeşlerin yazdığı tarih, bugünün kadınlarının ekonomik, fiziksel ve psikolojik her türlü şiddete ve şiddeti besleyen sömürü düzenine karşı dimdik durabilmeleri için bir zemin oluşturacak.'


25 Kasım 1960’ta Dominik Cumhuriyeti’nde, ülkede 30 yıldır iktidarda olan diktatör Rafael Trujillo’ya boyun eğmeyen üç kız kardeş iktidarın emriyle öldürüldü. Patria Mirabal, Minerva Mirabal ve Maria Teresa Mirabal, Trujillo onları sonsuza kadar susturma kararı alana kadar çeşitli yollarla direnmeye devam ettiler. Defalarca tutuklanan Minerva ve Maria Teresa’nın uzak bir hapishaneye özellikle nakledildikleri eşlerini ziyaret etmeye giden üç kadın, dönüş yolunda ıssız bir yerde şoförleri ile birlikte saldırıya uğradı, öldürüldü ve olaya kaza süsü vermek üzere bedenleri arabalarına tekrar konduktan sonra uçurumdan aşağıya atıldı.

Trujillo, Latin Amerika ülkelerinden elini hiç çekmeyen ABD’nin desteğini uzun süre arkasına almıştı. En büyük görevi, dünya üzerinde ve Latin Amerika’da esen sosyalist devrim rüzgarının ülkeye girmesini engellemek ve Amerikan sermayesi ile iyi geçinmekti. 31 yıllık iktidarında 500 binden fazla insanı gizli polisi aracılığıyla öldüren ve birçok kişiyi işkencelere maruz bırakan Trujillo, dönemin tanıklarına göre ülkenin kadınlarına “sahip olduğunu” düşünüyordu. Emir verdiği halde yanına istediği kadınların gönderilmemesi demek, ailelerinin devlet başkanına itaat etmemekten ceza alması demekti.

Batista diktatörlüğünü alaşağı eden ve sosyalist devrimini gerçekleştiren Küba örneği, Dominik Cumhuriyeti’nde de artık boyun eğmemeye kararlı bir grup insanı biraz daha harekete geçirdi. Trujillo’yu devirmek için denizden adaya inen 50 devrimcinin öldürülmesinin ardından, öldürüldükleri tarih olan 14 Haziran, ülke içerisindeki muhalif grubun yeraltı örgütünün adı oldu. 14 Haziran hareketi içerisinde Las Mariposas (Kelebekler) kod adını alan ve hala bu isimle hatırlanan 3 kız kardeşin ölümü, direnişi söndürmek yerine daha da güçlendirdi.

1981 yılında Latin Amerika’daki kadın aktivistler, faşist diktatörlere karşı yaptıkları bir mücadele ilanı olarak Mirabal kardeşlerin öldürüldüğü gün olan 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak belirlediler; 1999’da ise Birleşmiş Milletler, 25 Kasım’ı "Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü" olarak kabul etti.

Bugün kadına şiddet sistematik ve yaygın biçimde devam ediyor. Kadınlar öldürülüyor, fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalıyor. Ancak ortadan kaldırılması için mücadele vereceğimiz şiddet, yalnızca evde ve sokakta koca ya da sevgili tarafından uygulanan değil, aynı zamanda gazetelerde ve televizyonlarda pekiştirilen kadın düşmanlığı ile iş yerinde patron tarafından da uygulanan şiddet. Kadınların, eğer çalışabilirlerse, düşük ücretlerle ve kayıtdışı çalıştırılmaları, haklarını aradıklarında da “evlerine gönderilecek” ilk grup olmaları gerçeği, bu durumu kullanan sömürü düzenine karşı durarak değişecek. Bundan 58 yıl önce, okyanus ötesinde Mirabal kardeşlerin yazdığı tarih, bugünün kadınlarının ekonomik, fiziksel ve psikolojik her türlü şiddete ve şiddeti besleyen sömürü düzenine karşı dimdik durabilmeleri için bir zemin oluşturacak.

SOL

'Burası distopik bir ülke, burası Chaosmos' - E. Zeynep Suda, Olgu Ülkenciler

Emin Altan'la 'Chaosmos' adlı sergisi ve kitabı üzerine konuştuk. Beş yıl boyunca dünyanın farklı noktalarında hayalet mekanları, terk edilmiş yapıları fotoğraflayan Altan, belgesel kulvarın dışında olmayı tercih ettiğini söylüyor: 'Ben hep şunun peşinde olmayı seçtim: Orada bir hastanede boş bir yatak görüyorsunuz ve ey izleyici, bu senin orada ölen babaannendi, hisset bunu diyen bir yaklaşım...'

“Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm”



Emin Altan’ın beş yıllık bir proje kapsamındaki fotoğrafları Norgunk tarafından Bülent Erkmen’in kurgu ve tasarımıyla Chaosmos adlı kitapta yayımlandı.
Kitabın tanıtım yazısında “Burası distopik bir ülke, burası dünyada bir yer, burası ‘Chaosmos’. Yaşayanlar az önce buradaydılar ama şimdi yoklar, kıyameti beklemeden çekip gitmişler. Evlerini, fabrikalarını, uçaklarını, işkence odalarını, çocuklarının oyuncaklarını bırakıp gitmişler. Belli ki bir şeyler ters gitmiş. Emin Altan beş yılı aşkın bir süre boyunca bu distopik ülkeyi gezdi, bu hayalet mekanları, yapıları fotoğrafladı, modern insanın doğayla girdiği savaştan nasıl yenik ayrıldığını kare kare belgeledi. Dünyaya inanmayan, onu aşmaya çalışan zihnin ödediği, ödettiği bedellerin kaydını düştü” deniyor. Altan projesini iki tema, Narcissus ve yabancılaşma kavramları üzerinden yürüttüğünü belirtiyor.

Dostumuz fotoğrafçı Emin Altan’la Chaosmos albümü ve sergisiyle ilgili olarak konuştuk..
________________________________________________________________
– Emin Altanʼın fotoğrafla olan macerası nasıl başladı?
Çocukluk yıllarında bir fotoğraf makinesi sahibi olarak fotoğrafa ilgi duymaya başladım, dedemle beraber karanlık odada ilk fotoğrafımı bastığımda herhalde 5-6 yaşlarındaydım, karanlık odada kimyasalların içinden bir görüntünün ortaya çıkışı, dedemle yaşadığım büyüleyici bir şeydi. Yine aynı yaşlarda 8mm bir kamera edinmiştim ve daha sonra sinemayla da ilişkilendiğim üniversite yıllarımda hep yanımda taşıdığım bir Zenit makinem vardı. Bana ilginç gelen bakış açılarıyla görüntüleri yakalamaya çalışıyordum ama bu daha çok amatör bir hobi olarak gelip geçti. 1994’ten sonra İFSAK ile ilişkim başladı. Fotoğraf üzerine yoğunlaştım ve projeler üretmeye başladım. İFSAK bünyesinde çalışmalarım 2003ʼe kadar yoğun olarak sürdü. 1998-2003 arasında İFSAK yönetim kurulunda ve uluslararası fotoğraf yarışmaları düzenleme süreçlerinde görev aldım. Paralel olarak Fotoğraf Vakfı içerisinde de görevler aldım ve uluslararası festivaller düzenledik, tabii ben bir gemi inşaat mühendisi olarak profesyonel hayatın içindeydim ve çok yoğun bir çalışma temposu içerisinde fotoğrafa çok az zaman ayırabiliyordum. Bu uluslararası fotoğraf festivalleri sürecinde tanıştığım çok önemli fotoğrafçılar oldu ve onların nasıl çalıştığını, işlerinin peşinde tutkuyla nasıl koştuklarını, sınır tanımadıklarını gördüm, benim dar zaman aralığına sıkıştırdığım projeler ile yetinemeyeceğimi bir kez daha anladım, kendi koşullarım yüzünden fotoğrafa küstüm de diyebilirim. Fotoğraf çekmeyi öteledim ve buna paralel olarak emekli olup fotoğraf projelerinin peşinde koşacağım bir hayatın hayalini kurmaya başladım. 45 yaşında bunu gerçekleştirmeyi hedefliyordum ama 49 yaşımda oldu.

Emekliliğin hemen ardından 2012 yılında bu projeye başladım, 2017 yılında da son fotoğrafları çektim ve böylece Chaosmos ortaya çıktı. Aynı anda pek çok projeye yoğunlaşabilen biri olmadığım için tek bir projeye yoğunlaştım. Ben bir sokak fotoğrafçısı, foto muhabir ya da belgesel fotoğrafçısı değilim. Genel olarak projem kapsamında bir adım atacak değilsem o dönem yanımda fotoğraf makinesi taşımıyorum. Proje odaklı çalışabiliyorum ve projenin dışında örneğin 2017ʼde son fotoğrafları çektim ve kitap süreci tamamlandı yine bir yıl fotoğraf çekmedim. Şimdi tekrar yeni yeni başladım. Çernobil üzerine spesifik bir proje çıkarabileceğimi düşünüyorum, belki de bir kitap.
________________________________________________________________
– Biraz kitabınızın ismi ‘Chaosmosʼdan bahsedebilir miyiz?
Aslında Chaosmos benim bulduğum bir isim değil benim projeye başlarken koyduğum isim Narcissusʼtu. İki tema üzerinde yürüdüm. Biri Narcissus yani mitolojide bilinen hikâyeyi belki biraz farklı yorumlayarak, insanın kendine olmakla birlikte kendi ürettiğine, kendi yarattığına hayranlığının kendi ve doğanın sonunu getireceği bir değerlendirmeyle kurduğum bir kavram. Bir diğeri de Marxʼın 1844 El Yazmalarıʼnda kullandığı yabancılaşma kavramı, yani emeğine yabancılaşma, nihayetinde insanın kendi türüne ve doğaya yabancılaşması ve bunun sonunu getireceği gibi. Bunun görüntülerini dünyanın her yerinde yakalamaya çalıştığım bir projeydi. Chaosmos adı Norgunk yayınevi ve tasarımcı Bülent Erkmenʼin birlikte ortaya çıkarttığı bir kitap başlığı oldu ve benim de hoşuma gitti, itiraz etmedim.
Belki daha kapsayıcı daha açıklayıcı oldu.
_________________________________________________________________
– İnsanın ürettiklerine yabancılaşması, aşırı üretmesi, bunu yaparken kendini ve doğayı tüketmesi bunlar çok önemli konular ama bir taraftan da sizin çektiklerinizi izlerken bu olguya bir “eyvah” diye yaklaşmak mümkün, bir de “bunu nasıl değiştirebiliriz” diye bunu eleştirerek yaklaşmak mümkün. Sizin bu konudaki yaklaşımınız nedir? Ve eserleriniz buna nasıl bir cevap oluşturuyor?
Bunu çok düşündüm ve bunun tedirginliğini bu kitabı ortaya koyan biri olarak çok derin yaşıyorum. Dediğiniz gibi iki uca gidebilir. Daha çok korku salıp geleceğimizle ilgili kaygılarımızı besleyen ve bizi pasifize eden bir misyon da üstlenmiş olabilir. Farklı bir okumayla ya da bunu dönüştürmek için, daha aktif daha bilinçli adımlar atılması için bir vesile olabilir. O tedirginliği yaşıyorum. Açıkçası bu kitabın bu sıkıntılardan arınmış ve izleyicisine doğrudan mesajlar veren bir kitap olduğu kanısında değilim. Kimi izleyicilerde böyle bir etkisi olabileceği mümkündür ama daha ne yapılabilirdi? Daha didaktik bir söylem ile kitap kurgulanabilirdi belki ama bu konuda hiç net değilim. Bu kitabın oluşum sürecinde birçok arkadaşımla bu süreçleri konuştuk, tartıştık. Belgesel fotoğraf çevresinden çok arkadaşım var ve ısrarla beni belgesel kulvara çekmeye çalıştılar ama ben hep o kulvarın dışında olmak istediğimi söyledim, netice olarak kitap da bunun izlerini taşıyor. Örneğin kitapta hangi fotoğrafın nerede ne zaman çekildiği, o mekâna dair bilgilerin olmaması benim çok bilinçli bir tercihim. Bu konuda çok eleştirildim çok tartıştık arkadaşlarımla.

Bunu yapma nedenim şu oldu: Bir; bana bir özgürlük alanı sağlıyor çünkü çok saygı duymakla birlikte belgesel disiplinin zorunluluklarını biliyorum. Bu fotoğraf şurada, şu tarihte çekildi, bu mekânın şöyle bir tarihçesi vardır, insanlık tarihinde böyle bir misyonu olmuştur gibi bilgiler ve o mekâna yoğunlaşma, o mekânı aktarma gerekirliği. Oysa ben hep şunun peşinde olmayı seçtim: Orada bir hastanede boş bir yatak görüyorsunuz ve ey izleyici, bu senin orada ölen babaannendi, hisset bunu diyen, izleyenin duygularına ulaşmaya çalışan bir yaklaşımın peşinde, çünkü biz o kadar çok enformasyon alıyoruz ki özellikle fotoğrafta, belgeselde, sinemada da hep ötekine bakıyoruz. Bizim dışımızdaki ötekine bakıyoruz ve bu bambaşka bir tehlike aslında. Konforlu güvenli alanlarımızdayız ve her ne oluyorsa ötekinin hayatında oluyor, bu da belgeselin taşıdığı bir başka sıkıntı. Doğru şudur budur demiyorum ama ben dediğim gibi böyle bir kulvarı seçtim, insanların duygularına ulaşabilecek ve belki de “benim komşumun evinde çekildi bu fotoğraf” düşüncesini yaşamalarını bekliyorum.
_________________________________________________________________
– Fotoğraflarınızın çok şiirsel bir tarafı var, fotoğraflarınızdaki renk duygusu özel bir tercih mi?
Renkleri olabildiğince geri çektim, desatüré bir hale gelmesini özellikle tercih ettim. Sonuçta aynı mekânda üç beş ay arayla neredeyse aynı kadrajla çekilmiş bir başkasının fotoğrafı cıvıl cıvıl benimki ise sönük. Renklerimi çok aradım, ararken de daha çok ölümün sınırlarında gezinmek istedim. Mavi yeşilin tonları ve şunu söyleyebilirim ki bu süreç içinde çok gidip geldim. İlk editlerde bir hayli monokroma çektiğim, kontrastını yükselttiğim bir etki yakalamıştım ama ben sürekli renk arayışımı sürdürdüm. Belgesel bir fotoğrafçı olsaydım böyle dertlerim olmayacaktı ama belgeselin kurallarına sadık kalma sorumluluğum olacaktı. Kendi resmimi yapıyorum gibi bir özgürlük alanı seçtim kendime. Aşağı yukarı kendi mavilerimi, yeşillerimi, sarılarımı yakaladığım noktada geri döndüm ve doğanın yeşillerini biraz daha öne çıkartmayı tercih ettim. İçinde yaşama, doğanın gücüne, direnişine dair bir umudu birazcık öne çıkartmak için de bir renk seçtim. Tabii bunlar küçük nüanslar ve herkes farklı bir açıdan bakıp neresiyle buluşuyor bilmiyorum ama netice olarak fotoğraflar bu noktaya geldi.
________________________________________________________________
– Sizin çektiğiniz bu değişik durumları ortaya çıkartan öznel bir nedenden bahsedilebilir, yani kapitalizmin ortaya çıkardığı tüketim, aşırı üretim, arzu nesnesi yaratma hali vs.. Fakat buraya baktığımızda her birini ortaya çıkartan farklı bağlamlar olduğunu görüyoruz. Çernobil başka, Detroit başka, belki kuruyan göller başka... Siz bu farklılıkları özümsemeyi ya da altını çizmeyi hiç düşündünüz mü?  Ya da o farklılıklar sizin ilginizi çekiyor mu? Aynı sahneleri yaşadığımız yerde de görebiliyoruz.
Aslında her biri ayrı bir araştırma ve belgesel konusu. Bu konuda dünyada yapılmış çok başarılı çalışmalar da var, mesela iki Fransız fotoğraf sanatçısının yaptığı Gunkanjima ya da Detroit çalışmaları var. Spesifik, terk edilmiş kömür madeninde ya da Detroitʼin otomotiv sektörünün, dünya piyasalarıyla rekabet edemeyip hayalet kente dönüşünün izlerine dair. Çernobil olsun, Fukuşima olsun dünyada pek çok noktanın kendi hikâyesi var. Kitapta az sayıda Türkiyeʼden de örnekler var. Başta da söylediğim gibi bu kitabı tasarlarken o özgürlük alanını kullandım. Kitabın bölümleri olabilirdi, tarihsel dönemlere ayrılıp kurgulanabilir pek çok metinle desteklenebilirdi ama biz böyle bir kitap yaptık.
_________________________________________________________________
– Mesela Türkiye özeline bir kitap çıkartmak isteseydiniz nereleri fotoğraflamak isterdiniz?
Yapamadığım ama yapmayı çok isteyeceğim Sümerbank fabrikaları, örneğin Zonguldak bölgesinde artık işlevini yitirmiş maden ocakları, farklı bir proje olarak Dereköy. Bunların hepsinin kendi hikâyeleri, kendi tarihsellikleri var. Çok daha güncel olarak ise güneydoğuda terk edilmiş köyler, iç göç olgusu yani metropolleşmeyi özendiren tarım politikaları sonucu artık tutunamayan köylünün bıraktığı, kısmen terk edilmiş köyler gibi sonsuz bir kaynak var. Ama bütün bunları düşünürken nedense daha belgesel nitelikli çalışmalar aklıma geliyor. Belki ileride ben de belgesel bir çalışmaya yönelebilirim.
_________________________________________________________________
– Tarihsel bağlama oturtmanın şöyle bir faydası olabilir: Sanatçı bunu tercih etmeyebilir ama tarihsel bağlama oturtmak diyelim ki sanayi sonrası bir çöküntü alanıyla, Çernobil gibi bir örneği birbirinden ayırabilir ya da bir kuruyan göl ile İngiltere’de sanayi sonrası bir kasaba birbirinden ayrılabilir.
Açıklayıcı olur mu bilmiyorum ama benim bu projeme yön veren 1999 yılında başladığım ve 2014’e kadar zaman zaman çekimlerini yaptığım Angkor Tapınağı’ydı. Orada ben bir uygarlığın hem doğa koşulları hem istilalar karşısında geri çekilmesi ve bir jungle’a terk edilmesi ve sonrasında doğanın o insan emeği yaratılarını, eserlerini, kucaklayışı, kabul edişi ya da patlatıp atması mücadelesinin içine düştüğünü gördüm ve bu beni çok etkiledi. Yıllar sonra bu kitap üzerine çalışmaya başladığımda da hep Endüstri Devrimi sonrasını ele aldım. Angkorʼu buna dahil etmediğim gibi Türkiye’de olan harabeleri de buna dahil etmedim, burada öznel olarak kurduğum bağ benim çocukluğumun izlerini görüyor ve arıyor oluşum. 70ʼlerde, 60ʼlarda aktif olan ve sonra terk edilmiş birçok mekânda çocukluk gözlerimle gezdiğimi, biraz özlemle andığımı ve hatta bunun tedirginliğini hissettim. Örneğin ben nüfus sorununu çok önemsiyorum ve çocukluğumda 3,5 milyar olan dünya nüfusunun bugün 8 milyara dayanması beni çok ürkütüyor. Dolayısıyla sanayi devrimi sonrası içinde denenmiş pek çok yönetim biçimleri olmakla birlikte, bunların tıkandığının izlerini de vurgulamak istedim.
_________________________________________________________________
– O tıkanma yaşanırken bir de bundan farklı biçimlerde yeniden kâr elde etmenin yolları aranıyor. Bu alanlarda hafızayı oluşturan başka müzeler yapılıyor, hediyelik eşyalar konabiliyor mesela. Gittiğiniz yerlerde böyle durumlarla karşılaştınız mı? Belki sizin ilk gittiğinizde o tapınaklar başka türlüydü ama şimdi oralarda turistler geziyor.
Evet doğru. Ben Angkorʼa 1999ʼda iki kez, 2002 ve 2004ʼte gittim ve ilk gidişimde Kızıl Kmerler hâlâ aktifti, tepemizde helikopter, önümüzde arkamızda makineli tüfekli insanlarla, mayın tarlalarının içerisinden geçerek bir tapınaktan bir tapınağa ulaşıyorduk. Sonra 2014ʼte gittiğimde tripodumu kurmuş bir fotoğraf çekecekken, Çinli turist gruplarından, otobüslerinden fotoğrafı çekemez hale geldim. Bunun hediyelik eşyasından, otel işletmeciliğine, tur operatörlüğüne kadar inanılmaz bir tüketim ağı var.
Bir taraftan da amatör fotoğrafçılar arasında “abandoné” diye yükselen bir trend var. Bir diğer taraftan ise “ben oradaydım” diyerek fotoğraf çeken dünyalı bir güruh var. Amerikaʼda birçok kitap çıktı “abandoné” temalı. Aralarında saygı duyduğum birkaç kitap var ama birçoğu maalesef çok kötü. Birine benim de katıldığım terk edilmiş mekanlara gidip fotoğraflar çekmek üzerine birçok workshop düzenlenmekte. Bu bir pazar halini aldı. Avrupaʼda kısmen ama özellikle Amerikaʼda çok yoğun bir ilgi ve talep var.

Örneğin Çernobil kendi başına bir pazar olmuş durumunda. Oraya giren her bir fotoğraf meraklısı içeride bulunan eşyalardan kendine göre bir kurgu oluşturuyor ve bunu fotoğraflıyor. Bebekler, posterler, afişler sonu olmayan bir kurguya sebebiyet veriyor ve bir tüketim nesnesine dönüşüyor.
_________________________________________________________________
– Peki bu durum sanat çevrelerinde nasıl değerlendiriliyor? Tüketim ve bozma hali, anlam kayması ve tüm orijinalitesinin bozulması hali?
Diğer sanat disiplinleri için konuşamam ama bir fotoğrafçı doğal olanın, el sürülmemiş olanın peşindedir diye düşünüyorum, en azından ben onun peşindeyim diyebilirim. Ama bunun tam tersi, oradaki bu kurgusal değişimler fotoğrafta bir sanat projesi olabiliyor. Sonuç olarak her şey metalaşıyor ve kendi adıma ben bu durumdan bir fotoğrafçı olarak kurgulandığı ve deforme edildiği ölçüde rahatsızlık duyuyorum.
_________________________________________________________________
– Aslında konu edilen mekanın tek başına fotoğraflanması bile o mekanı değiştiriyor, oranın özgünlüğünü ortadan kaldırıyor çünkü başka türlü bir hafıza yaratımına sebebiyet veriyor diyebilir miyiz?
Bu doğru yalnız şu noktanın da altını çizmek isterim. Eğer yüzyıl önce bu kitap ortaya çıksaydı dediğiniz çok daha çarpıcı olurdu. Ama bugün benim bunu yaptığım dönemde her bir yerden binlerce on binlerce fotoğrafçı geliyor ve benzer fotoğraflar çekiyor.

Dolayısıyla ben uygarlıktan kopmuş, ulaşılamamış bir yer keşfetmiş değilim. Evet, orada kendimce bir bakışı açısı bulmuşumdur ama yüzyıl öncesinin Hindiçini’ne giden Fransızları gibi değilim doğal olarak ve bugün kimse de olamaz. Örneğin Angkor tapınağı medeni dünyada yanılmıyorsam 600 yıl sonra keşfedilmiş bir yer ve ilk giden fotoğrafçılar buraları fotoğraflamış, Parisʼte birtakım sergilerde izleyiciye sunmuşlar yani o zaman o mekâna dokunulmuş. Bugün hiçbir fotoğrafçının böyle bir iddiası olamaz, olmamalı da ve fotoğrafçıların etkisi de bu şekilde okunmamalı.
_________________________________________________________________
- Peki bu projeyi distopyadan ayıran şey nedir? Birçok önemli distopik çalışmalar mevcut elbette gelinen noktayı eleştiren ve dönüştürmeye çalışan.
Ben buna cevap vermekte biraz zorlanıyorum. Bu bir tartışma konusu da oldu aslında: Distopya mı, postapokaliptik bir vizyon mu gibi. Ama şunu da özellikle belirtmek isterim, yalnızca görüntülerle ürettiğim bir eserin taşıyacağı mesajın kodlarının çözümlenmesi nereye kadar gerçekleşebilir? Bu bir sinema eseri olsa biz bunu hikâyesi ve pek çok diğer faktörle besleyip bir hikâyeyi daha tanımlanabilir kılabilirdik. Art arda dizilmiş bir dizi fotoğraf, belgesel özellik de taşımıyor ise bu nüansların burada tartışılabilmesinden şüpheliyim. Mümkün değil diye bir iddiam yok ama benim için bir soru işareti. Yalnızca görüntülerle net mesajlar anlatılabilinir mi? Kim nasıl başarıyor? Buna cevap veremiyorum.
Distopyaların mevcut düzene eleştiri yöneltirken ve onu yerden yere vururken bile veri kabul ettiği o gerçekliğin belli bağlamları oluyor.

Mesela o postapokalipsi oluşturan şeyler bazen nükleer savaş ya da doğal bir afetin yol açtığı yıkım olabiliyor. Bunun bile bir bağlamı oluyor, mesela postmodern dünya bu bağlamı reddediyor.

Birkaç örnek üzerinden konuşacak olursak, mesela Aral gölünü besleyen iki nehrin kanallarının yoğun el emeğiyle değiştirilip dönüştürülmesi ve sulu tarımın yapılmasına olanak sağlanması Stalinʼin mucizesidir. Ama hemen arkasından göldeki bu değişimin sebebi aşırı tuzlanma ve kitlesel balık ölümleri, su çekilmeleri ve bir süre sonra sulu tarımında başarısızlığa sürüklenmesi bir ütopyanın distopik sonuçları demek belki de. Detroitʼte dünya piyasalarında çok büyük bir güç olacağı varsayılan otomotiv sektörünün işçi göçlerinden sonra büyük bir hayal kırıklığı ile çöküşe sebebiyet vermesi gibi örnekler mevcut. Bunların hepsi ve her bir fotoğrafın üzerine uzun uzun konuşulabilinir. Ama sadece görüntülerle kendini anlatma derdinde olan bir kitap bunu ne kadar anlatabilirdi, belki bu eleştirilebilir.

E. Zeynep Suda, Olgu Ülkenciler / SOL

Siz Türkiye misiniz? - ÖZDEMİR İNCE

R.T.Erdoğan, AİHM’nin Selahattin Demirtaş davası hakkında verdiği kararla ilgili olarak “AİHM bizi bağlamaz” demiş. Erdoğan hem AKP Genel Başkanı, hem Türkiye devletinin cumhurbaşkanı. İki unvan için ayrı üniforma giymediğinden konuşan kimliğin hangisi olduğunu anlamak kolay değil. Ancak söylemler (discours) kimlik ve bağlamı eleverdiği için dilbilime aşina olan biri karar verebilir. Örneğin, AİHM, Avrupa Konseyi’nin çok önemli bir kurumu olduğu için, bir devlet başkanı, bu mahkemenin, kendi hükümeti hakkında aldığı karara karşı “Bizi bağlamaz” diyemeyeceğini çok iyi bilir.

***

Ama bir siyasal partinin genel başkanı, iktidarda olsa bile (aslında onun da dememesi gerekir ama) “AİHM’nin kararı bizi ırgalamaz!” diyebilir. Diyebilir ama itibarı zedelenir. İtibarı zedelenir, çünkü kendisinden önceki hükümetlerin imzaladığı uluslararası sözleşmeleri “Biz imzalamadık!” diye reddedebileceği düşünülür. “Bunu yapan onu da yapar” misali...
“AİHM’nin kararı bizi bağlamaz” diyen ister Parti Genel Başkanı, ister Başbakan, ister Cumhurbaşkanı olsun, uluslararası bir skandaldır. AKP’nin ünlü Ortak Aklı (!) “böyle” düşünmese de rasyonel ve kartezyen akıl “böyle” düşünür.

***

Şimdi gelelim “Biz”in kimliğine: “Siz” kimsiniz? R.T.Erdoğan, AKP’nin grup toplantısında konuşurken bu cümleyi söylediğine göre “Biz” dediği AKP’nin kimliği. AKP ise, ne millet, ne devlet, ne de hükümet; TBMM’de grubu olan bir azınlık partisi. Dolayısıyla, bu cümlenin siyasal olarak hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Ancak Erdoğan’ın kimlik sapıncını eleverir. “Tek Adam”ın aynı zamanda bir siyasal partinin genel başkanı olarak, eylem ve sözleriyle, uluslararası gerilimlere, skandallara yol açabileceği de cabası...
Konunun bir başka görünümüne geçmeden önce, Erdoğan’ın parti grubunda yaptığı konuşmanın bir başka yanlışına da itiraz etmek zorundayız: AKP Genel Başkanı, “Türkiye’nin ‘Eski Türkiye’de bıraktığı düşünülen birtakım polemiklerin ve tartışmaların içine yeniden çekilmeye çalışıldığını kaydeden Erdoğan, birilerinin ısrarla 1940, 1960, 1970 ve 1990’ların baskı ve tedhiş iklimine taşımaya çalışıyor olmasının manidar olduğunu” söylemiş. (Cumhuriyet, 21.10.2018)

***

Bir düzeltme yapalım: “Eski Türkiye” olarak tanımladığı devlet günümüz AKP devletinden çook daha itibarlı, çook daha demokrat, halkı çok daha müreffeh, sanayisi gelişmiş, tarım ve hayvancılığı çok daha güçlü durumda, ekonomisi ise dünya sıralamasında 14-17 aralığında bulunuyordu. “Eski Türkiye” (!), kimseye muhtaç değildi, kendilerinin Türkiyesi ise ne yazık ki çok düşkün durumda. 

Gelelim şu “1940, 1960, 1970 ve 1990’ların baskı ve tedhiş iklimi” iddiasına. Bu yıllardaki hükümet baskısı AKP iktidarının baskısı yanında hiç kalır. 12 Mart ile 12 Eylül öncesinde tedhişten söz edilebilir. Ancak şu anda o tedhişin faillerinden biriyle ortaklık yapmakta. 1940’larda tedhiş iddiası da kuyruklu yalan. Hiç kuşkusuz o dönemde, AKP saltanatının yolsuzluk, partizanlık, kayırmaca ve hukuksuzlukları da yoktu. O dönemin tanıkları hâlâ hayatta.
***

Rıza Türmen (AİHM eski yargıcı), Turgut Kazan (Eski İstanbul Barosu Başkanı), Öztürk Türkdoğan (İHD Genel Başkanı), Erdinç Sağkan (Ankara Barosu Başkanı), Daniel Holtgen (AB Konseyi Sözcüsü) AİHM kararının, iç ve dış mevzuat gereği, uygulanmasının zorunlu olduğunu söylüyorlar. Erdoğan hükümetinin kararı uygulamaması durumunda Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden atılması bile söz konusuymuş. 

Ama esas oğlan, AKP’nin anayasa âlimi, medrese muallimi Burhan Kuzu henüz konuşmadı ve Başyüce Erdoğan henüz “Karşı Hamle” taktiğini açıklamadı.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

İlah gözlerin! - Mine G. Kırıkkanat

Bir ülkeye demokrasi gelince mi toplum olgunlaşır, yoksa toplum olgunlaşınca mı demokrasi gelir?
Söz konusu olgunluktan, elbette siyasal ve sosyal uygarlığı içselleştirmek anlaşılmalıdır.
Türkiye’de oldum olası birinci şıkka abanıldı, toplumu demokrasinin olgunlaştıracağı; cahil halkın demokrasi sayesinde siyasal ve sosyal kültür kazanacağı sanıldı.
Bugün geldiğimiz noktada, dinci faşizme giden yolların demokrasi çıngarlarıyla döşendiği, hukukun üstünlüğünün bizzat o üstünlüğü savunmak için seçilmiş muktedirler ve muhteris iktidar pazarlamacıları tarafından yıkıldığına bakılırsa, yanılgı ortada:
Ham halkı demokrasi olgunlaştırmıyor.
Halkın demokratik kültüre hazır ve hazımlı olduğu yerde demokrasi kurulabiliyor.
Oysa cehaletin egemen olduğu topraklarda demokrasi, cahilin cahili seçmesi; seçilen cahilin iktidarda kalabilmek için seçeni cahil bırakması gerektiğini gayet iyi anlamasıyla halkını uygarlığa değil barbarlığa taşıyan bir rejime dönüşüyor. 

İşin kötüsü, mutlaka bir cart curt cuntasına yol açan demokratik yozlaşma, sözüm ona muhaliflerine de demokrasinin olmazsa olmazlarını; örneğin ifade özgürlüğünü, farklı düşünceye saygıyı, temel insan haklarını; hatta en basit beyin jimnastiği, kıyaslamak ve sonuç çıkarmak yetisini de unutturuyor...
***
26 Ekim’de CHP’li Hayrabolu Belediyesi’nin düzenleyip değerli meslektaşım Uğur Dündar’ın sunduğu Halk Arenası programında, siyasal İslamcıların 16 yıldır bitmeyen “mağduriyet” teranesini izleyenleri epeyce güldüren bir parodiyle hicvettim diye; tarihçesi kirli ve kanlı linçlerle dolu Yeni Akit gazetesinin başlattığı, en hafif deyimle iğrenç bir tetikçilik kampanyasının hedefine yerleştirildim. 

Tüm İslamcı medyanın, iktidara yakın olmaktan aldığı ucuz cesaret ve fütursuzlukla katıldığı linç kampanyası; TELE1’de yayımlanan 11 Kasım tarihli Türkiye’nin Yönü programında, “On yıl önce bu kadar sıkı Atatürkçü değildim. Ama yapılan hadsiz saldırı yoğunluğu karşısında bugün Atatürk ilahımdır, ona tapıyorum”  sözlerime yüklenen ve yükleyenin hem kendi alçaklığını, hem de güvendiği kitlenin cehaletini köpürttüğü “putperest” ithamıyla beslenen bir tehdid kampanyasına dönüştü. 

Oysa itham yalan değil, gerçek bile olsa kimseyi ilgilendirmezdi. İsteyenin istediğine inanmak ve tapmak özgürlüğü vardır, olmalıdır!

***
Bir aydır süren bu linç sırasında, bazıları ciddiye alınacak onlarca ölüm tehditi ve istisnasız hepsi çirkinliğim, yaşım ve cinselliğimle ilgili küfürlere maruz kaldım.
Hepsi hakkında suç duyurusunda bulundum. Ama hukukun kalmadığı yerde, elbette ki suç duyurusuyla da yetinmedim!

Pek çok medyatik linci suskunlukla geçirdiğim meslek yaşamımda ilk kez, uğradığım saldırıyı yabancı medyaya taşıdım.

Saldırganlar, Türkiye’nin yurtdışında tanınan birkaç gazetecisinden biri olduğumu unutmuşlar mıydı, 1994’ten beri çalıştığım yabancı medyada edindiğim yer ve dostlarımdan haberdar değiller miydi, bilmiyorum... 

Ama izleyenler, şahsımı hedef gösteren İslamcı basın ve böylesi vahşi bir tetikçiliğe sessiz kalan yandaş medyaya karşı, uluslararası medyadan aldığım desteği sanırım görmüşlerdir. 

Ne var ki bu süreçte beni en çok kıran ve umutsuzluğa sevkeden olgu; zaten değer vermediğim tetikçiler ve tehditçiler değil, sözde Atatürkçüler arasında “Şimdi sırası mıydı, halk mecazi laftan ne anlar, niye onların anlayacağı dilden konuşmuyorsun?”  diye eleştirenler oldu.
***
Çocuklar, kendisine “agucuk gugucuk” demekle yetinen kişiden konuşmayı öğrenemez. 100 kelimeyle konuştuğu için 100 kelimeyle düşünen insana da 100 kelimeyle hiçbir şey öğretemezsiniz! 3 bin kelimeyle konuşursanız, önce anlamaz, ama zamanla onun da düşünce ve konuşmasını, belki zenginleştirebilirsiniz. 

Beni Atatürk’e ilah dedim diye eleştirenlere soruyorum: Atatürk yerine “Erdoğan ilahımdır” deseydim, kimler tarafından linç edilir, kimler tarafından omuzlarda taşınırdım?

Cevabı sanırım herkes biliyor. 

Bilemeyen gafillere, Cemal Safi’nin “İlah Gözlerin” şiirini armağan ediyorum.
Cahilleri cahil bırakmakla görevli İslamcı medya, bu güzel şiiri ne yazık ki arabesk bir besteye güfte olmuş biçimiyle, AKP iktidarının maaşlı “akili”  OrhanGencebay’ın sesinden, taptıkları muktediri hayal ederek de dinleyebilir:
İlah Gözlerin
Medet bekliyorum vurduğu yerde
Oralı olmuyor siyah gözlerin.
Gönlümü dağlıyor gördüğü yerde
Kanıma susamış silah gözlerin.
Her yalan sözüne iftira ekler
Sayısız suçunu sırtıma yükler
Cenneti müjdeler ibadet bekler
Şeytanın taptığı ilah gözlerin.
Feryadım asılsız şikâyet değil
Laf değil söz değil rivayet değil
Yetim hakkı değil cinayet değil
Korktuğum en büyük günah gözlerin.CEMAL SAFİ

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Kaşıkçı cinayeti, “Gizli Dünya” ve gerçekler - TANER TİMUR

Sarah el Deeb’in, Kaşıkçı’nın dostlarından öğrendiğine göre, Suudi gazeteci İstanbul’u Arap muhaliflerin bir üssü haline getirmek istiyordu. Türkiye, ecdadının anavatanı idi ve “İstanbul’un zengin ve çok kültürlü bir merkez olduğu günlerdeki Osmanlı İmparatorluğu’nu yansıtıyordu”. Bu haliyle de Kaşıkçı’nın projesine son derece uygundu.

Bir söyleşisinde, John le Carré, “İstihbarat dünyasının en büyüleyici taraflarından biri”, diyordu, “Hizmet ettiği toplumun aynası olmasıdır. Eğer gerçekten ulusal psikolojiyi incelemek istiyorsanız, onu gizli dünyada arayın!”. Neredeyse iki ay oluyor, bu ülkede de herkes seferber olmuş, Kaşıkçı cinayetinin esrarını çözmeye çalışıyor: “Gizli dünya”da!

Suudi gazeteci, 2 Ekim 2018’de, İstanbul’da, ülkesinden gelen bir ekip tarafından vahşice öldürüldü. Oysa ortada ceset yoktu, aramalar başladı. Önce Konsolosluk binası araştırıldı; orada bir şey bulunamadı. Sonra Belgrad Ormanı tarandı; orada da bir şey yok! Bir ara Sultangazi’de bir otoparka terk edilmiş araca umutla koşuldu; yine düş kırıklığı! Suudi rezidansındaki su kuyusu, yeni boyanmış duvarlar, derken her şey incelendi; yok, yok, yok!

Oysa asıl aranması gereken, Kaşıkçı’nın kalıntılarından çok, bu cinayetin hangi gizli ilişkilere ışık tuttuğu değil miydi?

                                                            •••

“Gizli dünya”yı aydınlatmak bir romancı hayal gücünden çok, nesnel bir yaklaşım gerektiriyor. O halde biz de olayı tartışmaya iki nesnel tespitle başlayalım: 1) Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistan vatandaşı idi; ABD’de gazetecilik yapıyordu ve Türkiye’de öldürüldü. Bu demektir ki olay, ilk planda, bu üç devleti ilgilendiriyor ve karşımıza uluslararası bir sorun olarak çıkıyor. 2) Kaşıkçı, siyasal bir cinayetin kurbanı oldu. Bu da bizi bir yandan Kaşıkçı’nın davasını, öte yandan da ilgili ülkelerin siyasal hesaplarını sorgulamaya götürüyor.

Önce Kaşıkçı’dan başlayalım. Gerçekten Cemal Kaşıkçı’nın davası neydi?

                                                            •••

Kaşıkçı’yı yakından tanıyanlar, onun başlangıçta radikal bir İslamcı olduğunu, fakat zamanla ılımlı bir İslam anlayışına yöneldiğini yazıyorlar. Yazarı olduğu Washington Post gazetesi de, Kaşıkçı’nın ölümünden sonra bu tezi destekler nitelikte bir yazı yayınladı. Yazı, bu yıl Nisan ayında, Denver Üniversitesi ile Washington’daki İslam ve Demokrasi Araştırma Merkezi’nin birlikte düzenledikleri toplantıda, Kaşıkçı’nın “baş-konuşmacı” olarak yaptığı sunuş idi.

Kaşıkçı, konuşmasına “Arap Baharı”yla başlıyor ve İslam’la demokrasinin bağdaşıp bağdaşmayacağını tartışıyordu. Ona göre, bu tartışma, Arap Baharı’nda “halkın, özellikle de bir kısmı selefîlerden oluşan gençlerin siyasi ve demokratik protestoları desteklemeleri ile” son bulmuştu. (WPost, 22 Ekim 2018). Arkadan gelen Mısır ve Tunus seçimleri de “Araplar demokrasiye hazır değiller” iddiasını çürütmüştü.

Oysa Suudi Arabistan yöneticileri bu kanıda değillerdi ve “mutlak monarşi”yi savunuyorlardı. Onlara göre, aslında Arap dünyasında demokratik bir özlem yoktu; bu nedenle de “Arap Baharı, İslamcılar ve Müslüman Kardeşler tarafından gasp edilmişti”. Mutlak monarşi yanlılarının bir kısmı da, Abdülhamid döneminde Arapları ayaklandırmaya çalışan reformist düşünür Abdurrahman Kavakibi’den esinlenerek, “müstebit’ül adl” (adil müstebit) tezini savunuyordu. Kaşıkçı ise bunlara katılmıyor ve Tunus örneğini veriyordu. Ona göre “Arap Baharı”, Arap dünyasını ikiye bölmüştü. Tunus, bazı Arap ülkelerine örnek olmalıyken, Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkelerde, “demokrasi”, Afganistan tipi iç kavgalara yol açacaktı. Bu üç ülkede “acil ihtiyaç, iyi yönetimden çok, ölümlere son verecek bir mekanizma bulmaktı”.

                                                            •••

Kaşıkçı, konuşmasında ayrıntılı bir demokrasi tanımı vermiyor ve “demokrasi derken, bunu, özgürlük, denge, hesap verme, saydamlık gibi değerlerle örtüşen genel anlamda kullanıyorum” diyordu. “Arap Baharı”nın başarısızlığı, umutları zayıflatmıştı; bu konuda Batı yardımını gerekli gören yazar, Trump’ın demokrasiye hiç ilgi duymadığını, hatta Macron’un bile “Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde büyük bir siyasal değişiklik olacağına inanmadığını” söylüyordu. Belki biraz da bu nedenle, Kaşıkçı, konuşmasında ülkesiyle bağları koparmıyor, “Prens Salman’ın Suudi Arabistan’da ciddi reformlara öncülük ettiğini” söylüyordu.“Bazı Suudi meslektaşlarım bana bunların desteklenmesi gerektiğini söylüyorlar; ben de destekliyorum” diyordu. Ayrıca makalelerinde siyasal İslam’ı övüyor ve son yazılarından birinde de (WPost, 28 Ağustos 2018) “eğer Müslüman ülkelerde bir çeşit demokrasi uygulanırsa, diyordu, vatandaşların önemli bir kısmı siyasal İslam partilerine oy verir”.

                                                            •••

Kaşıkçı’nın Arap dünyası ve demokrasi toplantısında sunduğu görüşler bunlardı. Oysa ölümünden sonra, AP Haber Ajansının Ortadoğu muhabiri Sarah el Deeb, yazar hakkında biraz farklı bir tablo çizdi. (21 Ekim 2018).

Sarah el Deeb’in, Kaşıkçı’nın dostlarından öğrendiğine göre, Suudi gazeteci İstanbul’u Arap muhaliflerin bir üssü haline getirmek istiyordu. Türkiye, ecdadının anavatanı idi ve “İstanbul’un zengin ve çok kültürlü bir merkez olduğu günlerdeki Osmanlı İmparatorluğu’nu yansıtıyordu”. Bu haliyle de Kaşıkçı’nın projesine son derece uygundu. Ülkede milyonlarca Arap göçmen vardı; Mısır askeri darbesinden kaçan binlerce Müslüman Kardeşler militanı İstanbul’a yerleşmişti. Bir sürü muhalif TV kanalı Türkiye’den yayın yapıyordu ve üye sayısı 800’ü bulan Arap Medya Derneği de İstanbul’u merkez seçmişti. Dernek üyelerinden biri, muhabire Kaşıkçı’nın derneğin danışmanları arasında olduğunu söylemişti.

Suudi infaz ekibi cinayeti biraz da sırtını ABD’ye dayayarak işlemişti. Suudi Arabistan petrol politikasıyla dünya ekonomisini sarsacak konumdaydı. Şimdi de “üstüme fazla gelmeyin; petrol fiyatlarını, 100, 200 dolara, hatta daha fazlasına çıkarırım” tehdidiyle piyasaları ürpertiyordu. Öte yandan da Salman’ın, ABD McKinsey şirketinin danışmanlığını yaptığı, 
4 trilyon dolar erişimli “2030 Vizyonu” tüm emperyal metropollerin ağzını sulandırıyordu.



Bu tabloya göre Kaşıkçı sadece bir yazar değil, aynı zamanda bir siyaset adamıydı. Bu sıfatla da Suudi iktidarı’nın hedefi haline gelmiş ve Prens Salman onu karalamak için bir “troll ordusu” kurmuştu. O da boş durmuyor, “Elektronik Arılar” adını verdiği kendi troll grubunu oluşturuyordu. N.Y. Times’in (20 Ekim 2018) yazdığına göre son tweetlerinden birinde de “Arılar geliyor!” demişti. Öyle anlaşılıyor ki hunharca öldürülmesine Washington Post’taki yazılarından çok siyasal kavgası neden olmuştu. Sarah el Deeb, bu cinayetin “Türkiye’ye sığınmış muhaliflere yollanan soğuk bir mesaj” olduğunu yazıyor.

                                                             •••

İlginçtir ki Türkiye’de de benzer yorumlar yapılmış ve cinayetin Türkiye’ye gözdağı vermek için işlendiği ileri sürülmüştür. Örneğin, “Arap dünyasının aydınları bir süredir toplantılarını Türkiye’de yapıyorlar” diyordu A. Selvi; böylece muhaliflere “Bakın, çok güvendiğiniz Türkiye de sizin için güvenli değil. İstanbul’a gelir, sizi ortadan kaldırırız mesajı verilmişti”. (Hürriyet, 6 Kasım 2018).

Muhalifler, esas itibariyle, İhvan (Müslüman Kardeşler) militanlarıydı ve bu akımın Türkiyeli İslamcılarla hayli eskilere giden ilişkileri vardı. 1970’lerde İhvan düşünürü Seyyid Kutup İslamcıların çok etkilendikleri yazarlardan biri olmuş ve daha geçen yıl da Kaşıkçı’nın dostu Yasin Aktay “Seyyid Kutup” başlıklı (Pınar Yayınları, 2017) kolektif bir eser yayınlamıştı. Aktay “giriş” yazısında 20. yüzyıla damga vuran düşünürler arasında gördüğü Kutup’un “İslam’ı bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal boyutlarıyla hayatı bütünüyle kuşatan bir din olarak” tanımladığını yazıyordu.

Aslında Mısır ve Suriye’deki ayaklanmalar Müslüman Kardeşlerin ikinci baharı olmuştu. O tarihlerde A. Dilipak, Yeni Akit sütunlarında (5 Aralık 2011) İhvan’ın kısa bir tarihçesini yapıyor ve “Arap dünyasının yeni liderliği belli olmuştur; dünya siyasetine yeni bir aktör çıkmaktadır” diyordu. 2012’de Mısır’da seçimleri kazanan Mursi, Devlet Başkanı olarak ilk ziyaretini Türkiye’ye yaptı ve AKP Kongresi’nde Erdoğan’ı övgülere boğdu. İzleyen dönemde de Rabia işareti Türkiye’de önemli bir siyasi mesaj haline geldi.

                                                            •••

Aslında AKP iktidarının İhvan’la ilişkileri siyasal hayatımızın gizli bahçesidir ve ilerde mutlaka bu konuda birçok araştırma yapılacaktır. Şimdilik şu söylenebilir ki, bu ilişkiler Erdoğan açısından, doktriner olmaktan çok, çevresinin de telkiniyle bir “liderlik” tutkusu içinde kotarılmıştır. Bu yüzden Kaşıkçı cinayetinden sonra izlenen siyaset, olay örtbas edilmedi diye Batı’da alkışlansa bile, bir noktadan sonra sorgulanmaya da başlamıştır. Örneğin Amerika’da N.Y. Times gazetesi (23 Ekim 2018) “Türkiye’nin oyunu ne?” diye soruyor; Almanya’da Süddeutsche Zeitung (24 Ekim 2018) “Erdoğan, Kaşıkçı olayını kendi için kullanmaya çalışıyor” diyor; İngiltere’de de The Guardian (26 Ekim 2018) siyasi hakların hiçe sayıldığı bir ülkede bu seferberliğin nedenlerini sorguluyordu. Birleştikleri nokta şuydu: Türkiye’de iktidarın asıl davası Sünni İslam’ın liderliği idi. On yıl önce Müslüman dünyaya “laik cumhuriyet” modeli olarak sundukları bu ülke, şimdi karşılarına bir çeşit “İslami cumhuriyet” bayrağı altında çıkıyordu. Kaşıkçı cinayeti de bu kavganın bir parçası yapılmıştı. Oysa bu husus, yine de işin az çok gizli yönüydü; reel politikada ise Kaşıkçı cinayeti farklı şekilde ele alınmıştı.

                                                            •••

AKP iktidarı bu cinayet karşısında aslında iki yönlü bir politika izledi. Erdoğan ve bakanlar başlangıçtan itibaren ihtiyatlı bir dil benimserken, AKP medyası her gün dünyaya yeni bir haber sunuyor, Batı medyasının “damla damla sızıntı stratejisi” dediği bir tutumla olayı aydınlatıyordu. Bu yöntem başarılı da oldu ve sonunda Suudi yetkililer cinayetin planlı olduğunu ve cesedin parçalara ayrılarak yok edildiğini kabul etmek zorunda kaldılar. Yine de siyasal açıdan en önemli nokta hala karanlıktaydı. Cinayet emrini kim vermişti?

Kamuoyuna sunulan bilgilere göre bu konuda kuşkuya yer yoktu; emir Salman’dan gelmişti; bu ülkede diktatör Prens’in bilgisi dışında hiçbir şey yapılamazdı. Oysa Erdoğan isim vermiyor ve bu arada da Suud Kralı ile görüşmeler yapıyordu. Hatta bir kez Prens Salman’la da -içeriği açıklanmayan- bir konuşma yaptı. Taktik belliydi: Dost Suudi Arabistan ve saygın Kral ayrılıyor, oklar Prens Salman’a çevriliyordu.

Uygulanan politika bu oldu ve bu da, göründüğü kadarıyla, Türkiye-Katar ittifakı ile Arap dünyası arasındaki kamplaşmayı daha da keskinleştirmekten başka bir şeye yaramadı. Bu ayrışmada Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bile Prens’in yanında yer almış ve “Kral Salman’a ve Veliaht Prens Muhammed bin Salman’a tam güven duyuyoruz” demişti.

                                                              •••

Peki, bu arada ABD’nin tutumu ne oldu?

Trump, Başkan seçildikten sonra ilk seyahatini Suudi Arabistan’a yapmış ve iktidarla sıkı bağlar kurmuştu. Suudi Arabistan, İran politikasında da anahtar ülke konumundaydı ve bu da, en az oradan akacak milyarlarca dolar kadar önemliydi. Kaldı ki Trump, kamuoyu baskısı altında olayı kınasa da, “cinayet ABD’de işlenmedi; yazar da bizim vatandaşımız değil” diyor ve herhalde Kaşıkçı’nın, “5000’den fazla yalanını” ortaya koyan bir gazetenin yazarı olduğunu da unutmuyordu. Zaten Suudi infaz ekibi cinayeti biraz da sırtını ABD’ye dayayarak işlemişti. Suudi Arabistan petrol politikasıyla dünya ekonomisini sarsacak konumdaydı. Şimdi de “üstüme fazla gelmeyin; petrol fiyatlarını, 100, 200 dolara, hatta daha fazlasına çıkarırım” tehdidiyle piyasaları ürpertiyordu. Öte yandan da Salman’ın, ABD McKinsey şirketinin danışmanlığını yaptığı, 4 trilyon dolar erişimli “2030 Vizyonu” tüm emperyal metropollerin ağzını sulandırıyordu.

                                                           •••

Yine de Kaşıkçı cinayeti Suudi Arabistan’ın hiç de parlak olmayan imajını daha da kararttı ve Salman’ın iktidarını iyice sarstı. Hanedan ailesinde zaten bir sürü düşmanı olan Salman, ülkeye özgü saray darbeleri içinde bir süre sonra iktidardan da kovulabilir.

Oysa böyle bir olasılığın gerçekleşmesi bile AKP politikasının zaferi olacak mıdır?

Suudi Arabistan’dan gelen sesler olamayacağını gösteriyor. Kral’ın 19 Kasımda yaptığı konuşmada tamamen Salman’ın yanında yer alması ve “infaz ekibi”ne karşı iddianameyi hazırlayan savcıya övgüler yağdırması, ülkenin her şeye rağmen Türkiye’ye karşı birliğinin işaretleridir. Öyle görünüyor ki Erdoğan iktidarının, bağımsızlık kavgalarında Osmanlılara karşı Hıristiyan dünyayı imdada çağırmış ülkelere bugün lider olmaya çalışması, içerde dayanak bulamayacağı gibi, Arap dünyasında da Türkiye’yi daha fazla tecrit etmekten başka bir işe yaramayacaktır.


Taner Timur / BİRGÜN

Soros, soğan, seçim - FATİH YAŞLI

Gezi Türkiye tarihinin en haklı, en meşru, en demokratik eylemlerinden biriydi. Gezi’yi kimse örgütlemedi, öfke kendiliğinden ve kimseler beklemezken patladı. Gezi halkın halk, yurttaşın yurttaş olduğunu hatırladığı, sıra dışı, tarihsel ve evrensel bir hadiseydi; sadece Türkiye için değil, tüm dünya, tüm insanlık için taşıdığı bir anlam vardı.

Sokakta milyonların olduğu her hadiseye birileri müdahale etmek ister, provokasyonlar, yönlendirmeler devreye sokulur, bunlar hep olmuştur, hep olacaktır. Gezi için de birileri, Sorosçular, Cemaat, ABD, her neyse, aynısını düşünmüş ve hatta denemiş olabilir, mümkündür. Ancak sokakta ortaya çıkan kolektif akıl, bu müdahaleyi minimuma indirmiş, olanca sağduyusuyla hadisenin meşruluğuna zarar verecek tek bir girişime bile izin vermemiştir.

Gezi’de bir tane bile ABD bayrağı, AB bayrağı, NATO bayrağı açılmamış, bir kere bile dış güçlere çağrı yapılmamış, bilakis eylemlere başından sonuna kadar bağımsızlıkçı, yurtsever, anti-emperyalist bir duruş damgasını vurmuştur. Bu hem sokağa çıkan milyonların, hem de olanca zayıflığına rağmen solun bir başarısıdır. Gezi’nin kökleri tıpkı savunduğu ağaçlar gibi bu topraklardadır, Gezi bu memleketi seven aydınlık yüzlü insanların yine bu memleket için ayağa kalkmasıdır.

Şimdilerde Türkiye yine bir seçim sürecine girmişken, ekonomik kriz olanca şiddetiyle hissedilir hale gelmişken, bu sefer işlerinin o kadar kolay olmayacağı belliyken, toplumu Gezi üzerinden kutuplaştırmak için yine ortaya bir sürü yalan saçtılar, yine Gezi’yi kaşımaya başladılar ve anlaşılan o ki daha da kaşıyacaklar. 

Mecburlar, çünkü ekonomik kriz soğan depolarını basıp “halkımıza pahalı soğan yedirmeyeceğiz, stokçularla, karaborsacılarla mücadele edeceğiz” dedirtecek kadar zorluyor bu sefer. Enflasyon alıp başını gitmişken, işsizlik çığ gibi büyüyorken, ekonomi küçülmeye başlamışken, buna bir sorumlu bulmak lazım. “Dolar lobisi”, “faiz lobisi”, “ekonomik saldırı” vesaire derken, iş artık “bir depoya yapılan baskında 30 ton soğan ele geçirildi” noktasına gelmiş durumda.
“Nasıl yapsak da ekonomik krizi unuttursak, nasıl yapsak da ekonomik krizin sorumluluğunu başımızdan atsak?”


Evet, iktidar için en önemli iki soru bu şu aralar. Çünkü MHP’yle yeniden ittifak kurmalarının zorunlu olduğunu görecek kadar farkındalar durumun ve bir yandan bu ittifakı kurarken, diğer yandan da bu iki soruya yanıt vermek zorundalar.
Başta Gezi olmak üzere iç politikada yeni gündemler, yeni kutuplaşmalar yaratmak, Kürt sorunu üzerinden içeride ve dışarıda birtakım operasyonlara girişmek ve bunun üzerinden milliyetçiliğe oynamak, “andımız” ya da “Türkçe ezan” gibi başlıklar üzerinden dinsel algı ve hassasiyetleri kurcalamak ilk sorunun cevabını oluşturacak.

İkinci soruya ise bir yandan “ülkemizin büyümesini çekemeyen ve ekonomimize saldıran dış güçler” edebiyatıyla, bir yandan ise soğan depoları baskınlarında görüldüğü üzere “fiyatları fırsatçılar yükseltiyor, biz de bunlarla mücadele ediyoruz” diye yanıt verilmeye çalışılacak.

Velhasıl, “devletin bekası tehdit altında, kriz yok, kriz varsa da bu dış güçlerin ve onların içerideki işbirlikçilerinin eseri, reisimizin, devletimizin, partimizin etrafında birleşelim” söylemi önümüzdeki üç dört aya damgasını vuracak.

Tam da bu nedenle, hem kriz gündeminin değiştirilmesine izin vermeyecek, hem de krizin neden ve sonuçlarının siyasi olduğunu halka anlatabilecek, yani krizi politize edebilecek bir duruşa, bir çizgiye ihtiyacımız var. 

Zor mu? 

Evet.

İmkânsız mı peki? 


Değil.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Lidere dirsek atmak! - TARIK ŞENGÜL

Devrimin 60. yılında Kübalı vekillerin Türkiye’nin üç büyük kentinde Fidel Castro ve devrimi anlatacakları haberini BirGün’de okurken gözümün önüne geldi. Doğrudan Castro’nun çağrısıyla yüzlerce sosyalist 1999 yılında küreselleşmeyi tartışmak üzere Havana’da toplanmıştık.

Castro, uzun konuşmalar yapıyor, konuşmadığı zamanlarda sahnede kurmaylarıyla birlikte yüzü katılımcılara dönük oturuyor, notlar alıyor, zaman zaman da geriye doğru kaykılıp, kestiriyordu. Bu kaçamaklar uzadığında, yanında oturan 40’lı yaşlardaki Ekonomi Bakanı, hiç de kibar olmayan bir biçimde Castro’nun böğrüne şöyle bir dirsek konduruyor, devrimin lideri de hiç bir şey olmamış gibi doğrulup, notlar almaya devam ediyordu.

Şaşırdığımızı hatırlıyorum; hani yanında Che otursa ve o dirseği atsa neyse, işte orada kırk yaşlarında bir adam, devrimin efsane liderinin böğrüne öyle fazlaca da saklamadan çalışıyordu! Nasıl şaşırmayalım, var mı bu ülkede uyuyan başkanına dirsek atacak cesarette bir bakan ya da vekil?
Var mı diye sorunca bu tür yakınlıklar açısından aklıma gelen Atatürk, İnönü ilişkisidir. Ne kadar sorunlu olursa olsun, aralarındaki ilişkinin bugün göremediğimiz türden olduğundan hiç kuşkum yok. Bütün çabalara rağmen, son ana kadar karşılıklı bir kollama ve güvenin olduğunu, birçok durumda İnönü’nün, Atatürk’e hata yaptırılmasını önlemek adına gerekirse sert çıkışlar yaptığını biliyoruz. Aklımda kalan en çarpıcı örnek, şehirci olmam nedeniyle olsa gerek, Çiftlik’in Hazine’ye devri olayıdır.

Atatürk’ün etrafını çevreleyen bazı dalkavuklar, AOÇ’nin hazineye devri karşılığında Atatürk’e bir ödeme yapılması gerektiğini savunur ve bu yönde de bir mesafe alırlar. İnönü, bu duruma gösterdiği sert tepkiyi anılarında şöyle anlatır;
“Yugoslavya’dan dönüşümde AOÇ’nin ziraat vekâleti tarafından satın alınması meselesinin Ankara kulislerinde konuşulduğunu öğrendim. Ben de Atatürk’e çiftliği yetiştirmek için çok uğraştığını ama hükümetin de bir örnek göstermek için gösterdiği gayreti kolaylaştırmak üzere çok emek sarf ettiğini, büyük ölçüde hükümet yardımı ile hazine yardımı ile meydana gelmiş bir eseri hazineye satmanın doğru olmayacağını söyledim. Ve Atatürk’e: Ne olacak, bunu alacaklar bir gün! Yolunu devlet yapar, suyunu devlet getirir, ağacını devlet diker, sonra eser meydana gelince bunu değerlendirir, satarsın. Özel bir maldır diye yürür gider, bırakmazlar. Hepimiz gideriz gitmeyiz ama ondan sonra bunu alırlar. Atatürk de bana: ne yapalım, vereyim öyleyse, nereye vereyim, dedi. Ben de o zaman hazineye ver doğrudan doğruya, dedim.”
Atatürk’ün sağlığının da bozulduğu bir dönemde İnönü, Atatürk adına bu hatanın yapılmasına izin vermez. Bugün AOÇ’nin hüzünlü hikâyesi bu müdahalenin ne kadar önemli ve tarihi olduğunu göstermiyor mu? Ama konumuz açısından asıl soru şu; bugün Cumhurbaşkanı’nın etrafında AOÇ için uyarı yapabilecek, “hata yapıyoruz” diyebilecek yakınlıkta kimse var mı?
Günümüz siyasetçisinin dramı büyük ölçüde bu yalnızlıkta yatıyor. Baktığım yerden o yalnızlığı sadece iktidar cephesinde görmüyorum. Siyasetin bütününe sirayet eden ve güvensizlikten beslenen yalnızlıklar yaşanıyor.

Castro ve Atatürk örneklerinin gösterdiği temel bir gerçek var; liderlikler tarihsel bir deneyim ve projenin parçası olarak damıtılarak ortaya çıktığında sahne önünde bir lider görünse bile, etrafında lidere gerektiğinde dirsek atacak, gerektiğinde sert uyarılar yapacak güven verici kadrolar da oluyor.

Eğer yoksa öyle bir proje, deneyim ve mücadeleden doğan güven; bir dirsekle bir düşmanlık, uyarı bir tehdit algısı haline geliyor. Liderlikler de zaten suya yazıp, başlamadan bitiyor.

Tarık Şengül / BİRGÜN