28 Kasım 2018 Çarşamba

Almanya'da İslam Konferansı öncesinde tartışılan istifa kararı - SOL

Bugün Almanya'da Alman İslam Konferansı (AİK) dördüncü dönem toplantıları başlıyor.

Bugün Almanya'da Alman İslam Konferansı (AİK) dördüncü dönem toplantıları başlıyor. Toplantı öncesinde Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) Aşağı Saksonya ve Bremen Eyalet Teşkilat yönetiminin istifası tartışma yarattı. Yönetim istifa gerekçesinde, kendilerine ve çalışmalarına yönelik gelen müdahaleler karşısında istifa kararı alındığını duyurdu. DİTİB’in Köln’deki genel merkezinden bu istifalarla ilgili bir açıklama yapılmadı.

Almanya’da 900’den fazla caminin bağlı olduğu, Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı çatı kuruluşu DİTİB uzun süredir eleştiri oklarının hedefinde. DİTİB'e bağlı camilerde görev yapan bazı imamların, Gülen Cemaati'ne yakın olduğundan şüphe edilen kişiler hakkında Ankara'ya rapor gönderdiği yönündeki iddialar Almanya'da tepkiyle karşılanmış, hatta DİTİB'in Alman iç istihbarat kuruluşu Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından izlenmesi çağrıları gündeme gelmişti.

Birçok Alman siyasetçi DİTİB’i Türk hükümetiyle yakın ilişkiler içinde olduğu gerekçesiyle eleştiriyor. DİTİB’in Eylül sonunda Köln’de inşa edilen Merkez Camii’nin açılış töreni Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılmış, açılış törenine Alman siyasetçiler katılmamıştı. DİTİB Aşağı Saksonya ve Bremen Teşkilatı’nın istifası DİTİB’i, faaliyetlerini ve Türk hükümetiyle ilişkilerini yeniden gündeme getirdi.

CEMAATLERİN ÖRGÜTLENMESİ VE FİNANSMANI
Başbakan Angela Merkel’in, 2006 yılında önerisi ve dönemin İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble’nin himayesinde ilk kez toplanan Alman İslam Konferansı öncesinde açıklama yapan şimdiki İçişleri Bakanı Horst Seehofer, bugünkü zirvenin ana konusunun "Müslüman cemaatlerinin örgütlenmesi ve finansmanı" olacağını bildirdi.

Amerika'nın Sesi'nden Cem Dalaman'ın haberine göre müslümanları temsil eden örgütlerin Alman anayasasının belirlediği din hukukuna göre organize olmalarını hedeflediklerini belirten bakan, dış ülkelerin Almanya'daki Müslümanlar üzerinde nüfuzuna son vermeyi hedeflediklerini de açıkladı.

Din adamlarının eğitimi için desteğin arttırılacağını ifade eden Seehofer, “Müslüman Almanlar’ın Alman ve Müslüman kimliklerini güçlendirmelerine ve vatanları Almanya ile özdeşleşmelerine yardımcı olunacak” şeklinde görüş belirtti.
Seehofer’in bugünkü toplantının açılışında yapacağı konuşmada, konuya yönelik fikirlerini daha geniş bir şekilde dile getireceği öğrenildi. Seehofer, göreve geldikten kısa bir süre sonra, "İslam Almanya'ya aittir" tanımlamasını yanlış bulduğunu ve İslam'ın değil Müslümanlar’ın Almanya'ya ait olduğunu söyleyerek tepkileri üzerine çekmişti.

“İslam Almanya’ya aittir” tanımlaması ilk olarak 2010 yılında eski Cumhurbaşkanı Christian Wulff tarafından dile getirilmiş, ardından gelen diğer Cumhurbaşkanları Joachim Gauch ve Frank-Walter Steinmeier’le Başbakan Angela Merkel de bu tutumu sürdürmüşlerdi.

Federal İçişleri Bakanı Seehofer, Alman İslam Konferansı’nı da yeniden yapılandırdı. Şimdiye kadar yaklaşık 2 bin 400 caminin bağlı bulunduğu Müslüman çatı örgütlerinin davet edildiği konferansa, bugün ilk kez örgütlü olmayan Müslümanları temsilen bireyler de davet edildi. Davetliler arasında geçen hafta kurulan ve muhafazakar dini dernekleri eleştiren "Seküler İslam Girişimi” adlı oluşumdan sosyolog Necla Kelek, avukat Seyran Ateş, siyaset bilimci Hamed Abdel-Samad ve psikolog Ahmad Mansour gibi isimlerde var.

Tevfik Taş 26 Kasım'da soL'a yaptığı değerlendirmede bu inisiyatifin, ''çağdaş İslam anlayışı'' ile hareket ettiklerini açıkladıklarını, kuruluş bildirgelerinde İslam'ın yorumlanmasını tekelinde tutan, ''demokrasiden uzak'', siyasallaşmış İslam'dan uzak durmak kadar, toplumda yükselen İslam karşıtlığına da karşı olunduğu ifade ettiklerini belirtmişti. Taş'a göre Alman devleti, DİTİB'in Erdoğan tarafından ''FETÖ''cülere karşı işlevlendirlmesi ile ülkede yaşayan Müslüman kökenli göçmenler konusunda yeni tasarruflara gitme kararı aldı.

DİTİB UYUM SAĞLAMIYOR
DİTİB'deki istifalar da Taş'ın değerlendirmesini doğruluyor. İstifa eden DİTİB Aşağı Saksonya ve Bremen Teşkilatı Başkanı Yılmaz Kılıç bu kararında Köln'de bulunan, siyasi ve örgütsel olarak Ankara'ya bağlı DİTİB Merkezi ile yaşadığı sıkıntıları gösteriyor. Kılıç'a göre onlar kendi bölgelerinde Alman Devleti ile uyum sağlamayı başarmışken, DİTİB merkezi bunu yapamıyor. Kılıç'ın DW Türkçe'ye yaptığı açıklamalar şöyle: 
Aşağı Saksonya büyük bir eyalet, burada Alman hükümetiyle muhteşem bir çalışmamız var.azı eyaletlerde biliyorsunuz DİTİB’le Alman hükümetleri görüşmüyor. Aşağı Saksonya’da durum böyle değildi. Tam tersine biz eyalet başbakanıyla iki, üç ayda bir biraraya geliyorduk, değerlendirme yapıyorduk. Bütün komisyonlarda varız, sözümüz geçiyor. Türkiye ile Almanya siyasetinde yaşanan sorunlar elbette Aşağı Saksonya’yı da etkiledi ama biz görüşmelerimize devam ettik. İslam din dersleri olsun,  hapishanelerdeki manevi hizmet işleri olsun. Bunlar çok iyi bir şekilde devam ediyor. Eskiden DİTİB’de eyalet birlikleri yoktu. Her şey ataşenin üzerinden yürüyordu. Üç dört yıldır durum değişti, artık aktif eyalet birliklerimiz var artık. Almanlarla çatır çatır müzakere ediyorlar. Ataşelerimiz maalesef bunu içlerine sindiremediler. Bu sadece Aşağı Saksonya yani Hannover'deki ataşelikle de sınırlı değil. Başka eyaletlerde de ataşelerle ilgili sorunlar var. Biz ataşeye günlük rapor veremeyiz. Ataşe eyalet birliği genel kuruluna karışmamalı. Oraya gelip dini otorite olarak gelip oturabilir. Ancak güncel işlere karıştığında sorun çıkıyor. Derneklerin içişlerine karışmamaları lazım.

Sorun nereden kaynaklanıyor? 
DİTİB merkez sizlerden gelen yenilenme, reform taleplerini neden kabul etmiyor? Türk hükümetinin bunda etkisi var mı?

Ankara’yı bilemiyorum. Ankara beni aşıyor. Benim merkezim Köln. Köln’deki DİTİB merkez ne yazık ki değişikliğe sıcak bakmıyor. Elindekini tutmanın gayesindeler herhalde. Sadece Aşağı Saksonya’dan değil başka eyaletlerden de DİTİB merkeze teklifler, değişiklik önerileri gitti. Almanlar yıllardır bizden değişiklik bekliyor. Üstelik beklentiler o kadar da yüksek değil. Organizasyon açısından değişiklikler isteniyor. Bunlar dini cemaat olmanın gerektirdiği istekler. Ama merkez bunlara olumlu bakmadı. Sorun şu: Artık Türkiye’den buraya belirli bir süre için gelen insanlarla, Almanya’daki Türkler arasında fark var. Ancak burada sosyalleşmiş olan Türkler burada yaşayanları anlayabilir. Bize gelen hocalar arasında muhteşem insanlar var elbette. Teolojik bakımdan çok iyiler.  Ama Almanya’yı bilmiyorlar, tanımıyorlar. Almanya’yı bilmediğiniz zaman Almanya’da görev yapamazsınız. Yaparsanız sıkıntılar olur. Bu Köln merkezdeki yönetim kuruluna giren arkadaşlar için de geçerli. Camilerimize Türkiye'den gelen hocalarımız için de geçerli. Bunun için buradaki insanlar değişiklik istiyor. 'Gelen insanlarımızdan faydalanamıyoruz, anlaşamıyoruz' diyorlar. Benim burada yetişmiş çocuğum camideki hocayı anlamıyor, dil yönünden anlamıyor, sosyalleşme yönünden anlamıyor. Bunu biz yıllardan beri dile getiriyoruz. 'Bunun için önlem alınması gerekiyor' dedik ama maalesef büyüklerimiz bu konuda harekete geçmediler, daha da geçmezlerse sıkıntılar daha da büyüyecektir.

SOL

Tek tek...- KAAN SEZYUM

Bu ülkeyi var ya Kemo batırdı Kemo... 
Bi Kemo bi de Cehape seçmeni... 
Bakın çok net. 
Eğitim nerede artık, orada iktidara oy yok. 
Bu nasıl olur ya? 
Arkadaşlar eğitilmeyin lütfen. 
Bakın Soma’da neler oldu, insanlar toprak altında kaldı. 
Kim suçlu çıktı? 
Tabii ki kimse suçlu değildi. Orada canlarını toprak altında verenler, hayatlarını yitirdiğiyle kaldı. 
Mavi Marmara gibi... 
Kim dedi oraya gidin diye? 
Kim?

Ben anneyim ya... 
Seda Sayan mantığına geldik. 
Kimse kimsede mantık aramıyor. 
Canlarını verenler neredeyse suçlu. 
Tecavüze uğrayan kadınlar ZAAATEN. 
Yani çok afedersiniz bu ülkede biraz şey bilinse ahlaksızlık olmaz. 
Biraz iman ya. 
Biraz iman olsa bu ülkede kimse darbeye kalkışmaz. 
Biraz ya. 
Biraz olsa yurtlarda tacizler olmaz. 
Bizzzzzzzzzz yaradılanı yaradandan ötürü seviyoruz. Yani öyle düşünüyoruz. Şimdi ateyizler neden seviyor? 
Sevmiyorlar... 
Ama nedense alnı secdeye değene de ne istiyorsa verebiliyoruz. Kafam rahat beni kandırabilirler. Nasıl olsa sonra çıkıp özürümü dilerim. 
Beni halkım değerlendirsin. 
AİHM filan kim? 
Sen kimsin ya?

Eyyy Nobel, ey Avrupa... 
Ya kadınla erkek bir olabilir mi? 
Birinde meme var. İkisinin de memelerini keselim tartalım. Kimin memesi daha çok? 
Ya kadınla erkek koşsun, 100 metre koşsun da demiyorum. 10 metre koşsun. Aynı mı? 
Bir kadın bir erkekle aynı miktarda mı terliyor?

Kadının görevi ne? 
Çocuk yapmak, gocuk dikmek... 
Bunu yapmayan kadın yarım kadındır. 
Bana oradan meclis arası %16 kadın ver kardeş.

Bakın çok net, bu hafta söylenen bu sözün arkasındayım: Adını vermek istemediğim bir parti var. Oyunu artırmak için teslim aldığı kesimlerin gözlerini açmasını engellemek için siyaset yapmaktadır. 
Çankaya, Beşiktaş, Kadıköy, Şişli gibi yerlerdeki seçim sonuçlarına bakın... Hiçbirinin ülke gerçekleriyle ilgisi olmadığını görürsünüz... 
Türkiye yansa da şaha kalksa da bunların umurlarında değildir. 
Buralardaki seçmen profili Türkiye pastasının kaymağını yiyen kesimden oluşuyor. 
Bu ilçelerde yaşayan sağduyulu vatandaşlarımız bilir ki bu ilçeler bugünkü seviyesine, belediyelerin değil büyükşehir belediyesinin ve hükümetin yatırımları sayesinde gelmiştir... 
Tabii ki her kelimesi doğru. Bir siyasi parti düşün ki, ülkede üreten, düşünen kesimi hapsetmiş. Düşünce hapsedilemez. Bu parti akademisyenleri de teslim almış durumdadır. 
Hele başka bir parti var ki... Sözde siyasi parti bunlar... 
Sözde... 
Bazı semtlerimizdeki demokrasi çok kuvvetli. Hiç gerek yok. Boşa mineral çekmesinler. Semtlerimiz salsın kendini artık. Rahat olun, geçiş çok güzel olacak.
Tek zihin, tek akıl, tek mantık, tek çözüm, tek hayat, tek tekillik.

Bu ülkeyi var ya, Kemo batırdı. Kemo dolaylı da olsa batırdı. Yanlış muhalefet batırdı. İdare edenlere hep kulp bulundu. Başkanlık sistemi gelince her şey düzelecekti. Hep bunlar gak guk bilmeden konuştuğu için sistem çalışamıyor. Her şeyi tek kişinin idaresine verdik. Sayıştaydan sayı saymayı bilenleri bile salladık, hala düzelmiyorsa bu ülke, bilin ki arkasında Kemo ve sözde döviz kuru ve kim olduğu belirli ama hiçbir zaman ismi zikredilmeyen isimler vardır.

Yazık... 
Yazık hem de çok yazık hepinize. 
Ülke yansa umurunuzda değil. 
Ormanlar filan kimsenin umurunda değil. 
Hiçbir şey kimsenin umurunda değil. 
Lütfen biraz daha akıllanmayın.

KAAN SEZYUM / BİRGÜN

‘Ticari basın, sağa çek!’ - Mine Söğüt

Şu anda hayatını kaybetmekte olan bu ülkenin en ölümcül darbelerden birini “ahlaksız”  basınından aldığını hâlâ tartışmadığımız... 
Gazetecilik nedir, ne değildir, bunu hâlâ umursamadığımız için... 
Şu anda basın ahlakını, “Para karşılığı röportaj yapılır mı yapılmaz mı” tartışması üzerinden masaya yatırmak komik; 
Değil iş insanlarıyla, iktidarlarla bile devamlı “alışveriş” içinde bulunan bir basın geleneğini görmezden gelmek trajiktir. 

Gazetecilik tıpkı tıp gibi kendi özel ahlakı ve hatta resmen edilmese de bir yemini olması gereken çok mühim bir meslektir. 
Çünkü hayati bir önem taşır. 
Toplumun algısını biçimlendirir; dolayısıyla da kaderini belirler. 
Sosyal ve politik kimliği oturmamış... 
Dünya konjonktüründeki yerini sabitlememiş...
 
Gerçekten bağımsız olmak yerine, bağlı olacağı odaklar arasında mekik dokumuş toy bir Cumhuriyetin; 
Dışarıdan olgunlaşırken içeriden çürüdüğünü gizleyen bir dil üzerine kurulu gazeteciliğin şimdiye kadar gösterdiği marifet, marifet değil yıkıcılıktır. 

İki büyük dünya savaşının ardından yeniden pay edilen koca dünyada... 
Komünizm korkusunun ortalığı kasıp kavurduğu zamanlarda bizi korkutmakla yükümlü olan; 
O korkuların üzerine yıkılan duvarların altında kaldığımız 80’li yıllardan sonra da... 
Bizi Özal Türkiye’sine “uyandıran” basınla, bugün Erdoğan Türkiye’sinde “uyutan”  basın, tıpkı bu iki lider gibi birbirine göbekten bağlıdır. 

Neden ve sonuç ilişkilerinin izini adil bir şekilde sürer, o çağlardan bu çağlara parlatılan gazeteciliğin ve gazetecilerin kişisel serüvenleri üzerinden bu ülkenin yakın tarihini çözümlerseniz, bugün başınıza gelenlerin müsebbibini kolayca tespit edersiniz. 


80’li yılların ortalarından itibaren; 
“Yükselen değerler” diye kapitalizmin görkemli kıyıcılığını halka pazarlayan ve iş insanları arasında istop oynar gibi elden ele atılıp tutulan gazetelerin ve televizyonların ikliminde... 
Patronlarının kimlerle ne şartlarda dans ettiğini bile bile... 
O sistemin gönüllü kölesi olan... 
Ve yüksek maaşlara ve konforlu hayatlara konan... 
Eski solcu, yeni “ben mi düzelteceğim her şeyici” gazetecilerin önerilen yeni ahlaka kanışındaki ahlaksızlığın üzerine inşa edilen bir dünyada... 
Bugün ticari gazetecilik üzerinden bir etik sorgulamak çok yersiz ve faydasızdır. 
Politik bir bağı veya hedefi varsa bunu en baştan açıkça ortaya koyan... 
Evrensel bir ahlaka karşı pragmatik bir ahlak önermeye kalkmayan... 
Okurunun ödediği dışında bir parayla satın alınamayan... 
Kendi çizgisinde gerçekten habercilik yapan bağımsız bir gazetenin hayatta kalamayacağı gerçeğini, hem gazetecilere hem de halka dayatan bir ortamda... 
Bugüne kadar patronların ihaleleri için ilişki dengeleri kollamayacak gazetecilerin gazetecilik yapamamasını olağan karşıladığınız; 
Gazetecilerin farklı iktidarlar zamanında farklı liderlerle al gülüm ver gülüm ilişkilerini çekirdek çitleyerek seyrettiğiniz; 
Hızla sendikasızlaştırılan bir basının ne anlama geldiğini hiç düşünmediğiniz; 
Ağzı laf yapan ama kaşı gözü de ayrı oynayan gazetecilerin hamasi dillerine hemen prim verdiğiniz... 

Ve en fenası da bu gazetelerin yaptıkları haberleri, bu gazetecilerin kestikleri ahkâmları bir şey sandığınız için karışan kafanızı... 

Artık bundan sonra medya etiği için boşuna yormayın. 

Ama dilerseniz iştahla okuduğunuz o makalelerden, röportajlardan, heyecanla izlediğiniz haberlerden, tartışmalardan, yorumlardan kendinizi bundan sonra kollayabilirsiniz. 

İnanın, insanın kendi aklı gibisi yok.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Sarı Yelekliler - Deniz Yıldırım

Fransa’da kasım ayına Sarı Yelekliler damga vurdu. Hareketin adı, araçlarda bulundurulması kanunen zorunlu sarı yelekten geliyor. Protestocular, bu sarı yelekleri giyiyor.

Hareket geçen hafta özellikle merkezin dışında kalan yarı-kırsal bölgelerde güçlendi. 300 bine yakın Fransız, Cumhurbaşkanı Macron’un “ekolojik duyarlılık”la gündeme getirdiği araç yakıt zammına itiraz etti, yolları kapattı. Zam, özellikle dizel yakıta vergi artışı getirilmesinden kaynaklanıyor. 

Fransa araç yakıtından vergi alımında Avrupa üçüncüsü. International Viewpoint’ten  Leon Cremioux’nun aktarımına göre Fransa’da geçen yıl dizel yakıt yüzde 23 zamlanmış ve yakıt tüketiminin yüzde 80’i dizel kaynaklı. Yeni vergiyle birlikte bu artış katlanacak. 

Konu otomobil olunca, bir tür “orta” ya da “üst orta sınıf” itirazı gibi görünebilir. Fakat değil. Çalışma şartlarının giderek esnekleşmesi kent merkezlerindeki pahalılıkla birleşmiş; bu da geçim sıkıntısı yaşayan Fransızları kente yakın ya da kent dışı yerleşimlere ve mecburi araç kullanımına yöneltiyor. Yine Cremioux’nun aktarımına göre Fransa’da her gün 17 milyon kişi, sınırları içinde yaşadığı belediyenin dışında bir yere çalışmaya gidiyor. Bunların üçte ikisi de kendi aracını kullanıyor. Dolayısıyla yakıt zamları hayat pahalılığından etkilenen çalışan sınıfları doğrudan ilgilendiriyor. Konunun bir yanı zam, diğer yanıysa yetersiz kamusal ulaşım olanakları.
 
Macron’un zenginlere avantajlar sağlayıp vergi zamlarıyla faturayı çalışan halka kesmesine, vergi adaletsizliğine karşı da bir protesto biçimi bu aynı zamanda. 
The Guardian gazetesinde çıkan söyleşilerden anladığımız; işsizlikten, zamlardan, vergi adaletsizliklerinden, eğitimdeki eşitsizliklerden, siyasetin halktan kopukluğundan rahatsız, birbirini tanımayan binlerce insan sarı yelekle protestolara katılmış. 

Bir katılımcı, sarı yeleğinin arkasına “Ben Halkım” yazmış. Her şeyin özeti. Bu durum, tekil bir sorun üstünden başlayan kimi toplumsal hareketlerin bir süre sonra diğer tüm toplumsal/siyasal sorunların da ifade edilmesine, görünür hale getirilmesine kanallar açan özellik kazanabileceği kuralını doğruluyor. Fransız halkının yüzde 75’inin Sarı Yelekliler’e sempati duyması tam da bu nedenle. 

Bu hep olmaz, şartlar tetikler. Özellikle de geleneksel parti ve örgütlenmeler halkı temsil edemez hale geldiğinde toplumsal hareketler siyasal boşluğa, temsil boşluğuna yerleşebilir. 

Fransa’da şartlar uygun. Her şeyden önce, protestocuların birçoğu ilk kez böyle bir harekete katılmış. Yani geleneksel siyaset biçim ve tarzlarından kopuş eğilimi hâkim. İkincisi, seçimlerde boş oy verdiğini ya da sandığa gitmediğini söyleyenler hiç de az değil. Mevcut partilere ve Macron iktidarına halkın derdiyle gerçekten dertlenmedikleri için tepkililer. “Zenginleri temsil ediyorlar, halkı değil” tepkisi bundan. 


Macron geçen yıl seçildiğinde ikinci turda sağ popülist Le Pen ile yarışmıştı. Bu sıkışma karşısında sandığa gitmeyenlerin oranı yüzde 25’i aşmıştı ve bu, 60’lardan bu yana en yüksek sandığa gitmeme oranıydı. Bunu sandığa gidenlerin yüzde 8.8’inin boş oy vermesi tamamlamıştı. Yani 16 milyon seçmenin sandığa gitmemesinden ya da sandığa gidip protesto oyu vermesinden söz ediyoruz. Ciddi bir temsil krizinin işareti. Sarı Yelekliler, bu krizin derinleşme potansiyelini gösteriyorlar. 


Diğer yandan toplumsal muhalefetin güçlü örgütlenmeleri sendikalar, Sarı Yelekliler’e mesafeli. Bu durum, işçi sınıfının geleneksel örgütlenmelerinin geçim, zamlar, vergi adaleti gibi meseleler üstünden halkın çalışan çoğunluğuyla birleşmesini, en geniş sosyal temsile yönelmesini önlüyor. Aslında Sarı Yelekliler’in protestosu bu nedenle sadece geleneksel siyasal partilere değil, toplumsal muhalefetin yerleşik örgütlenme ve eylem biçimlerine de bir itiraz. Liderin halka doğrudan seslenmeyi tercih ettiği, aracı kurumları yok saydığı popülist siyaset tarzının güçlendiği ortamda, aşağıdan yükselen halk hareketleri de aracı/temsili örgütlenmelerden uzaklaşıp “doğrudan”niteliği kazanmaya başlıyor. Sarı Yelekliler gibi. 

Macron Fransa elitlerinin temsil krizine “gençlik aşısı”, çare arayışıydı. Çabuk yıprandı. Yerine ne doğar? 
Sarı Yelekliler türü, halkın geneline seslenebilen hareketler, Macron’a geri adım attırabilirse halkçı bir siyaset örgütlenmesine evrilir mi, yoksa birçok kendiliğinden harekette olduğu gibi, hedefsizlik/yönsüzlük sonucunda şiddet hareketleri eliyle zayıflatılır mı? 
Ya da öfkesi/enerjisi, “sahte halkçı” sağ popülist siyasetler tarafından emilir mi? 

“Eskinin öldüğü, yeninin doğmadığı” dünyayı izleyip bunu birlikte göreceğiz.

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Emperyalizmin çatlak yumurtaları: "Akiller" firarda! - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Tesadüf mü?
Değil... Emperyalist tezgah değişmeyeceği için aynı yemeği pişirip pişirip önümüze koyacaklar.
                                        **
Akil adamlar buzdolabından firar etmiş, Oslo'da buluşmuş.
Oysa Erdoğan 2015'in Ağustos ayında İmralı Süreci-Çözüm Süreci'ni dondurduklarını açıklamıştı.


Akillerin buzlarının çözülmesi neden bugünlere denk geldi?
Yaşadığımız ve derinleşecek olan ekonomik kriz ve bu krizden "çıkış yolları"  ile bir ilgisi var mı?
                                        **
Ünlülerin isimlerini saymıyorum, onları biliyorsunuz; birlikte poz verdikleri ve çözüm sürecinin artılarını eksilerini masaya yatırdıkları yer Oslo!
Yani bir dönem AKP Hükümetinin onayı ile PKK ile pazarlıkların yapıldığı, Türk istihbarat örgütünün en üst düzey isimleri ile terör örgütü temsilcilerinin "istişare" yaptıkları kentte bir araya geldiler!

Emperyalist bir tuzak olduğunu ilk günden beri söylediğimiz "açılım-çözüm" sürecinin tüm memleketi paralize ettiği, hipnotize ettiği yılları hatırlayın;
-Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün "güzel şeyler olacak" dediği,
-Erdoğan'ın "demokratik açılım projesi ile milli birliği sağlayacağız" diyerek sanatçı, artist, futbolcu ünlülerden destek istediği,
-Diyarbakır Belediyesi'nin tabelasının yanına Kürtçe tabela asıldığı, yani "çift dilli" bölücü tuzağın ayyuka çıktığı,
-Yalçın Akdoğan'ın; "süreci en iyi Öcalan okuyor ",
-Bülent Arınç'ın; "Öcalan'a sayın demeyi ve posterini taşımayı suç olmaktan çıkardık",
-Besleme kalemlerin; "Öcalan sürecin önünü açıyor",
-Beşir Atalay'ın; "Öcalan'ın mesajları bizim de düşüncemiz" dedikleri günler...


"Durun, teröristlerle pazarlık olmaz, masaya oturulmaz" görüşünü savunanların ise neredeyse hain ilan edildiği zamanlar!..

                                       **
O günlerde, yani çatışmasızlık ortamında yeni anayasa ile ilgili referandumun da aradan çıkartıldığını unutmayalım!

                                        **
Dün gazetemizin manşetindeydi... Oslo'da Yeni Arayış Toplantısı!
Akiller çözüm sürecinin artılarını ve eksilerini konuşmuşlar.
Ben söyleyeyim; Türkiye terör örgütü ile pazarlık yaparak yeniden masaya oturabileceğinin önünü açtı! Elbette masada terörün kaynağı emperyalist devletler de var.
"Buzdolabı" sözü boşuna söylenmiş değil...
Çözüm süreci gençlerin dağa çıkmalarını teşvik etti! İtiraz edenlere "işin sonuna geldik, örgüte katılmak zorundasınız" denilerek baskı yapıldı.
PKK şehirlere yığınak yaptı, çok sayıda güvenlik görevlimiz kentlerin temizliği sırasında, bu yığınak ve hazırlık nedeniyle şehit düştü. Kentlerin yeniden imarı için harcanan parayı geçiyorum... Açılım süreci, sonunda;  gözü yaşlı, yüreği yangın yeri eşler, anneler, babalar, öksüz çocuklar bıraktı!
Teröristle pazarlık yapmanın sonunda olacaklar belliydi. Elinde silah olanlarla barış konuşulamaz!

                                         **
Ben büyük resme dikkatinizi çekmek istiyorum;
Bu köşeyi takip edenler bilir, Uluslararası Kriz Grubu'nun raporlarına yer vermiştim. Bu grup emperyalizmin sözcüsü gibidir, olacakları ve niyetleri önceden haber verir.

En son yayınladıkları iki raporun özeti şuydu: Türkiye açılım sürecini yeniden başlatmalı, Kürtlere özerklik verilmeli, seçim barajı düşürülmeli, kimlikten arındırılmış bir yeni anayasa yapılmalı (Türk kimliğinin olmadığı bir anayasa), askeri operasyonlar durdurulmalı...
Buna karşılık PKK'ya ise "Suriye'deki kazanımlarının peşine düş, YPG ile birleş, Türkiye'den çekilip önceliği Suriye'deki oluşuma kaydır" mesajı verildi.
ABD'nin Irak'ı böldükten sonra Suriye için de tam yapmak istediği bu!

Türkiye'nin bölünmesi zamana yayılacak ve iç cephe ona göre dizayn edilecek!


"Emperyalizmin yumurtaları erken mi çatladı?", bunu yakın zamanda göreceğiz.


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

27 Kasım 2018 Salı

Kara Cuma'nın kara büyüsü - ÖZGÜR ŞEN

Bir Kara Cuma daha geride kaldı. ABD'de yaşanan büyük iktisadi kriz sırasında yılbaşına kadar sürecek alışveriş sezonunu hareketlendirmek için düşünülen uygulamalardan biri olarak gündeme gelen Kara Cuma ismini de tüketimi artırmak amacıyla alınan önlemlerin kendisinin bir kriz haline geldiği 1960'lı yıllarda aldı.
Uygulama yalnızca ABD ile de sınırlı kalmadı. Piyasa ekonomisinin hüküm sürdüğü tüm ülkelere bazen aynı, bazen farklı isimle yayıldı. Tarih de sabit kalmak zorunda değildi. Kara Cuma, aslında kapitalizmin bir alışveriş modelinin ismiydi. Her ülke kendisine uygun zamanlama ve uygulama biçimini tercih edebilirdi.
Önce indirimi müjdeleyen yoğun bir reklam kampanyası ile tüketici o güne veya haftaya hazırlanıyordu. Buradaki temel motivasyon ihtiyaç değil ürünün fiyatıydı. Bir malın satın alınması için görece, bir diğer deyişle her zamanki fiyatından daha ucuz olması yeterliydi. Her türlü yöntemle kitlesel bir baskıya maruz kalan insanlar, aynı kitlesellikle alışveriş çılgınlığına teslim oluyordu. Kitleselliğin bizzat kendisi bir çarpan etkisi yaratıyordu.

Sonuç ise patronlar açısından gerçekten yüz güldürücüydü. Çok fazla geçmişe gitmeye gerek yok, bugünkü rakamlara bakıldığında Türkiye'de dahi bir günde ortalama cirolarının 50 katına ulaşan şirketler var.
Patronlar gayet mutlu ama peki ya emekçiler... Bu alışveriş modeli ilgili sektörlerde çalışan insanlar için muazzam bir yük demek. Cirolar 50 kat artarken emekçiler de normal günlerdeki gibi çalışmıyorlar elbette. Zaten normal zamanlarda bile oldukça zor şartlarda çalışan emekçiler için katlanılmaz bir yük bu.

Bu tür kampanyalar yapan mağaza veya alışveriş merkezindeki işçiler, son yıllarda sektörde ağırlıkları gittikçe artan sanal alışveriş sitelerinin çalışanları, bu sitelerin altyapılarını hazırlayan ve sitelere sürekli teknik destek veren uzmanlar, ciroların bu denli arttığı günlerde nöbet tutturulan finans emekçileri ve elbette taşıdıkları yük hacimle birlikte 50 kat artan lojistik işçileri... Hepsi dünyanın dört bir yanında akla gelen her yolla pompalanan alışveriş çılgınlığının cefasını çekiyor. Hem de patronları sefasını sürerken.

Tek bir kazananın olduğu garip bir tablo bu. Ama gariplik kazananın patronların olmasından ibaret değil. Tüketenlerin arasında da emekçiler var çünkü. Üreten onlar, çalışan onlar, Kara Cuma gibi kampanyalarda çoğu zaman gereksiz yere de olsa tüketen de onlar... Gariplik ise her şeyi yapan bu sınıfın mensuplarının birbirlerinin faaliyetlerine bu kadar ilgisiz kalmalarından ürüyor. Bir malı alan emekçi ne malı üreten ne de ona ulaştıran işçinin koşullarıyla ilgileniyor.
Ancak bu açıklanamaz bir gariplik değil. Kara Cuma'nın gizemli ve çözülemez kara büyüsünü anlamaya çalışmıyoruz. Tam tersine, bu düzene özgü, düzenin ayakta kalmasını sağlayan ve açıklanabilir bir mekanizma söz konusu.
Bu düzenin efendileri alınan ve satılan her şeyin değerinin toplumsal emekten bağımsız olduğunu düşünmemizi istiyorlar. Her şeyin fiyatlardan oluştuğu, paranın hakim olduğu bir dünya bu. Sanki nesnelerin kendiliğinden hareket ettiği, ilişkiye geçtiği bir dünya... Sanki malı veya hizmeti üreten insanların arasında hiçbir toplumsal ilişkinin varolmadığı bir dünya... Böyle olunca da insanların parayla yaptıkları alışverişi kendi toplumsal faaliyetleri sandığı bir dünya. Aslında insanların nesneleri yönetmesi gerekirken, nesnelerin insanları yönettiği bir dünya.

Kara Cuma ve benzerleri yalnızca bu düzenin ihtiyaç duyduğu tüketim alışkanlıklarını beslemiyorlar. Fiyatın ve paranın tek hakim olduğu, emekçilerin hem birbirine hem de üretim koşullarına yabancılaştığı bir dünyayı yeniden üretiyorlar.

Bu dünyada yalnızca fiyat ve para var. O malın veya hizmetin nasıl ve hangi koşullarda üretildiği yok. Kimlerin ürettiği yok. Kimlerin malları bize nasıl ulaştırdığı da yok.

Yalnızca fiyat ve paradan oluşan bir dünyayı anlamaya çalışmak ise aslında bu piyasanın aptal ve gereksiz mekanizmalarını anlamaktan ibaret ve emekçiler için boşa bir çaba. Fiyata ve paraya boğulmuş bu dünyada sıkışan insanların birbirlerini anlamaları, birbirlerinden haberdar olmaları neredeyse imkansız.
Yine aynı dünyaya sıkışan insanların garipliği hissetmeleri halinde dahi önerecekleri çözümler yine bu mekanizmaya, mesela tüketime dair olmak zorunda. Oysa asıl sorun orada değil. Asıl sorun malın ve hizmetin üretiminin gerçekleştiği toplumsal koşullarla ilgili.

Yaşadığımız hayat değişecekse eğer, paranın ve fiyatların hakimiyetinden kurtulacaksak şayet, nesneler bizi değil biz nesneleri yöneteceksek, değişmesi gereken de o toplumsal ilişkiler. Fabrikaların, toprakların, alışveriş merkezlerinin, büyük dükkanların ve sitelerin sahipliği değişecek. Dolayısıyla üretim sürecini patronlar değil emekçiler düzenleyebilecek. 

Başka yol yok.

Özgür Şen / SOL

Karadeniz’de çalışılmış kriz! - İBRAHİM VARLI

Karadeniz’de Ukrayna ile Rusya arasındaki son kriz, bölgede “dondurulmuş” sorunların yeniden ısıtılmaya çalışıldığının işareti. Odessa’dan Maripol’a gitmek isteyen Ukrayna savaş gemilerine Rusya’nın Kerç Boğazı’nda el koymasının yol açtığı gerilim bizzat Kiev’in ürettiği çalışılmış bir senaryo.

ABD liderliğindeki Batı’nın hedefindeki Rusya’ya karşı uluslararası toplumu harekete geçirmeye çalışan Kiev, istediğini aldı gibi. AB, NATO ve ABD anında Kiev’in yanında saf tuttu. Batılı başkentlerden gelen açıklamalarda Rusya hedef alındı.

Moskova, Kiev’i kışkırtıcı eylemlere girişmekle suçlarken, arka planda bizzat Devlet Başkanı Poroşenko’nun olduğu iddiasında. Kiev ise Moskova’yı provokasyonla suçluyor.

KRİZİN NEDENLERİ
Moskova ve Kiev karşılıklı olarak birbirilerini suçlarken, krizin arka planındaki nedenler…
► Seçim yatırımı: Kiev’in üretilmiş kriz üzerinden birkaç amacı var. Ülkede dört ay sonra devlet başkanlığı seçimleri yapılacak. Yolsuzluk içinde yüzen ‘çikolata kralı’ Poroşenko’nun popüleritesi yerlerde. Anketler seçimi kaybedeceğini gösteriyor. İktidarda kalması olağanüstü krizlere bağlı. Seçim öncesinde gerilimi tırmandırmaya ihtiyaç duyuyor.

► Sıkıyönetim ilanı: Ukrayna lideri Poroşenko sıkıyönetim kararnamesi imzaladı. Sıkıyönetim ilanıyla istenirse Mart’taki devlet başkanlığı seçimleri ertelenebilecek. Muhalefete göre sıkıyönetim diktatörlük uygulamalarını artıracak, seçimlerin ertelenmesine neden olabilecek.

► AB/ABD yardımı: Ekonomik krizdeki Ukrayna acilen ihtiyacı olan ABD ve AB mali yardımlarını mobilize etmek istiyor. Batı nezdindeki öneminin farkında olan Kiev, Rusya’yı üzerine çekerek Washington’ı daha fazla desteğe zorlayacak hamleler yapıyor.

► Minsk anlaşması: Ukrayna 2014’teki iktidar değişiminin ardından fiili olarak ikiye bölündü. Rusya yanlısı ayrılıkçı cumhuriyetlerle yaşanan savaş, Kiev’i sıkıştırmış bulunuyor. Minsk anlaşmasıyla çatışmalara ara verilse de, düşük yoğunluklu çatışmalar yer yer devam ediyor. Anlaşmanın bozulması, çatışmaların sürmesi için bir gerekçe lazım.

ABD-RUSYA BİLEK GÜREŞİ
Ukrayna Rusya ile Batı arasında bir “tampon bölge.” Rusya ile Avrupa arasında sıkışıp kalan, tarihi boyunca da bu stratejik konumunun bedelini ödeyen bir ülke. Bundan beş yıl önce patlak veren olayların iç savaşa sürüklediği ülkede oluşan gerilim hatları kriz üretmeyi sürdürüyor. Bu haliyle de Rusya’ya karşı ABD ve Batı’nın elindeki en güçlü kart.

Bilek güreşine giriştiği Rusya’yı dört bir taraftan sarmalamaya çalışan ABD’nin yığınak yaptığı cephelerden olan Karadeniz’deki her türlü gerginlik Batı ittifakına yarıyor. Bulgaristan ve Romanya’yı NATO’ya eklemleyen ABD, Ukrayna’yı ise Rus karşıtı cephenin karakoluna dönüştürdü. Ukrayna üzerinden Karadeniz’i üs edinen ABD, buradaki varlığını her geçen gün artırıyor. Batı’nın Ukrayna üzerinden kendisini çevrelediğini gören Moskova ise karşı hamlelerle Ukrayna’yı kaptırmama arayışında.

GÜRCİSTAN’DAN ALINACAK DERS
Ukrayna’nın iç savaşa sürüklenerek bölünmesinde ülkedeki aşırı sağcılarla, Rusya karşıtı ABD/AB destekli Batı yanlısı muhalefetin payı büyük. Gürcistan’da Şaakaşvili liderliğindeki sağ muhalefetin Batı desteğiyle oynadığı kumarı kaybetmesi nasıl ülkeyi parçalara böldüyse, benzer senaryo Ukrayna’da da gerçekleşti.

Kasım 2013’te dönemin iktidarının AB yanlısı anlaşmayı iptal etmesiyle sokağa çıkan sağ muhalefet “Maidan Devrimi”yle iktidarı alaşağı etti, işbaşına gelen neo faşist yönetime tepki olarak ülkenin doğusunda Rusya yanlıları iki farklı cumhuriyet ilan etti. Kırım ilhak etti. Doğu Ukrayna’da sınırları değişti, 5 binin üzerinde kişi yaşamını yitirdi ve büyük bir insani trajedi doğdu. Gürcistan örneği Ukrayna’ya ders olmalı. Batıya fazla güvenin sonu Gürcistan için felaket olmuştu.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Duayen hukukçu Metin Günday: Saray’da azar işiten yargı, adalet sağlayamaz- CAN UĞUR

“Danıştay Daire Başkanları, yargıçları üyeleri hatta andımızla ilgili kararı veren heyetin üyeleri Danıştay’ın 150. yıldönümü nedeniyle gerçekleştirilen buluşmada Sayın Cumhurbaşkanı’ndan azar işittiler. Bunun hukuk devleti açısından izahı mümkün değil”

Türkiye’de yargı bağımsızlığı hiç olmadığı kadar tartışılıyor. 12 Eylül 1980 Darbesi’ni aratmayan yargı kararları alınıyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önünde cübbesini ilikleyeninden onunla çay toplayana kadar birçok alanda yüksek yargı üyeleri faaliyetlerini sürdürüyor. Bu süre zarfında ise bağımsız yargı konusuna ise neredeyse hiç değinilmiyor. Kuvvetler ayrılığı neredeyse hiç konuşulmuyor. Son olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) HDP’nin tutuklu eski Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğunun hak ihlali olduğuna ve serbest bırakılması gerektiğine hükmetti. Kararı duyan AKP’liler ise veciz ifadeler dile getirmekte gecikmedi. Erdoğan’dan Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’e kadar birçok isim ‘karar bağlayıcı değil’ açıklamalarını peş peşe gerçekleştirdi. Peki gerçekten karar bağlayıcı değil mi? İktidara ve yandaş medyaya bakarsak kararın hükmü yok ancak hukukçular pek öyle düşünmüyor.

Bu hafta Pazartesi Söyleşisi’nin konuğu İdari Hukuku Profesörü Metin Günday. Ankara Üniversitesi (AÜ) Hukuk Fakültesi’nde 33 yıl boyunca öğretim üyeliği yaptıktan sonra doktora dersi vermeye devam eden Prof. Dr. Metin Günday’ın dersine geçen yıl son verildi. Prof. Dr. Günday ile son AİHM kararını ve Türkiye’deki yargının halini konuştuk.

► Bu haftanın en çok konuşulan konusuydu. AİHM kararları bizi bağlamıyor mu?
Olay şu kısaca: AİHM’in vermiş olduğu karar bizim de tarafı olduğumuz, iç hukukumuzun bir parçası haline getirdiğimiz, Anayasa’nın 90. Maddesi’nin son fıkrasına göre kanun hükmünde olan bir uluslararası sözleşmeye; yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne dayanan bir karardır. Hatta temel haklarla ilgili uluslararası antlaşmalar söz konusu olduğunda mer’i kanun (yürürlükteki kanun) ile çelişkili hükümler içermesi durumunda uygulanması gereken bir sözleşme Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. Devletimizin altına imzasını attığı bir sözleşmeden, iç hukukun parçası haline gelen bir sözleşmeden bahsediyoruz. O nedenle tereddütsüz bağlayıcıdır.

‘Bağlamaz, bizi ilgilendirmez’ gibi hükümlerin hepsi hukuk dışıdır. Hukukçu olarak benim üzerinde fikir beyan etmeye dahi değerli bulmadığım düşünceler bunlar. Kim söylerse söylesin bunun bir önemi yok.

► Hukuken bağlayıcı olan bir şey uygulanmadığı zaman ne olur?
Uygulanmamasının anlamı yukarıda saydığım bütün sözleşme kurallarını ve anayasa hükümlerini ayaklar altına almak demektir bu kadar basit aslında. Bunları hiçe saymak demektir. İşin başka boyutu da var aslında.

► Nedir o?
Hukukta ahde vefa prensibi vardır. Basite indirgeyerek söylersek, bir insanın başka birine vermiş olduğu söze bağlı olması demektir. Günlük hayatımızla bağdaştıracaksak böyle diyebiliriz. Bu açıdan da sıkıntılı bir durum var. Bunu uluslararası ilişkiler ekseninde de düşününce devlet olarak bir anlaşmaya katılıyorsunuz, imza ediyorsunuz, taahhüt ediyorsunuz, sonra da uymuyorsunuz. Bu ilkeyi de ortadan kaldırmış olursunuz. Bu en birincil ilkesidir hukukun. Ahde vefa prensibi, durum buna da aykırı.

► Türkiye’deki hukuksal gidişat nasıl? Somut olarak neler söyleyebilirsiniz?
Hukuk devletinden uzaklaşma hatta onun zerresinin kalmaması durumu söz konusu. Hukukun üstünlüğüne dayanan ona bağlı devlet anlayışının ortadan kalkması söz konusu. Kendi koyduğu kurallara uymayı görev addeden devlet hukuk devletidir. Uymazsa onun zerresi kalmaz tablo da onu gösteriyor. Zaten şunu söylemek isterim. Hukuk devleti ilkesi ile ilgili AİHM kararından bağımsız söylüyorum; bugün AİHM kararı yarın başka bir durum çıkar ortaya. Ama mesele daha genel. Yani Türkiye’nin hukuk devleti olmama tablosu söz konusu.

► Niye?
Anayasa’da yazıyor. Türkiye Cumhuriyeti demokratik laik ve sosyal bir hukuk devletidir diye. Ama şimdi orada yazmakla hukuk devleti olunmuyor. Bunun bir takım gerekleri var ve onu yerine getirmek zorunlu. Nedir bunlar. Bir kere hukuk devletinin özü yurttaşlarına ya da o ülkede yaşayan herkese hukuki güvence sağlamaktır. Herkes kendini güven içerisinde hissetmek durumunda olmalıdır. Devletin en başta gelen görevi budur. Bunun altını dolduralım: 1-Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması lazım. Anayasada tanımlananlar, düşünce özgürlüğünden basın özgürlüğüne kadar birçok alanda tanınmış olan temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması lazım. Devletin görevi bu. Bunları sınırlandıracaksan da ancak kanunla sınırlandırabilirsin. Kanunu kim yapar; yasama organı yapar. Kimlerden oluşur, halkın seçtiği temsilcilerden oluşur. Dolayısıyla eğer bir temel hak ve özgürlük sınırlandırılacaksa bu şekilde olur. Ama bu yeterli değil. Çünkü sadece bu yetseydi yasama organında çoğunluğu elde edenler istediği gibi temel hak ve özgürlükleri sınırlayabilirlerdi. Hatta temel hak ve özgürlükleri kullanılamaz hale getirebilirlerdi. Buradan da şunu eklemek gerekiyor temel hak ve özgürlükleri yürütme de tek başına sınırlayamaz ancak kanun yetki verdiği ölçüde bunu yapabilir. Yine temel hak ve özgürlükler anayasaya aykırı şekilde sınırlanamaz. Anayasada bununla ilgili tanımlar vardır ona bağlı kalınarak yapılabilir. Son olarak da temel hak ve özgürlükleri imkansız hale getirecek şekilde sınırlayamazsınız. Hukuk devletinde işleyiş böyle olur. Bu nedenle kanun koyucunun yetkisi var. Ama bunun yanında bağımsız mahkemenin olması lazım. Bunun adı Anayasa Mahkemesi’dir.

► Buradan nereye geleceğiz?
Şuraya geleceğiz… Bu Anayasa Mahkemesi kimlerden oluşuyor. Mevcut durumdan bahsediyorum. Tamamını Cumhurbaşkanı atıyor. Buradan nasıl sınırlandırma olacak! Şimdi bizde dünyada eşi benzeri olmayan bir sistem var. Demokratik ülkelerde yok bunun benzeri. Ortada hükümet yok. Bakanlar kurulu yok. Cumhurbaşkanı yok sadece devlet başkanı var. Cumhurbaşkanı tarafsız olması lazım cumhurbaşkanımız bu yeni sistemde taraflıyı geçtim parti yönetiyor. Yani bu açıdan temel hak ve özgürlükler tehdit altında. Yürütmenin ve idarenin tüm işlemleri idari yargı denilen denetime tabi olması gerekir bunlar da idare mahkemelerinden oluşur.

► İdari yargı denetlemiyor mu?
Danıştay’ın tamamen tarafsız olması lazım. Şimdi bize bakalım. Böyle bir şey yok. Danıştay’ın 150. yılı nedeniyle Danıştay tarafından yaklaşık 1 ay önce bir sempozyum yapıldı. Nerede yapıldı, Külliye’de! Bu bir kere zaten sorunlu. Yargının bağımsızlığını ortadan kaldıran bir durum. Hukuk devleti denen hiçbir yerde olmaz. Örneğin Almanya’da bunu yapalım derseniz ‘deli misiniz’ derler. Merkel Hanımefendi’nin makamında bunu yapalım deseniz ‘durun yahu’ derler. Çelişkinin büyüğü burada.
Öte taraftan bir de şu vardı.Külliye’de  sempozyumun yapılmasından kısa süre önce Danıştay 8. Daire andımızla ilgili bir karar verdi. Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullarda andımızın okutulmasının gerek olmadığını öngören yönetmelik değişikliğini Danıştay iptal etti. Bunun gerekçesi, doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında konuşmuyorum. Bu kararı bu aşamada ne eleştiririm ne överim. Ama karar verilmiş Danıştay tarafından. Ben bunu yanlış bulabilirim ne gereği var diyebilirim. Bu benim şahsi düşüncem olur hukuken de değer ifade etmez.



Danıştay Başkanı’nın Erdoğan karşısında önünü iliklemesi çok konuşulmuştu.




► Cumhurbaşkanı da söylüyor, ne zararı var?

İşte oraya geleceğim... En yetkili ağız derse ki ‘Bu ne biçim karar’ ‘Siz kim oluyorsunuz, yetkilerinizi aştınız’ işte o zaman büyük sorun çıkar. Adalet Bakanı çıkıp benzer şeyler söylüyor. Danıştay Daire Başkanları, yargıçları üyeleri hatta andımızla ilgili kararı veren heyetin üyeleri Danıştay’ın 150. Yıl dönümü nedeniyle gerçekleştirilen buluşmada Sayın Cumhurbaşkanından azar işittiler. Bunun hukuk devleti açısından izahı mümkün değil.

► Yani hukuku zedelersiniz?
Zedelemek ne kelime kuvvetler ayrılığı ilkesinin köküne kibrit suyu dökersiniz. Üstelik bunu da eleştiri boyutunu aşarak sert sözlerle kesin hükümlerle yapamazsınız. Bunun kuvvetler ayrılığının esas olduğu bir hukuk devletinde yeri yok.

► Neden diyemez?
Biri yürütme biri yargı. Yargı yürütmeyi denetler, o yüzden diyemez. Adalet Bakanı Abdülhamit Gül diyor ki bunlar yanlışlık yaptı yerindelik denetimi yaptı. Abdülhamit Bey hukukçu, Ankara Hukuk mezunuymuş. Muhtemelen öğrencim olmuştur. Karşıma oturtsam Abdülhamit Bey gel kahve içelim, bu yerindelik ne demektir diye sorsam adım kadar eminim ki yerindelik kelimesindeki ‘y’ harfini dahi, açıklayamaz. Adımın Metin Günday olduğundan ne kadar eminsem o kadar eminim. Bu konu çok teknik bir konu ve henüz ‘yerindelik ile hukukilik’ meselesi hakkında bunun ölçütü hususunda kamu hukukçuları tarafından kesin bir ölçüt getirilememiştir.
                                                             ***

Güven en büyük sorun

► Hukuk devleti diyoruz sürekli; hukuk devleti olmayan bir ülke nasıl olur?
En büyük ve en önemli sorunu şudur: Güven içinde yaşayamamak. Yani yurttaşların ‘yarın ben ne olacağım, sabahleyin 5’te kapıma polisler dayanır mı’ gibi endişeleri her zaman yaşadığı bir ülke anlamına gelir hukuk devletinin ortadan kalkması. Özetle haksız yere tutuklanmama tutuklansa bile uzun tutukluluk sürelerine maruz kalmama gibi temel durumlar söz konusudur hukuk devletinde. Şunu da eklemek isterim somutlamak gerekirse uzunca bir süre iddianamenin hazırlanmaması gibi son dönemlerde ülkemizde sıkça tanık olduğumuz olaylar aslında hukuk devletinin ortadan kalkmasının da temel göstergelerinden bir tanesi.

Can Uğur / BİRGÜN

Kutup savaşları - Zafer Arapkirli

Artık gına geldi şu klişeleşmiş, şu sahte “itidal” çağrısından: 
“Aman... Kutuplaşmayalım!..” 
Bunu kim söylüyorsa bilin ki, karşı kutbun ve Allah’ına kadar kutuplaşmanın savunucusu ve ayrımcı-dışlayıcı-ötekileştirici-düşmanlaştırıcı zihniyetin ağababasıdır. 


Kutuplar elbette vardır ve olacaktır. Zaten “kutuplaşma”, dünyadaki tüm çatışmaların, tüm çelişkilerin, tüm ayrılıkların ve özellikle de siyasette farklı (ve uzlaşmaz) kamplarda duruyor olmanın bir tanımıdır. 

Emekle sermayenin, sömürü ile buna karşı direnişin, emperyalizm ile bağımsızlığın, şiddete karşı olanla maganda erkek egemen zihniyetin, ahlaksızlıkla dürüst ve temiz siyasetin, hırsızlıkla erdemli çalışmanın aynı “kutupta” olduklarını ya da olabileceklerini nasıl savunabilirsiniz? 

Bilhassa siyasette ister istemez kutuplar vardır ki, bunlar savundukları ilkelerin (bazen de var olmayan ilkelerin, yani ilkesizliğin) farklılığını simgeler. 

Bakın, 23 Ekim 2018 günü yani bundan yaklaşık bir ay kadar önce, Sayın MHP liderinin ve ardından da Sayın AKP liderinin grup toplantılarında yaptıkları “Sen yoluna, ben yoluma” mealindeki açıklamalarla ilgili yorumum sorulduğunda, hem sosyal medyada, hem radyodaki yayınımda hem de konuk olarak katıldığım TV programlarında şunu söylemiştim: 
“Hiç kimsenin kendi yoluna filan gittiğine inanmayın. Bu ittifak dağılmaz. Çünkü bu ittifak rejimi, yeni rejimi, yani Başkanlık sistemini, yani ‘RTE Rejimi’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek üzere kurulmuştur. Bir güçlü kutuptur. Bu kutup dağılmaz. RTE Rejimi’nin bekasından asla ve kat’a feragat edilemez. Göreceksiniz, bal gibi yine işbirliği yapacaklar…”

Öyle de oldu. 

Yok efendim “Andımız” tartışmasında ters düşmüşler, yok efendim af konusunda farklı düşünüyorlarmış, McKinsey olayında değişik bir hissiyat varmış, hediye uçak konusunda ötekiler rahatsızmış, fındık fiyatları konusunda beriki hoşnutsuzmuş… filan. 
Bunları geçiniz. Herkesin bir şekilde ikna yolu bulunur ve sonuçta “Yeni Rejim’in muhafaza ve müdafaası konusunda uzlaşma sağlanır” demiştim. 

Öyle de oldu. 

Çünkü sözünü ettiğimiz, “koalisyon ortağı” iki parti, bu anlamda bir “Kutup” teşkil etmekteler. Yanlarına başka minik parti ve grupları da alarak, ama en önemlisi de siyaseti (ve tabii ülkeyi) bir örümcek ağı gibi, bir küf gibi, bir pas gibi, iltihap gibi ele geçirmiş “tarikat-cemaat-mafya-hırsızlık çeteleri ittifakı” ile birlikte o “Şer kutbu”nu oluşturuyorlar. 

Karşılarında da, “Öteki kutup” var. 

Şimdi 31 Mart’ta bu iki kutbun “final hesaplaşması” yaşanacaktır. İşin özü budur. 
Biraz samimi ve dürüst olup, bunu herkes en azından kendi kendine itiraf etmelidir. 31 Mart yerel seçimleri, “Yeni kurulmuş ve her ne pahasına olursa olsun muhafaza ve müdafaa etmekten çekinmeyecekleri, uğruna bugüne kadar çok kan döktükleri, çok hayat söndürdükleri ve bundan böyle de dökmekten çekinmeyecekleri Yeni Rejim (RTE Rejimi)”in beka mücadelesidir. 

Gerisi laf-ı güzaftır. 
Gerisi cilvedir, oyalamadır. 
Gerisi kandırmacadır. 



31 Mart, aynı zamanda, olağanüstü derecede yıpranmış, kokuşmuş, itibarını yitirmiş, kirliliği ayyuka çıkmış ve her anlamda iflas etmiş bir iktidara karşı, muhalefetin bugüne kadar (16 yıldır) yakaladığı en büyük şanstır. 

Baksanıza, iktidar partisi 3 büyük şehirde henüz aday bile çıkaramamaktadır. (Cumartesi günü açıklayacaklardı.. hani?) 

Bu şansı da kullanıp kullanamamak muhalefet blokuna (kutbuna) kalmıştır. 

E, artık aday listelerini de önünüze biz koymayalım kardeşim. Bizim (en azından benim gazetecilik anlayışım) işimiz değil bu.

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET