30 Kasım 2018 Cuma

Bakan Ersoy'dan bir skandal daha. - Ahmet TAKAN

Türkiye Cumhuriyeti Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un turizm şirketi etstur'un, işgal altındaki Türk toprağı Keçi Ada'sında Yunan otelini pazarlayıp para kazandığını belgelerle ortaya koyduk. Bakan beyden ne bir açıklama ne de bir özür geldi.. Pişkinliğin bu kadarı da pes doğrusu!..

Turizmci iş adamı Bakan bey herhalde tatlı paradan (!) vazgeçemiyor. Kanuni Sultan Süleyman'dan beri Türk toprağı olan Keçi Adası'nı bütün dünyaya Yunan Adası olarak ilan eden ve adadaki Yunan otelini pazarlayan Ersoy'un şirketi etstur bir skandala daha imza attı. Turizm Bakanı Ersoy ve etstur şirketi, Sultan IV. Mehmet'ten beri Türk toprağı olan Gavdos Adası'nı da bütün dünyaya Yunan Adası  olarak ilan ediyor ve adadaki Yunan otelini pazarlıyor.


Turizm Bakanı Ersoy'a ait şirketin ilanında adaya pasaport ve vize ile gidileceği belirtilerek işgal altında olan Gavdos Adası'nın Yunanistan'a ait olduğu ilan ediliyor. İlanda, Yunan otelinin bulunduğu yeri gösteren harita da var.

Şirket ilanında, işgal altındaki Türk Adası'na kondurulan Yunan Oteli Gavdos Studios'un tanıtım fotoğrafları da yayımlanıyor.

Gavdos Adası Türk Adası'dır
AKP Hükümetleri döneminde Yunanistan'a teslim edilen adalar arasında Gavdos Adası'nın da bulunduğuna işaret eden Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, YENİÇAĞ'a şunları söyledi:
"Girit Adası, 24 yıllık zorlu bir mücadeleden sonra Sultan IV. Mehmet döneminde 1669 yılında etrafındaki adalar ile birlikte fethedildi. Birinci Balkan Savaşından sonra 30 Mayıs 1913 tarihinde imzalanan Londra Antlaşması ile Girit Adası Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ'a bırakıldı.
Gavdos Adası da dahil olmak üzere Girit Adası'nın etrafındaki 14 ada ile adacık ve kayalıklar Türk egemenliğinde kaldı. 1923 Lozan Antlaşması'nın 12. Maddesi ile bu durum tekrar teyit edildi. Lozan Antlaşması'ndan sonraki süreçte Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ Girit Adası üzerindeki haklarından fiilen feragat etti. Girit Adası'nın dörtte üçü aslına rücu olarak Türk toprağı oldu."
Turizm Bakanı Ersoy'a yaptığı istifa çağrısını tekrarlayan Ümit Yalım, tepkisini şöyle devam ettirdi:
"Büyük bir skandala imza atan Bakan Ersoy ve etstur şirketinden bugüne kadar hiçbir açıklama gelmedi. Bakanlık görevinden istifa etmeyen Ersoy, makamında oturmaya devam ediyor. Asırlardır Türk toprağı olan Keçi Adası ve Gavdos Adası'nı bütün dünyaya Yunan adaları olarak ilan eden Mehmet Ersoy meşruiyetini kaybetmiştir. Ersoy, Türk Milletinden özür dilemeli ve derhal istifa etmelidir.
 Ersoy'un Türk Milletinden özür dileyerek istifa etmesi kendisi ve şirketi için en hayırlı seçenek olup hukuki ve yasal sorumluluktan kurtulmasını sağlar. Aksi halde, 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 1923 Lozan Antlaşması, 4 Ocak 1932 Türk İtalyan Sözleşmesi ve 1947 Paris Antlaşması'nı ihlal eden ve işgal altındaki iki Türk adasını bütün dünyaya Yunan adaları olarak ilan eden Ersoy'un bölücülük yapmaktan ve TCK 302'den yargılanması kaçınılmazdır.
etstur şirketinin de işgal altındaki iki Türk adasını bütün dünyaya Yunan adaları olarak ilan ettiği ve adalardaki Yunan otellerini pazarladığı belgelenmiştir.
etstur şirketi de, başta konu ile ilgili haberlerin çıktığı gazeteler olmak üzere ana akım medyada Türkçe ve İngilizce yayın yapan gazetelere ilan vererek Türk Milletinden özür dilemelidir. Aksi halde, etstur şirketi de hukuki ve yasal sorumluluktan kurtulamaz."
Kıta Sahanlığı
"Erdoğan da Gavdos Adası'nın kıta sahanlığını Yunanistan'a teslim etti" diyen Yalım, sözlerini şöyle tamamladı:
"Yunan Resmî Gazetesi ve Avrupa Birliği Resmî Gazetelerinde 2014 yılında yayınlanan haritalarda hâlihazırda Yunan işgali altında bulunan 18 Türk Adası Yunanistan devlet sınırları içinde gösterildi.
4-412.jpg

Ayrıca Gavdos Adası ile birlikte Gaidhouronisi ve Koufonisi Adalarına ait olan toplam 42 bin kilometre karelik Türk Kıta Sahanlığı da Yunanistan tarafından parsellenerek satışa çıkarıldı. Erdoğan ve AKP Hükümetleri, Yunanistan ve AB tarafından yayınlanan haritalara ve Yunanistan'ın 42 bin kilometrekarelik Türk Kıta Sahanlığını parselleyerek satmasına 4 yıldır itiraz etmedi. Böylece Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümetlerinin, 18 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığı ile 42 bin  kilometrekarelik Türk Kıta Sahanlığını Yunanistan'a alenen teslim ettiği de belgelenmiş ve tescillenmiş oldu."

Ahmet Takan / YENİÇAĞ



29 Kasım 2018 Perşembe

Kılıçdaroğlu Almanya'dan ne bekliyor? - ANALİZ / Tevfik Taş

28/30 Kasım tarihleri arasında Berlin ve Viyana'yı ziyaret edeceği açıklanan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu için Alman sosyal demokratlarının emek piyasası açısından kısa bir tanıtımında yarar var.

Kılıçdaroğlu'nun ziyaret edeceği Almanya Sosyal Demokrat Partisi'ni tanıyalım
Federal İstatistik Dairesi'nin son verileri ışığında Almanya'da yoksullaşan nüfusun gizlenemeyen artışı, emek piyasasını düzenleyen en temel uygulamanın yeniden düzenlenmesi tartışmalarına yol açtı.  ''Hartz 4'' adı verilen bu yasa, bizzat yaratıcıları tarafından değiştirilmek isteniyor. 

Alman Federal İstatistik Dairesi'nin verilerine göre, Almanya'da her beş kişiden biri yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Göçmenler arasında bu oran yüzde 36,2'ye kadar yükseliyor. (*)

2016 yılında  yüzde 19,7 olan yoksul nüfus, yani yaklaşık 16 milyon insan, 2017'de daha da arttı. Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin sınırları içinde kalan bölgedeyse yoksullaşma oranı yüzde 67'yi bulurken, batı eyaletlerinde bu oran yüzde 52,9'un altında değil. 

Çöp kutularında depozitolu şişe arayan emekliler artık Almanya'nın asla inkâr edemeyeceği bir görüntü olarak her gün gözlenebiliyor. Sözde istihdamın en yüksek olduğu koşullarda, zengin Almanya'nın yoksulları artıyor.

İşsizliği minimize edip, yoksullaşmanın önünü açan emek piyasası düzenlemelerinin temelleri, sosyal demokrat SPD ve sözde sol tandanslı Yeşiller hükümetlerinde atılmıştı. Şimdi bu iki odak bir ağızdan yeni düzenlemeden söz ediyorlar.

'HARTZ 4' DÜZENLEMELERİNE MAKYAJ DENEMESİ
2003 yılından beri Alman emek piyasasını düzenleyen ''Hartz 4'' yasaları, dönemin SPD'li başbakanı Gerhard Schröder ve ortağı Yeşiller Partisi tarafından hayata geçirilmişti. Hartz 4 düzenlemelerinden 15 yıl sonra Alman toplumunda zengin daha zengin, yoksul daha yoksul hale geldi. Bizzat bu yasaları çıkartanların bugün artık kabul etmek zorunda kaldığı bu gerçek, makyajlanmak isteniyor.

Mevcut koalisyon hükümetinin sosyal demokrat bileşeni SPD'nin Genel Başkanı Andrea Nahles geçtiğimiz günlerde yaptığı konuşmad Hartz 4 yasalarının değiştirilmesini talep eden sözler sarf etti. Hartz 4 düzenlemesi yerine, kısmi bir değişiklik ile, ''Yurttaşlık Parası'' adı verilen uygulamaya geçilmesi gerektiğini söyledi. 

Koalisyon hükümetinin bileşeni olmamanın avantajı ile SPD'nin boşalttığı yere yerleşmeye çalışan militan liberalizmin partisi Yeşiller'den de bir ad değişikliği önerisi geldi. Yeşiller Eş Genel Başkanı Robert Habeck, ''Temel Güvence Parası'' adı altında bir isimlendirme ile Hartz 4 yasalarını cilalamaya kalktı. 

SPD ve Yeşiller bu sıralar Alman bit pazarına nur yağdırmaya devam ediyorlar. Eskilerin deyimiyle, zarf yeni ama mazruf bildik...

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun Alman mevkidaşı Andera Nahles'in uzun süre Çalışma ve Sosyal Bakanı olarak görev yaptığını bir kenara bırakalım, bu önerinin Bavyera ve Hessen eyalet seçimlerinde yüzde 10'luk oy kaybına tekabül eden günlerde ifade edilmiş olması, meselenin ne oranda sahtecilik koktuğunu anlamaya yeter. Ayrıca halen Çalışma ve Sosyal Bakanlığı SPD'li Hubertus Heil'dadır ve bugüne dek emekçilerden yana parmaklarını oynattıklarına şahit olunmamıştır.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun ziyaret ettiği ideolojik akraba SPD, Alman yakın tarihinin en emekçi düşmanı partisi olarak nam yapmış bir partidir. Taşeron işçiliği olağanlaştırıp, düşük ücret ve zorunlu iş dayatmalarının partisidir SPD. Bir yıl işsiz kalan bir emekçiyi, Hartz 4 adı verilen yoksulluk sarmalına sokan da SPD'dir. Almanya'da artık her emekçi, ''Hartz 4 travması'' ile yaşamak zorundadır. 

ÇALIŞARAK YOKSULLAŞMA SİSTEMİ
Çalışarak yoksullaşma sistemi olarak okunabilecek olan Alman emek piyasası, sosyal demokratların sermayeye yaptıkları eşsiz katkının bir ürünüdür. Zaten sermayeye rağmen bu düzenlemeyi yapmış olsalardı, bugün sağ partiler bu yasayı gözleri gibi korumaya kalkmazlardı. 

Merkel'in yardımcısı, SPD'nin ilk kadın şefi ve eski Çalışma ve Sosyal Bakanı Anderas Nahles'in Hartz 4'ü küçük rötuşlarla makyajlayıp yeniden satma hamlesine, Hristiyan Birlik partilerinden ve liberal FDP'den şiddetli direnç geldi.
CDU'lu Federal Ekonomi Bakanı Peter Altmaier, Hartz 4'ün kaldırılması işsizliğin artmasına yol açar gerekçesiyle yasanın değiştirilmesine kesin kes karşı olduğunu açıklamakta gecikmedi. ''Küçük Merkel'' olarak hitap edilen, CDU'nun muhtemel yeni başkanı Annegret Kramp-Karrenbauer da değişiklik önerisine karşı olduğunu açıkladı.

Sözde sol partilerin yaptığını sağ partiler kıskançlıkla sahiplenip, değiştirilmesini istemiyor. İşte düzen merkezinin solu sağı arasındaki farksızlık böyle durumlarda ortaya çıkıyor.

'HARTZ 4' ADI NEREDEN GELİYOR?
Hartz 4 düzenlemelerinin adı Peter Hartz'dan geliyor. Kendisi SPD ve ülkenin en büyük sendikası IG Metall üyesidir. Volkswagen işletmelerinin personel şefi olarak büyük rüşvet ve vurgunlara imza attığı biliniyor.

Kendisine 2002'de ülkenin en prestijli nişanı olan ''Federal Almanya Cumhuriyeti Liyakat Nişanı'' takdim edilmiştir. Reel sosyalizmin çözülmesi sonrasında kapitalist Almanya'da yaşanan büyük emek düşmanı dönüşümün kod adı olan ''Ajanda 2010'''un SPD'li kurmay ekibindendir Peter Hartz. Gerhard Schröder'li yıllarda büyük süksesi olan ve yerleşik düzenin ayrımsız bütün kurum ve kuruluşlarından büyük övgü alan bu yıkım projesi, Peter Hartz'ın büyük gayretleri ile ete kemiğe bürünmüştü. 

O kadar büyük övgü ve ilgiye mazhar olmuştur ki Peter Hartz, Kültür Bakanlığı'na bağlı çalışan bir dil kuruluşu Peter Hartz'ın soyadı ile özdeşleşen düzenlemeyi (''Hartz 4'') 2004 yılında ''Yılın Sözcüğü'' seçmiştir...

Yalanın bacağı kısadır diye bir deyim var Almancada. Peter Hartz'ın bacağı da uzun değilmiş: Peter Hartz ve şürekası 8 Temmuz 2005'de VW ve ona bağlı Skoda'nın hesabından Klaus Volkert ve Helmut Schuster gibi biri sendika ağası, diğeri personel şefi kişilere rüşvet, lüks yurt dışı tatili ve fuhuş partileri için ''ödenek'' ayırdığı ortaya çıkınca, kendisine verilen nişanı onlar geri istemeden iade etti!

25 Ocak 2007 yılında 576 bin avro para cezası ve şartlı tahliye ile cezalandırıldı. Bu davaya ilişkin Die Zeit gazetesinin, ''olağan dışı hafif ceza'' nitelemesinde bulunduğunu kaydetmekte yarar var.

Evet, Alman emek piyasasını düzenleyen kişi tam bir kriminaldir. Sermaye severdir. Sendika ağası dostudur. Ve sosyal demokrattır.

Kılıçdaroğlu'nun kulağı çınlasın: İdeolojidaşını söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana!

Tevfik Taş / SOL


Sıradan insanın zamanları - VOLKAN ALGAN

“Bana günlük kalan para 5,60 avro. Televizyonum bozulursa bitti, çamaşır makinem bozulursa bu iş bitti! Hayat bu kadar... Dışarıya çıkıp bir pastaneye uğramak mı? Bunlara ne gerek var ki, biz zaten yaşamıyoruz, bizlerin varlığı örtbas ediliyor. Evimin önünde pazar kuruluyor ama ondan bile alış veriş yapamam, uzaktaki ucuz bir markete gidiyorum.”  

En son ne zaman gıda dışında kıyafet gibi örneğin bir şey aldınız diye sorulunca “Yok öyle bir şey, 25-30 yıl oluyor” diyor. 22-23 yıl çalışmış ve şimdi avucuna sığacak kadar bozuk parayla bir gününü geçirmek zorunda. Yoksulluk sınırında bir para alıyor emekli maaşı olarak. Neyi özlediği sorulunca “İki top kremalı dondurma” diyor, “Ama yapamam, yaratıcı olmalısınız, böylece hayatınızı daha güzel, daha dayanılır kılabilirsiniz. Hele mizah anlayışınız da var, ki bende var olduğunu düşünüyorum.”

Yoksulluğun insanı toplumdan dışlayıp dışlamadığını soruyorlar “Toplumda takdir, beğeni önemli, acınma ise çok kolay elde edilir ama bunu istemem” diyor. Yoksullar için kıyafet, yemek dağıtılan yerlere gitmediğini söylüyor. Muhabir oralara gitse ve kendisini bir tanıdığı görse ne hisseder diye sorunca yaşlanmış mavi gözlerini dehşetle açarak “ya, ya, ya” diyor “Çok utanırdım.” 
Ya, ya, ya... Yani evet, evet, evet.. 

Almanya’dan bahsediyoruz. Avrupa’nın süper gücü, hani şu işsizliğin rekor düzeyde düştüğü, sürekli bütçe fazlası veren Almanya.

Yaşlı Alman yoksulluğundan ne gurur, ne utanç duyarak konuşuyor. Ayakta kalmaya çalışan sıradan bir emekçi, sadece... Bu yaşadıklarını hak etmediğini düşünüyor işte.

Almanya’da yoksulluk oranı yüzde 20’yi buluyor, 15-16 milyon insandan bahsediyoruz. AB için bu oran yüzde 22 civarında. 2014’de 335 bin olan evsiz sayısı, 2016’da 860 bin kaydedildi. 2018’de 1,2 milyona yükselmesi bekleniyor. 2 yılda 300 bin kişiye yeni istihdam sağladığı için övünen Alman kapitalizmi, 4 senede bunun 3 katı insanı sokaklara mahkum etti ama kimin umurunda. 

Almanya’ya dışarıdan gelmiş insanlardan, göçmenlerden bahsetmiyoruz sadece. Orada doğup büyümüş Almanlar bunlar, Alman emekçileri. 

Zaten bir bit yeniği olduğu ortada değil mi? Hem kapitalizmin parlayan yıldızı olacak, örnek ülke gösterileceksin, hem de ülkedeki siyasi dengeler merkezden uçlara doğru kayacak. Alman sermayesi giderek zenginleşirken, Alman emekçileri için aynı şeyi söylemek mümkün değil.

Bir ezberi daha bozmanın zamanı çoktan geldi geçiyor. Kapitalizm uzun süredir emperyal merkezlerde bile küçük bir azınlık dışında kimseyi mutlu etmiyor. En iyisinin hali işte. Diğer taraftan Fransa’da Paris’i sallayan sarı yelekliler var, hepsi orta-üst yaşında Fransız emekçiler. 

Bundan bir süre öncesine kadar Avrupa’da en güçlü ve sert protestolar genelde göçmen mahallelerinde görülür, “normal” “muteber” AB vatandaşlarının hayatında böyle şeyler olmazdı. Şimdi öyle değil. 

Yunanistan, İspanya, İtalya... Başkaları da sayılabilir, beş yıllık zaman dilimi içinde koca kıta bir sağa bir sola savrulan siyasi gelgitler yaşadı, yaşıyor. Ama dengeye oturamıyor işte. 

Avrupa’da faşizm mi yükseliyor, sağ güç mü kazanıyor? Şimdi egemen sınıfın bir bloğu çözüm diye bunu tartışıyor, boş laf. Hem neden kazanmasın ki, eşyanın tabiatı, işler yolunda gitmiyorsa arayış başlar... Ama kimse bu şansın emekçiler tarafından zaman zaman sola da verilmediğini iddia edemez. Solun verdiği sınavsa pek parlak olmadı, çünkü bozuk düzeni tamir etmeye yeltendi fırsat eline geçince. Bu “tamirci” solun bitmesi gerekiyor ama kolay kolay da bitmez biliyoruz, kapitalizmin işine yarıyor çünkü. Evet bugünlerde itibar kaybetti ama buna işçi sınıfının örgütlü güçlerinin yükselişi eşlik etmeyince tarih sıkıcı tekerrürlerden ibaret oluyor.

Karamsar olmanın lüzumu yok. Bilakis. Sıradan insanların savrulduğu zamanlardan geçiyoruz. Arayış var ki bu böyle... Tarihe miyop bakmaya gerek de yok, üstelik böyle dönemlerde kortejin içinde olmakla, kenardan tükürmek arasında o kadar fark olmayabilir:
"Liebknecht’in cenazesine pek katılan olmamıştı; çok sayıda polis toplanmıştı, askeri birliklerin yürüyüşü, sopalar, tutuklamalar, mezara giden yolda bol bol tükürmeler, ıslıklar... O gün törene katılamamanın utancıyla tükürenler de çok olmuştu, çünkü törene katılmaktan korkmak ile, törene katılanlara tükürmek arasında insanın sandığı kadar da büyük bir fark yoktu." (Ölüler Genç Kalır)

VOLKAN ALGAN /  SOL

Soros'un Türkiye'ye vedası - ÖZGÜR ŞEN

Açık Toplum Vakfı gördüğü lüzum üzerine Türkiye'deki çalışmalarına son verdiğini açıkladı. 70'ten fazla ülkede faaliyet gösteren Vakıf ilk olarak 1984 yılında Macaristan'da kuruldu. Vakfın kurucusu olan milyarder George Soros, 1947 yılında sosyalizmin iktidara gelmesinin ardından ayrıldığı Macaristan'la aslında ilişkisini hiç kesmemişti. Vakfı kurduktan sonra ise sosyalizme karşı mücadelesini açıktan sürdürdü. Doğu ve Orta Avrupa'da sosyalizmin çözülüşündeki rolünü hiç saklamadı, tersine bundan hep gururla söz etti.
Soros, sosyalizmin çözülüşünden sonra sola ve işçi sınıfına karşı yürüttüğü kavgaya aralıksız devam etti. Avrupa'da kazandığı tecrübeyi hızla başka ülkelere yaydı.

Sorosçuluk her koşulda kapitalizmin yanında tavır almak demekti, işçi sınıfının çıkarlarına karşı patronların çıkarlarını savunmak anlamına geliyordu. Bu bağlamda hep Batılı merkezlerin yanında konumlanan Soros ve vakfı, emperyalist sistemin krizi nedeniyle oluşan gerilimlerde işçi sınıfı düşüncesini temsil etmeseler de Rusya ve Çin'e karşı mücadele etmekten de çekinmedi.

Soros liberal düşünceye bağlıydı. Özgürlük veya açık toplum, paranın hakim olduğu bu düzenin kalbi olan piyasanın sorunsuz işlemesi için gerekli özellikler olarak tanımlanıyordu. Sermayenin önündeki tüm engeller kaldırılmalıydı. En büyük engelin dünyanın her yerinde sol ve işçi sınıfı olduğuna hiç şüphe yoktu.
Soros, Türkiye'deki çalışmalarına 2001 yılında açtığı temsilcilikle başladı. 2008 yılında temsilcilik vakfa dönüştü. Belli ki faaliyetin kalıcı olacağı düşünülüyordu. Zaten daha vakıflaşmadan 2003 yılında liberal düşüncenin yaygınlaşması için faaliyet yürüten TESEV ile kurulan ilişki bunun habercisiydi. Bu tarihten sonra TESEV ile Açık Toplum Vakfı pek çok konuda birlikte çalıştı.

Bu teması sağlayan kişinin her iki kurumda da yöneticilik yapan ve halen Sabancı Holding'te yönetimi kurulu üyeliği yapan Can Paker olduğu çok söylendi. Ancak Paker'in iki yerde de ortak isim olması bir rastlantı değildi. Benzer düşünceleri savunan kurumlarda aynı çevreden isimler görev alıyordu. Aynı amaç için çalışanların bir noktada işbirliği yapması kaçınılmazdı.

1961 yılında Nejat Eczacıbaşı tarafından oluşturulan heyet, 1994 yılında Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı adını almıştı. Kurucuları arasında Koç, Eczacıbaşı, Alaton gibi geleneksel çevrelerden isimler olduğu gibi, Ethem Sancak gibi AKP'yle organik bağı olanlar da mevcuttu. Türkiye sermayesinin hiçbir unsuru bu dikkatli formülasyonda dışarıda bırakılmamıştı.

Bu iki vakfın beraber çalışmaya başladığı zaman AKP iktidarında 1923 Cumhuriyeti'nin tasfiye edileceği süreç başlamak üzereydi. AKP ile kurulan sıcak ilişki zaten hiç saklanmadı. Tayyip Erdoğan'ın kızı Esra Erdoğan'ın bir süre TESEV'de çalışması sadece bir örnekti. Dönemin başbakanı Erdoğan, vakıfların çalışmalarını takip ettiğini ve partisinin bu çalışmalardan faydalandığını her fırsatta belirtti. Bu kurumların hazırladığı çalışmalar AKP'ye yol gösterdi. AKP bu çalışmalardan somut olarak yararlandı.

En az bunun kadar önemlisi, vakıflarda doğrudan faaliyet gösteren ya da bu vakıflardan maddi ya da başka yollarla yardım alan insanların Türkiye'de yaşanan dönüşüm sırasında AKP'ye toplum nezdinde verdikleri destekti. AKP bu destek olmaksızın 1923 Cumhuriyeti'ni yıkmayı başaramazdı.

Açık Toplum Vakfı ve TESEV gibi kurumlar, patronlar ile siyasi iktidar arasındaki ilişkinin yürütücüleriydi. Cumhuriyet sermaye için bir ayak bağına dönüşmüştü ve tasfiye edilmeliydi. İşçi sınıfı ve solun Türkiye'de bir güç kazanması mutlak surette engellenmeliydi çünkü patronların amaçları önündeki asıl engel bunlardı.
Sorosçuluk diye bir şey illa tanımlanacaksa, Türkiye'de bu amaçlar doğrultusunda yapılan vakıf çalışmaları genel olarak böyle isimlendirilebilirdi. Ama o zaman Sorosçuluk yalnızca Açık Toplum Vakfı'nın bizzat kendisinin yaptığı çalışmalarla sınırlanamazdı. Bu işe bulaşmayan çok az isim vardı. Üstelik Vakıf çevresi de pek sınırlı sayılmazdı. Bugün konu hakkında sesi soluğu çıkmayan islamcı yazar Mustafa Akyol'dan, HDP sözcüsü Ayhan Bilgen'e kadar çok sayıda isim vakfın danışma kurullarında görev üstlenmişti. Vakfın kurucularından ve önde gelen isimlerinden Can Paker, Deniz Baykal'ın danışmanlığını yapmış bir isimdi. Bugünkü CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun ismi TESEV'in kuruluş çalışmalarında geçmişti. AKP'nin ise bu kurumlarla zaten organik bağı vardı.
Paranın ve piyasanın hakimiyetinin sürmesi için çalışan bu tür vakıflar, bu toplumsal düzenin idaresinde görevli her türlü kişiyle, siyasi, kültürel ve ideolojik bağ kurabiliyordu. İlişkinin zemini ise hiç değişmiyordu: Serbest piyasanın kutsallığı, sermayenin çıkarları ve elbette sol düşmanlığı...

Şimdi Açık Toplum Vakfı kendince sebeplerle kurumsal olarak Türkiye'den çekiliyor olabilir. Ama bu veda Sorosçuluğun Türkiye'yi terk ettiği anlamına gelmiyor. Türkiye'de iktidarın bir parçası olmuş ve halen olmaya devam eden bir düşünce ülkeden nasıl çekilebilir...

Ülkenin geçmiş belki 20 yılına damgasını vurmuş bu düşünce sistematiğinin Türkiye'deki varlığı bir kurumun somut faaliyetlerine veya bazı kişilerin şu anki konumlarına indirgenemez. Türkiye'deki siyasi durum ve AKP'nin tercihleri, bazı isimlerle iktidarın arasını açmış olabilir. Bu durum bir süre devam da edebilir. Ancak hiçbir şey gerektiğinde tüm bu isimlerin toplumsal düzenin devamı için bir araya gelmelerini engelleyemez.

Sorosçu bir vakıf Türkiye'den ayrıldı evet, ama bir fikir olarak Sorosçuluk bu ülkede varlığını sürdürüyor. Asıl önemsenmesi gereken de bu.

Özgür Şen / SOL

Galip Usta ve İşsizlik Fonu - SERKAN ÖNGEL

Galip Usta, Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eserinin ilk kahramanıdır. Tuhaf şeyler düşünmekle meşguldür. En çok işsizliği düşünür. Ömrü zaman zaman işsiz kalarak, zaman zaman da işsiz kalırsam diye düşünerek geçmiştir. Galip Usta’nın yaşı 52’dir ve işsizdir. Yıl 1941’dir. Savaş yıllarıdır.

Bugün garın merdivenlerinde, denize karşı oturan birini bulma şansımız kalmadı ama kalabalık caddelerde bir kenara oturmuş, kahvehaneleri doldurmuş “tuhaf şeyler düşünen” çok sayıda Galip Usta görmek mümkündür. Galip Usta işsizdir işsiz olmasına da acaba devlet onu işsiz saymakta mıdır? 
Mesela ben gidip bir Galip Usta’ya sordum:

“Yahu Galip Usta, sen son bir hafta içinde 1 saatliğine bile olsun herhangi bir işte çalışmadın mı?”

“Çalıştım yeğenim. Bizim bir akraba var. ‘Bir gün gel, 1-2 saat için benim dükkâna bak’ dedi. Gittim. En azından karnımı doyurdum.”

“İyi de usta sen işsiz değilsin.”

“Nasıl değilim, işim var da ben mi bilmiyorum?”

“Ama devlet seni işsiz saymıyor.”

“Hadi yürü yeğen!”

Galip Usta bana kızdı, ama devlet gerçekten Galip Usta’yı işsiz saymıyor. Referans haftasında en az bir saat bir iktisadi faaliyette bulunan kişi işbaşında kabul ediliyor.

Herhangi bir işte son bir hafta içinde bir saat bile çalışmamış bir Galip Usta buldum bu sefer. Yine sordum:

“Yahu Galip Usta, hiç iş aramıyor musun?”

“Aramaz olur muyum yeğenim? Arıyorum da iş veren mi var?”

“En son ne zaman iş başvurusunda bulundun?”

“İŞKUR’a 1,5 ay oldu başvuralı. Bekliyorum. Bir iki eşe dosta da haber saldım o esnada. Bekle haber veririz dediler. Kısmet artık.”

“İyi de usta, sen işsiz değilsin.”

“Nasıl değilim, işim var da ben mi bilmiyorum?”

“Ama devlet seni işsiz saymıyor.”

“Hadi yürü yeğen!”

Bu Galip Usta da kızdı bana, ama devlet gerçekten bu Galip Usta’yı da işsiz saymıyor.

TÜİK’e göre işsiz sayılmak için “iş aramak için son dört hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda” olmak lazım. Galip Usta devlete göre ne istihdamda, ne işsiz.

“Galip Usta, işsizlik maaşı alıyor musun? Biliyorsun İşsizlik Sigortası Kanunu 1999 yılında yasalaştı. Fonda biriken paranın haddi hesabı yok.”

“Almıyorum.”

“İŞKUR’a müracaat ettin mi?”

“Ettim yeğenim, ancak son 3 yılda ödenen primim 500 gün. 600 gün ödeme yapmış olmam lazımmış. Bizim işler sürekli değil ki, bir var bir yok. Bu primim bile nasıl ödenmiş bilmiyorum. Ancak zaten 600 gün primim yatsa da olmuyormuş benim iş.”

“Neden Galip Usta?”

“Son 120 günde primimin kesintisiz yatması lazımmış. Ben en fazla üç aylık işler bulabiliyorum. Fazlası olsa bile girdi çıktı yapanı mı ararsın, kayıtdışı çalıştıranı mı? İŞKUR’un kapısına gittim. İki kişiden biri çaresiz evine döndü. İşsizler arasında bile ayrım var.”

İşsizlik Fonu Galip Usta’ya yaramıyor ama; prim gelirleri, işverenlere teşvik, bankalara ucuz kaynak, işverenlere, belediyelere ücretsiz işçi temini için, mesleki eğitim adı altında yürütülen faaliyetler için kullanılıyor. 

Fon gelirleri yüksek enflasyon ortamında, bilinçli yatırım kararları ile hızla eritiliyor. Ocak-Ekim 2018 döneminde fonun getirisi yüzde 8, yurt içi ÜFE yüzde 40. 2016-2017 yıllarındaki kayıplar bir yana sadece 2018 yılında fonun reel kaybı yüzde 23.

İşverene yılın 10 ayında yapılan teşvik ve destek miktarı işsize ödenenin yaklaşık 2 katı.

Sonuç olarak Galip Usta işsizim dese de çare yok. Çünkü kimin işsiz sayılacağına, kimin işsizlik ödeneğine hak kazanacağına karar verenler öyle düşünmüyor. Siyaset işverenlerin önünü açmaya deniyor.

SERKAN ÖNGEL / BİRGÜN
İşsizlik Fonu ile ilgili önemli bir rapor: http://www.birlesikmetalis.org/index.php/tr/guncel/basin-aciklamasi/880-dokuz-baslikta-issizlik-sigortasi-fonu-nasil-talan-edildi

Geleceği konuşmuyoruz - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Filmlerimiz, dizilerimiz, yazılarımız hatta politikacıların nutukları bile geçmişle ilgili. Bu bir “geçmişten öğrenme” çabası olsa anlayışla karşılanabilirdi elbette ama bu aslında “gelecekten kaçışın” belirtisi. Geleceğe dair bir hedefin olmayışının itirafı. Geçmişe adım atarak geleceği inşa edemeyeceğimizi henüz öğrenemedik.


Bugün Osmanlıcılığa sığınanların, aslında yeni bir başarı yaratamadığı ve gelecekle ilgili kitlelere umut verecek bir icraat bulamadığı ortada. Tarihe, onun da sadece hoşlarına giden kısmına sığınmaları işte tam da bu yüzden. Mevcut durumu iyiye götüremedikleri için bugünü değil geçmişi tartışmaya açıyorlar. Bugünün otoriterleşme, ekonomik kriz ve dış politikanın iflası gibi sorunlarını herkes biliyor ama CHP dönemini sadece tarih ve siyasetle ilgilenen gençler hatırlıyor. O yüzden gündemi geçmişe çekmek ve istediğiniz gibi çarpıtmak iktidara vakit kazandırıyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ilk dönemlerinde projeleriyle gündemi kontrol ediyordu. Geleceği şekillendirmek, kısa dönemli projelerle ya da bizdeki gibi inşaat işleriyle olmasa da bunların en azından “bugün ve yarınla” ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Projelerin hemen hemen hepsinin ülkeye ekonomik ve çevresel zararlar getirmesiyle proje dönemi de kapandı. Köprüler, şehir hastaneleri, enerji projeleri sermayeyi eritti, kredi muslukları kapandı ve daha da önemlisi gelecek kuşakların ihtiyacını da karşılayacak doğa büyük yara aldı. Doğayı, ülkenin ekonomik ve sosyal geleceğini kuracağımız zemini böyle yaralamaya devam ettikçe bundan 10, 20 veya 50 yıl sonrası için bir erek oluşturamayız. O zaman, gelsin İsmet İnönü!

İkinci bir neden de bugüne ve geleceğe dair söz söylemenin tehlikeli olması. Behzat Ç. dizisini hepimiz hatırlıyoruz.

Emniyet içerisinde herkesin bildiği örgütlenmelere atıfta bulunması bile olay olmuştu. Sistemi eleştiren, hatta bırakın eleştirmeyi bugün yaşananı gösteren dizi ve filmler yayından kaldırılabiliyor, sansürlenebiliyor. Hükümetin, 16 yılda yarattığı ülkeyi halkına göstermeye tahammülü bile yok. Mesele siyaset de değil. Sigara üzerinden anlatalım…

Sigarayı ekranda göstermek isterseniz buzlamak zorundasınız ama biliyorsunuz ki ülkede varmış gibi yapılan sigara yasağı gerçekte uygulanmıyor. Nöbetteki polisinden, statları dolduran seyircisine kadar herkes yasağa rağmen sigara içiyor. AKP yetkilileriyse her fırsatta sigara yasağını başarı öyküsü gibi anlatıyor. Televizyonlar, gazeteler, sosyal medya ve siyaset; bırakın geleceği, yaşadığımız hayatı gündemine alabilse bunun gibi gerçekleşmeyen birçok icraat gözler önüne serilecek. 

Geçmişe dönmek hiçbir ilerlemeci ülke için ideal ya da erek olamaz. Dünyaya bakarak, gerçekten de ne kadar geçmişte yaşadığımızı görebiliriz. Son 25 yılda 300 milyondan fazla insanı yoksulluktan kurtaran Çin, 2050’ye kadar nüfusun yüzde 80’ini kentlere taşımayı hedefliyor. Bu sadece bir yer değiştirme hedefi değil. Endüstriyel kentlerdeki nüfus 500 milyona çıkarken, 600 milyon insan da ileri teknoloji kullanılan yörekentlerde (banliyö) yaşayacak. 

Danimarka 2050 yılında enerjisinin tamamını yenilenebilir kaynaklardan sağlamayı hedefliyor. Petrol, kömür ve doğalgazı tamamen terk edecek ülkede kullanılan elektrikten, ulaşıma, ısıtmadan endüstriye kadar her şey güneş, rüzgâr, biyokütle gibi kaynaklardan sağlanacak. Danimarka’nın geleceğinde ne kömüre, ne nükleere ne de petrole yer var.

Kişi başına düşen milli geliri 800 doların altındaki Ruanda’nın 2050 hedefi ise yaşam koşullarını yükseltmek. Atılacak adımlar arasında yeşil, akıllı, ekolojik kentler kurmak; ulaşımı modernleştirmek; toplumsal cinsiyet eşitliğini yaygınlaştırmak ve turizmi çeşitlendirmek gibi tüm gelişmiş ülkelerde görebileceğiniz konular var. Şeffaflık ve halkın katılımı da 2050 hedefleri arasında. Kimbilir, belki de otobüs durağının yerini değiştirmeden önce halka soruyorlardır. 


Türkiye’nin geleceğe dönük planları ise köprü yapmak, kanal açmak ve yine köprü yapmaktan ibaret. Sosyal ya da çevresel bir değerden, genç nüfusu heyecanlandıracak bir projeden bahsetmek zor. 

Şimdi neden favori dizimizin Ertuğrul, fon müziğimizin mehter ve haber bültenimizin İsmet İnönü olduğunu anladınız mı?

ÖZGÜR GÜRBÜZ / BİRGÜN

Sağcılığın zihin tahribatı - NAZIM ALPMAN

Geçmişin politik mücadelelerinde olduğu gibi güncel siyasi tahliller acısından bakınca da aynı yere geliniyor. Sol cenahın teorik düzeyi, iktidar tahlilleri, mücadele hedefleri, sınıfsal yaklaşımlarıyla sağın bu alandaki düzeyi kıyaslanamaz bir seviye oluşturuyor.

En başta da “dil sorunu” yer alıyor. Sağın en nitelikli teorisyenleri çok ciddi meselelerde bile savunduğu konunun önemi yanında, oluşturduğu metinler çok hafif kalıyor.

Siyasi belgeler oluşturmak yerine ırksal bakış açılarıyla ağır hakaretler, küfürler, aşılamalar öne çıkartılıyor. Siyasi sağ içinde özel bir yere sahip “Mücadele Birliği”nin(*) 1960 ile 1980 yılları arasındaki yazılı bütün metinlerini inceleyen akademisyen Dr. Ekin Kadir Selçuk’un doktora tezinde çok sayıda böylesi örnek yer alıyor.

Siyasi tahlil yapmak yerine hakaret etmek tercih ediliyor. Mesela 1970’lerde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) dünyada itibarı çok yüksek bir direniş simgesi halindeyken, Müslümanlık vurgusu en üst seviyede olan Mücadele Birliği yayın organlarında, FKÖ lideri Yaser Arafat için “Yahudi” ve “Komünist” deniliyor. FKÖ’nün de İsrail tarafından desteklenen bir “Yahudi komplosu” olduğu yazılabiliyordu. 

Türk sağına göre, solcular her zaman dış güçler tarafından desteklenen vatan hainleridir. Solun yazarları, şairleri, edebiyatçıları da öyledir. Ülkenin dört bir yanı düşmanlarla çevrilidir. Yetmiyormuş gibi bir de iç düşmanlar bulunmaktadır. 

Kimdir bunlar?

Adı işçiler, köylülerle birlikte anılan, eserlerinde emekçileri konu edinen yazarlar şairler… 

Komünistlik ve vatan hainliğiyle suçlanan bu yüzden hapishanelerde ömür tüketen yazarlarımızdan biri de Orhan Kemal’dir. Yazarın küçük oğlu Işık Öğütçü’nün titiz yönetimi altında olan Cihangir’deki Orhan Kemal Müzesi’ne geçenlerde bir sağcı öğretmen geldi. Müzeyi gezdikten sonra ziyaret defterine şu satırları yazdı:

“Türkiye’nin değerli insanı,
Sağcılık adına sizlerle öğrencilik yıllarında tanışamadık. Maalesef öğretmenliğimiz bittikten sonra sizin gibi değerli insanları tanımaya başladım. Bu acı benim için tarif edilemez. 
Özellikle Cumhuriyetin kuruluş yıllarında emeği geçen komünistlikle vatan hainliğiyle suçlanan çok değerli şair ve yazarların eserlerinin okunuyor olması ne güzel… Ne büyük emekler geride bırakılmış. 
Bu ülkeye emeği geçen siz değerli insanlara Cenab-ı Allah’tan rahmetler diliyorum. Mekânınız cennet olsun.
Adı-soyadı
İmzası”


Sayfanın altında adı soyadı ve imzası yer alan emekli öğretmenin samimiyetinden kuşku duymak insafsızlık olur. Artı o hayat defterini kapatmaya hazırlanıyor. Bir nevi sessizce günah çıkartıyor. Ama ülkenin sağcıları emekli sağcı öğretmenin bütün hayatını zehirleyen yoldan yürümeye devam ediyorlar. 

Sağcılık işte böyle zihinsel tahribatlara sebep oluyor.

NAZIM ALPMAN / BİRGÜN

(*) “Mücadeleciler” İletişim Yayınları 2018

Önce ekonomi, arkasından siyaset - Ergin Yıldızoğlu

Hannah Arendt, Totaliterliğini Kökenleri başlıklı çalışmasının, Emperyalizm  bölümünde, I. Dünya Savaşı’na götüren dinamiklerle ilişkili şöyle bir tespit yapıyordu: 
Tarihte “ilk kez, parasal yatırım olanaklarının (sermaye ihracı-EY) yolunu güce (diplomasi ve askeri-EY) yapılan yatırım açmıyordu. Bu kez, uzak ülkelerde denetimsiz yatırım (sermaye ihracı-EY), toplumun geniş bir kesimini kumarbazlara, kapitalist ekonomiyi bir üretim sisteminden finansal spekülasyon sistemine dönüştürerek, üretimden elde edilen kârların yerine komisyonlardan elde edilen getirileri koyuyordu. Artık güç ihracı, para ihracının (sermaye ihracının-EY) izinden gidiyordu. Emperyalist dönemden önceki on yıl, geçen yüzyılın 70’leri mali spekülasyonda, dolandırıcılıkta ve hisse senetleriyle kumar oynamada görülmemiş bir artışa tanık oldu” (Çeviri bana ait- sf-181)
 
Diğer bir deyişle: Siyasi gücün, ekonomik çıkarın yolunu açtığı, “önce işgal et sonra ekonomik kullanıma aç” olarak tanımlayabileceğimiz sömürgecilik döneminden farklı olarak, sermaye, mal ihracı ile oluşan ekonomik etki, siyasi etkinin önünü açıyordu. 
İkincisi, finansallaşma ilk kez olmuyor. Finansallaşma, sanıldığı gibi, kapitalizmin yeni bir aşaması değil, kapitalist krizin bir ürünü. Finansallaşmayı mali kriz, onu da siyasi gerginlikler izliyor. Arendt’in işaret ettiği gibi, dişinden tırnağına silahlı bu  imparatorlukların  ekonomik rekabeti savaşlara yol açıyor.

Jeoekonomik dünya düzeni 
Arendt’in bu saptamalarını, önceki hafta Lawfare dergisinde yayımlanan “Jeoekonomik Dünya Düzeni” (Roberts, Choer, Ferguson) başlıklı denemeyi okurken anımsadım. Yazarlar, dünyaya esas olarak ABD çıkarlarının merceğinden bakıyorlar.
 
Yazarlara göre, soğuk savaş sonrası (küreselleşme döneminde-EY) ticaret ve yatırım ortamının serbestleşmesinin, bölgelerin, ülkelerin ekonomik entegrasyonun ulusal ekonomik çıkarları desteklediğine, karşılıklı ekonomik bağımlılığın barışı ve işbirliğini güçlendirdiğine inanılıyordu. O dönemde, jeopolitik süreçler esas olarak ekonomik çıkarlardan ve araçlardan bağımsız olarak ilerliyordu. Bu ortamda ekonomik ilişkilerden, bu ekonomik ilişkileri düzenleyen yasalardan oluşan karmaşık bir uluslararası sistem oluşmuştu. 
Yazarlara göre, 11 Eylül saldırısı, Afganistan ve Irak savaşları, ekonomik açıdan marjinal öneme sahip ülkeleri güvenlik açısından öne çıkardığında bile, dikkatler esas olarak, ticaret ve yatırım anlaşmalarının üzerinde değil askeri müdahalelerin meşruiyeti, tutuklama süreçlerinin yasallığı, İHA saldırılarının hukuki zemini gibi konular üzerinde odaklanıyordu. (Irak işgal edildikten sonra ekonomisinin nasıl özelleştirildiğini, yatırıma ve ticaret açıldığını anımsayarak devam edelim.)
 
Ancak, yazarlara göre bu durum artık değişiyor. Özellikle 2008’den sonra, en azından ABD açısından ekonomik çıkarlarla, güvenlik konuları arasında bir yakınsama başlamış. Bu yakınsama üzerinde yeni bir Jeoekonomik dünya düzeni şekillenmeye başlamış. 
Şimdi, küresel ekonomide güç dağılımı değişirken büyük güçler arası rekabet hızlanıyor. Devlet arası eşitsizlikler azalırken toplumlarının içindeki eşitsizlikler artıyor. Bu da küreselleşme (uluslararası işbirliği ekonomik entegrasyon ve benzeşme) karşıtı popülist hareketleri güçlendiriyor. 

Yazarlara göre, 2008 mali krizinde ABD’nin ekonomik modeli “Washington Mutabakatı”na (neoliberalizm) güven kaybolurken Çin’in kriz içinde yükselmesi ABD’de kaygı uyandırıyor. ABD ve Çin arasında stratejik rekabet giderek hızlanıyor. Bu yeni jeoekonomik düzende, ekonomik araçlar, jeopolitik kazanç elde etmek amacıyla, giderek daha yoğun biçimde kullanılıyor. 

Arendt’in saptamalarına dönersek, ekonomik güç, ticari korumacılık, ekonomik yaptırımlar gibi araçlarla siyasi-jeopolitik gücün önünü açmak, rakibin teknolojik gelişme hızını, siyasi gücünü sınırlamak için giderek daha yoğun biçimde kullanılıyor. 

Bu sırada uluslararası ilişkileri düzenleyen, ticaret anlaşmaları, küresel ısınmaya karşı uluslararası işbirliği anlaşmaları, nükleer silahları sınırlamaya ilişkin anlaşmalar teker teker çöküyor. Bu birbiriyle rekabet eden büyük güçlerin, üçüncü ülkelerle (daha zayıf, yoksul, az gelişmiş ülkeler) yaptıkları ikili anlaşmaların sayısı ve kapsamı artıyor. 

Dünyanın ekonomik coğrafyası de facto paylaşılırken, hızla silahlanmakta olan büyük güçler açısından, ulusal güvenlik konularıyla, piyasaların, tedarik zincirlerinin, gıda, su, mineral, enerji kaynaklarının güvenliklerinin rakip ülkelere karşı korunması gereksinimi iç içe geçiyor. Adeta tarih kendini tekrarlıyor

En azından, Mark Twain’in deyimiyle “kafiyeli konuşmaya başlamış” gibi görünüyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Fettah Tamince’yi kurtaran el - Barış Terkoğlu

Üzerinizden bir tank geçse ne olur? 
Daha zoru, iki tank geçse? 
15 Temmuz gazisi Sabri Ünal o gece sağ çıkmayı başardı. Cumhurbaşkanı, kürsüye çıkarıp alnından öpmüştü. Şimdi “hain” ilan edecekler diye korkuyorum. 
Çünkü geçen hafta gazi kimliğini, madalyasını iade etti. “15 Temmuz gecesi sokağa fırlamak kendi aptallığımdı” diyordu. Parasızlıktan madalyasını rehin veren bir gaziye, kendisini aptal gibi hissettiren ve öfkelendiren neydi? 
Yanıtını şöyle verdi: 
“Zaman gazetesi imtiyaz sahibini FETÖ’cü bulmayan devlet…” 
Dolan bardağı taşıran, öyle anlaşılıyor ki Fettah Tamince hakkında “kovuşturmaya yer yok kararı” verilmesiydi.

Nasıl taşırmasın? 

Fethullahçılarla çocukluktan tanışan, Pensilvanya’ya defalarca giden, FETÖ’nün çağrısıyla açtığı üniversitesi ve vakfı 15 Temmuz’un ardından kapatılan, 2014’te Zaman gazetesine ortak olan Tamince’nin yargıdan “tertemiz” çıkması herkesi şaşırtmıştı. 
Ünal’ın sözleri canımı acıttı, Tamince’yi kurtaran karara bir kez daha baktım.

Devlet ona ‘kal’ demiş 
“Hukuk başarısı” sayılabilecek karardaki genç avukatı tanımıyordum. Araştırınca fark ettim. Ortaklığını Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatı Mustafa Doğan İnal’ın yaptığı ofisin çalışanıydı. İlk değil, Antalya’da da Tamince’ye FETÖ soruşturmasında takipsizlik aldıran, Erdoğan’ın avukatlarından Ahmet Kürşat Köhle’ydi. 

İstanbul Cumhuriyet Savcılığı kararında, hem Fettah hem eşi Duygu Tamince şüpheli olarak yer alıyor. FETÖ bağlantılı şirketlerdeki ortaklıklar, örgütün derneklerine üyelikler, Bank Asya’ya yatan paralar, örgütün vakıf ve üniversitesindeki sahiplik sıralanıyor. Gizli tanıklar Ufuk ve Sultan, açık tanık Selim Külahlı’nın Orta Asya’daki ihaleler dahil FETÖ-Tamince ilişkisine dair ifadeleri aktarılıyor. 

Tüm bunları birleştiren savcılık şu sonuca varıyor: “17-25 Aralık darbe teşebbüslerinden sonra FETÖ/PDY ile irtibat ve iltisakı bulunduğuna dair yeterli delil elde edilemediği…” 

Zaman’a resmen ortak olmasını sorarsanız savcılığın yanıtı şu: “Pay alarak kısa bir dönem hissedar olması tespitiyle ilgili şüpheli savunmasının aksine delil bulunmadığı…” 
“Aksine delil bulunmayan” savunmada neler söylenmiş diye baktığımda şunu gördüm: 
“Feza Gazetecilik AŞ’de önceden tanıdığı Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca’nın, 2013 yılı sonlarında Feza Gazetecilik AŞ’nin bir kısım hisselerini kendisine devretmeyi teklif ettiklerini, kendisine pay devri teklifi geldiği dönemde o zaman Cemaat olarak bildiği yapıyla ilişkili yayın organlarının özellikle çözüm sürecini yıpratmak amacıyla hükümete yönelik eleştirel yazı ve haberler yayımlayarak algı oluşturmak istediklerini gördüğünü, kendisinin ise çözüm sürecinin desteklenmesi gerektiğine inandığını, çözüm sürecine karşıt ve hükümeti yıpratmaya yönelik yayın politikasını değiştirmek için o dönem bulunduğunu, bu şekilde Cemaat olarak bildiği yapıya ait yayın organlarının hükümet karşıtı yayın politikasını değiştirmek, bazı konularda müdahil olarak denge olabilmek düşüncesiyle Feza Gazetecilik AŞ’den pay almaya razı olduğunu…” 


Tamince 17-25 Aralık’tan sonra bile FETÖ ilişkili üniversite ve vakfı himaye etmesini ise şöyle açıklıyor: 

“Bu üniversiteden ayrılmak istediğini en üst düzey devlet makamlarına ilettiğini, ancak kendisine üniversiteden ayrılmayarak mütevelli heyeti başkanı olarak kalması, üniversitenin idari ve akademik kadrosunun FETÖ/PDY örgütü elemanlarından  temizlenmesi talimatlarının verildiğini, bu talimatlardan sonra üniversiteyi iltisaklı devlet kurumları ile koordineli çalışarak FETÖ/PDY örgütü elemanlarından temizlemek için çalışmalar yaptığını…” 

Tamince ifadesinin devamında “devlet kurumları ile samimi çalışma işbirliği” yaptığını söyleyerek “2014 Mayıs ayından itibaren” FETÖ’den uzaklaştığını anlatıyor.

Erdoğan’ın avukatları Tamince’nin üniversitesinde 
Antalya ve İstanbul’un dışında, Tamince’nin Konya’daki FETÖ soruşturmasından da beraat ettiğini hatırlayınca ilginç bir tablo ortaya çıkıyor. Sanki bir “el” Tamince’yi FETÖ çukurundan çekip çıkarmış. Bu “el” sayesinde 15 Temmuz’un ardından kapatılan Fettah Tamince’nin himayesindeki ‘Gaye Eğitim Sağlık Spor ve Çevre Vakfı’ yeniden açılmış. Sahip olduğu Antalya’daki üniversite de yoluna devam etmiş. 

Bugün Tamince’nin Antalya Bilim Üniversitesi’nin sitesine girip “mütevelli heyetinde kim var” diye bakın. Başkan Fettah Tamince’nin altında Cumhurbaşkanı’nın avukatları  Ahmet Özel, Ahmet Kürşat Köhle, Mustafa Doğan İnal ve yine İnal’ın bürosundan  Tevfik Günal’ın adlarını göreceksiniz. 

“Tamince’nin hukuk başarısı”nın kuşkusuz mimarı olan Erdoğan’ın avukatlarını ve Zaman’ın eski ortağının üniversitesindeki yeni görevlerini kutluyorum! 

Şike kumpası davasında Aziz Yıldırım’ın avukatlığını alırken Erdoğan’ın avukatlığından ayrılan Faik Işık’ı bu yazıdan sonra arayacağım: 

Faik Bey herhalde siz yanlış yapmışsınız!

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

AKP, eyalet sistemine nasıl formatlandı? - Arslan BULUT

AKP milletvekili Ravza Kavakçı, Twitter hesabında Almanya ziyaretini, "AK Parti Genel Merkez heyetimizle Alman Federal Konseyi Bundesrat'ı ziyaret ettik ve ayrıca Federal Sistem hakkında bilgi alışverişinde bulunduk" ifadeleriyle paylaştı.
AKP'nin federal sistem incelemeleri resmi olarak 2010 yılında ABD'de başladı. Gazeteci Yılmaz Polat, Ulus Dağı Yayınları arasında çıkan  "CIA Pençesinde Açılım" adlı kitabının 163 ve 164'üncü sayfalarında aynen şu bilgileri vermişti:
"Abdullah Gül, 8 Ocak 2008'de Bush'a konuk oldu. Görüşmede, Kürt sorunu üzerinde durularak siyasi çözüm tartışıldı. Beyaz Saray görüşmede PKK ve siyasi çözüm yöntemlerinin ele alındığını bildirdi. 

2006'da kamuoyuna yansımayan bir anlaşma da yapılmıştı ve o tarihten beri Kaliforniya Eyaleti Sacramento bölgesinden atanan bir Amerikalı savcı, Türk Adalet Bakanlığı'nda danışman olarak çalışıyordu."

                                        ***
Mehmet Ali Şahin, Danıştay baskını sırasında Devlet Bakanı idi ve TBMM'de yaptığı konuşmada, olayın sebebi ile ilgili olarak, "sürprizlere hazır olun" demişti. Başbakan Tayyip Erdoğan, Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin ve Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, bu tür olayların tamamından milliyetçileri veya ulusalcıları sorumlu tuttular. Amerikan Büyükelçiliği'nin İnternet sitesinde bir hukuk müşavirinin, 2006 yılında ABD'nin Ankara Büyükelçiliği'nde konuşlandığını, bu müşavirin, yerel savcı ve diğer kolluk personeli ile birlikte çalıştığına dair bir haber vardı.

Barış Terkoğlu, odatv'de yayınladığı haberde Amerikalı savcının 25-26 Ocak 2007'de, İstanbul'daki hakimevinde sekiz Türk kentinden özel yetkili cumhuriyet başsavcı vekilleri ile dört yargı temsilcisinden oluşan bir heyetle çalıştay düzenlediğini bildirdi.

Aydınlık'tan Mehmet Bozkurt ve Umut Albayrak, o savcının Susanne Hayden olduğunu açıkladı. Ergenekon soruşturmaları işte böyle başlatıldı! İçişleri Bakanlığı'nda da ulusalcılığı suç olarak gösteren bir rapor yayınlandı.

                                      ***
Dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 2010 yılı Aralık ayında aniden ABD'ye gitti ve döndü. Ergin, Washington'da Amerikan Adalet Bakanı Eric Holder ile görüştü, Atlantic Council adlı düşünce ya da araştırma kurulusunda bir grupla bir araya geldi.

O sırada herhangi bir gazetede yazmayan gazeteci Yılmaz Polat, bana şu bilgiyi verdi:
"Adalet Bakanlığı Müsteşarı ve beraberindeki sekiz hakim ve savcı ABD Adalet Bakanlığı'nın davetlisi olarak önce Washington sonra da Colarado ve Arizona gibi bazı eyaletleri dolaşıyor, eyalet sistemini inceliyor. Bu eyaletler Meksikalıların, Güney Amerikalı nüfusun yaşadığı, yani azınlıkların yoğun olduğu, eyalet kanunları da ona göre düzenlenmiş yerler.. Ayrıca, Arizona Meksika sınırında..
Bir haftalık gezinin masrafları da Amerikan Adalet Bakanlığı'ndan karşılanıyor."

ABD'nin 27 Haziran 1995 tarihli resmi FBIS bülteninde, "ABD'nin eski Moritanya Büyükelçisi" unvanı kullanan David Adolph Korn'un Abdullah Öcalan ile yaptığı görüşmeler yayınlanmıştı.

O görüşmede, terör örgütünün başı Öcalan, "Biz Amerika'da olduğu gibi federal bir devlet, İspanya ve Almanya'da olduğu kadar da demokrasi istiyoruz. İsteğimiz, soykırıma son verilmesi ve bunun için ABD'nin aracılık yapmasıdır." demişti.
                                        ***
Tabii AKP kurulmadan önce, 2 Temmuz 2001 tarihinde ABD'den gönderilen ve sonradan parti programı haline getirilen gizli belgede de "Küreselleşmenin bir adı da şehirleşmedir. Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir." denilmişti.
Kısacası, AKP, kurulduğu günlerden hemen önce eyalet sistemine göre formatlanmıştı!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ