4 Aralık 2018 Salı

Tekalif-i Milliye olmasaydı, Cumhuriyet olmazdı - ALİ SİRMEN

Okurlarımızdan ve sivil toplum örgütlerinden gelen istek üzerine, Cumhuriyet İmecesi’nin 14 Aralık’a kadar uzatıldığı açıklandığında, garip bir rastlantı sonucunda Alev Coşkun’un “Asker İnönü” adlı son kitabının tam da Kütahya ve Eskişehir savaşları bölümünü okuyordum. 

Garip rastlantı diyorum, çünkü ekonomik sıkıntılar yüzünden, Cumhuriyet İmecesi’ne başvurma konusunu tartıştığımız sırada Işık Kansu ile birlikte ikimizin de aklına aynı anda “Tekalif-i Milliye” olayı gelmişti. 

Alev Coşkun’un anlatımıyla o günlere dönelim: 
İkinci İnönü zaferinden sonra, Yunanlılar bir dizi önlem almışlardı. Başbakan ve Genelkurmay Başkanı değişti. 1921 yazında, Anadolu’daki Yunan işgal güçlerinin sayısı 6 bin 260 subay, 100 biner, 64 bin hayvan ve 328 topa ulaşmıştı. 
Yunanlılar temmuz başında Kütahya ve Eskişehir’de saldırıya geçtiler, Türk kuvvetlerini geri çekilmeye zorladılar. 

Saray ve çevresiyle İngilizler ve tabii ki Yunanlılar sevinç içindeydiler. 
Ankara’da büyük bir telaş vardı. Aslında bu çekiliş aynı zamanda Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların askerliğin gereği olarak verdikleri bir karardı. Ne var ki Mustafa Kemal’in TBMM’de yaptığı “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” açıklaması da endişeleri gidermeye yetmedi.
                                                                 
                                                                ***
Gerçekte, ordu Eskişehir cephesinde Yunanlılar karşısında tutunamamıştı. Bu savaşlara bizzat komutan olarak katılan Kazım Özalp, Şevket Süreyya Aydemir ile yaptığı söyleşide şunları söylüyordu: 
-Bu savaş kazanılamazdı. Bu savaşı kim olsa kaybederdi. 
O günlerde cepheyi ziyaret etmiş olan Dr. Ziya Nur ordunun durumunu şöyle anlatıyordu: 
-Askerin çarığı yok. Çoğunun ayağı çıplak, çadır yok, asker güneş altında yanıyor. Birçok askerin matarası yok, birliklerde su fıçısı, kırba yok. Geri çekilirken çamurlu Porsuk suyundan içmek zorunda kalmış olan askerin yüzde 20’sinde süngü yok. Ordunun yüzde 80’inde elbise yok. 15 gün içinde orduyu Sakarya’da tutacak hale getiremezsek, felakete sebep olur, dünyamızı da ahretimizi de kaybederiz. 

TBMM bu durumda Mustafa Kemal’in başkomutanlık yetkilerini alıp, cepheye gitmesini istiyordu. 

Başkomutanlık yasasının kabulünden sonra Mustafa Kemal, iki gün içinde on tane “Tekalif-i Milliye” (Milli Yükümlülük) emri yayımladı. Bunun amacı ordunun ihtiyacı olan silah, araç - gereç, yiyecek, her türlü donanımın tez elden ve halktan toplanmasını sağlamaktı. Her evin orduya bir takım iç çamaşırı, bir çift çorap, bir çift çarık vermesiydi (çok yoksul olanların bu yükümlülüğünü ilçenin zenginleri karşılayacaktır). 

Kısacası halkın elinde var olanın yüzde 40’ını ordu için vermesi istenmekteydi.
Halk bu emirlere çok kısa süre içinde olumlu yanıt verdi. İlçelerden toplanan iç çamaşırı, çoraplar, çarıkların yanı sıra bazı ilçeler orduya istenenden fazlasını gönderiyor, kavurma, tulumpeyniri, meyve kurusu gibi yiyecekleri armağan olarak yolluyorlardı. 

Tekalif-i Milliye emirleriyle kısa zamanda ordunun bütün ihtiyacı karşılanır. İsmet Paşa daha sonra bu yüzde 40 meselesini Lozan’da Fransızlara anlattığında adamların gözlerinin fal taşı gibi açıldığını, “Nasıl yapabildiniz bunu” diye hayretle sorduklarını anlatır. 

Alev Coşkun’un yazdıklarını okuyunca görülüyor ki Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin arkasında şehit kanı, anaların, bacıların, karıların, yetimlerin gözyaşlarının yanı sıra, aynı zamanda Tekalif-i Milliye çağrısına candan yanıt veren halkın topyekûn büyük dayanışması vardır. 

Evet, Tekalif-i Milliye olmasaydı, bugün ne Cumhuriyet olurdu, ne de bağımsızlık. 
Cumhuriyet gazetesinin imece çağrısına da, okurları ve sivil toplum örgütleri aynı candan yanıtı verdiler ve aynı olayı ikinci defa yaşattılar. 

Güç ekonomik koşullarda, ne kadar gelir geleceğinden daha önemli olan da işte 
o candan ilginin kendisi. 

Bu yeni Tekalif-i Milliye mucizesi için tüm katkıda bulunanlara teşekkürler...

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Ergenekon mu? - Erol Manisalı

12 Eylül’ün Amerikancı postallılarından, FETÖ’nün İslamcı imamlarına uzanan kumpasın adı.

2008’de FETÖ tarafından fiilen devreye sokulan Ergenekon, 12 Eylül’de Amerikancı askerlerle başlatılan sürecin, Gülen’in imamları ile sürdürülen son safhasıydı.

Amaç, BOP hedefinin göbeğindeki Türkiye’nin parçalanarak C. Rice’ın “resmen” ilan ettiği gibi 23 ülkenin sınırlarının ve rejimlerinin değiştirilerek ABD (ve Batı) çıkarları doğrultusunda düzenlenmesi idi. Bu arada İsrail’in de güvenliği için, Kürdistan kukla devletinin kurulması planlanmıştı. 

Hedef bugün hem Kuzey Irak, hem de Kuzey Suriye’de fiilen, “ABD, S. Arabistan, İsrail, Fransa ve İngiltere’nin de desteği ile” yürütülmeye çalışılmaktadır. Binlerce TIR ölçeğinde YPG ve PKK’ye verilen silahların ve yeni kontrol noktalarının amacı budur. Hedef Türkiye’dir. 

13 Nisan 2009’da Levent’teki evim FETÖ’cü polisler tarafından sabahın kör karanlığında basıldığında, operasyonun akademik ayağının bir parçası olarak seçildiğimi anlamıştım. 

Haberal’dan Hilmioğlu’na yedi profesörle birlikte sürecin içine sokulurken FETÖ’nün polisleri ve savcıları çok “planlı” bir biçimde hareket ediyorlardı. Adeta, senaryosu yazılmış bir filmde rol alan aktörlere benziyorlardı.

Beşiktaş’taki çakma mahkemede beni 6 gün uykusuz bıraktıktan sonra sorgulayan  Zekeriya Öz, oyununu çok güzel oynadı. Onun tutuklama talebini yerine getirmek üzere hazır bekleyen hâkim benimle konuşurken yüzüme bakamıyor, yere bakıyordu: kendisini, “Yüzüme bak, yere bakma” diye uyardım, duymazlıktan geldi: görevi belliydi, emir FETÖ’den çoktan gelmişti bile. 

Bana, “iki defa ağırlaştırılmış müebbet isteyen” savcı, daha sonra mahkûmiyet kararı veren hâkimler şimdi neredeler: bir kısmı yurtdışına kaçtılar, diğerleri de FETÖ’cü oldukları için içeri atıldılar. “Malum” ameliyatımla birlikte, “ellerinde kalacağımdan korktukları için”, tutuksuz yargılanmama karar verdi FETÖ’cü hâkimler.

En başta avukatlarım, bana 3 klasör dolusu “iddianame” getirdiler, iple bağlıydı. O ipleri hiç açmadım, hiç bakmadım, özellikle yaptım bunu. Türkiye ve bölge üzerinde FETÖ ve arkasındaki odakların yazdıkları “komplo senaryosunu” neden okuyacaktım ki! Yemin ediyorum, iplerini bile açmadım, hâlâ duruyor: insanlık suçu, hukuk suçu ve darbe kanıtları olarak saklayacağım.

ABD, Rusya, Çin ve FETÖ’ler
Biz içerde kendi ulusal çıkarlarımızı koruyacak bir demokratik düzen konusunda yetersiz kaldığımız zaman içimize FETÖ’ler, DEAŞ’lar hep şırınga edilmişlerdir.
Bugün de Suriye ve Kuzey Irak’ta ABD ve bazı AB devletlerinin yürütmekte oldukları fiili gelişmeler, büyük tehlikenin bitmediğinin göstergeleridir. Biz Türkiye içinde, siyasal partiler ve diğer sivil toplum örgütleri olarak “asgari müşterekler” oluşturamadığımız sürece, tehdit ve tehlikeler giderek artacaktır.
Bu konuda, siyasiler başta olmak üzere “toplumu kutuplaştırmadan, birleştirici ve bütünleştirici öğeleri öne almak gerekir”. Hepimizin aynı gemide olduğumuzu aklımızdan hiçbir zaman çıkarmamalıyız.
Önce “ben” yerine, önce “biz, ulusumuz” diyerek yaklaşmaktan başka yol yoktur. Bu beceriyi (ve özveriyi) göstermezsek hepimiz de aynı gemide batar gideriz, aynen Titanik gibi...
FETÖ’nün (ve arkasındakinin) kurduğu öldürücü kumpastan, en azından bu dersi çıkarmak zorundayız. Ergenekon kumpası, Türkiye’yi yıkmaya ve parçalamaya yönelik emperyalist projenin, 12 Eylül’den sonraki en önemli basamağı olarak uygulanmak için başlatılmıştır.
Önlemler erken alınsaydı, bu kapsamdaki “insanlık dışı olaylar ve de 15 Temmuz 2016 FETÖ girişimi” en baştan engellenmiş olacaktı. Geç de olsa hukuk, “Ergenekon  senaryosunun, FETÖ ve arkasındakinin bir kumpası olduğunu kabul etti”.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

İşgal edilen Türk topraklarında Yunan oteller zinciri...- Ahmet TAKAN

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un işgal altındaki Keçi ve Gavdos adalarına kondurulan Yunan otellerini pazarlamasından sonra adalarımızda Yunan oteller zincirinin kurulduğu ortaya çıktı.

Yunan işgali altında olan İzmir Koyun Adası'nda 4 otel, Aydın Hurşit Adası'nda 6 otel, Aydın Nergizçik Adası'nda 1 otel, Aydın Marathi Adası'nda 1 otel, Aydın Eşek Adası'nda 2 otel, Muğla Keçi Adası'nda 1 otel, Antalya Gavdos Adası'nda 4 otel olmak üzere toplam 19 otel işletmeye açılarak Yunan oteller zinciri kurulmuş.
Pekii!.. Tüm bunlar olup biterken "One minit"ciler ne yapmış?.. Aynı Türk adalarının işgalinde yaptıkları gibi hoş görü içerisinde Yunan'a yol verip, kıllarını bile kıpırdatmamışlar!..

Belki, bu oteller de neymiş diye merak edersiniz veya günün birinde Turizm Bakanı Ersoy'un şirketi etstur'un ünlü gemisine atlar bir gezinti yaparsanız diye listeyi sunalım...
Ama unutmayın!..
Bu otellerde konaklayabilmeniz için aynı Binali Yıldırım gibi pasaport ile kendi adalarımıza giriş yapabilirsiniz. Yunan, başka türlü izin vermiyor. İşte, işgal edilen Türk adalarında işletilen Yunan otelleri;
İzmir Koyun Adası'nda; Captain Diamantis Mansion Grand Apartment, Captain Diamantis Mansion Standard Room, Captain Diamantis Mansion Executive Suite ve Captain Diamantis Mansion Deluxe Room.
Aydın Hurşit Adası'nda; Nektaria on the Beach, Studios Nektaria, Studios Rena, Eftichia Rooms&Studios, Costareli ve Patras Apartments.

Aydın Nergizçik Adası'nda; Katsavidis.
Aydın Marathi Adası'nda; Pantelis Marathi Island Resort.
Aydın Eşek Adası'nda; Studios Ageri ve Island Studios.
Muğla Keçi Adası'nda; H Hotel Pserimos Villas. (Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un şirketi etstur da Yunan H Hotel Pserimos Villas'ı pazarlıyor.)
Antalya Gavdos Adası'nda; Gavdos Princess, Gavdos Studios, Metochi Gavdos ve Manthos Casa. (Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un şirketi etstur da Yunan Gavdos Studios Otelini pazarlıyor.)


Turizm işletmesi belgeleri kimden?
İşgal edilen Türk topraklarında Yunan küstahlıkları devam ederken, Türkiye'de iktidarı ve muhalefeti ile siyasiler 3 maymunu oynarken "bunlar nasıl oluyor" sorusu biraz komik kaçacaktır. Türk adalarını işgal eden, üzerinde ağır silahlarla, gerçek mermilerle askerî tatbikatlar yapan, Türk kara sularında petrolümüzü çalıp satan Yunan'a ara sıra dümenden söylenmekten öte ne yapılabildi?. Cevap; Koskocaman bir hiç!..

Ege'de işgal edilen Türk topraklarında içler acısı durumu durmadan, yılmadan belgeleriyle ortaya döken Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, adalarımızın işgali döneminde, Atilla Koç, Ertuğrul Günay, Ömer Çelik, Yalçın Topçu, Mahir Ünal, Nabi Avcı, Numan Kurtulmuş ve Mehmet Nuri Ersoy'un Turizm Bakanı olarak görev yaptığını hatırlatıp, "hâlihazırda işgal altındaki Türk adalarında faaliyet gösteren toplam 19 Yunan oteline Turizm Yatırımı ve Turizm İşletmesi Belgelerini kim verdi?
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı mı yoksa Yunan Turizm Bakanlığı mı" diye soruyor.
Ümit Yalım, bir gerçeği daha gözler önüne seriyor;
"Türkiye Seyahat Acentaları Birliği TÜRSAB'ın başvurusu üzerine İstanbul 5. Asliye Ticaret Mahkemesi, 29 Mart 2017'de, booking.com'un Türkiye'deki faaliyetlerini yasakladı. Mahkeme kararına göre booking.com, Türkiye'de yerleşik otel ve konaklama tesislerini pazarlayamaz ve pazarlanmasına aracılık edemez. Ancak booking.com şirketi, Türkiye'de yerleşik olan Hurşit Adası'nda 6, Nergizçik Adası'nda 1, Eşek Adası'nda 2, Keçi Adası'nda 1 ve Gavdos Adası'nda 4 olmak üzere toplam 14 Yunan otelini pazarlıyor ve pazarlanmasına aracılık ediyor.

Anayasanın 138. Maddesine göre yürütme organları mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve Turizm Bakanlığı, booking.com ile ilgili mahkeme kararına neden uymuyor. Anılan şirkete neden müdahil olmuyor?
TÜRSAB uyuyor mu?
TÜRSAB, mahkemeye verdiği booking.com şirketinin Türkiye'de yerleşik 14 Yunan otelini pazarlamasına neden sessiz kalıyor?"
Şu, belgeleriyle ortaya dökülenlerin milyonda biri başka bir ülkede olsa ne bakan ne de hükümet kalır!..
Böyle başa böyle tarak misali...
Böyle muhalefete böyle iktidar!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Herkes hesap verdi bir gazeteciler mi kaldı? - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

İftiracıydılar...
Yalancıydılar...
Çamur attılar...
Balçık saçtılar...
Sözcükleri mermi yaptılar...
"1923'te kuruldu, 2008'de arınıyor" diye manşetleri sevinçten zil çalanlar...
"Derin devlete müebbet" başlıklarıyla çıkanlar...
Hukuk tarihinin en hukuksuz yargılamalarından biri neticesinde çok ağır cezaları "Yaşasın Demokrasi" diye alkışlayanlar...
"Suç ve ceza" diye ti'ye alanlar...
"Hesap Zamanı" diye kalemlerini ovuşturanlar...
Yazdıklarıyla, yoğun bakımda tutulması gereken hastaların cezaevi koridorlarında itilip kakılmasına, bakıma muhtaç, en temel ihtiyaçlarını bile kendi başına karşılayamayacak durumda olanların hücrelerinde ölüme terk edilmelerine, onur intiharlarına yol açanlar...
Haysiyet celladıydılar...
Tetikçiydiler...
Vicdansızdılar...
İnsanlıktan çıkmıştılar...
Mide bulandırıcıydılar...
Ve fakat; her ne yaptılarsa -tası tarağını toplayıp çoktan kapağı yurt dışına atmış, kendini zaten kurtarmış, ideolojik olarak da başından sonuna kumpas organizasyonun bizatihi içinde, yürütücüsü, yönlendiricisi olan çekirdek ekip dışında kalanlardan bahsediyorum- yaranmak için yaptılar...
Başları okşansın diye...
Sırtları sıvazlansın diye...
Uçağa alınsınlar diye...
Sürahinin etrafındaki bardaklar gibi dizilenlerden olsunlar diye...
Cepleri dolsun diye...
Kuklaydılar...
Maşaydılar...
Kullanışlıydılar... Aptaldılar... Akılsızdılar...
Karakter, şahsiyet, tavır sahibi olamamış; her devrin adamlarıydılar...
Asalaktılar...
"Sahibinin sesi"nden başka hiçbir şey değildiler;
Hiçtiler!
                                       ***
Ahmet Hakan, dünkü Hürriyet'teki köşesinde "Şimdi temel soru şu: Bu kumpasın içinde görev alan hâkimler, savcılar ve polisler mahkeme huzurunda hesap verirlerken... Bu kumpasın içinde görev alan gazeteci kılıklı soytarılar, nasıl oluyor da ellerini kollarını sallayarak dolaşabiliyorlar?" diye sormuş ya;
Öyle değil o iş!
Birikmiş öfkenin, acının, "birilerinin bedel ödediğini görme" hasretinin önüne atılmış iştah açıcı bir yem ama hedefi şaşırtmak, "temel soruyu gölgelemek" dışında bir işe yaramıyor aslında!
                                       ***
 "Savcı millet adına vardır, iddia makamı millet adına ordadır, biz de millet adına evet hakkı aramanın hakkı savunmanın gayreti içindeyiz, eğer bu anlamda savcılık ise evet savcıyım" diyen kişi Cumhurbaşkanı.

"Türkiye iyi bir noktaya gidiyor. Bu sıkıntılar, sancılar bir taraftan doğum sancısıdır. Bir taraftan da bağırsakların temizlenmesidir" diyen "eski Başbakan Yardımcısı".

"Türkiye'dekileri hizaya soktuk" diyen "eski Bakan".

"Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşması" diyen "eski Başbakan Danışmanı".

"Merhamet adaleti engellerse o merhametten maraz doğar. Kurda merhamet etmek kuzuya zulüm etmektir" diyen "eski Bakan."

"Darbe heveslilerinin hevesini kursağında bıraktık... Ergenekon ve Balyoz diye ifade edilen olayların tamamında bir hayal kurulduğu ve birtakım şeylerin yapıldığı belli" diyen TBMM Başkanvekili.

Hiçbiri elini kolunu sallayarak dolaşmıyor, hepsi sorumluluklarının siyasi/hukuki neyse hesabını verdi de, tek hesap vermeyen "borazanları" mı kaldı?

                                       ***
Yanlış anlaşılmak istemem. Cumhuriyet kurumlarını, ideolojisini ve onun savunucularını enkaza dönüştüren bu "kirli tezgâh"la hesaplaşırken ne aptallık, ne de kullanışlılık elbette hafifletici sebep değildir. Ama aptallardan, kullanışlılardan hesap sormanın "adaletin tecellisi"nin ifadesi olabilmesi için aynı şekilde "aldatıldık", "kandırıldık"ların da bu davada "hafifletici sebep" sayılmamış olması gerekir!

Aksi, yani onları "dışarıda" tutan hiçbir yaklaşım gerçek/gerçekçi bir "adalet" talebi olmaz; olamaz.

Kaldı ki, "bu kumpasın içinde görev alan hâkimler, savcılar ve polisler" BİLE iddia edildiği gibi "bu kumpasın içindeki görevlerinden dolayı mahkeme huzurunda hesap veriyor" değildir!
                                        ***
Ha, siz ille de adaletin "sahipleri dururken sesleriyle hesaplaşarak" tecelli edeceğinde ısrarlıysanız, önden, daha bir yıl önce, yani "FETÖ", "kumpas" her şey ortaya çıktıktan sonra bile "Ergenekon Terör Örgütü"nün var olduğunu savunmaya devam eden hanımla, eşinden başlayalım "gazeteci kılıklı soytarıları"  yargılamaya;
Var mısınız?
Ya da durun ya...
"Ergenekon diye bir örgütün varlığına inanmıyorum" diyenlere karşı "Suyun yüz derecede kaynadığına inanmıyor musun? Sok elini, bak ne olacak" diye anıran pislik yazarı daha çok yakışır "ibreti alem" makamına;

"Elini yüz derecede kaynayan suya sokarak" başlasın mesela savunmasına!


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

3 Aralık 2018 Pazartesi

Alman İslam Konferansı'nın ardından: Hükmetmek için tanı(Analiz) - Tevfik Taş

Alman İslamı, Seküler İslam ya da 'İslam mı Almanya'ya aittir, yoksa Müslümanlar mı Almanya'ya' tartışmalarının önemi yok. Mesele, din ile, din aracılığıyle ve sömürü düzeni için yönetmek.

Çok genel planda emek göçünün bir çıktısı olarak şekillenen ''Alman İslam'ı'' tartışmaları, özgün sürecinde AKP'nin Türkiyeli göçmenleri yerel piyon olarak kullanma çabasına yanıt olarak gündeme gelmişti. Alman İslam Konferansı, 28 Kasım Çarşamba günü Berlin'de gerçekleştirilen dördüncü dönem konferansı ile yeni bir düzleme taşındı. 

Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği'nde (DİTİB) çalışan imamların parası Ankara'dan ödenmeye devam etmeli mi? 
Etmeyecek ise, bu mali yükün altından nasıl çıkılacak?  
DİTİB'e bağlı 900 küsür camide AKP hükümetinin ajanlaştırdığı imamları kim, nasıl denetleyecek?
İslami aidiyetten gelen göçmenleri toptancı tarzda  'Müslümanlar'' olarak katagorize etmek ne kadar doğru? 
Herhangi bir dinsel kimliği olmayan kişilerin temsiliyet sorunu nasıl çözülecek?
Kadın hakları? 
Antisemitizm? 
İslam motifli terör destekçiliği? 
Gettolar? 
Paralel toplum? 

Bu ve benzeri sorularla toplanan Alman İslam Konferansı (AİK), hemen hiç kimsenin memnun olmadığı, bir takım beylik lafların yinelendiği bir sonuç bildirgesi ile bitti. 

AİK'NA AKP VE ŞÜREKASI NASIL BAKIYOR?
Alman tarafına bakmadan önce Türkiye ve AKP tarafına bakmakta yarar var. 
AKP'nin dümen suyunda hareket eden iki öbekten biri olan Sabah Avrupa, AİK'ını etek boyu üzerinden gördü. https://www.sabah.com.tr/avrupa/2018/11/29/alman-islami-projesine-tepki-...

Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi Kuzey Ren Vestfalya eyaleti Uyum Bakalığı Müsteşarı Serap Güler'in diz üstü eteğini kare içine alınarak, ''mini etekli saygısız'' olarak nitelediği haberde, İslam'ın ne yüce bir din olup, kapsayıcılığına övgüler düzülerek, konferansa tepki ile yaklaşıldı.

Meseleye Avrupa Sabah gazetesine göre daha 'derinlikli' yaklaşan bir başka AKP beslemesi vakıf olan Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı SETA, tumturaklı sözleri bir kenara bırakırsak, AİK'na cepheden karşı tutum aldığını ilan eden yazılar yer verdi. 

SETA'nın pek bilimsel iki yazarı, sonuçta aynı şeyi söylemeye kalksalar da, birbirlerini inkâr eden argümanlar ile hareket ediyorlar. SETA yazarı Zeliha Eliaçık, Batı siyasetinde dinin istenildiği gibi biçimlendirildiğine (sanki 'doğu' siyasetinde daha farklı oluyormuş gibi!) örnek olarak Katolik kilisesinin geçirdiği evrimi örnek olarak verip, kürtaja karşı olan Katolikliğin bugün eşcinsel evliliğine ikna edildiğini belirtirken (11 Ekim 2018), aynı vakfın Enes Bayraklı adlı acar yazarı, ''Bugün Avrupa'da Yahudilik yahut Hristiyanlığın devlet eliyle dizayn edilmesinin bırakın tartışılmasını, böyle bir adımın tahayyül edilmesi bile zor olduğu açık'' diye yazabiliyor. (30 Kasım 2018)

Alman İslam Konferansı'na dinsel gericiliğin mevzisinden yaklaşan Zeliha Eliaçık, 
İslam için ''tek reforme edilmemiş din'' gibi uyduruk bir aforizma ile yaklaşıyor. Yobazlığını daha da ileri götüren Eliaçık, ''Aydınlanma tezgahından geçemeyen tek din: İslam'' yazabilecek kadar da ilkel bir duruşu sergiler. (A.g.y.)
Asıl meselede aslında buradadır: Aydınlanma ve onun devrimci mirası ile hesaplaşma gayreti... 

Bu hesaplaşmanın tarafı ne Zeliha Eliaçık'ın yobazlık cephesinden meydan okuyucu tutumu ne de kapitalist Alman devletinin işgücü istihdam siyasetinin aracı olarak aydınlanmanın değerlerini kurban ettiği ''ihtiyaca göre din'' pratiğidir.

CEMAAT TEMSİLİYETİ YERİNE BİREYSEL DİNDARLIK
Alman İslam Konferansı'nın asıl siyasi çıktısı cemaat temsiliyeti yerine kişisel dindarlığın ödüllendirilmesidir. Özsel olarak kapitalizme protestan uyumu kazandırma stratejisi niteliği taşıyan bu konum alış, cemaatlerin pazarlıkçı kaypak doğası yerine bireysel dindarlığı teşvik ederek, dış etkilerin önünü almaya dönük bir düşüncenin dışavurumudur. AİK, DİTİB'e giden paralardan ziyade (ki, Katolik kilisesine de Vatikan'dan para akıyor), düzenin gereksinim duyduğu kadar ve düzenin izin verdiği kadar dindarlık anlayışının geliştirilmesi projesi olarak görünüyor.

DİTİB Dış İlişkiler Sorumlusu Zekeriya Altuğ, ''Almanya'da görev yapan imamların yaklaşık 30-35 yıldır Türkiye tarafından finanse edilmesi Almanya'da sadece tolere edilmedi, arzu edildi'' derken hiç de haksız sayılmaz.

Alman üniversitelerinde açılan İslam teolojisi kürsüleri, dinin denetim altına alınarak yönetme aracı olarak kurgulanması çabası dışında okunmamalıdır. 
Orta Doğu'ya açılmaya çalışan Fransa sömürgeciliği bir zamanlar nasıl ''hükmetmek için, tanı'' düsturu ile hareket edip, Şarkiyatçılığı bir ''bilim'' seviyesine yükselttiyse, bugün Almanya'da olan da az-çok bu eksende yeniden üretilen tutumdur. Alman İslam Konferansı, göçmenlerle ilgili olarak 'İslam' başlıklı bir tartışmayı İçişleri Bakanlığı üzerinden yürütüyor. Oturuma başkanlık eden de bizzat Almanya'nın İçişleri Bakanı'dır. 

Bu veri dahi meselenin güvenlik ve yönetme bağlamında ele alındığını kanıtlamaya yeter. Kurumsallaşma... 'Alman İslamı'... 'Seküler İslam'... Ya da İslam mı Almanya'ya aittir yoksa Müslümanlar mı Almanya'ya aittir tartışmalarının önemi yoktur. Mesele, din ile, din aracılığıyle ve sömürü düzeni için yönetmektir.

Tevfik Taş  / SOL

Çarkçıbaşı çark eder - MELİH PEKDEMİR

Erdoğan Arjantin’deki G-20 zirvesinde Trump ile buluşmasını “Suriye, Halk Bankası ve FETÖ elebaşı konuları görüşüldü” diye açıklamakla yetindi.

Ve bir gün önce eski ABD Başkanı George H. W. Bush ölmüştü. Oğlu George W. Bush da başkanlık yapmıştı, ikisi de ‘Irak fatihi’ idi! Oğul Bush ayrıca kraker yerken soluğunun kesilmesiyle, insanların düşmemesi için icat edildiği söylenen bir araçtan düşen ilk insan olmasıyla filan da meşhurdu. (Gerçi o sıralar bizimki de attan düşmüştü.)


Türk cenahından Başbakan Erdoğan, Irak işgalinin ilk günlerinde, 31 Mart 2003’te Wall Street Journal’da aynen şöyle demişti: “Kahraman genç kadın ve erkek Amerikan askerlerinin, olabilecek en az kayıpla evlerine dönmeleri için dua ediyorum.” Kürt cenahından Yeni Özgür Politika gazetesinin 17 Nisan 2004 tarihli nüshasında ise şöyle yazıyordu:

“ABD’nin bölgeye gelmesini olumlu değerlendirmek gerekir. ABD, Irak’ın demokratikleşmesini, bölgenin demokratikleşmesi olarak düşündüğünden, 
demokratik açılımlara yardım edecektir. Kürtler için bunu bir şans görmek gerekir. ... Kürtlerin bu global dünyada liderliği ele geçiren ABD ile ilişki aramaları çıkarları gereğidir.”

Derken tam o yıllarda bu köşede oğul Bush’a ‘dingil’ dediğimi de hatırladım! Neden hatırladım? Çünkü Trump da oğul Bush’a çok benziyor ve hatta fark attırıyor. Erdoğan’ın ABD hakkında ‘zıt görüşler’ beyan ettiği de biliniyor. Öyleyse yıllar önce yaptığım o benzetmeyi tekrarlayabilir miyim?

CB’nin her konuda zıt fikirlerinin olması ayrı bir şeydir; ya zıt fikirlerle aynı çarkı döndürmek? Aynı mekanizmanın dişli çarkları olmak nasıl bir şeydir? Bilirsiniz iki dişli çark karşılıklı birbirine geçmiş vaziyette dönerek makineyi çalıştırır. Çarklar zıt yönlere dönerler. Bu, makinenin çalışması için elzemdir. Yani aynı makinenin parçası olduğu müddetçe, zıt yönde dönmüş olmanın manası yoktur. Yine bilirsiniz, çarkların bir de ekseni, dingili vardır. Mesela, küresel sistemin ana çarkının, Amerikan emperyalizmini çeviren çarkın şimdiki dingili şahıs düzleminde kimdir? Sormaya bile gerek yok, daha önce Bush bir dingildi şimdi de Trump demek ki bir dingildir!

Bu durumda bizim gibilere düşen ise dualar okuyarak, şans sayarak, emperyalist sistemin çarkı olmak değil, o sistemin çarkına çomak sokmaktır.

Türk olsun Kürt olsun, bakıp da dönen çarkı (dolabı) görmemek ya da göstermemek berbat bir şeydir. Hem solcu hem emperyalizme karşı olabilmek için şu basit gerçeği bileceksin: Makinenin durması için, çarkların dişlilerinin birbirinden çıkması lazımdır. Solcu muhalif olmak, ‘dişli’ bir anti emperyalist olmak, mekanizmayı döndüren çarkın dişlisi olmaya itiraz etmektir. Mesela kendi muktedirine aykırı bir yönde döndüğünü sanırken, ana çarkın yörüngesine oturmamaktır.

Neyse ki o çarka tükürenler de hep vardı ve hep var olacak. Ve bize çıraklığı öğreten usta şairimiz Refik Durbaş da hep böyle var olacak. Bakın işte, Orhan Alkaya “Refik Durbaş ile George H. W. Bush’un aynı gün ölmesi muazzam bir tarihsel ironi barındırıyor” diye yazdı: 1991 senesi Ocak ayında 1. Körfez Savaşı’na karşı barışçı bir tutum almak için Refik Durbaş’ın da aralarında olduğu şairler bir araya geldiklerinde, birbirlerinden habersiz birer dize yazsınlar ve bu da büyük bir şiire evrilsin diye kararlaştırmışlar. Adını “Barış İçin Dizeler” koymuşlar ve bir basın toplantısıyla duyurmuşlar. Şairlerimiz mekanizmayı döndüren çarkın dişlisi olmaya itiraz ederken barışın ve tarihin şiirini haykırmışlar.

Refik Durbaş üstelik biz Yolcular için de ne güzel yazmış:
“Yol günden uzundur çünkü / 
 yolculuk, geceden ve gündüzden de uzun...”

MELİH PEKDEMİR / BİRGÜN

2 Aralık 2018 Pazar

Topraklarını sömürgeciliğe açan ülkede durum ne - Gülümser Heper / ODATV

Türk tarımı kendi özelinde üretim, pazarlama, nakil, gıda güvenilirliği, tarım alanlarının işgali, girdilerin pahalanması nedeniyle ürün fiyatlarının artması ve dış piyasayla rekabet şartlarının azalması, iklim değişimi, modern sulamacılık yapılamaması ve ırmak yataklarının işgali nedeniyle toprakların çölleşmesi ve su kaynaklarının azalması, tarım sektörüne yatırımın azalması gibi ağır sorunlarla karşı karşıya. 
Hükümet tarım sektöründeki ağır sorunların farkında ve halkın gıda ihtiyacın karşılamak üzere ithalat yolunu sonuna kadar açmış durumda; açmakla da kalmayıp ithal ürünlerde gümrük vergilerini düşürme ya da sıfırlama yoluna gitti. İthalat dengesini sağlamaya çalışırken de kurdaki yükseliş, bu dengeyi bozmakla kalmadı, ürüne ulaşımı da kısıtladı, çiftçiyi ise tamamen bitirdi; çiftçi üretimi azaltmak ya da sonlandırmak zorunda kaldı. Nereden baksanız sürdürülebilir olmayan bir Tarım politikası!
SUDAN’DA TARIM ARAZİSİ KİRALADILAR
Sayın Cumhurbaşkanı her ne kadar “halkın yaşam seviyesi arttığı için ürünlere talep arttı” diye bir savunma yapsa da ağır sürecin farkında olmalı ki bizzat kendisi yeni bir tarım projesi ortaya koydu ve gelişmiş ülkelerin başka ülkelerde tarımsal faaliyet politikalarını örnek alarak, Sudan'da tarım arazisi kiralama yoluna gitti. Türkiye Sudan'dan 780.500 hektar toprak kiraladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2017'de projeye start verdi ve Nisan 2014'te imzalanan “Türkiye-Sudan Tarımsal İşbirliği ve Ortaklığına İlişkin Anlaşma” çerçevesinde Sudan'da hayata geçirilecek TİGEM projesiyle birlikte iki ülke arasında tarım alanında işbirliğinin bir üst seviyeye taşınacağını bildirdi. Türk hükümeti 99 yıllığına kiraladığı, Omdurman, Rahat, Medani ve Abugota bölgelerinde, susam, pamuk, yağlı tohumlar, tropikal meyveler, sebze tohumları üreteceğini savlamakta.
Ürünleri ise ağırlıklı olarak üçüncü dünya ülkelerine satacağını, ülkemizde üretilmeyen ithal edilmek zorunda kalınan ürünlerin üretileceği, bu yolla hem Sudan tarım sektörüne katkıda bulunacağı hem de küresel ölçekli şirketler kurulmasının önünü açacağını ileri sürmekte. 
İşe TİGEM’in Abugota 1 bölgesinde 12.500 hektar arazide çiftlik kurmakla başlayacağını söyleyen hükümet, Aralık ayı içerisinde özel teşebbüs firmalarını davet edeceğini de açıkladı. Şirketin tüm gelirlerinin vergi dışında tutulacağını belirten sözleşmeye göre Sudan hükümeti kiraladığı arazilerin kira parasını reel fiyatlar üzerinden belirleyecek ve yatırım öncesi bir dönemde kira istemeyecek. Türk hükümeti yatırımın alt yapısını tamamlamak için Hartum’da yeni bir havaalanı yapacağını, pamuk üretimi için teknik yatırımların yanında elektrik üretimi, hububat siloları ve mezbahalar kuracağını da ifade etti. Bu yatırımların organizasyonu için Ziraat Bankası’nın başkent Hartum’da şube açacağını da ekledi. 
Ancak sorun şu: Tüketici halkın kulağına hoş gelebilecek bu proje yürüyecek mi yoksa yeni bir fiyaskoyla mı sonuçlanacak? Fikir sahibi olmak veya fikir söylemek için Sudan'ın tarım sektöründeki durumunu bilmek zorundayız. Zira ülkemizin ne tarım politikasının ne de ekonomisinin yeni bir macerayı kaldıracak hali yok. 
BÖLGEDEKİ PROJELERİN ÇOĞU ZAMAN İÇERİSİNDE ÇÖKTÜ
Sudan'ın tarım sektöründeki durumunu analiz etmeden bir maceraya girmiş olsak da Sudan'ın sorunlarını tüm gelişmiş dünya izlemekte. Başta uzun süre Sudan'ı tarımsal sömürge olarak kullanan İngiltere olmak üzere birçok gelişmiş ülke seminerler organize ederek tüm yönleriyle Sudan'ın Tarımsal Potansiyelini değerlendirmekte. İngiltere'de 2015 yılında yapılan seri seminerlerde akademisyenler ve uygulayıcılar Sudan'ın ekonomik, hukuksal, politik, kültürel sorunlarını tartışarak ülkenin tarımsal sömürge olarak kullanılmasında bir avantaj olup olmadığını tartışmakta. İşte kısa bir özeti:
Sudan ve Güney Sudan'ın Afrika kıtasının en önemli tarım merkezine dönüşme umutları neredeyse bir yüz yıldır tartışılmakta. Sudan'da had safhadaki çevresel ve iklimsel değişimler nedeniyle hükümet İngiliz pamuk üreticilerinin zorlamasıyla başkent Hartum’un güneyinde Beyaz ve Mavi Nil arasında Cezie sulama projesini uygulamıştır. Ancak bölgedeki projelerin çoğu zaman içerisinde ya çökmüş ya da kısmi başarılar elde etmiş durumda. Cezire projesinin çöküşü 1970’li yıllarda başlamıştır. Nil nehrinin yapısı gereği yüksek sediment (çökelti) oranı olması ve yoğun ot büyümesi sorunu sulama kanallarının çoğunun tıkanmasına neden olmuştur. Cezire projesinin model alındığı New Halfa tarım projesi de yıllar içerisinde çökmüştür. 
Sudan ve Güney Sudan'ın tarım sektöründeki temel, tarihsel ve geleceğe dönük sorunları benzerdir. Sudan hükümetlerinin kendi aralarında işbirliği ve tarafsızlık olmaması Cezire sulama projesini kötü etkilemiştir. Çünkü Cezire projesi 1998'e kadar Sudan ekonomisinin omurgasını oluşturmuş, kıtanın ise en büyük tarım projesi olmuştur. Ancak personel alımının politize olması, şeffaf politikaların olmaması, mülk sahiplerinin tutumları, Cezire idaresinin devlet kontrolünden çıkarılması, özelleştirmeler ve en önemlisi halkın kendi arasındaki çatışmalar Cezire projesini çok olumsuz etkilemiştir. Bu çapta büyük sorunlara ilaveten, Sudan'ın tarım sektöründe mülk sahipleri de dahil olmak üzere tarım bilgisi ve verisi son derece sınırlıdır. Tarımsal sorunlar sivil halka politik şiddet olarak dönmüştür. Sudan hükümeti petrolden elde ettiği gelirin bir kısmıyla tarım sektörüne tekrar yatırım yapmayı da reddetmiştir. Politik sebeplerle Nil'deki sudan faydalanma oranı da düşüktür. Özel mülk sahiplerinin yarattığı sorunlar yanında tarımsal üretime devletin müdahalesi çatışmanın en büyük nedenlerindendir. Ürünlerin pazarlanmasında da ağır sorunlar vardır. Nil'in sularının politik kontrol altında olması Sudan'ın sulu tarım yapmasının önündeki en büyük engeldir. İlaveten Nil sularında buharlaşma sorunu gittikçe artmaktadır ki yılda yaklaşık 2 milyar küp su buharlaşarak yok olmaktadır. 1956'da imzalanan "Nil Suları Anlaşması" ile Mısır 55.5 milyar küp su alırken Sudan 18.5 milyar küp su almaktadır ve bu kısıtlı su temini Sudan'da tarımsal gelişmenin potansiyeli olmadığının göstergesidir. Yatırımın olmaması ve diğer faktörler bir araya gelince Cezire sulama projesi çökmüştür. Hububat, yem bitkisi sorghum, darı ve buğday üretimi 2006-2009 arası döneme göre %42 oranında azalmıştır.
Sudan’da nüfus Suudi Arabistan, Mısır ve Etiyopya’ya göre düşük olmasına rağmen, bunu bölgesel ve yerel boyutta bir avantaja dönüştürememiştir. Sudan’da mal ve market gelişiminde en önemli dezavantaj politik stabilitenin olmamasıdır. Alt yapı yani yol, havaalanı, iletişim teknolojisi ve demiryolu iletişimi sorunludur. Temel tarımsal ürün olan pamuk üretimi bitmiştir. Buğday üretimi Sudan’da ikinci plana atılmış ve buğdayı büyük çapta uluslarası pazarlardan temin etmek zorunda kalmışlardır. Sudan’da yeraltı sularının kısıtlılığı nedeniyle çöl tarımına uygun tarım politikaları yapılmadığı taktirde Sudan‘ın kendi nüfusunu dahi besleyemeyeceği bir gerçektir.
Bazı Sudanlılar, Sudan'ın omurgasının petrol olmadığını tarım olduğunu iddia etseler de Tarım Sektöründe ve Projelerindeki başarısızlık ortadadır. Sudan‘ın alternatif tarımsal ürün politikalarına dönmek zorunda olduğu, fazla su isteyen ürünlerin üretimi yanında çiftlik hayvanları üretiminin bitirilmesi ciddi boyutta öngörülmekte. Netice olarak Sudan ekonomik olarak, düşük-gelirli ve gıda kaynakları düşük ülkeler arasındadır (IFAD 2009) ve ileri süreçte de MDG kriterlerini karşılayamayacağı bilinmektedir.
TOPRAKLARINI TARIM SÖMÜRGECİLİĞİNE AÇTI
Tüm bu nedenlerle Sudan, Tarım sektöründen büyük oranda çekilmiş ve petrolden elde ettiği gelirle tarım sektörünü destekleyerek kaynaklarını heba etmeme kararı almıştır. Bu kararla birlikte geniş topraklarını uluslararası şirketlere kiralayarak gelir elde etmeye çalışmaktadır. Sudan topraklarını tarım sömürgeciliğine açtığından itibaren birçok ülke Sudan'da tarım yapmayı denemiştir. Çin, Hindistan ve Brezilya, Birleşik Arap Emirlikleri, Güney Kore, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Ürdün, Mısır ve şimdi de Türkiye.
Bilindiği üzere, 1989'da Sudan'da askeri bir kalkışma oldu. İslamcı askerler ve ulusal İslamcı cephe tarafından desteklenen kalkışmada Güney Sudan'lı asiler cepheye alındı. Kalkışmanın asıl amacı isyancıları ezmek, Güney Sudan'ı İslamize ve Arabize etmek, Güneyi zorla birleştirmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için cunta, ülkenin petrol rezervlerini büyük çapta kendi amacına uygun kullanmaya başladı ve diğer İslamcı ülkelere kapılarını araladı. Ancak kısa süre sonra bu grupların bu türden girişimler için yeterli teknik deneyimleri olmadığı ortaya çıktı; neticede cuntacılar çeşitli politik gerekçelerle onları ülkeden gönderdi. Cunta ülkedeki ekonomik sıkıntılarla baş edebilmek, petrolünü çıkarabilmek, diğer doğal kaynaklarını ortaya çıkarabilmek için hararetle etkili bir iş ortağı aramaya başladı. İşte tam bu aşamada Çin devreye girdi. Cunta, Çinli ortaklarının çalışma şartlarını idealize etmek için ne insan hakkı, ne işçi hakkını gözetiyor vatandaşlarının sivil ve politik haklarına karşı inanılmaz boyutta saldırıyordu. Cunta iş ortaklarından, işçilerin çalışma şartlarının sıkılaştırılması yanında insan hak ihlallerine itibar ve açık edilmemesi sözünü de aldı.
Sudan dahil olmak üzere Çin'in Afrika'da varlığı bölgenin doğal kaynaklarını kontrolünde tutmak ve hızlı ekonomik büyümenin neticesi olan petrol ihtiyacını karşılamak içindir. Çin'in Sudan'da varlığı Sudan tiranlığını ve diktatörlüğünü desteklemektedir; aynen Çad ve Zimbabve'de olduğu üzere. Çinli liderler Çin‘in hiçbir koşulda Sudan'ın içişlerine karışmadığını ifade etse de bu bir yalandır ve Çin'in bizzat varlığı birçok Afrika ülkesindeki işçilerin çalışma şartlarının düzelmesindeki en büyük engeldir. Çin kendi teşebbüslerinde cuntanın hapsettiği Sudan'lı sivillerin ağır çalışma koşullarında güvencesiz hatta ücretsiz çalışmasına göz yumarak insan hak ihlallerine bizzat ortak olmuştur. Sudan devlet başkanı da Çin'de bu karşılıklı ilişkiden memnundur, mutludur; her koşulda birbirlerinin varlıklarını devam ettirecek açıklamaların nedeni budur. Çin'in Sudan'daki cunta askerlerine ekonomik desteği süreklidir ve bu da cuntanın kalıcılığı anlamına gelmektedir. BM Güvenlik Konseyi‘nde Darfur katliamlarının uluslararası mahkemelere taşınması sürecindeki görüşmelerde Çin'in süreci veto etmesi bu yüzdendir. 
Gelelim Türkiye Sudan ilişkilerine. Sayın Cumhurbaşkanı'nın Sudan cuntasının başı El-Beşir ile dostluğu uzun süredir tüm dünyanın bildiği bir gerçek. Türkiye'nin bölgede sadece tarım temelli bir oluşumun içerisinde olması ve süreçten başarıyla çıkması zor, meşakkatli ve masraflı bir yol. Türkiye gibi geçmişin tarım ülkesi olarak bilinen, tarımsal faaliyetler için çok daha uygun altyapısı olan bir ülkede tarım yapmayıp Sudan'da çok daha ilkel koşullarda tarımda bir başarı elde etmeyi düşünmek rasyonel bir düşünce değil. Üstelik Çin gibi bir dev ekonominin tarım teknolojisi ile rekabet edebilmek çok daha zor. TİGEM'in kurduğu küçük boyuttaki örnek çiftliğin, kiralanan diğer bölgelerdeki tarımsal faaliyetlere örnek teşkil edebilmesi de mümkün değil; zira her bölgenin kendine özgün sorunları mevcut. Aralık ayında yapılacak ihalelere özel teşebbüs ne ölçüde katılacak bilemiyoruz.
TÜRKİYE'NİN İNŞAAT SEKTÖRÜ DIŞINDA BİLDİĞİMİZ İLK EMPERYAL ANLAŞMASI
Makalenin seyrinden de anlaşılacağı üzere süreç tarımsal yatırıma yönelik bir rasyonelite içermiyor. Anadolu Ajansının haberine göre Türk Petrol ve Sudan Petrol ve Gaz Bakanlığı arasında 100 milyon dolarlık bir petrol alanı geliştirme anlaşması da imzalandı ve Sayın Pakdemirli'ye göre bu bir petrol alanı keşfi anlaşması. Tarım amaçlı da olsa petrol amaçlı da olsa bu anlaşmalar Türkiye'nin inşaat sektörü dışında bildiğimiz ilk emperyal anlaşması. Kendi ülkesinin topraklarını başta Bahreyn, Katar, İsrail gibi ülkelere kiraya veren bir ülkenin Sudan gibi bir ülkeye, ülkemiz ekonomisini ve tarımını kurtarmak amaçlı girmesi rasyonel değil. Dünya konjonktüründe bakıldığında da bir ülkenin hem sömürülen hem sömüren konumda olması gerçekten analiz gerektirecek bir durum. Bu anlaşmanın ardındaki güç merak edilmek zorunda. Hükümetin ardındaki güç emperyal devletler olsa da olmasa da başta Sudan altyapısı olmak üzere harcanan paranın tamamı ülkenin kendi hazinesinden. Velhasıl yatırımı devletin, kazancı özelin olan bir proje yürütülmekte. Projenin riskleri halkın sırtında. Halkın mango yeme umudu daim tutularak yürütülen bu ve benzeri projeler, sorgulanmadığı, denetlenmediği sürece, projelerin ödeyeni halkın bireysel mevduatları olmasından korkmak gerek.    
Gülümser Heper / Odatv.com

Bugün günlerden Refik Durbaş - Işıl Özgentürk

Kırk yıllık dosttum, arkadaşımdın, kızkardeşimi tavladın akraba bile olduk. Bir ömür paylaştık seninle, şiirleri, hikâyeleri paylaştık. Birliktegüldük muhteşem yolculuk hikâyelerine, birlikte ağladık ölen dostlar arkasından. Büyük laflardan öte hoşça kal Refik Durbaş...

Barış koyun çocukların adını 
Oyunu sever bütün çocuklar
birdirbir, uzun eşek, körebe
bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez
oyun sözcüğünün halkların dilinde
(Oyun koyun çocukların adını)
Savaşa karşıdır bütün çocuklar
kışın: kar altında her sabah
tükenip erise de solgun nefesi
yazın: göğsü sırmalı fabrikalarda
çarkları döndürse de yoksul alevi
savaşa karşıdır bütün çocuklar
nice ölümlerden geçmislerdir
nice rüzgârlar içmişlerdir
gelincik tarlası çocuklar
(Emek koyun çocukların adını)
Gökyüzünün penceresinden şimdi
bir kuş havalansa
kanat çırpınışlarında
hayatın yağmalanmış sevinci
- Kuş uçar rüzgâr kalır
(Sevinç koyun çocukların adını)
Uzay denizlerinde şimdi
bir balık ağlasa
gözyaşı billurlarında
yüz bin umut kıvılcımı
- Alev uçar nazar kalır
(Umut koyun çocukların adını)
Çocuk bahçelerinde şimdi
bir çiçek açsa
hüzün sevince dönüşür
sevinç çiçeğe
- Ölüm uçar çocuklar kalır
(Mutluluk koyun çocukların adını)
Barıştan yanadır bütün çocuklar
sabah: kuşatılmış bir toplama kampında
ayrılığın tepsisini okşasa da elleri
akşam: yıldızların mor orağıyla
sessizliği devşirse de yetim öksüz sesi
barıştan yanadır bütün çocuklar
nice çığlık emmişlerdir
nice korku gezmişlerdir
yürekten hisli sevmişlerdir
güvercin harmanı çocuklar
(Devrim koyun çocukların adını)
Barışı sever bütün çocuklar
beştaş, saklambaç, elim sende
bu yüzden anlamı aynıdır, değişmez
barış sözcüğünün halkların dilinde
(Barış koyun çocukların adını)

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Hikâye sanatı ve Erdoğan - ÖZDEMİR İNCE

Ortaokuldaki (1948-1949, Mersin Lisesi) Türkçe öğretmenimiz Göbek Emmi (Rahmi Öztop) hikâye ve roman sanatını “Olmuş ya da olması mümkün olayları yer, zaman ve hars (kültür) göstererek anlatmaya hikâye denir” diye tanımlardı. “Poetika” uzman olduğum bir alandır ve buna dayanarak söyleyebilirim ki Göbek Emmi evrensel ve kusursuz bir tanım yapmıştır.
***

AKP’nin Cumhurbaşkanı da çok iyi hikâye ediyor. Ancak hikâyenin gerçekliği gerçeğin öyküsü değildir. Kurmacadır. “İllusion”dur! Yani yanılsamadır! Gerçek dışı hayallerini, varsayımlarını gerçek diye anlatmak bir başka beceri alanına girer.
“Bizim Çukurova’da R.T. Erdoğan gibilere yalancı dememek için ‘kasafancı’  denir.  Sözcüğün aslı ‘Kıssahan’dır. İran ve Hint saraylarında öykü (kıssa) anlatanlara verilen ad. Kahvehanelerde masal anlatan kimse, meddah.

Bizim memlekette ‘kasafancı’ya dönüşmüş, sözüne güvenilmez, laf değirmeni kişiler için kullanılır olmuş. Aslına bakarsanız ben kasafancıları severim, ağızlarından bal damlar, insanın ağzından girip kulağından çıkarlar. Sevimli insanlardır.

R.T. Erdoğan ise tam tersi. Çünkü Başyüce! ‘Aldanmışız. Gerçekten safmışız’ diyor. 
Öyledir zaar..Tuttuğu, söylediği altın olan bir zat!” (Aydınlık, “Masal Masal Matitas”, 27.02.2014)
***

Ancak, ben seçim kampanyasında konuşan AKP Genel Başkanı için de  “kasafancı”“yalancı” dememeyi yeğlerim. Bay Genel Başkanı’nın “gerçekleri aksettirmediğini”“gerçekdışı” konuştuğunu iddia edebilirim ancak. Bununla birlikte, 18 Kasım 2018 tarihli Sözcü gazetesinden R.T. Erdoğan’ın yaptığı konuşmadan iki alıntı aktarıyorum:
“Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Başakşehir’de 5 millet bahçesinin açılış töreninde  Gezi olayları ile ilgili açıklama yaptı. 100 günlük icraat programlarındaki bir maddenin daha hayata geçtiğini söyleyen Erdoğan, ‘Gezi olaylarını yapanlar, ülkenin hayrına her işin karşısına dikilenler gelip şu millet bahçesine baksınlar’ dedi. Beş millet bahçesinin toplam büyüklüğünün 1.5 milyon metrekareyi bulduğunu ifade eden Erdoğan sözlerine şöyle devam etti: ‘Sadece bu projelerle İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan miktarını yüzde 10 artırdık. Atatürk Havalimanı sahasındaki millet bahçemizi açtığımızda bu oran çok daha yükseklere çıkacaktır. Bahçemiz camiden kapalı otoparka, biyolojik göletten koku bahçelerine, etkinlik çadırından millet kıraathanesine kadar tüm ihtiyaçlara cevap verecek tesisleri barındıracak.’ ”

***

Ancak, HES’lerin yok ettiği doğa, Üçüncü Tayyare Meydanı uğruna kesilen orman ağaçları, üzerlerine gökdelenler, AVM’ler dikilen tarla ve arsalar R.T.Erdoğan’la aynı kanıda değil. “Millet Bahçesi”nin adının telif hakkı CHP’ye aittir. Millet Bahçelerini 1950’lerden sonra kapattılar. Bir de neredeyse her kentte Örnek Bahçeler vardı, onlar da aynı zamanda yok edildi. Açtıkları dört Millet Bahçesi’nde tek bir ağaç yok. R.T.Erdoğan’ın söylediklerini tersine çevirin, cevabımı anlarsınız.

***

Diyanet’in düzenlediği bir programda Diyanet İşleri Başkanı’nın Kadir Mısıroğlu’nu ziyaretiyle ilgili olarak Erdoğan, “Diyanet İşleri Başkanlığının siyasi tartışmalarda kullanılmasını tasvip etmiyorum. Diyanet camiamızı üzecek, milletimizle Diyanet mensuplarının arasını açacak tartışmalar kimseye fayda sağlamaz” demiş.
AKP Genel Başkanı bu konuda taraf seçebilir, ancak Cumhurbaşkanı Cumhuriyetten yana olmak zorundadır. Ne var ki AKP Genel Başkanı olarak Fesli Kadir ve DİB Başkanı fesadını tercih ediyor. Hiç Cumhurbaşkanı olamıyor. Başyüce olarak da bir yerde “Gazi Mustafa Kemal’e hakaret ettirmeyiz” demiş. Doğrudur, hep Atatürk’e hakaret edi(li)yor.

Özdemir İnce / CUMHURİYET


Yeteneği (son kez) havada görmek! - TARIK ŞENGÜL

Ben bir liberal değilim, liberal bir şehirci hiç değilim! Lakin liberal zamanlarda yaşıyoruz ve kentlerimizi liberal politikalar şekillendirip talan ediyor. Son yıllarda, söz konusu kentleşme mantığına çanak tutan literatürde “yaratıcı kentler ve sınıflar” üzerine bir tartışma yapılıyor.

Bu tartışmanın ana tezi kısaca şöyle ifade edilebilir; kaynakların, bilginin ve işgünün yerleşmeler arasında son derece yarışmacı koşullarda dağıtımının yapıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu dağıtım sürecinde yaratıcı sınıflar denilen ve bilişim, kültür-sanat, finans, reklamcılık, eğitim gibi alanlarda bilgiyi meta olarak üreten kesimler kritik bir öneme sahipler. Söylenen doğruysa; bu kesimler başarılı kentlerde ve yerleşmelerde yığılmıyorlar. Tersine kaynaklar ve yatırımlar bu tür yaratıcı sınıfların yoğunlaştığı yerlerde yoğunlaşıyor.

Bu yaklaşımın öncüsü liberal kent bilimci Richard Florida. Onun bu yaklaşımını Angela Merkel, uluslararası camiaya yaptığı bir konuşmada şöyle özetliyor; Richard Florida bölgelerin gelişmesinde başarıyı belirleyen koşulları araştırmış ve başarıyı belirleyen, teknoloji, yetenek ve hoşgörü olmak üzere üç “etmen” tanımlamıştır. Ona göre, sürdürülebilir bir ekonomik büyüme bu üç faktör bir araya getirilebildiğinde mümkündür.”

Florida, teknoloji, yetenek ve hoşgörüyü en fazla biriktiren kesim olarak yaratıcı sınıfların araştırmasının yoğunlaştığı ABD kentleri arasında eşitsiz dağıldığını ve bu kesimlerin yoğun olduğu kentlerin diğerlerine göre yüksek ve sürdürülebilir bir gelişme kaydettiğini belirtiyor. Dolayısıyla diyor, bir çok ülkede siyasetçilere ve kent yöneticilerine danışmanlık da yapan Florida, eğer bu anahtar sınıfı kendi yerleşmenize çekmek istiyorsanız, teknoloji yetmez; bu kesimlerin çeşitli tercihlerine yönelik hoşgörülü bir ortam yaratacaksınız. Çünkü bu kesimler hoşgörünün olduğu yerlere yöneliyorlar.

Ben bir liberal değilim ve Florida’nın yaklaşımın bir çok noktadan sorgulayabilirim. Ama bu ülkede uzun süredir liberal denilen politikaları uygulayan, kentleri yatırım ve yatırımcılar için çekici yapmak istediğini söyleyen bir iktidar var. Dahası projesinin merkezine uzun süredir İstanbul’u koyduğunu da biliyoruz. Son dönemde İstanbul’u dünya kenti yapma adına devletin öncülüğünde olmayacak garantiler verilerek büyük ölçekli projeler yüksek insan ve çevre maliyetleri ödenerek yapılıyor.

Tüm bu gelişmelerin orta yerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çankaya bir yana bırakılırsa İstanbul’un AKP’ye oy vermeyen ilçeleri üzerine şöyle bir değerlendirme yaptı; “Çankaya, Beşiktaş, Kadıköy, Şişli gibi yerlerindeki seçim sonuçlarına bakın, hiçbirinin ülke gerçekleriyle ilgisi olmadığını görürsünüz. Türkiye yansa da şaha kalksa da bunların umurunda değildir. Buradaki seçmen profili Türkiye pastasının kaymağını yine kesimden oluşuyor”.

Bu ilçelerin ortak özelliği laik yaşam biçimleri yanında Florida’nın sözünü ettiği yaratıcı sınıfların yoğunlaştığı yerler olmaları! Ne diyor liberal Florida, bu yetenekleri teknolojiyle buluşturmak yetmez, söz konusu kesimleri kazanmak istiyorsan, yaşam biçimlerine, tercihlerine, estetik değerlerine karşı hoşgörülü olacaksın! 
Olmazsan ne olur? 
Yanıt basit; kaçarlar.

Nitekim son dönemde yapılan araştırmalar bu kesimler arasında yurtdışına kalıcı göç etmenin neredeyse bir salgın haline geldiğini gösteriyor.

Dediğim gibi, ben liberal değilim, ama o paradigmanın mantığı içinden uyarayım; önümüzdeki dönemde 40 milyar dolara yakın bir mali büyüklüğe sahip milyonlarca uçak ve yolcunun beklendiği ileri teknoloji havalimanında uçaklar boş inip, dolu kalkabilir!

Havalimanı denilince kuşkusuz solcu aklıma şu soru da takılıyor; sahi hızla bitirme uğruna ölüme itilen işçilerin kaç tanesi şu dünya kenti İstanbul’un kaymağını yiyen semtlerindendi?

TARIK ŞENGÜL / BİRGÜN

Akın İpek neden iade edilmedi? - L. DOĞAN TILIÇ

Bizim gazete ve televizyonların çoğu Birleşik Krallık mahkemesinin Akın İpek’in iadesi talebini reddetmesini “skandal karar” başlığıyla haberleştirdiler.
Haberlerin neredeyse tümü, ne yazık ki BirGün dahil; “İngiltere’de bulunan firari FETÖ sanığı Akın İpek’in Türkiye’ye iade talebi reddedildi. … 

Adalet Bakanı Abdulhamit Gül Twitter hesabından yaptığı açıklamada ‘Türk yargısının iade talebi uluslararası hukukun ve sözleşmelerin bir gereğidir. İngiltere yargısının ret kararı ise, siyasi içerikli bir değerlendirme niteliği taşımaktadır. Bu nedenlerle iade talebiyle ilgili ret kararını ve gerekçelerini kabul etmemiz mümkün değildir’ dedi.”, diye başlıyordu.

Bakan Gül “ret kararını ve gerekçelerini” kabul etmediğini söylediğine göre, kararın bazı gerekçeleri olduğunu da biliyordu.

Ancak, o haberlerin okurları, izleyici ve dinleyicileri gerekçelerden haberdar olamadılar!

Aslında, geçen gün “Yargı Reformu Strateji Belgesi” üzerine konuşurken, Bakan Gül dolaylı olarak Birleşik Krallık mahkemesinin gerekçelerine de değinmiş oldu: Reformun vizyonu; “güven veren ve erişilebilir bir adalet sistemi”ymiş, “Adaletin kapısına gelen herkes hakkına erişeceğinden emin olmalı”ymış!

Uzun süren yargılamalardan, bir türlü hazırlanmayan iddianamelerden, tutuklamanın bir tedbir olmaktan çıkıp cezaya dönüşmesinden Bakan da şikâyet ediyor gibiydi.

Memlekette “güven veren ve erişilebilir bir adalet sistemi” olsa, “herkes hakkına erişebileceğinden emin” olsa, vizyonu bunlar olan bir adalet reformuna neden gerek olsun?

İşte, mahkeme de bunlar yok diye iade talebini reddetti!

İpek haberinin verilişinin birkaç gündür tartıştığımız medya ve habercilik anlayışları açısından sorunlu bir yanı var tabi. En basitinden şu 5N1K meselesi ve o soruların en can alıcısı olan “Neden?”. Haberi verirken; “İadesi reddedildi” deyip neden reddedildiğine dair bir şey söylememek ancak iktidarların tercihi olabilecek bir “karartma” olabilir.

Bu davalar özelinde, iktidara sorulması gereken de “FETÖ üyesi”, “darbe sanığı” dediği kişileri yargılamakta samimi olup olmadığıdır.
İpek’in iadesini reddeden mahkeme bu kararın gerekçelerini uzun uzun yazmıştı.

Guardian gazetesi kararla ilgili haberinde; yargıcın ret kararını; talebin ve yargılanmalarının temelinde “siyasi motivasyon” olduğuna, sanıkların iade edilmeleri durumunda “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. Madde’sinin ihlali konusunda ciddi risk olduğu”na ikna olduğunu söyleyerek aldığını yazıyordu.

O Madde 3 ki İşkence Yasağı hakkındadır ve “Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz.”, der.
Kısacası, Türkiye’nin iade taleplerinin reddinin ardında, bu ülkede adil bir yargılama olmadığı, insanların siyasi nedenlerle soruşturulup kovuşturuldukları, iadelerinin işkence ve insanlık dışı muameleyle karşılaşmaları riski demek olduğu düşüncesi yatıyor.

İktidarın iade taleplerinin karşılık bulabilmesi için de her şeyden önce bu algının değişmesi lazım.

O algı hakim olduğu sürece, ne yazık ki, arkalarında darbeye bulaşmaya varana kadar birçok ağır suçlama bulunan ve uzun süre iktidar ortaklığı yapmış insanlar bile “muhaliflik” gibi bir kavramın arkasına, o kavramı da kirleterek, sığınabiliyorlar.

Türkiye; adil yargının olmadığı, politik motivasyonlarla yargılamalar yapılan, işkence ve kötü muamele riski olan bir ülke olarak görüldükçe, İpek de kendisini, “Erdoğan rejiminin muhalifi” olarak algılandığı için ailesiyle birlikte hedef alınmış biri diye sunabiliyor.

Böyle adalet ve yargı düzeniniz olunca böyle “muhalif”leriniz de olabiliyor!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN