5 Aralık 2018 Çarşamba

Beslenme aynı zamanda bir demokrasi sorunudur! - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Anadolu... Dünyaya 10 bin yıl öncesinden tarımın ve hayvancılığın yayıldığı topraklar...

İlk buğday ve arpanın ıslah edildiği bölge... Son günlerde Siyez Buğdayı diye ünlenen Kastamonu yöresine ait bu kadim bitki, tarih öncesi döneme uzanıyor.
Dünyanın ilk ıslah edilen buğdaylarından Siyez... Hani, Canan Karatay Hoca'nın sıkça önerdiği...

Neden böyle bir giriş yaptım? Çünkü Mustafa Kemal ile birlikte yeniden "vatanımız" olan, bitki çeşitliliği ve bereketi eşsiz Anadolu'nun, Atatürk'ten sonra gelen yöneticiler eli ile nasıl yok edildiğini, toprağa, suya, tarıma, doğaya, hayvana nasıl ihanet edildiğini bir kenara not edelim istedim...

Türkiye'de yerelden başlayarak Ankara'ya uzanan çapsızlıklar zincirinde yöneticiler topraklarımızı çöl haline getirdiler...

Defalarca yazdık, tekrara girmeyeyim; buğdayın, arpanın doğduğu topraklar olan Türkiye, en temel tarım ve hayvancılık ürünleri noktasında dışa bağımlı hale getirildi!

Bu konuları izleyen, işleyen, takip eden güçlü siyasete ve çözüm önerilerine ihtiyaç var...

*

Bir örneği Muğla'da yapıldı...
Ziraat Mühendisleri Odası Muğla Şubesi, Muğla Veteriner Hekimleri Odası, Menteşe Belediyesi ve Muğla Büyükşehir Belediyesi ortaklaşa bir sempozyum düzenledi.
Birbirinden değerli isimler ve uzmanlar tarım ve hayvancılık üzerine çok önemli değerlendirmeler yaptılar. Keşke tüm konuları bu köşeye sığdırma imkânı olsaydı...
*
Dünyada 1 milyar insan aç yaşıyor...
"En az silah ticareti kadar kirli bir tarım ticareti yapılıyor."
Ziraat Mühendisleri Odası önceki dönem Genel Başkanı, CHP PM üyesi Gökhan Günaydın çarpıcı bir konuşma yaptı. Yalnızca başlıklar halinde özetleyeyim;
* Hayvanları beslemek için soyaya ihtiyaç var. Türkiye'nin yıllık ihtiyacı 3.5 milyon ton. Üretimimiz 120 bin tonu geçmiyor!
* Samsun, Maltepe, Yeni Harman, Tekel 2001, Birinci... Hangisi kaldı? Tütün üretiminde tekeli yabancılara sattık. 6 fabrikanın 5'i kapandı... 330 bin aile tütün ekiminden çekildi!
* Son 14 yılda 36 milyon dönüm tarım alanını kaybettik.
* 1950'lerde 38 milyon hektar büyüklüğündeki meradan, 14 milyon hektara düştük... Son dönem ise meraların kaybı ölçülmüyor, durum çok daha vahim!
* Avrupalı, vatandaşına 3 Euro'ya et yediriyor, aynı zamanda lüks otomobil yapıyor, teknoloji üretiyor. Hem tarımı hem sanayii aynı anda büyütüyor.
* Son 8 yılda hayvan ithalatına yani başka ülkelerin köylülerine, çiftçilerine 7 milyar dolar ödedik. (Koyun, keçi gibi besi hayvanlarının ilk kez evcilleştiği ve dünyaya yayıldığı topraklarda bu utancı yaşıyoruz...)
Bitti mi? Hayır...
* Avrupalı yılda 55 kilogram et tüketiyor, Türk vatandaşı 13 kg... Bu arada 13 kg et tüketimi de nüfusa dağılmış değil.. Yani bazı yurttaşlar ete fazlası ile doyarken, bazıları kokusunu dahi duyamıyor...
Bu arada Günaydın bir not ekliyor; 2010'da et tüketimi ile ilgili istatistiği de değiştirmişler! Yani vatandaşa yemediği eti kağıt üzerinde yediriyorlar!
* Mısır ve Soya GDO'lu... Yem sanayii için katkı maddeleri Çin'den geliyor... Katkı maddeleri zehirli... Bu katkı maddeleri ile yem üretiliyor... O yemi hayvanlar yiyor...
Gökhan Günaydın'ın değerlendirmesinin çok kısa bir bölümü bunlar... Konuşmasını çarpıcı bir yorum ile noktalıyor;
"Dünyayı yönetenler et yiyenlerdir... Türkiye'de et tüketimi kişi başına 8 kg... Buna karşılık tahıl ve buğday ağırlıklı beslenme ise 220 kg...
Avrupa'da kişi başına et tüketimi 18 kg ve tahıl ile buğday ağırlıklı tüketim ise 75 kg...
Doğru ve yeterli beslenmenin ne kadar önemli olduğunu biliyoruz... Bu aynı zamanda size bir demokrasi sorunu olarak da görünmüyor mu?!"

                                      ***
Muğla Türkiye'nin örnek geleceği
Prof. Dr. Gürol Ergin anısına düzenlenen sempozyumda Muğla, Türkiye'nin geleceği için müthiş bir örnek olarak öne çıktı...
Turizmin gözbebeği koyları, ormanları, kıyıları, denizleri, adaları ile dünyanın ilgi odağı olmayı sürdüren Muğla, aslında tam bir tarım kenti aynı zamanda...

Rakamlara bakalım, Muğla'da;
* 14 milyon zeytin ağacı var, 200 bin ton zeytin üretiliyor... Antalya'nın ardından seracılıkta lider...
* 220 bin adet büyük ve küçükbaş hayvan var...
* Muğla'dan bal akıyor... Çam balında dünya birincisi... Yılda 15 bin ton bal üretiliyor...
* Çiftçi sayısı 61 bin... Muğla nüfusunun yüzde 50'den fazlası köylerinde yaşıyor.... Tarım sektörü Türkiye ortalamasının üzerinde...
* Balık yetiştiriciliğinde büyük potansiyeli var, ihracat yapıyor.
* Tarımsal amaçlı kooperatiflerin sayısı 200'ün üzerinde...
Muğla'da köylü hâlâ köyünde geçimini sürdürebiliyor. Bu başarıda CHP'li Muğla Büyükşehir Belediyesi'nin üreticiyi bulunduğu topraklarda kalkındırma projelerinin de büyük payı var...
* Muğla'da toprak tahlil laboratuvarları kuruldu, hangi bölgede ne tür ürün yetiştirileceğini, hangi gübrenin kullanılacağını Muğlalı artık biliyor.
* Tohum bankası kuruldu... Dünyaca ünlü, ekonomik değeri çok yüksek trüf mantarı yetiştirilmesi konusunda ciddi çalışmalar yapılıyor. Kooperatifçilik destekleniyor. Küçük üreticiler bir araya getirilerek üretim yaptırılıyor ve ürünleri "garanti" altında satın alınıyor.

Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Osman Gürün; "Muğla, kırsalda üretip kıyıda tüketmeli" diyor ve bu yönde üreticinin yüzünü güldüren projeler gerçekleştiriyor.

"Toprağını satma, ürününü sat" vizyonu ile hareket ettiklerini söyleyen Gürün, bazı bankaların üreticilerin topraklarına el koyduğunu belirtiyor. Bunu "tarımda büyük ihanet hareketi olarak değerlendiriyorum" diyor...

Muğla, hem tarımsal üretimi ile kendine yeten, hem de turizmden döviz girdisi sağlayan yapısı ile Türkiye'nin geleceğinin örnek bir kenti olarak yükseliyor.


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

4 Aralık 2018 Salı

Düzenin dehası yandan çarklıdır - ORHAN GÖKDEMİR

Arkasından estirilen rüzgârın boyunu aştığı zamanlarda, demek ki 2011 yılında, görüşmek üzere partideki ofisinin kapısındayız. İki gazeteciyiz. İçeride başka konuklar var, çıkmaları için bekliyoruz. Sekreteri o arada gelen gidenle de meşgul oluyor. Elinde dosyalarla biri çıka geliyor az sonra, sekreterle hoş beş, belli ki o da bekleyecek. Mecburi bir sohbet ortamı oluşuyor haliyle. Ana muhalefet partisi başkanının kapısında ne konuşulacak, politikaya dönüyor sohbet. Elinde dosyalarla bekleyen adam her söz alışından önce gazetecilere dönerek “politikadan anlamadığını” belirtme ihtiyacı hissediyor nedense. Muhasebeci falandır diye düşünüyorum. Az sonra içerideki konuklar çıkıyor, bizim muhasebeci kılıklı izin isteyerek içeri giriyor. Bir süre de onu bekleyeceğiz. Sekretere, “ne iş yapar” diye soruyorum. “Beyefendinin danışmanı” diyor.

Rüzgârının dindiği zamanlarda da pek çok danışmanı oldu beyefendinin. Aralarında bol tarikatçı-dinci vardır ama politikadan anlayan kimse yoktur. Malumunuz, beyefendi de pek anlamaz o işlerden. O da bir muhasebeci olduğundan danışman olarak sadece muhasebecileri tutar. Küçümsüyor değilim, çağımızın gözde mesleğidir, patronların cebine gireni çıkanı iyi hesap etmek, dışarıya ve devlete karşı açık vermemek gerekir.

Son zamanlarda adı sıkça zikredilen bir “sosyal medya fenomeni” var. Adı Özgür Demirtaş. Profesörmüş. Üstelik Sabancı Üniversitesi’nde kürsü başkanı. Dahi çocuk olduğu söyleniyor. Ben ise bir dâhinin neden finans gibi ışıltısız bir alanı seçtiğini anlamakta zorlanıyorum. Demek düzenin dâhi çocukları artık muhasebeci veya finansçı oluyor. Geçenlerde kendini örnek alan gençlere siyasi ideolojilerden uzak durmayı öğütlediğini görünce anladım, bu da ana muhalefet partisi başkanının kapısında karşılaştığımız o tuhaf tiplerden biri. Hem dâhi, hem finansçı, hem politikadan bihaber, hem patron üniversitesinde kürsü sahibi. Yani tam Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı veya danışmanı olacak adam.
Denk geldi, kapıdaki diğer gazeteci arkadaşla telefondayız. Sohbetin bir yerinde “o Muharrem İnce olmasaydı Kılıçdaroğlu’nun aday göstereceği kişiydi” dedi. Doğada ve toplumda rastlantılara yer yoktur.

                                       ***
Madem Sabancı Üniversitesi Finans Kürsüsüne düştü yolumuz oradan devam edelim.
YÖK’ün kuruluşu öğrencilik yıllarımıza denk geldi. Bizim fakülteyi başka fakültelerle birleştirerek Marmara Üniversitesi yaptılar. Bir ara üniversitenin adının “Fatih Mehmet” olacağı söylentisi çıktı ama henüz o kadar cüretkâr olmadıkları zamanlardı. Sonra sanıyorum aynı adla bir cemaat üniversitesi kuruldu. Hoş, Marmara Üniversitesi de cemaatin dukalığı haline dönüştürüldü arada. Yozlaşmış nihayetinde, adı öyle olsa ne böyle olsa ne?

Özelleştirme ile birlikte patron üniversiteleri de türedi üstelik. Eğitim paralı olur mu? Piyasa toplumunda oluyor işte. Bunların içinde adını doğrudan patronundan alanlar çoğunlukta. Baktım kimler var diye. Mehmet Ali Aydınlar Üniversitesi var, Doğuş Üniversitesi var, Hasan Kalyoncu Üniversitesi var, Kadir Has Üniversitesi var, Koç-Sabancı zaten biliniyor, Özyeğin Üniversitesi var. Tek numarası çok para kazanmak olan insanların adını taşıyan üniversiteler bunlar. Üniversite olmaktan çok, kârlı ticarethaneler de diyebiliriz, işleyişleri böyle. 

Bildiğim kadarıyla uyuşturucu kaçakçılarının adını taşıyan okullar da var. Şu kadarını söyleyeyim, Örfi Çetinkaya adını taşıyan okullar bile var bu ülkede. Bastırmış parasını okul yaptırmış saygıdeğer iş adamımız. Çocuklara bu okulların diplomasını veriyor devlet. Mustafa Kemal’in, İsmet İnönü’nün adını okullardan silmek için kırk takla atan iktidar, bunlara dokunamıyor. 

Ayrım yapıyor değilim, amaç para kazanmak ise, uyuşturucu ticareti kapitalizmin en kârlı iş alanlarından biri. Hatta kapitalizmin ideal hali. Bire bin kazanıyorsun, rüşveti çok ama buna karşın vergisi yok. Okullara mesleğin ünlülerinin adını verdiklerine göre saygın bir meslek de sayılır. O okullardan mezun olan çocuklar okullarına adını veren kahramanımızın mesleğine girse kim ne diyecek?

                                       ***
Hangi liseden mezunsun? Örfi Lisesi. Ne iş yaparmış rahmetli? İş adamıymış… Mezuniyet hangi üniversite? Kalyoncu. Ne iş yaparmış rahmetli. Yandaş müteahhit… Ooo bütün okulları birinci bitirip profesör oldun demek. Hocalık nerede? Sabancı Finans…

Geçtik finansı, geçenlerde “uzay bilimci”nin biri çıktı ortaya. Öyle lakırdılar etti ki şeyhinin üfürüğüyle havalanıp, uzaya fırladığı anlaşıldı. “Necmettin Erbakan Üniversitesi”nde dekandı âdem. Dayanamayıp istifa etti ama yakında teorik fizik kürsülerinden birinin başına atanacağı garantisini verebilirim. Bütün dâhiler finansçı veya muhasebeci olduğundan uzay bilimleri de bu üfürükçülere kaldı.

                                       ***
Hem kapıkulu hem de kendini seviyor sadece. Öldürücü bir bileşim bu. “Bilim adamı” olmakla övünüyor ama “finans” bilim sayılmaz pek. Muhasebenin dallarından biridir ve “muhasebe bilimi” sözün gelimidir. İktisadın ehliyetinin tartışıldığı bir alanda finansın lafı bile olmaz hem. 

Marx, “vülger iktisat” diyor, zamanında içinde ne varsa tamamını kapsar bu kavram. Çünkü kaba veya değil, kapitalistlerin gündelik pratiklerinin soyut halidir iktisat. Çok basit bir kurgusu var: Piyasada, dolaşım alanında üretimin faktörleri - emek, toprak ve sermaye - buluşuyor ve bir anlaşma yapıyor. Bu anlaşma ile üretim süreci başlıyor. Sonunda üretilen şeyden her faktör kendi payını alarak, üretim alanından çekiliyor. Üretim alanının dışındaki yeni yerinde, demek ki dolaşım alanında, birer alıcı veya satıcı olarak, her türlü belirlemeden kurtulup sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından birine dönüşüyor. 

Kabalığı şurada; toprağın, sermayenin ve emeğin bir “anlaşma” yapması imkânsızdır. Bu insanlar arasındaki bir ilişkinin “şeyleştirilmesi”nden ibarettir. Toprak toprak sahibinden, emek emekçiden, sermaye sermayedardan ayrılamaz. Demek ki iktisat toplumsal ilişkilerin şeyleştirilmesine dayalı sahte bir bilimdir. 
Onun için “Kapital”in alt başlığı “Ekonomi politiğin eleştirisi”dir. Kapitalizm, toplumu parçalayıp ekonominin gereklerine göre yeniden bir araya getirerek “iktisadi bir toplum” oluşturmuştur. Orada her birey iktisadi işlevinden ibarettir. Emekçi yoktur emek vardır, sermayedar yoktur sermaye vardır, toprak sahibi yoktur toprak vardır. Haliyle ekonominin gerekleri önceliklidir, insana galebe çalar.
Ekonominin gerekleri ve toplumun gerekleri: Bunlar iki dünyayı, iki sınıfı, iki teoriyi ve iki insanı birbirinden ayırır. Marx’ın dediği gibi, “iktisatçılar nasıl burjuva sınıfının bilimsel temsilcileriyseler, komünistler de proleter sınıfın teorisyenleridirler.”

Bütün bunlardan sonra iktisatçıya kalan sadece laf ebeliğidir. Ne bilimi? Ekonomik gerçekliği, meta ve parayı, artıkdeğeri ve kârı kendi temeli haline getiren bizzat kapitalizm değil mi? 
                                        ***
Hangi liseden mezunsun? Örfi Lisesi. Mezuniyet hangi üniversite? Kalyoncu… Ooo bütün okulları birinci bitirip profesör oldun demek. Nerede? Sabancı Finans…
Çürümeyi daha iyi nasıl tarif edebiliriz?

Dahi bir finansçıymış ve politikayı sevmezmiş. Tamam da yaptığını iddia ettiğin bilim “ekonomi politik” adını taşıyor. Yani en politik bilimlerden birinin tekinsiz alanındasın.

Çürümüş bir ülkede dâhi olsan finansçıya dönüşüp cürmün kadar yer yakarsın. Bir de olur da denk düşerse Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olursun. Bu kadar kibre ne gerek var?

Orhan Gökdemir / SOL

Yeni yönetim sisteminde çatlaklar - OĞUZ OYAN

16 Nisan 2017'de halkoylamasına sunulan yeni rejimin  anayasası üç aşamada yürürlüğe girdi. Bazı hükümleri halkoylaması sonuçları kesinleşince hemen, bazıları (sadece 4 madde) Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin yasal takvimi işlemeye başlayınca yani 30 Nisan 2018'de, nihayet geri kalan çok sayıda hüküm de 24 Haziran 2018 seçimleri sonrasında Cumhurbaşkanı yemin edip görevine resmen başlayınca yani 9 Temmuz 2018'de yürürlüğe girdi. 

Birinci aşamada yürürlüğe giren anayasa hükümlerine ilişkin uyum yasaları zamanında çıkarılmadığı için üçüncü aşamada değişikliklerin tüm hükümleriyle yürürlüğe girmesinden sonra sürece hız kazandırıldı. O kadar ki, 9 Temmuz günü Cumhurbaşkanının yeminine saatler kala 703 sayılı KHK çıkarılarak anayasa değişiklikleri yasalara yansıtıldı ve "uyum" esas olarak sağlanmış oldu.

Cumhurbaşkanı merkezli yeni yönetim sisteminin kurumsal yapısı ise, 10 Temmuz 2018'de "Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri" başlığı altında Resmi Gazete'de peşpeşe yayımlanan dört Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile yasal dayanağa kavuşturuldu. Büyük kapsama sahip Uyum KHK'sı ile Teşkilatlanma Kararnameleri öylesine hızlı bir biçimde kamu yönetim yapısına giriş yapmıştı ki, ilgili kamuoyunun bile değişiklikleri inceleme, sindirme veya eleştirel yoruma tâbi tutma refleksleri bir miktar körelmişti. 

Birçok yorumcuya ortak olan duygu ise, kamu yönetim sistemini baştan aşağıya dönüştürmeye yönelik hazırlıkların pek muhkem olduğu ve bünyesinde hiç çatlak bırakmayacak mükemmelikte biçimlendirildiğiydi. Siyasal İslamcı hareketin otokratik karakterde yeni bir rejim kurmaya yönelen adımları, bazılarına hiç bu kadar sistemli olmamış gibi gözüküyordu.

Aslında henüz 10 Temmuz Kararnamesi'nin yönetim şemasının ipuçları 24 Haziran Seçimleri öncesinde medyaya servis edildiği anda bile, kurgulanan Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi'nin birçok bakımdan sorunlu bir yapı oluşturacağı hemen fark edilebilirdi. Bu sistem bir kere birçok kurumsal mükerrerliği, görev/yetki çatışmasını, bakanlık gibi yerleşik kurumlar ile kurul-ofis gibi eğreti kuruluşlar arasında güç çekişmelerini doğurabilecek kaotik bir yapı hazırlamaktaydı. Biz bu konuya henüz 1 Temmuz 2018 tarihinde BirgünPazar'da değinmiştik. 

Daha sonraki gelişmeler bu ilk saptamaların haklılığını vurgular nitelikte oldu. Oluşturulan yapının sanıldığından daha derme-çatma bir yönetim yapısı oluşturduğunun birçok işareti birkaç ay içinde ortaya çıkıverdi. Bazı öngörülmedik işaretler de daha sonra ortaya çıkacaktı. Gelişmelere yakından bakıldığında şu saptamaları yapabiliyoruz.

Cumhurbaşkanlığı bünyesinde oluşturulan dokuz politika kurulu ile Cumhurbaşkanlığına bağlı dört ofisin yöneticilerinin atanmasındaki gevşeklik bir ilk işareti vermekteydi. Kararnamelerin çıkış hızına kıyasla pek yavaş kalan yönetici atamaları yönetimde boşluklar doğuruyordu; daha kurumsal yapıdaki bakanlıklar bu açığı doldurmakta gecikmeyeceklerdi. Öte yandan atamalarda liyakat yerine politik/ailesel yakınlıkların öne çıkması, Erdoğan'ın kendi etrafında örmek istediği bürokratik zırhı oldukça kırılgan yapıyordu. Kaldı ki, üç üyeden oluşan bir politika kurulunun iyi-kötü yüzlerce uzman barındıran bir bakanlık donanımıyla başetmesi beklenemezdi. Erdoğan'ın takıntılı deyimlerinden olan ve nefret kadar korkularının da dışa vurumunu yansıtması çok muhtemel olan "bürokratik oligarşi", eğer devleti tamamen çökertmeyi göze almadıysanız, uyduruk politika kurulları ve ofisler karşısında işlevsiz kalamazdı. Nitekim öyle de oldu. 

Hatta, bu kurul ve ofisler dışında Cumhurbaşkanına bağlanan 11 kurum ve kuruluş arasına giren iki yeni başkanlık, "Strateji ve Bütçe Başkanlığı" ile "İletişim Başkanlığı" için de benzer şeyler söylenebilirdi.  (Diğerleri, Genelkurmay, Diyanet gibi mevcut sistemin zaten güçlü kurumları olup bakanlık karşılıkları yoktur; RTE'nin doğrudan başkanlığını üstlendiği "Türkiye Varlık Fonu"-TVF ise ayrı bir vakadır). Bu yeni başkanlıklardan "Strateji ve Bütçe Başkanlığı" için de güçlü  bir idari yapılanma ve çok kapsamlı görev ve yetkiler öngörülmüştü (Bkz. 13 sayılı, 24 Temmuz 2018 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi). Ancak, orta vadeli program (OVP), orta vadeli mali plan, Cumhurbaşkanlığı yıllık programı ile sektörel plan ve programları (m.2/a) ve merkezi yönetim bütçe kanun teklifi taslağını (m.2/h) Hazine ve Maliye Bakanlığı ile müştereken hazırlamak görevi verilen bu "Başkanlık", başında eski Maliye Bakanı Naci Ağbal bulunmasına karşın, henüz yapılanmasını tamamlayamadığı için şimdilik boyunu aşan bu büyük işleri Hazine ve Maliye Bakanlığı'na devretmekten kaçınamamıştı. Aslında bu büyük işler için Başkanlık bünyesinde bakanlık paralelinde büyük bir bürokratik yapılanma oluşması kaçınılmazdı. Nitekim kuruluş Kararnamesinin öngördüğü de buydu. Bu başkanlığın hizmet birimleri arasında beş genel müdürlük, bir daire başkanlığı, iki müşavirlik, bir özel kalem müdürlüğü bulunmakta, adeta mini bir Hazine ve Maliye Bakanlığı ile eski DPT karması oluşturulmaktaydı! 

Ama siyaset boşluk kaldırmayacağı gibi bürokrasi de boşluk kaldırmaz. Damadın bakanlığının sadece Strateji ve Bütçe Başkanlığının görev ve yetki alanının üzerine çöreklendiği ve bunun geçici bir durum olduğu da sanılmamalıdır. Hazine ve Maliye Bakanlığı şimdiden bakanlıklar üstü bir konuma yerleşme yolundadır. 

Bu arada, OVP hazırlama görevini devralan Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın bunu, dış telkinlerle uyumlu olarak bir krizle mücadele programına (Yeni Ekonomi Prgramı'na =YEP'e) dönüştürmesi; YEP kapsamında Bakanlık denetiminde yeni merkezi ekonomi ofisleri (özellikle de "Kamu Maliyesi Dönüşüm ve Değişim Ofisi") oluşturması; tepkiler üzerine kısa sürede vazgeçilse de McKinsey&Company şirketiyle bir danışmanlık/denetim ilişkisinin (adeta IMF'siz bir IMF gözetiminin) kurulması gibi örnekler, Temmuz Kararnamelerinin kısa sürede aşıldığını göstermekteydi. Hazine ve Maliye Bakanlığı bünyesinde kurulan "Dönüşüm ve Değişim Ofisi"nin, sıkı maliye politikasını izleme/ yönlendirme/ denetleme/ raporlama birimi olarak bakanlıklar ve kurullar üstü (onlara talimat aktarma yetkileriyle donatılmış) üst düzey bir sorumluluk üstlenmesinin de kanıtladığı gibi, başlangıçta kurgulanan model kendi içinden çatlatılmıştı.

Burada fiilen yaratılan şeyin, Hazine ve Maliye Bakanı'nın, adeta ilan edilmemiş bir başbakan statüsüyle, kurulan ekonomi yönetiminin (hatta tüm bakanlıklarının mali-ekonomik kararlarının, bu arada TVF'nun) tepesine oturtulmasıydı. Sadece kaçınılmazlığı ortaya çıkmış bir eşgüdüm gereksiniminin sonucu mu? Her durumda, yeni yönetim yapısının yetersizliklerinin ve dağınıklığının bir sonucu olarak, hiç olmazsa kamu mali-ekonomik yönetimini Hazine ve Maliye Bakanlığı üzerinden merkezi bir denetime alma ihtiyacının -özellikle de ekonomik kriz koşulları dayatınca- acilen hissedildiği anlaşılıyor. Ama bunun yalnızca iktidarın aklıyla  gerçekleştirilmediğini McKinsey ilişkisi çok öğretici biçimde ortaya çıkarmıştı. 

Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminin sürdürülemezliğine dair yeni sorun alanları birikmeye devam etmektedir. Bu, kuşkusuz yeni arayışları gündeme getirebilecektir. Ama bu defa  2017'ye kadar 1982 Anayasasına yapılan yamama değişiklikler gibi düzeltmeler çare olamayacaktır.

Oğuz Oyan / SOL

Sarı Yelekliler üzerine gözlemler - HAYRİ KOZANOĞLU

Fransa’da gündeme damgasını vuran Sarı Yelekliler hareketine ilişkin çok sayıda haber ve değerlendirmeye rastlamış olmalısınız. İsterseniz bu tartışmaya ben de “temize çekme” niteliğinde 10 maddelik bir metinle katılayım.

1) Emmanuel Macron’un 2017’de kurduğu ve parlamentoda da çoğunluğa sahip En Marche Partisi demokratik geleneği bulunmayan, tamamen “başkanın adamları ve kadınlarından” oluşan bir yapı. Bu nedenle Macron’un otoriter bir çizgiye savrulmasına şaşmamak gerek. Zaman içerisinde kibirli tarzı, sade yurttaşları küçümseyen üslubu da halkla iyice yabancılaşmasına neden oldu.

2) ABD’de Trump’ın başkan seçilişi, Brexit kararı, Avrupa’da sağ popülist hareketlerin yükselişi sürecinde Macron’un yıldızı küreselleşmenin ve neoliberalizmin umudu olarak parladı. Rothschild ekolü, “finansın Mozart’ı” diye cilalanan bir yatırım bankacısıydı ve önceki başkan Hollande’ın neoliberal politikalarına ticaret bakanlığı koltuğundan damgasını vurmuştu. Bu nedenle “zenginlerin başkanı” sıfatıyla tanınması ve yoksulların tepkilerini fitillemesi sürpriz olarak karşılanmamalı.

3) Fransa’daki tablo “küresel” bir şehir olan Paris’le taşra arasındaki gerginliğin de bir yansıması. Böyle kentlerde bilindiği gibi konut fiyatları yükselir, tutunamayanlar ve göz önünde bulunması istenmeyenler çeperlere itilir. Kamusal ulaşım sistemleri de iş insanlarına ve turistlere hizmet verecek şekilde modernize edilir. Buna karşın Fransa taşrasında orta ve alt orta kesimlerin yetersiz altyapı nedeniyle işe erişimlerini büyük ölçüde özel arabalarıyla sağlamak zorunda kalmaları ve yakıt fiyatlarının hızla artışı bardağı taşıran son damla olmuş görünüyor.

4) Sarı Yelekliler’in tepkileri Macron’un politikalarından şikâyetçi sol ve sağ yelpazeden seçmenin büyük çoğunluğunun desteğini almış görünüyor. Buna karşın eylem tarzlarının sert ve haşin görüntüsü; orta yaşlı, beyaz, eğitim düzeyi düşük kesimlerin gösterilere damgasını vurması gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu nedenle kadınları, gençleri, göçmenleri kapsayıcı bir profil ortaya çıkmıyor. Bana sorarsanız manzara, Gezi’nin, Wall Street’i İşgal eylemlerinin “keşke orada olsaydım” duygusu yaratan davetkâr ortamından ziyade 2001 Krizi’nin esnaf eylemlerini andırıyor.

5) Eylemlerin sosyal medya üzerinden örgütlenmesi, bireylerin kendi inisiyatifleriyle katılması nedeniyle “yeni tip” bir hareketten söz edebiliriz. Partiler, sendikalar başta gelmek üzere örgütlü topluma reaksiyoner biçimde yaklaşıyorlar. Gelgelelim Gezi dahil bir programı bulunmayan, ideolojiler dışı davranmaya çalışan inisiyatiflerin sonunda sönümlendiğini biliyoruz.

6) Yakıt fiyatlarındaki aşırı artışlara karşı çıkarken, nasıl bir vergi modeli önerdiklerini de öğrenemiyoruz. ABD’deki Çay Partisi hareketi gibi vergilere, dolayısıyla kamu hizmetlerine kökten bir karşı çıkış söz konusu değil. Ancak neoliberalizmin Türkiye’deki gibi vergi yükünü dolaylı vergiler aracılığıyla emek kesimine yıkan, kara ve servete pek dokunmayan zihniyetinin sorgulandığını da söyleyemeyiz.

7) Macron ekolojik önceliklerle, yenilenebilir enerjileri desteklemek amacıyla karbon vergileri konulduğunu, bu uygulamanın önceden takvimlendiğini öne sürüyor. Bunun sermayeye yeni kâr alanları açmaya dönük nasıl iki yüzlü bir “yeşil” anlayış olduğu açık. Ne var ki Sarı Yelekliler’in de ekolojik kaygıları bulunduğuna dair bir belirti yok. Bu da eğitimli, şehirli kesimlerin; kadınların, gençlerin desteğini sınırlıyor.

8) Charlie Hebdo, Bataclan, Nice benzeri acı terör saldırılarını gerekçe göstererek sürdürülen “olağanüstü hal” yetkileriyle, polisin göstericilere çok acımasızca saldırdığını izliyoruz. Sarı Yelekliler’in de benzer şekilde mukabele etmeleri nedeniyle katılım giderek düşüyor. Bir stratejik manevra yapılmadığı takdirde hareket sönümlenme tehlikesiyle baş başa kalabilir.

9) Böyle bir manevra ancak sendikalarıyla, partileriyle, bireyleriyle solun sürece damgasını vurmasıyla gerçekleşebilir. Tam desteğin açıklanması, insanların meydanlara davet edilmesinin yanı sıra, ancak kuralların konulmasıyla, taleplerin sistematize edilmesiyle yol alınabilir. Böylelikle Marine Le Pen’in Ulusal Toplanma ve Nicolas Dupont-Aignon’un Fransa Ayağa Kalk Partisi gibi sağ unsurlar hareketten ayıklanabilir.

10) Bir tehlike de, bu süreçte “popülist” diye ortak bir ifadeyle yaftalanan sağ ve sol birbirinden taban tabana zıt akımların özdeşleştirilmesidir. 90’lı yıllarda küreselleşme karşıtı hareketlere de zarar veren bazı şiddet tutkunu anarşist akımlar, Sarı Yelekliler’in de imajını zedeliyor. Polis müdahalesine zemin hazırlıyor. Solun ve sosyalistlerin hareketin öznesi haline gelebilmesi bu açıdan da büyük önem taşıyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Salla bir tweet… - L. DOĞAN TILIÇ

Yine bir seçim öncesindeyiz ve nerede seçimi dert eden üç-beş kişilik bir topluluğa denk gelsem, nasıl kampanya yapacaklarını tartışıyorlar. Seçimi kazandıracak olanın kampanya olduğuna inanmışlar ya; bence kaybetmeye başladıkları nokta bu.

Halk; belli dönemlerde değil, hayatın içinde her zaman ve görülen değil sürekli “görüşülen” insanlar topluluğu olmadığı sürece “kazanmak” hayal.

Kampanya ile kazanacağına inananlar açısından bir başka tartışma da kampanyanın nasıl yürütüleceği. O noktada en sık vurgulanan sosyal medyanın gücü üzerine oluyor. Twitter, Facebook vb. mecraları aktif olarak kullanacak, WhatsApp’ta gruplar kurup oralardan mesajlarınızı geniş kitlelere ulaştıracaksınız.

Jamie Bartlett; Dark Net (Internetin Yeraltı Dünyası – Türkçeye çevrildi) ve The People Vs Tech: How the Internet is Killing Democracy (Halka karşı Teknoloji: Internet Demokrasiyi Nasıl Katlediyor – Henüz Türkçeye çevrilmedi) kitaplarının yazarı, bunun tam tersine düşünenlerden.

Bartlett’e göre; dünyada sağ popülizmin yükselmesinin temelinde bu yeni iletişim teknolojileri var. Trump’ın twitter bağımlılığı boşuna değil!

Sağ popülizmin son zaferi hafta sonunda İspanya’ın Endülüs bölgesinde yapılan yerel seçimlerden geldi. Aşırı sağ 43 yıl sonra ilk kez yerel meclise girdi ve Franco’dan bu yana bölgeyi yöneten sosyalistler ilk kez çoğunluğu kaybettiler.
Siyasal kültür son yıllarda yaygın olarak iletişim kurduğumuz medyaya uyumlu hale geldiğinden sağın mesajları daha kolay hedefe ulaşıyor.

Soldan bir yorumla kullanılabileceğini de düşündüğüm popülizmin, iki temel özelliği var. Birincisi; son derece karmaşık sorunlara derhal, kısa ve net yanıtlar veriyor ve bunu da bir grubu hedefe koyarak yapıyor. İkincisi, yozlaşmış bir elite karşı namuslu/dürüst garibanları temsil ettiği iddiasını taşıyor.

Bartlett, üç beş cümleyle her şeyin anlatıldığı sosyal medya mecralarının bu iki hat için de mükemmel bir platform sunduğunu vurguluyor. Parasal kaynağı reklamlar olan ve ne kadar çok kullanılırsa o kadar kazanan bu mecralar, en geniş kitleyi yakalamak için “basitlik” ve “duygusallık” pazarlıyorlar. Her ikisi de sağ popülizmin makbulleri. 

Bu yeni teknolojinin her şeyi sizin kişisel tercihlerinize uygun ve en hızlı şekilde sunuluyor olması da tam popülistlere göre. Siyasi tartışmalarda uzun boylu düşünmek, ölçüp biçmek pek sıkıcı. Bir derdiniz mi var; sorumlular tam karşınızda; göçmenler, yabancılar, yargıçlar, medya…

Popülistler açısından yeni mecraların bir avantajı da şu; ulaşmak istedikleri “çalışkan ve dürüst” politikacılar uzanınca tutacakları yerdeler. Trump misal, size bir tweetlik mesafede!

Bir yanda gerçeği araştırıp onun peşinden gitmek gibi zahmetli bir yol, öte yanda yalan da olsa hemen peşine takılabileceğiniz “bilgiler” var. Bu sosyal medya ortamında kimin sesi yüksek çıkarsa o kazanıyor ve sağcılar daha iyi bağırıyorlar.

Sosyal medyanın online ortamlarında benzer düşüncedeki insanların yankı odalarına hapsoluyor, etrafta var olan farklı düşünceleri ya yok sayıyor ya da onların en tutarsız karikatürlerini muhatap alıp onlarla boğuşuyoruz. Nüansların, gri alanların hiç önemi olmuyor. Bu ortamlarda kimsenin kimseyi ikna ettiği de yok!

Bartlett’e göre, sosyal medya bu insan zaaflarını yapılandırıyor ve “kaos yerine düzen öneren kabile reisleri”ne en uygun koşulları yaratıyor.

Bütün bunlardan bu yeni iletişim teknolojisini tümden reddetmek gerektiği sonucuna varmak budalaca.

Daha budalaca olansa, “salla bir tweet” kolaycılığına teslim olmak ve yeni bir teknoloji var diye en güçlü iletişim biçimi olan yüz yüze iletişimi boşlamak.

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Sarı Yelekliler’e nasıl bakmalı? - İBRAHİM VARLI

Sarı Yelekliler’e nasıl bakmalı? Her yerde, her platformda bu “manidar” soruyla karşılaşıyoruz. Malum Fransa’da haftalardır kıvılcımını akaryakıt ücretlerine zamların yaktığı eylemler düzenleniyor. Paris son yılların en kitlesel gösterilerine sahne oluyor. Ancak Sarı Yelekliler’in neo liberal vandalizme başkaldırısından çok, hareketin karakteri ve sınıfsal niteliği tartışılır oldu. Tartışılsın da ziyanı yok. Sorgulamak, eşelemek, neyin nereye tekabül ettiğini anlamlandırmaya çalışmak iyidir.

Son dönemlerde yaşanan bazı tecrübelerin de etkisiyle her türlü sokak hareketine mesafeli yaklaşmak, komplo senaryolarına yaslanmak, yaşananları gizli ajandalarla ilişkilendirmek gibi abartılı bir “duyarlılık” dikkat çekiyor. Sarı Yelekliler sokağa adımını attıklarında da böyle oldu. “Kim bu Sarı Yelekliler?”, desteklenmeli mi, desteklenmemeli mi soruları havalarda uçuştu.

Bir hareketi kafadan damgalamak, kullanılan söylemler ve bileşenleri üzerinden mahkûm etmek indirgemeci bir bakış açısının ürünü. Bu yanlışa düşmemekte fayda var. Elbette ki bir hareketin yapısı, niteliği, amaçları, ittifak kurduğu güçler önemli.

Ancak ve ancak en nihayetinde emperyalist bir küresel güç olan Fransa’da neo liberal haydutluğa karşı, temel insani taleplerle sokağa çıkarak siyasi iktidarı sarsan bir hareketten bahsediyoruz. Kendi içindeki bileşenlerden bağımsız olarak bu hareket değerlidir.

Paris’teki devasa öfkeyi faşizan bir niteliğe indirgeyip ondan kaçmak, sokaklara çıkan on binlerin yarattığı dalgadan heyecan duymamak, bir takım hazır kitabi reçetelere sarılmak olsa olsa bir “sol çocukluk hastalığı” olur.

PARİS’TE NELER OLUYOR?
Olan özetle şu; Neoliberal politikalardan canı yananların “zamanın ruhu”na uygun şekilde sosyal medya üzerinden örgütlenerek canhıraş bir şekilde sokaklara çıkıyor. Sarı Yelekler üzerinden sokağa taşan, önce ülke geneline ardından da komşu ülkelere sıçrayan talepler son derece basit. Kitleler, kapitalist krizin faturasının kendilerine kesilmek istenmesine karşı çıkıyor, adil bir düzen talep ediyor.

Sokağa çıkanların kapsayıcı olmaması, yer yer saldırgan davranışlar sergilemesi, neo liberal tahribata karşı, temel insani taleplerle ayaklandıkları gerçeğini değiştirmez. Esasında eylemcilerin bir kısmının devleti kutsayan muhafazakâr sağ bir zihniyet yapısından gelmesi hareketi daha da anlamlı kılıyor. Boyun Eğmeyen Fransa hareketinin lideri Jean Luc Melanchon “Faşiştler katılıyor” diye haklı bir eylemden uzak kalamayacaklarını belirtmesi, diğer sol yapı ve sendikaların geç de olsa desteklerini sunması önemli.

Bütün bir dünya neoliberal emek düşmanı politikaların saldırısı altında. Neo liberal prens Macron da bir yıl önce “ne sağcıyım ne solcu” sloganıyla sosyal devleti budamak, neoliberal düzenlemeleri hayata geçirmek için cilalanarak iş başına getirildi. İlk icraatı Macron yasalarını devreye sokmak oldu.

EYVAH FAŞİŞTLER, NE YAPMALI?
Neo liberalizmin halkları yoksulluğa mahkûm eden politikaların yabancısı değiliz. Krize karşı dört bir tarafta kitleler ayakta. Daha geçen hafta Bulgaristan’da da akaryakıt zamlarına karşı binler sokaklara çıktı. Fransa’ya eş zamanlı olarak Belçika, Hollanda ve Almanya’da da sokaklar hareketli.

Yeni bir küresel ekonomik krizin dalgaları geliyor. Fransa’dakine benzer eylemler ilerleyen dönemler birçok ülkede yaşanacak. Kitleler krizlere karşı, günümüzün iletişim koşullarının da etkisiyle kısa sürede sosyal medya üzerinden seferber olabiliyor. Sosyal mecralardan başlayan örgütsüz hareketler kısa sürede sönümlenme potansiyeline sahip. Bu da sokağa çıkanlar üzerinde, arzulanan taleplere de ulaşılamamasının da etkisiyle, moral-motivasyon olarak yıkıcı etkilere yol açar.

Bu tür hareketlere mesafe alıp, uzaktan bakmak yerine solun öncelikli görevi, hareketin öznesi haline gelmenin, kitleleri kanalize etmenin yollarını aramak olmalıdır. Bu tip hareketlere “bizim insiyatifimiz dışında gelişiyor”, “içinde sağcılar, gericiler var” diye tavır almak yerine, harekete dahil olup dönüştürmeye çalışmak solu güçlendirir.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Tekalif-i Milliye olmasaydı, Cumhuriyet olmazdı - ALİ SİRMEN

Okurlarımızdan ve sivil toplum örgütlerinden gelen istek üzerine, Cumhuriyet İmecesi’nin 14 Aralık’a kadar uzatıldığı açıklandığında, garip bir rastlantı sonucunda Alev Coşkun’un “Asker İnönü” adlı son kitabının tam da Kütahya ve Eskişehir savaşları bölümünü okuyordum. 

Garip rastlantı diyorum, çünkü ekonomik sıkıntılar yüzünden, Cumhuriyet İmecesi’ne başvurma konusunu tartıştığımız sırada Işık Kansu ile birlikte ikimizin de aklına aynı anda “Tekalif-i Milliye” olayı gelmişti. 

Alev Coşkun’un anlatımıyla o günlere dönelim: 
İkinci İnönü zaferinden sonra, Yunanlılar bir dizi önlem almışlardı. Başbakan ve Genelkurmay Başkanı değişti. 1921 yazında, Anadolu’daki Yunan işgal güçlerinin sayısı 6 bin 260 subay, 100 biner, 64 bin hayvan ve 328 topa ulaşmıştı. 
Yunanlılar temmuz başında Kütahya ve Eskişehir’de saldırıya geçtiler, Türk kuvvetlerini geri çekilmeye zorladılar. 

Saray ve çevresiyle İngilizler ve tabii ki Yunanlılar sevinç içindeydiler. 
Ankara’da büyük bir telaş vardı. Aslında bu çekiliş aynı zamanda Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların askerliğin gereği olarak verdikleri bir karardı. Ne var ki Mustafa Kemal’in TBMM’de yaptığı “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” açıklaması da endişeleri gidermeye yetmedi.
                                                                 
                                                                ***
Gerçekte, ordu Eskişehir cephesinde Yunanlılar karşısında tutunamamıştı. Bu savaşlara bizzat komutan olarak katılan Kazım Özalp, Şevket Süreyya Aydemir ile yaptığı söyleşide şunları söylüyordu: 
-Bu savaş kazanılamazdı. Bu savaşı kim olsa kaybederdi. 
O günlerde cepheyi ziyaret etmiş olan Dr. Ziya Nur ordunun durumunu şöyle anlatıyordu: 
-Askerin çarığı yok. Çoğunun ayağı çıplak, çadır yok, asker güneş altında yanıyor. Birçok askerin matarası yok, birliklerde su fıçısı, kırba yok. Geri çekilirken çamurlu Porsuk suyundan içmek zorunda kalmış olan askerin yüzde 20’sinde süngü yok. Ordunun yüzde 80’inde elbise yok. 15 gün içinde orduyu Sakarya’da tutacak hale getiremezsek, felakete sebep olur, dünyamızı da ahretimizi de kaybederiz. 

TBMM bu durumda Mustafa Kemal’in başkomutanlık yetkilerini alıp, cepheye gitmesini istiyordu. 

Başkomutanlık yasasının kabulünden sonra Mustafa Kemal, iki gün içinde on tane “Tekalif-i Milliye” (Milli Yükümlülük) emri yayımladı. Bunun amacı ordunun ihtiyacı olan silah, araç - gereç, yiyecek, her türlü donanımın tez elden ve halktan toplanmasını sağlamaktı. Her evin orduya bir takım iç çamaşırı, bir çift çorap, bir çift çarık vermesiydi (çok yoksul olanların bu yükümlülüğünü ilçenin zenginleri karşılayacaktır). 

Kısacası halkın elinde var olanın yüzde 40’ını ordu için vermesi istenmekteydi.
Halk bu emirlere çok kısa süre içinde olumlu yanıt verdi. İlçelerden toplanan iç çamaşırı, çoraplar, çarıkların yanı sıra bazı ilçeler orduya istenenden fazlasını gönderiyor, kavurma, tulumpeyniri, meyve kurusu gibi yiyecekleri armağan olarak yolluyorlardı. 

Tekalif-i Milliye emirleriyle kısa zamanda ordunun bütün ihtiyacı karşılanır. İsmet Paşa daha sonra bu yüzde 40 meselesini Lozan’da Fransızlara anlattığında adamların gözlerinin fal taşı gibi açıldığını, “Nasıl yapabildiniz bunu” diye hayretle sorduklarını anlatır. 

Alev Coşkun’un yazdıklarını okuyunca görülüyor ki Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin arkasında şehit kanı, anaların, bacıların, karıların, yetimlerin gözyaşlarının yanı sıra, aynı zamanda Tekalif-i Milliye çağrısına candan yanıt veren halkın topyekûn büyük dayanışması vardır. 

Evet, Tekalif-i Milliye olmasaydı, bugün ne Cumhuriyet olurdu, ne de bağımsızlık. 
Cumhuriyet gazetesinin imece çağrısına da, okurları ve sivil toplum örgütleri aynı candan yanıtı verdiler ve aynı olayı ikinci defa yaşattılar. 

Güç ekonomik koşullarda, ne kadar gelir geleceğinden daha önemli olan da işte 
o candan ilginin kendisi. 

Bu yeni Tekalif-i Milliye mucizesi için tüm katkıda bulunanlara teşekkürler...

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Ergenekon mu? - Erol Manisalı

12 Eylül’ün Amerikancı postallılarından, FETÖ’nün İslamcı imamlarına uzanan kumpasın adı.

2008’de FETÖ tarafından fiilen devreye sokulan Ergenekon, 12 Eylül’de Amerikancı askerlerle başlatılan sürecin, Gülen’in imamları ile sürdürülen son safhasıydı.

Amaç, BOP hedefinin göbeğindeki Türkiye’nin parçalanarak C. Rice’ın “resmen” ilan ettiği gibi 23 ülkenin sınırlarının ve rejimlerinin değiştirilerek ABD (ve Batı) çıkarları doğrultusunda düzenlenmesi idi. Bu arada İsrail’in de güvenliği için, Kürdistan kukla devletinin kurulması planlanmıştı. 

Hedef bugün hem Kuzey Irak, hem de Kuzey Suriye’de fiilen, “ABD, S. Arabistan, İsrail, Fransa ve İngiltere’nin de desteği ile” yürütülmeye çalışılmaktadır. Binlerce TIR ölçeğinde YPG ve PKK’ye verilen silahların ve yeni kontrol noktalarının amacı budur. Hedef Türkiye’dir. 

13 Nisan 2009’da Levent’teki evim FETÖ’cü polisler tarafından sabahın kör karanlığında basıldığında, operasyonun akademik ayağının bir parçası olarak seçildiğimi anlamıştım. 

Haberal’dan Hilmioğlu’na yedi profesörle birlikte sürecin içine sokulurken FETÖ’nün polisleri ve savcıları çok “planlı” bir biçimde hareket ediyorlardı. Adeta, senaryosu yazılmış bir filmde rol alan aktörlere benziyorlardı.

Beşiktaş’taki çakma mahkemede beni 6 gün uykusuz bıraktıktan sonra sorgulayan  Zekeriya Öz, oyununu çok güzel oynadı. Onun tutuklama talebini yerine getirmek üzere hazır bekleyen hâkim benimle konuşurken yüzüme bakamıyor, yere bakıyordu: kendisini, “Yüzüme bak, yere bakma” diye uyardım, duymazlıktan geldi: görevi belliydi, emir FETÖ’den çoktan gelmişti bile. 

Bana, “iki defa ağırlaştırılmış müebbet isteyen” savcı, daha sonra mahkûmiyet kararı veren hâkimler şimdi neredeler: bir kısmı yurtdışına kaçtılar, diğerleri de FETÖ’cü oldukları için içeri atıldılar. “Malum” ameliyatımla birlikte, “ellerinde kalacağımdan korktukları için”, tutuksuz yargılanmama karar verdi FETÖ’cü hâkimler.

En başta avukatlarım, bana 3 klasör dolusu “iddianame” getirdiler, iple bağlıydı. O ipleri hiç açmadım, hiç bakmadım, özellikle yaptım bunu. Türkiye ve bölge üzerinde FETÖ ve arkasındaki odakların yazdıkları “komplo senaryosunu” neden okuyacaktım ki! Yemin ediyorum, iplerini bile açmadım, hâlâ duruyor: insanlık suçu, hukuk suçu ve darbe kanıtları olarak saklayacağım.

ABD, Rusya, Çin ve FETÖ’ler
Biz içerde kendi ulusal çıkarlarımızı koruyacak bir demokratik düzen konusunda yetersiz kaldığımız zaman içimize FETÖ’ler, DEAŞ’lar hep şırınga edilmişlerdir.
Bugün de Suriye ve Kuzey Irak’ta ABD ve bazı AB devletlerinin yürütmekte oldukları fiili gelişmeler, büyük tehlikenin bitmediğinin göstergeleridir. Biz Türkiye içinde, siyasal partiler ve diğer sivil toplum örgütleri olarak “asgari müşterekler” oluşturamadığımız sürece, tehdit ve tehlikeler giderek artacaktır.
Bu konuda, siyasiler başta olmak üzere “toplumu kutuplaştırmadan, birleştirici ve bütünleştirici öğeleri öne almak gerekir”. Hepimizin aynı gemide olduğumuzu aklımızdan hiçbir zaman çıkarmamalıyız.
Önce “ben” yerine, önce “biz, ulusumuz” diyerek yaklaşmaktan başka yol yoktur. Bu beceriyi (ve özveriyi) göstermezsek hepimiz de aynı gemide batar gideriz, aynen Titanik gibi...
FETÖ’nün (ve arkasındakinin) kurduğu öldürücü kumpastan, en azından bu dersi çıkarmak zorundayız. Ergenekon kumpası, Türkiye’yi yıkmaya ve parçalamaya yönelik emperyalist projenin, 12 Eylül’den sonraki en önemli basamağı olarak uygulanmak için başlatılmıştır.
Önlemler erken alınsaydı, bu kapsamdaki “insanlık dışı olaylar ve de 15 Temmuz 2016 FETÖ girişimi” en baştan engellenmiş olacaktı. Geç de olsa hukuk, “Ergenekon  senaryosunun, FETÖ ve arkasındakinin bir kumpası olduğunu kabul etti”.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

İşgal edilen Türk topraklarında Yunan oteller zinciri...- Ahmet TAKAN

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un işgal altındaki Keçi ve Gavdos adalarına kondurulan Yunan otellerini pazarlamasından sonra adalarımızda Yunan oteller zincirinin kurulduğu ortaya çıktı.

Yunan işgali altında olan İzmir Koyun Adası'nda 4 otel, Aydın Hurşit Adası'nda 6 otel, Aydın Nergizçik Adası'nda 1 otel, Aydın Marathi Adası'nda 1 otel, Aydın Eşek Adası'nda 2 otel, Muğla Keçi Adası'nda 1 otel, Antalya Gavdos Adası'nda 4 otel olmak üzere toplam 19 otel işletmeye açılarak Yunan oteller zinciri kurulmuş.
Pekii!.. Tüm bunlar olup biterken "One minit"ciler ne yapmış?.. Aynı Türk adalarının işgalinde yaptıkları gibi hoş görü içerisinde Yunan'a yol verip, kıllarını bile kıpırdatmamışlar!..

Belki, bu oteller de neymiş diye merak edersiniz veya günün birinde Turizm Bakanı Ersoy'un şirketi etstur'un ünlü gemisine atlar bir gezinti yaparsanız diye listeyi sunalım...
Ama unutmayın!..
Bu otellerde konaklayabilmeniz için aynı Binali Yıldırım gibi pasaport ile kendi adalarımıza giriş yapabilirsiniz. Yunan, başka türlü izin vermiyor. İşte, işgal edilen Türk adalarında işletilen Yunan otelleri;
İzmir Koyun Adası'nda; Captain Diamantis Mansion Grand Apartment, Captain Diamantis Mansion Standard Room, Captain Diamantis Mansion Executive Suite ve Captain Diamantis Mansion Deluxe Room.
Aydın Hurşit Adası'nda; Nektaria on the Beach, Studios Nektaria, Studios Rena, Eftichia Rooms&Studios, Costareli ve Patras Apartments.

Aydın Nergizçik Adası'nda; Katsavidis.
Aydın Marathi Adası'nda; Pantelis Marathi Island Resort.
Aydın Eşek Adası'nda; Studios Ageri ve Island Studios.
Muğla Keçi Adası'nda; H Hotel Pserimos Villas. (Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un şirketi etstur da Yunan H Hotel Pserimos Villas'ı pazarlıyor.)
Antalya Gavdos Adası'nda; Gavdos Princess, Gavdos Studios, Metochi Gavdos ve Manthos Casa. (Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un şirketi etstur da Yunan Gavdos Studios Otelini pazarlıyor.)


Turizm işletmesi belgeleri kimden?
İşgal edilen Türk topraklarında Yunan küstahlıkları devam ederken, Türkiye'de iktidarı ve muhalefeti ile siyasiler 3 maymunu oynarken "bunlar nasıl oluyor" sorusu biraz komik kaçacaktır. Türk adalarını işgal eden, üzerinde ağır silahlarla, gerçek mermilerle askerî tatbikatlar yapan, Türk kara sularında petrolümüzü çalıp satan Yunan'a ara sıra dümenden söylenmekten öte ne yapılabildi?. Cevap; Koskocaman bir hiç!..

Ege'de işgal edilen Türk topraklarında içler acısı durumu durmadan, yılmadan belgeleriyle ortaya döken Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, adalarımızın işgali döneminde, Atilla Koç, Ertuğrul Günay, Ömer Çelik, Yalçın Topçu, Mahir Ünal, Nabi Avcı, Numan Kurtulmuş ve Mehmet Nuri Ersoy'un Turizm Bakanı olarak görev yaptığını hatırlatıp, "hâlihazırda işgal altındaki Türk adalarında faaliyet gösteren toplam 19 Yunan oteline Turizm Yatırımı ve Turizm İşletmesi Belgelerini kim verdi?
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı mı yoksa Yunan Turizm Bakanlığı mı" diye soruyor.
Ümit Yalım, bir gerçeği daha gözler önüne seriyor;
"Türkiye Seyahat Acentaları Birliği TÜRSAB'ın başvurusu üzerine İstanbul 5. Asliye Ticaret Mahkemesi, 29 Mart 2017'de, booking.com'un Türkiye'deki faaliyetlerini yasakladı. Mahkeme kararına göre booking.com, Türkiye'de yerleşik otel ve konaklama tesislerini pazarlayamaz ve pazarlanmasına aracılık edemez. Ancak booking.com şirketi, Türkiye'de yerleşik olan Hurşit Adası'nda 6, Nergizçik Adası'nda 1, Eşek Adası'nda 2, Keçi Adası'nda 1 ve Gavdos Adası'nda 4 olmak üzere toplam 14 Yunan otelini pazarlıyor ve pazarlanmasına aracılık ediyor.

Anayasanın 138. Maddesine göre yürütme organları mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve Turizm Bakanlığı, booking.com ile ilgili mahkeme kararına neden uymuyor. Anılan şirkete neden müdahil olmuyor?
TÜRSAB uyuyor mu?
TÜRSAB, mahkemeye verdiği booking.com şirketinin Türkiye'de yerleşik 14 Yunan otelini pazarlamasına neden sessiz kalıyor?"
Şu, belgeleriyle ortaya dökülenlerin milyonda biri başka bir ülkede olsa ne bakan ne de hükümet kalır!..
Böyle başa böyle tarak misali...
Böyle muhalefete böyle iktidar!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Herkes hesap verdi bir gazeteciler mi kaldı? - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

İftiracıydılar...
Yalancıydılar...
Çamur attılar...
Balçık saçtılar...
Sözcükleri mermi yaptılar...
"1923'te kuruldu, 2008'de arınıyor" diye manşetleri sevinçten zil çalanlar...
"Derin devlete müebbet" başlıklarıyla çıkanlar...
Hukuk tarihinin en hukuksuz yargılamalarından biri neticesinde çok ağır cezaları "Yaşasın Demokrasi" diye alkışlayanlar...
"Suç ve ceza" diye ti'ye alanlar...
"Hesap Zamanı" diye kalemlerini ovuşturanlar...
Yazdıklarıyla, yoğun bakımda tutulması gereken hastaların cezaevi koridorlarında itilip kakılmasına, bakıma muhtaç, en temel ihtiyaçlarını bile kendi başına karşılayamayacak durumda olanların hücrelerinde ölüme terk edilmelerine, onur intiharlarına yol açanlar...
Haysiyet celladıydılar...
Tetikçiydiler...
Vicdansızdılar...
İnsanlıktan çıkmıştılar...
Mide bulandırıcıydılar...
Ve fakat; her ne yaptılarsa -tası tarağını toplayıp çoktan kapağı yurt dışına atmış, kendini zaten kurtarmış, ideolojik olarak da başından sonuna kumpas organizasyonun bizatihi içinde, yürütücüsü, yönlendiricisi olan çekirdek ekip dışında kalanlardan bahsediyorum- yaranmak için yaptılar...
Başları okşansın diye...
Sırtları sıvazlansın diye...
Uçağa alınsınlar diye...
Sürahinin etrafındaki bardaklar gibi dizilenlerden olsunlar diye...
Cepleri dolsun diye...
Kuklaydılar...
Maşaydılar...
Kullanışlıydılar... Aptaldılar... Akılsızdılar...
Karakter, şahsiyet, tavır sahibi olamamış; her devrin adamlarıydılar...
Asalaktılar...
"Sahibinin sesi"nden başka hiçbir şey değildiler;
Hiçtiler!
                                       ***
Ahmet Hakan, dünkü Hürriyet'teki köşesinde "Şimdi temel soru şu: Bu kumpasın içinde görev alan hâkimler, savcılar ve polisler mahkeme huzurunda hesap verirlerken... Bu kumpasın içinde görev alan gazeteci kılıklı soytarılar, nasıl oluyor da ellerini kollarını sallayarak dolaşabiliyorlar?" diye sormuş ya;
Öyle değil o iş!
Birikmiş öfkenin, acının, "birilerinin bedel ödediğini görme" hasretinin önüne atılmış iştah açıcı bir yem ama hedefi şaşırtmak, "temel soruyu gölgelemek" dışında bir işe yaramıyor aslında!
                                       ***
 "Savcı millet adına vardır, iddia makamı millet adına ordadır, biz de millet adına evet hakkı aramanın hakkı savunmanın gayreti içindeyiz, eğer bu anlamda savcılık ise evet savcıyım" diyen kişi Cumhurbaşkanı.

"Türkiye iyi bir noktaya gidiyor. Bu sıkıntılar, sancılar bir taraftan doğum sancısıdır. Bir taraftan da bağırsakların temizlenmesidir" diyen "eski Başbakan Yardımcısı".

"Türkiye'dekileri hizaya soktuk" diyen "eski Bakan".

"Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşması" diyen "eski Başbakan Danışmanı".

"Merhamet adaleti engellerse o merhametten maraz doğar. Kurda merhamet etmek kuzuya zulüm etmektir" diyen "eski Bakan."

"Darbe heveslilerinin hevesini kursağında bıraktık... Ergenekon ve Balyoz diye ifade edilen olayların tamamında bir hayal kurulduğu ve birtakım şeylerin yapıldığı belli" diyen TBMM Başkanvekili.

Hiçbiri elini kolunu sallayarak dolaşmıyor, hepsi sorumluluklarının siyasi/hukuki neyse hesabını verdi de, tek hesap vermeyen "borazanları" mı kaldı?

                                       ***
Yanlış anlaşılmak istemem. Cumhuriyet kurumlarını, ideolojisini ve onun savunucularını enkaza dönüştüren bu "kirli tezgâh"la hesaplaşırken ne aptallık, ne de kullanışlılık elbette hafifletici sebep değildir. Ama aptallardan, kullanışlılardan hesap sormanın "adaletin tecellisi"nin ifadesi olabilmesi için aynı şekilde "aldatıldık", "kandırıldık"ların da bu davada "hafifletici sebep" sayılmamış olması gerekir!

Aksi, yani onları "dışarıda" tutan hiçbir yaklaşım gerçek/gerçekçi bir "adalet" talebi olmaz; olamaz.

Kaldı ki, "bu kumpasın içinde görev alan hâkimler, savcılar ve polisler" BİLE iddia edildiği gibi "bu kumpasın içindeki görevlerinden dolayı mahkeme huzurunda hesap veriyor" değildir!
                                        ***
Ha, siz ille de adaletin "sahipleri dururken sesleriyle hesaplaşarak" tecelli edeceğinde ısrarlıysanız, önden, daha bir yıl önce, yani "FETÖ", "kumpas" her şey ortaya çıktıktan sonra bile "Ergenekon Terör Örgütü"nün var olduğunu savunmaya devam eden hanımla, eşinden başlayalım "gazeteci kılıklı soytarıları"  yargılamaya;
Var mısınız?
Ya da durun ya...
"Ergenekon diye bir örgütün varlığına inanmıyorum" diyenlere karşı "Suyun yüz derecede kaynadığına inanmıyor musun? Sok elini, bak ne olacak" diye anıran pislik yazarı daha çok yakışır "ibreti alem" makamına;

"Elini yüz derecede kaynayan suya sokarak" başlasın mesela savunmasına!


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

3 Aralık 2018 Pazartesi

Alman İslam Konferansı'nın ardından: Hükmetmek için tanı(Analiz) - Tevfik Taş

Alman İslamı, Seküler İslam ya da 'İslam mı Almanya'ya aittir, yoksa Müslümanlar mı Almanya'ya' tartışmalarının önemi yok. Mesele, din ile, din aracılığıyle ve sömürü düzeni için yönetmek.

Çok genel planda emek göçünün bir çıktısı olarak şekillenen ''Alman İslam'ı'' tartışmaları, özgün sürecinde AKP'nin Türkiyeli göçmenleri yerel piyon olarak kullanma çabasına yanıt olarak gündeme gelmişti. Alman İslam Konferansı, 28 Kasım Çarşamba günü Berlin'de gerçekleştirilen dördüncü dönem konferansı ile yeni bir düzleme taşındı. 

Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği'nde (DİTİB) çalışan imamların parası Ankara'dan ödenmeye devam etmeli mi? 
Etmeyecek ise, bu mali yükün altından nasıl çıkılacak?  
DİTİB'e bağlı 900 küsür camide AKP hükümetinin ajanlaştırdığı imamları kim, nasıl denetleyecek?
İslami aidiyetten gelen göçmenleri toptancı tarzda  'Müslümanlar'' olarak katagorize etmek ne kadar doğru? 
Herhangi bir dinsel kimliği olmayan kişilerin temsiliyet sorunu nasıl çözülecek?
Kadın hakları? 
Antisemitizm? 
İslam motifli terör destekçiliği? 
Gettolar? 
Paralel toplum? 

Bu ve benzeri sorularla toplanan Alman İslam Konferansı (AİK), hemen hiç kimsenin memnun olmadığı, bir takım beylik lafların yinelendiği bir sonuç bildirgesi ile bitti. 

AİK'NA AKP VE ŞÜREKASI NASIL BAKIYOR?
Alman tarafına bakmadan önce Türkiye ve AKP tarafına bakmakta yarar var. 
AKP'nin dümen suyunda hareket eden iki öbekten biri olan Sabah Avrupa, AİK'ını etek boyu üzerinden gördü. https://www.sabah.com.tr/avrupa/2018/11/29/alman-islami-projesine-tepki-...

Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) partisi Kuzey Ren Vestfalya eyaleti Uyum Bakalığı Müsteşarı Serap Güler'in diz üstü eteğini kare içine alınarak, ''mini etekli saygısız'' olarak nitelediği haberde, İslam'ın ne yüce bir din olup, kapsayıcılığına övgüler düzülerek, konferansa tepki ile yaklaşıldı.

Meseleye Avrupa Sabah gazetesine göre daha 'derinlikli' yaklaşan bir başka AKP beslemesi vakıf olan Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı SETA, tumturaklı sözleri bir kenara bırakırsak, AİK'na cepheden karşı tutum aldığını ilan eden yazılar yer verdi. 

SETA'nın pek bilimsel iki yazarı, sonuçta aynı şeyi söylemeye kalksalar da, birbirlerini inkâr eden argümanlar ile hareket ediyorlar. SETA yazarı Zeliha Eliaçık, Batı siyasetinde dinin istenildiği gibi biçimlendirildiğine (sanki 'doğu' siyasetinde daha farklı oluyormuş gibi!) örnek olarak Katolik kilisesinin geçirdiği evrimi örnek olarak verip, kürtaja karşı olan Katolikliğin bugün eşcinsel evliliğine ikna edildiğini belirtirken (11 Ekim 2018), aynı vakfın Enes Bayraklı adlı acar yazarı, ''Bugün Avrupa'da Yahudilik yahut Hristiyanlığın devlet eliyle dizayn edilmesinin bırakın tartışılmasını, böyle bir adımın tahayyül edilmesi bile zor olduğu açık'' diye yazabiliyor. (30 Kasım 2018)

Alman İslam Konferansı'na dinsel gericiliğin mevzisinden yaklaşan Zeliha Eliaçık, 
İslam için ''tek reforme edilmemiş din'' gibi uyduruk bir aforizma ile yaklaşıyor. Yobazlığını daha da ileri götüren Eliaçık, ''Aydınlanma tezgahından geçemeyen tek din: İslam'' yazabilecek kadar da ilkel bir duruşu sergiler. (A.g.y.)
Asıl meselede aslında buradadır: Aydınlanma ve onun devrimci mirası ile hesaplaşma gayreti... 

Bu hesaplaşmanın tarafı ne Zeliha Eliaçık'ın yobazlık cephesinden meydan okuyucu tutumu ne de kapitalist Alman devletinin işgücü istihdam siyasetinin aracı olarak aydınlanmanın değerlerini kurban ettiği ''ihtiyaca göre din'' pratiğidir.

CEMAAT TEMSİLİYETİ YERİNE BİREYSEL DİNDARLIK
Alman İslam Konferansı'nın asıl siyasi çıktısı cemaat temsiliyeti yerine kişisel dindarlığın ödüllendirilmesidir. Özsel olarak kapitalizme protestan uyumu kazandırma stratejisi niteliği taşıyan bu konum alış, cemaatlerin pazarlıkçı kaypak doğası yerine bireysel dindarlığı teşvik ederek, dış etkilerin önünü almaya dönük bir düşüncenin dışavurumudur. AİK, DİTİB'e giden paralardan ziyade (ki, Katolik kilisesine de Vatikan'dan para akıyor), düzenin gereksinim duyduğu kadar ve düzenin izin verdiği kadar dindarlık anlayışının geliştirilmesi projesi olarak görünüyor.

DİTİB Dış İlişkiler Sorumlusu Zekeriya Altuğ, ''Almanya'da görev yapan imamların yaklaşık 30-35 yıldır Türkiye tarafından finanse edilmesi Almanya'da sadece tolere edilmedi, arzu edildi'' derken hiç de haksız sayılmaz.

Alman üniversitelerinde açılan İslam teolojisi kürsüleri, dinin denetim altına alınarak yönetme aracı olarak kurgulanması çabası dışında okunmamalıdır. 
Orta Doğu'ya açılmaya çalışan Fransa sömürgeciliği bir zamanlar nasıl ''hükmetmek için, tanı'' düsturu ile hareket edip, Şarkiyatçılığı bir ''bilim'' seviyesine yükselttiyse, bugün Almanya'da olan da az-çok bu eksende yeniden üretilen tutumdur. Alman İslam Konferansı, göçmenlerle ilgili olarak 'İslam' başlıklı bir tartışmayı İçişleri Bakanlığı üzerinden yürütüyor. Oturuma başkanlık eden de bizzat Almanya'nın İçişleri Bakanı'dır. 

Bu veri dahi meselenin güvenlik ve yönetme bağlamında ele alındığını kanıtlamaya yeter. Kurumsallaşma... 'Alman İslamı'... 'Seküler İslam'... Ya da İslam mı Almanya'ya aittir yoksa Müslümanlar mı Almanya'ya aittir tartışmalarının önemi yoktur. Mesele, din ile, din aracılığıyle ve sömürü düzeni için yönetmektir.

Tevfik Taş  / SOL