28 Aralık 2018 Cuma

Türk Telekom hikâyesi: Neden daha çok ödüyoruz? - Funda Başaran / duvaR

Zararlı çıkan yine sıradan kullanıcı oldu bile. Adil kullanım kotası kalkarken internet tarifelerine gelen olağanüstü zam, Türk Telekom’un toptan hat kiralama bedellerine yaptığı yüzde 66 zam ile tüm hizmetlere yansıyacak. Bu yansımanın ilk göstergelerinden birisi, Turkcell’in mobil cihazlardan kişisel erişim noktası özelliğinin kullanımını ücretli hale getirmesi. Daha nelerle karşılaşacağımızı ilerleyen zamanlarda göreceğiz.
Türk Telekom’da Ojer Telekomünikasyon A.Ş.’nin yüzde 55’lik hissesinin Garanti Bankası, İş Bankası ve Akbank ortaklığında kurulan Levent Yönetim Yapılandırma A.Ş.’ye devredilmesiyle zorlu bir dönem başladı. Türk Telekom’un özelleştirilme ihalesi 2005 yılının Temmuz ayında tamamlanmış ve aynı yılın kasım ayında da şirketin yönetimi, TV kameraları ve yoğun bir izleyici kitlesi önünde törenle Muhammed Harriri’nin OGER Telecom firmasına devredilmişti.
Beş yılda 6 milyar 550 milyon dolar karşılığında Türk Telekom’un yüzde 55 oranındaki hissesinin blok olarak sahibi olan Oger Telecom, Türkiye’de 600 milyon TL sermaye ile kurduğu ve yüzde  99’una sahip olduğu Ojer Telekomünikasyon A.Ş. (OTAŞ) aracılığı ile Türk Telekom’u devir aldı. Türk Telekom A.Ş.’nin 2005 yılı sonundaki kârı 2,1 milyar dolar olarak açıklandı. Devir esnasında ilk peşinat olarak 1,3 milyar dolar ödeyen OTAŞ, ikinci taksidi de ödedikten sonra 2007 yılında üçüncü taksidin yerine geri kalan parayı tek seferde ödemeyi önerdi. Çok sayıda bankanın oluşturduğu bir konsorsiyumdan aldığı kredi ile 4,3 milyar dolarlık ödemeyi yaptı. 2013 yılında bu kredinin sadece 900 milyon dolarının ödendiği, gerisinin ödenmediği anlaşıldı. OTAŞ, Akbank, Garanti Bankası ve İş Bankası’nın liderlik ettiği 29 yerli ve yabancı bankanın oluşturduğu konsorsiyumdan, 4,75 milyar dolarlık bir kredi daha aldı. 2016 yılında ise bu ikinci kredinin ödenmediği ortaya çıktı. Sonuçta bugüne dek Türk Telekom A.Ş. hisselerini karşılık göstererek aldığı kredilerle devlete olan borcunu ödeyen ve kendi kâr payını da alan OTAŞ firmasının yüzde 55 hissesi, 25 milyar liraya yakın borcu karşılığında bankalara devredildi. Ancak Füsun S. Nebil’in haberi borcun sadece bankalara olan 25 milyar liradan ibaret olmadığını ortaya koyuyor. Ayrıca bu yılın eylül ayı itibariyle şirket 3,6 milyar lira zarar etmiş durumda. Bütün bunlar Türkiye’de telekomünikasyon alanında zorlu bir dönemin başladığını gösteriyor.
PTT’DEN TÜRK TELEKOM’A
Türk Telekom’un özelleştirilmesi 1990’lı yılların ortalarında konuşulmaya başlandı. Elbette ki bu, dünyada esen küreselleşme rüzgarları ve neoliberal yeniden yapılandırma söyleminden bağımsız değildi. Ayrıca konuşulmaya başlandığında Türkiye’de telekomünikasyon alanının yeniden yapılandırılması süreci çoktan başlamıştı. Yeniden yapılandırmanın serbestleştirme, kuralsızlaştırma, şirketleştirme ve özelleştirme diye takip edilecek bir süreci izlediği düşünüldüğünde epey de yol alınmıştı. Yani eskiden PTT tarafından sağlanan uç cihazlar piyasası, yani telekomünikasyon ağına bağlanmak için son kullanıcının kullandığı cihazlar piyasası serbestleştirilmiş, telekomünikasyon cihazları alanında ulusal üretim yapan NETAŞ ve TELETAŞ özelleştirilmiş, yeni telekomünikasyon hizmetleri alanında yap-işlet-devret, gelir paylaşımı gibi yöntemler uygulanmaya başlanmış hatta 1994 yılında PTT’nin ikiye ayrılması ve Türk Telekom A.Ş.’nin kurulmasını öngören yasada yer alan “Bakanlık, mobil telefon, çağrı cihazı, data şebekesi, akıllı şebeke, kablo TV, ankesörlü telefon, uydu sistemleri, rehber basım ve benzeri katma değerli hizmetler konularında sermaye şirketlerine tekel oluşturmayacak koşulları da dikkate almak suretiyle işletme lisans ve ruhsatı (sermaye şirketlerinin devralacakları ve bizzat kuracakları tesislerin işletilmesine yönelik olarak) verebilir” hükmü ile lisans ve ruhsat devirlerinin önü açılmıştı. Bu yasal değişiklik sonrasında 1995 yılında o zamana dek PTT tarafından verilen posta ve telekomünikasyon hizmetleri ayrıştırılarak, telekomünikasyon hizmetleri yeni kurulan Türk Telekom A.Ş.’ye devredildi. İlerleyen yıllarda düzenleme işlevini yerine getirecek kuruluşlar oluşturuldu. Özelleştirme için uygun koşulların yaratılabilmesi için telekomünikasyon sektörü farklı katmanlara ayrıldı. Aslında hepsi aynı telekomünikasyon altyapısının unsurları olan internet, cep telefonu, uydu ve kablo hizmetleri ayrıştırılarak kimi özelleştirildi, kimi de şirketleştirildi.
Bu arada da gerekli yasal altyapı hazırlanmadan Türk Telekom A.Ş.’yi özelleştirmek üzere girişimlerde bulunuldu. Ancak bunların hepsi Anayasa’ya aykırı bulunarak durduruldu.
İYİMSER SENARYONUN İFLAS YILLARI
O yıllar telekomünikasyon alanına dair iyimser bir senaryonun hâlâ egemenliğini sürdürdüğü yıllardı. Bu iyimser senaryoya göre telekomünikasyon sektöründe özelleştirme ve serbestleştirmeyi içeren bu politikalar bütünü işletilebildiğinde, sektör rekabetçi bir piyasa olacak, yabancı sermayenin yatırımının önündeki engeller kalkacak, telekomünikasyon hizmetleri rekabet sonucunda ucuzlayacak, telekomünikasyon ağlarında teknolojik gelişmelere uygun iyileştirmeler gerçekleşecek ve hatta bütün bunların sonucu olarak gelişmekte olan ülkeler bu telekomünikasyon ağları üzerinden akan bilgi sayesinde hızla gelişecekti.
Egemen senaryo bu olmasına rağmen, 90’ların sonlarına doğru durumun pek de bu kadar mükemmel olmadığı yavaş yavaş açığa çıkmaya başladı. Hatta 1998 yılı itibariyle Türk Telekom’un özelleştirilmesi önünde engel kalmamış olmasına rağmen, özelleştirme gerçekleşemedi. Türk Telekom’un özelleştirilememesinin nedeni genellikle işçi sendikaları ve sivil toplum örgütlerinin muhalefeti, siyasi kargaşa, bürokratik hantallık ile açıklansa da, asıl neden o günlerde alarm vermeye başlamış olan ve 2000 yılında NASDAQ’da görkemli bir biçimde çöken iyimser senaryonun iflasıydı.
İYİMSER SENARYO TÜRKİYE’DE DE ÇÖKTÜ
İyimser senaryonun iflas etmesi tabii ki Türk Telekom’un özelleştirilmesinin önüne geçemedi. Ancak 2005’te Türk Telekom A.Ş.’nin özelleştirilmesi öncesine, cep telefonu alanına, hatta alanda yaşanan tekil bir olaya Turkcell ile Aria arasında yaşanan roaming sorununa da bir bakmak gerekiyor. (Roaming, bir GSM işletmecisine ait hizmetlerin, diğer bir işletmeciye ait ekipmanlar üzerinden çalışmasına veya bir diğer sisteme ara bağlantısına imkan sağlayan sistemler arası dolaşım anlamına geliyor). Çünkü telekomünikasyon alanında uygulamaya koyulan neoliberal politikaların anlaşılabilmesi, nedenlerinin ve sonuçlarının ortaya koyulabilmesi için, cep telefonu hizmet alanı özelleştirme, serbestleştirme ve kuralsızlaştırma politikalarının ilk kez denendiği bir alan olarak son derece önemli.
Türkiye’de dijital cep telefonu hizmeti GSM 900 standardıyla, PTT ile iki ayrı konsorsiyum arasında imzalanan sözleşme uyarınca 1994 yılında verilmeye başlandı. Bu iki konsorsiyum Turkcell ve Telsim’di. İmzalanan sözleşmeler ise o dönemin telekomünikasyon mevzuatı başka bir yönteme izin vermediği için “Gelir paylaşımı” esas alınarak hazırlandı. “Yasal düzenlemelerle daha sonra lisansa dönüştürmek üzere” hazırlanmış olan sözleşmeler, 1998 yılında 500 milyon dolar bedel karşılığında lisans sözleşmesine dönüştü. Böylece, 500 milyon dolar karşılığında, cep telefonu pazarına, çoğunluğu Uzan Ailesi’ne ait Telsim ile Çukurova Grubu, Murat Vargı, Ericsson, Kavala Grubu ve Telecom Finland’ın ortak olduğu Turkcell hakim oldu. Ancak bu süreçte yapılan asimetrik arabağlantı sözleşmesinin devlet aleyhine hükümler içermesi ve lisans bedellerinin objektif ve reel bir biçimde belirlenmemesi nedeniyle devletin zarara uğratıldığı meclis soruşturma komisyonunda bile kabul edildi.
1999 yılının son günlerinde Ulaştırma Bakanlığı, GSM 1800 hizmetlerini başlatma ve biri TT’ye olmak üzere üç yeni lisans verme kararı aldı. Yeni ihale, alanda büyük heyecan yarattı. Cep telefonları alanının gelişme hızı ve potansiyeli, Türkiye’de bütün sermaye çevrelerinin dikkatini alana yöneltmiş durumdaydı. GSM 1800’de ilk lisansı ihalede en yüksek bedeli veren alacak, ikinci GSM lisans devri için de birinci ihaleye katılan şirketler davet edilecek ve bu şirketler birinci GSM lisansı ihalesinde belirlenen tutar ya da onun üzerinde teklif vereceklerdi. Türk Telekomünikasyon A.Ş.’ye verilecek üçüncü GSM lisansı için de, birinci GSM lisansı için belirlenen en yüksek fiyat Türk Telekom tarafından Hazine’ye ödenecekti.
TAHKİM VE BİRLEŞME
İlk lisans 12 Nisan 2000’de İş Bankası, Telekom Italia konsorsiyumuna 2 milyar 525 milyon dolar karşılığında verildi. İkinci ihaleye ise, hiç bir konsorsiyum teklif sunmadı. Böylece Türkiye cep telefonu pazarında Turkcell, Telsim, İş Bankası-Telekom İtalia konsorsiyumunun GSM 1800 operatörü Aria ve Türk Telekomünikasyon A.Ş.’nin kurduğu Aycell’le birlikte dört operatör hizmet sunmaya başladılar.
Aria, Ulaştırma Bakanlığı ve Telekomünikasyon Kurumu’na roaming başvurusu yaptığını duyurdu. Yani bu dolaşım konusu çözüldüğü takdirde, Aria dört ilde altyapı kurmuş olmasına rağmen, rakipleri olan Turkcell ve Telsim’in altyapısını kullanmak yoluyla tüm Türkiye’de hizmet verebilir hale gelecekti. Ancak Turkcell böyle bir anlaşmayı imzalamayacağını belirterek yasal yollara başvurdu ve bir ihtiyati tedbir kararı aldırdı. Telsim ise anlaşma için çok yüksek bir bedel önerdi. 2002 yılının Şubat ayına gelindiğinde, roaming sorunu hâlâ çözülememişti. Araya o dönemin düzenleyici kuruluşu olan Telekomünikasyon Kurumu girdi. Şirketleri anlaşma yapmaya çağırdı. 2002 yılının Nisan ayında mesele hükümete aksetti. Dönemin Devlet Bakanı Kemal Derviş, 1 Nisan 2002’de ulusal dolaşım anlaşması yükümlülüğünü yerine getirmemeleri durumunda, Turkcell ve Telsim’e idari para cezası uygulanabileceğini bildirdi. Ancak bütün bunların Turkcell üzerinde herhangi bir yaptırımı olmadı.
Roaming sorunu çözülemeyince 27 Mart 2003’de Aria, Paris’teki Tahkim Komisyonu’na başvurdu. 8 Nisan 2003 tarihli gazetelere, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İş-Tim’in Aria için Türkiye Telekomünikasyon Kurumu aleyhine ICC Tahkim Divanı’nda açtığı ‘‘2.5 milyar dolarlık zararın tazmini davasını’’ çözmeye çalıştıkları açıklaması yansıdı. Mayıs ayında, Aria’nın İtalyan ortağı TİM, “Türkiye’den çekilebilecekleri” açıklamasını yaptı. Bu açıklamadan bir hafta sonra Türkiye’yi ziyaret eden dönemin İtalya Başbakanı Berlusconi ile Recep Tayyip Erdoğan Aria ile Aycell’in birleşmesi kararını aldıklarını 13 Mayıs 2003 tarihinde açıkladılar. Basına yansıyan haberlere göre, birleşmenin koşulları arasında Aria’nın Uluslararası Tahkim Yasaları çerçevesinde Kurum’a karşı yapmış olduğu her türlü hukuki takibi sonlandırması, yani Telekomünikasyon Kurumu aleyhine açtığı 4.3 milyar dolarlık tahkim davasını geri çekmesi de bulunuyordu.
SADECE BECERİKSİZLİK VE KÖTÜ NİYET Mİ?
Türkiye’de ilk özelleştirilmiş telekomünikasyon hizmeti olan cep telefonları alanında bu yaşananlar, aslında özelleştirmenin ve serbestleştirmenin rekabete neden olacağı, böylece de hizmet kalitesinin artması ve fiyatların düşmesi ile sonuçlanacağı senaryosunun geçerli olmadığını, yaşanan gerçekliğin piyasada özel tekeller tesis etmekten öte bir şey olmadığını açıkça ortaya koymuştu.
Bütün bunları hatırlatmamın nedeni, 2005 yılında Türk Telekom özelleştirmesine çıkılırken iyimser senaryonun hem uluslararası düzeyde çöktüğünü hem de ulusal düzeyde inandırıcılığını yitirdiğini bir kez daha göstermek. Sadece bu tekil olay bile, bugün Türk Telekom A.Ş.’nin başına gelenlerin o günden görülebilir olduğunu, hatta görülmüş olduğunu, görülmüş ve buna ilişkin herhangi bir önlem alınmamış olduğunu söylemek için de yeterli görünüyor.
Tekrar Türk Telekom A.Ş.’de yaşanan hisse devri ve yeni dönem bahsine dönersek, bütün bunlar şirketin hisselerinin yüzde 55’ine sahip olan ve şirketin yönetimini üstlenen Oger Telecom’un beceriksizliği ve kötü niyeti ile açıklanabilir mi? Özellikle de 2005 yılında Türk Telekom A.Ş.’nin özelleştirilmesinden bu yana yaşanan taşeronlaştırma, siyasi kadrolaşma, hizmet fiyatlarının artışına karşılık, kalitenin düşmesi süreçleri düşünüldüğünde…
Füsun Nebil’in yukarıda bahsettiğim yazısından Türk Telekom A.Ş.’nin borsa değerinin son on yılda dörtte birine düşmüş olduğunu, bunun sadece Türk Telekom için geçerli olmadığını, sektördeki tüm şirketlerin borsa değerlerinde benzer bir kayıp yaşandığını, sektörde büyümenin tamamen durduğunu da öğreniyoruz. Tabii ki bütün bunların sonunda zararlı çıkan yine sıradan kullanıcı olacak. Hatta oldu bile. Adil kullanım kotası kalkarken internet tarifelerine gelen olağanüstü zam, Türk Telekom’un toptan hat kiralama bedellerine yaptığı yüzde 66 zam ile tüm hizmetlere yansıyacak. Bu yansımanın ilk göstergelerinden birisi, Turkcell’in mobil cihazlardan kişisel erişim noktası özelliğinin kullanımını ücretli hale getirmesi. Daha nelerle karşılaşacağımızı ilerleyen zamanlarda göreceğiz.
Sonuçta neoliberalizm tüm dünyada çöküyor, neoliberal politikaların yarattığı sonuçlar tüm dünyada tartışılıyor, serbestleştirme ve özelleştirmelerin sonuçlarını artık dışarıdan verilen örneklerle anlamaya çalışmak yerine bizzat deneyimliyoruz.
Funda Başaran / duvaR

2018 sonunda borsa çöküntüsü - KORKUT BORATAV

Amerikan emperyalizmi 2019’a bir dizi sorunla giriyor.


Trump, Kongre’den “Meksika sınırına duvar” tahsisatını alamadığı için ABD devletini yarı yarıya “kapattı”; felce uğrattı. 2019’da Temsilciler Meclisi, Demokrat Parti çoğunluğu ile göreve başlayacağı için bu tür gerilimler artacak.
Trump’ın Suriye’den çekilme kararı, emperyalizmin Orta Doğu politikasını kargaşaya, belki de felce  sürükledi.
Bunlara, bir de, “finans kapitalin karargâhı” olarak görülen New York borsasının yıl sonundaki sert çöküntüsü eklendi; Hisse senedi endeksleri Aralık’ta yüzde 10’u aşan oranlarda düştü. “Bir finansal kriz işareti mi?” sorusu yeniden dolaşıma girdi. 

New York borsasının coşkun yılları…
Son dokuz yılda New York borsasında hisse senetleri fiyatları yükselme eğilimine girdi; ekonominin büyüme temposunu fazlasıyla aştı. Öyle ki borsa ve finansal risk analizleri sayesinde Nobel Ekonomi Ödülü’ne ulaşan Robert Shiller, sonbaharda (Project Syndicate, 24 Eylül 2018), “ABD hisse senetleri dünyanın en pahalısıdır” tespitini yaptı.  

Son çöküntünün hemen arifesine, Kasım 2018 sonundaki sayılara göz atalım: Finansal  krizin son bulmasını simgeleyen Kasım 2009’u izleyen dokuz yılda hisse senedi fiyatları 2,37 misli artmıştır. Yıllık artış oranı yüzde 10,1’dir.  Yüzde 2’nin altında seyreden ABD enflasyonu fazlasıyla aşılmıştır. Nitekim, ABD millî gelirinin 2009-2018 arasında (enflasyon dahil) yıllık büyüme hızı yüzde 4’tür. (Enflasyondan arındırılmış ortalama büyüme hızı ise %2,2’dir. 2018 için IMF öngörülerini kullandım.) 

ABD’de servet değerlerinin hisse senetlerince temsil edildiğini kabul edelim. 2008 krizi sonrasında servet değerlerinin ortalama artış temposu (%10,1), milli gelirin büyüme hızını (%4’ü) fazlasıyla aşmıştır.

Kimi iktisatçılar servet değerlerinin gelir akımlarına göre bu derecede şişmesini yapısal bir bozulma diye yorumluyor. Shiller gibi  finans uzmanları bir risk işareti (“aşırı balonlaşma”) olarak algılayabiliyor. 

Şirketleşme, hisse senetleri,  rantiyeler…
Hisse senetlerinin toplam değeri,  kapitalistlerin mülkiyetini temsil eden bir servet hesabıdır.  Kapitalizm olgunlaşırken tarımda, ticarette, sanayide işletmeler şirketleşir; kapitalist mülkiyet, hisse senetlerinde içerilmeye başlar. Büyüyen, genişleyen şirketlerin finansmanında sermaye piyasası (özellikle ABD’de) banka kredilerinin önüne geçer. 

Dahası da var: Borsalar herkese  açılır; böylece  hisse senetleri rantiyeler için bir yatırım aracı haline de dönüşmüş olur. 

Sermaye piyasası,  hem yatırımların finansmanını sağlar; hem de rantiyeler (spekülatörler ve tasarruflar) için bir plasman alanı (“kumarhane”)  işlevi görür. Örneğin, ABD’de büyük şirketlerin, devletin, (BM, IMF, Dünya Bankası gibi) kurumsal yatırımcıların emeklilik fonlarının büyük bölümü, menkul kıymetler borsalarına bağlanmıştır. Rantiyeler de, tasarruflarını, bazen borçlanarak sağladıkları fonları, yatırım bankalarına, finansal aracılara emanet eder. 
Başlangıçta temsil ettikleri kapitalist mülkiyet ile bağlantılı olan hisse senetlerinin fiyatları, böylece, şirketle doğrudan ilgisi olmayan aktörlerin (rantiyelerin ve onlar  için işlem yapan fon yöneticilerinin) alım-satımları sonunda da yükselir; düşer. Bu tür “kâğıttan servet” toplamlarında artış ve azalışlar da yatırım, tüketim kararlarını, millî geliri oluşturan gelir akımlarını etkiler.

Yapısal bozukluklar, finansal istikrarsızlıklar 
Finansallaşmış bir ortamda, mülkiyeti temsil eden kâğıttan varlıkların (stokların) değerlenme temposu, gelir akımlarının (millî gelirin) büyüme hızını sürekli aşabilir mi?  
Ne kadar? 
ABD’de 2009-2018 arasında (enflasyon dahil) hisse fiyatı endeksleri ile ekonominin büyüme hızları arasında açılan makası yukarıda belirledik: 
%10,1 → %4,0... 

20’nci Yüzyılda Kapital yazarı Thomas Piketty, ulusal servet / millî gelir oranlarını kapitalizm analizinin odağına yerleştirdi. Finansal servetler ile üretim tabanlı gelir akımları arasındaki bağlantının, kopma, bozulma nedenlerini tarihsel olarak belirlemeye çalıştı. 

Hisse senedi fiyatlarında aşırı artışlar, bir finansal istikrarsızlığın, hatta  krizin ön-işareti olarak da yorumlanır. Bir şirkete ait hisse senedinin “yükseklik” derecesi nasıl ölçülür? Fiyatını (F’yi), mülkiyetin sağlayacağı yıllık kazanç beklentisine (K’ya) bölünüz. Mülk sahibinin servet stokunu  ile gelir akımı karşılaştırmış olursunuz. Elde edilen amortisman oranı (F/K) bir ölçüttür. 

Robert Shiller, F/K oranını New York borsasında işlem gören tüm hisse senetlerini kapsayan bir endeksle hesaplıyor. Belli bir yıla ait fiyatları, önceki on yılı kapsayan ve enflasyondan arındırılmış kazançların (bir anlamda “kârların”) ortalaması ile karşılaştırıyor.  F/K oranının yükselmesi kârların aşınmasını ve/veya aşırı finansal şişmeyi gösterir. 

Shiller’in  F/K katsayısı büyük buhranın arifesini  simgeleyen Eylül 1929’da 32,6’ya tırmanmış. Aynı katsayı, Kasım 2009’da 20,3; dokuz yıl sonra (Kasım 2018’de) 29,1’dir. Bu dokuz yılda  hisse senedi sahiplerinin ortalama (sabit fiyatlı) getirisi %4,9’dan %3,4’e inmiştir. Bu değerlerden mülk gelirlerinin (“kârların”) büyüme hızı türetilebiliyor: Yıllık ortalama yüzde 5,7… ABD millî gelirindeki dokuz yıllık reel (%2,2’lik) büyüme temposu aşılmıştır. 

Buna göre krizi izleyen dokuz yılda ABD ekonomisinde  finansal servetler kârlardan daha hızlı artmış; kâr artışları da ekonominin büyüme hızını aşmıştır.
ABD kapitalizminin çelişkileri ortaya çıkıyor: Krizi   izleyen yıllarda finansal getiri oranları aşınmakta; toplam şirket kazançları ise ekonomiden daha hızlı büyümektedir. Bu son tespit, sınıfsal bölüşüm ilişkilerinin emek   aleyhine dönüştüğünü gösteriyor.

Finansal kriz gündemde mi?
Finansallaşma, kapitalist mülkiyetin hisse senetleri piyasalarına taşmasının ötesine geçmiştir. Üretim araçlarının mülkiyeti dahil tüm varlıkların (“alacakların”) ve borçların alınıp-satılan metalara dönüştüğü devâsâ bir kâğıttan servet yığınının oluşmasıdır.  

Bu yığının içinde yer alan özel sektör tahvillerinde tehlikeli bir tırmanma bugünlerde ABD’de endişe uyandırmaktadır.   Carmen Reinhart, bu sorunu, “Yükselen Piyasaların Borç Sorunu Amerika’ya Taşındı” başlığı altında inceliyor (Project Syndicate, 20 Aralık).  

Yatırım bankaları tarafından riskli ve güvenli ipotekli konut borç senetlerinin  birlikte paketlenip pazarlanmasının 2007 sonunda Amerika’daki finansal krizi tetikleyen ana etkenlerden biri olduğu bilinmektedir. Bugün benzer bir uygulama ABD’de yüksek faizli şirket tahvillerinde söz konusudur. Reinhart, güvenceli (“sağlam”) şirket tahvillerinin, riskli (“çürük”) tahvillerle birleştirildiğini; öylece oluşan “paketlerin”  menkul değerler olarak piyasalara sürüldüğünü vurguluyor. 
Finans kapitalin, paradan para kazanma hırsı (“risk iştahı”) sınırsızdır. Düşük faizlerin yaygınlığı, doymak bilmeyen rantiyeleri ABD içinde de bu tür riskli, yüksek getirili yatırım araçlarına sürüklemektedir. Reinhart bu tür kâğıtlarda, “zayıf tahviller” payının tırmandığına işaret ediyor ve uyarıyor: “Finansal krizin tohumu, işler iyiye giderken, çürük borçlar itibar kazanırken atılır. Bugünkü  ABD ekonomisinde olduğu gibi…”

Tahvil piyasaları henüz çökmedi; hisse senetlerini satan rantiyeler, şimdilik tahvil alımına yönelmekte. Ancak orada da  kısa (örneğin iki yılık) tahvil faizlerinin yüzde 3 eşiğine ulaşması, hele hele 10 yıllık tahvil faizlerini aşması ek bir kriz işaretidir. Zira, yükselen faizler tahvilin (anaparanın) değerini düşürmektedir.

Birkaç ay önce bir yazıda şu bilgiyi aktarmıştım: “2017’de 9 trilyon (dokuz bin milyar) dolarlık tahvil, piyasalarda negatif getiri ile dolaşımdaydı. Niçin? Düşen tahvil fiyatları, faiz eklendiğinde dahi alım bedelini karşılayamadığı için…” 
                                                           *** 
Defalarca vurguladım ki kapitalizm, temsilî demokrasinin  iflasından kaynaklanan bir sistem krizi içindedir. İkinci bir “sistem krizi” de var: Çevresine sadece yıkım getirebilen bir düzene “sistem” diyebilir miyiz? Elbette emperyalizmi kastediyorum          
Bu tespitlere 2019’da ABD kaynaklı finansal bir kriz de eklenecek mi? Merakla bekleyeceğiz.

Korkut Boratav / SOL

Erdoğan Metin Akpınar'da kaybedip Hindistan'da kazanır mı? - KEMAL OKUYAN

İsrail’in “derin” gazetesi Haaretz de yazdı, Erdoğan gözünü Hindistan’daki Müslüman nüfusa dikmiş durumda.

Sebep?

İslam coğrafyasında liderlik için giriştiği ilk hamle boşa çıktı da ondan. İhvan ya da Müslüman Kardeşlere bel bağlayan proje Mısır’da tutunamadı, Suriye’de duvara tosladı, Suudi Arabistan’ı karıştırdı, Arap dünyasında düşmanlıklar yenilendi, Erdoğan istediği sonucu elde edemedi.

Ancak dünya kaosta, Türkiye’de patronlar kâra doymuyor, yeni açılımlar peşinde, pastadan pay kapma yarışında. Erdoğan’ın kişisel nüfuzunun artması onlara bu yarışta ek avantajlar sunacak. Türkiye’ye değil, onlara!

Bu rüzgarı arkasına alan Erdoğan şimdi bir kez daha deniyor. ÖSO ile Suriye’ye yerleşmenin planlarını yaparken bir yandan da Ortadoğu’nun dışına (da) yöneliyor. THY Afrika’da 55 kente uçmaya başladı; buralarda ciddi bir Müslüman nüfus mevcut ve Türkiye’nin ekonomik, askeri, kültürel varlığı kıtada ciddi ölçülerde hissediliyor. Bu varlığın alt yapısını Fethullah Gülen’e kurdurmuşlardı, oradan devam ediyorlar.

Endonezya ve Malezya gibi yine Müslüman ağırlıklı ülkelerle ilişkiler son dönemde hızla gelişiyor. Bu iki ülkede kabaca 250 milyon Müslüman’ın yaşadığı hesaba katılmalı.

Geliyoruz Hindistan’a…

Toplam nüfusta Çin Halk Cumhuriyeti’ni yakalamak üzere olan Hindistan’da Müslümanların sayısı 180 milyona yaklaşmış durumda. Uluslararası alanda giderek artan bir “değer”e sahip bu ülkenin yönelimleri dağılan ittifaklar sisteminde dünyadaki dengeleri tek başına değiştirebilecek ağırlığa sahip. Sovyetler Birliği ile ABD’nin kutup başlarını oluşturduğu dönemde Bağlantısızlar Hareketinin en önemli aktörü olan Hindistan şu sıralar ABD ile Rusya’nın silah satışları üzerinden büyük rekabete girdiği, bir yandan da Pakistan ve Çin ile sürekli gerilim yaşayan devasa bir ekonomi.Ve bu ülkenin iç dinamiklerinde Müslüman nüfus önemli bir unsur.

Ne yapıp edip ABD eksenli batı ittifakında yeniden önemli bir yer kapmak isteyen Erdoğan için Hindistan’daki Müslümanlar küçümsenemeyecek olanaklar sunuyor. Geçtiğimiz yıl Hindistan ziyaretinde Hinduları ve ev sahiplerini kızdırmayı göze alarak Kaşmir’i, yani Pakistan ile sürekli gerilim kaynağı olan bölgeyi gündeme getirmesinin nedeni de Hintli Müslümanlar üzerindeki ağırlığını artırmaktı.

Aslında bu Türkiye’nin Hindistan’ın iç politikasıyla ilk ilişkilenişi değil. Kurtuluş Savaşı’nın iki karşıt unsuru Mustafa Kemal ile Vahdettin’in yolları da Hindistan’da kesişmişti. O zamanlar İngilizlerin egemenliğinde olan ve bugünkü Pakistan’ı da kapsayan Hindistan’da Rus Sosyalist Devrimi ve Türkiye’deki bağımsızlık hareketi emperyalizme karşı mücadeleye büyük bir enerji vermiş, Mustafa Kemal yalnız Müslümanlar arasında değil Hindular arasında da prestijli lider haline gelmişti. Devrim cephesinin Lenin’i ve Mustafa Kemal’i vardıysa emperyalistlerin de Vahdettin’i vardı. Bağımsızlık hareketinden kaçıp kendilerine sığınan sabık padişahı Hindistan’a yerleştirerek Müslüman nüfusu kontrol etmeyi düşündüler bir ara lakin İngiliz istihbaratı hemen uyardı: Vahdettin Hindistan’da hiç sevilmiyordu! Vazgeçtiler, böylece Vahdettin’in de halife olarak yeniden dirilme umudu suya düştü.

Şimdi Haaretz Halife Erdoğan diye başlık atıyor ve neden diye soruyor? "Erdoğan neden Hintli Müslümanlara göz kırpıyor?"

Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’ndan yaklaşık 100 yıl sonra geldiği durum budur.
Buradan bir şey çıkmaz. Karmaşık etnik yapısıyla, özgün kast sistemiyle Hindistan’da oldukça güçlü bir sol gelenek vardır; nice Benerci’ye tanıklık etmiştir o topraklar ve halifelik filan bu saatten sonra tutmaz, işlemez…

Burada da tutmayacaktır.Hindistan’da milyonlarca yoksul Müslüman yaşıyor. Binlerce kilometre öteden onlar arasında popüler olmaya çalışılırken buradaki popülerlik fazlasıyla kırılgan ve yanıltıcı.

Sadece bir örnek bile yeter. Metin Akpınar’ın savcılığa ifade vermek için evinden tek başına çıkarkenki görüntüsü muazzam bir otoriteyi değil derinden derine işleyen bir aczi göstermektedir.

Şimdi kalkılmış bu görüntülerle Gandi’nin ülkesinde itibar kazanmaya çalışılıyor. 
Olmaz. 

Kemal Okuyan / SOL

İZBAN işçisine efe, patrona kuzu: Kocaoğlu, 14 yıldır patronlar önünde nasıl eğiliyor? - AHMET ÇINAR

İZBAN grevi başladığı günden bu yana grevdeki işçileri hedef alan CHP'li Aziz Kocaoğlu, dün de işçilere karşı 'dik duracağını, direneceğini, İzmir'in hakkını koruyacağını' söyledi. Bugüne kadar sermaye çevrelerine ve patronlara İzmir'i adeta 'pazarlayan', kentin rantını dağıtan Kocaoğlu'nun, işçilere karşı bu tavrı tepkilere yol açtı... İşte Aziz Kocaoğlu'nun eli titremeden patronlara dağıttığı ranttan bir bölüm...


İzmir'in CHP'li Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu'nun grevdeki İZBAN işçilerine dönük hasmane tutumu, "İzmirlinin hakkını koruyacağım" diyerek halkı işçilerin mücadelesine karşı kışkırtma çabası, Kocaoğlu'nun görev süresi boyunca İzmirlilerin değil de İzmir'i talan etmeye gelen patronların hakkını korumak için elinden geleni yaptığı sicilinin hatırlanmasını ve hatırlatılmasını zorunlu kılıyor. 
Göreve geldiği günden bu yana sermaye çevreleriyle ve patronlarla iyi ilişkiler  içinde bulunan; kentin dokusunu, kültürünü, yaşam alışkanlıklarını bozarak İzmirliyi isyan etme noktasına getiren ve "İzmir'in İstanbullaştırılması" olarak kodlanan sürecin hayata geçirilmesinde büyük rol oynayan Kocaoğlu, tüm bu çabalarının doğal uzantısı olarak işçi düşmanlığını da elden bırakmıyor. 

Büyükşehir Belediyesi'ni "holding", İzmirlileri "müşteri", kendisini "CEO" olarak gören Kocaoğlu, 14 yıldan beri asıl mesleği olan tüccarlığı bir gün bile bırakmadan belediyeyi bir tüccar edasıyla yönetiyor.

İZBAN işçilerinin, anayasal haklarını kullanarak greve başladıkları 10 Aralık'tan bu yana hemen hemen her gün işçiler aleyhinde demeçler veren Kocaoğlu, dün de işçilere karşı "dik duracağını, direneceğini, İzmir'in hakkını koruyacağını" söyledi. Hatta İzmir halkını da, hakkını arayan işçilere karşı kışkırtarak, "Ben nasıl direniyor da uğraşıyorsam, İzmirli hemşerilerim de biraz erken kalkacak, işinden biraz geç çıkacak. Zamana yayılacak ve İzmir olarak her zaman olduğu gibi dik duracağız, dayanacağız. Başka çaremiz yok" dedi.

İşçilere karşı "direneceğini" ve "dik duracağını" söyleyen Kocaoğlu, patronlara karşıysa son derece verimkâr, yumuşak başlı ve cömert oldu. Özellikle Folkart patronu Mesut Sancak ile Kocaoğlu'nun sıkı ve samimi dostluğu İzmir'de herkesin bildiği bir gerçek. 

İşte patron dostu Kocaoğlu'nun kimlerin hakkını savunduğunu gösteren projelerden bazıları: 

1- TARKEM: BİR ŞEHİR PROJELERLE NASIL İŞGAL EDİLİR?
İzmir'in kalbini sermaye sınıfına açmaya yönelik TARKEM projesi, Kocaoğlu döneminde üzerinde özellikle durulan bir proje oldu. Bir kentin projelerle nasıl işgal edilebileceğini gözler önüne seren TARKEM, adeta bir işgal planı olarak devreye sokuldu. Basmane-Çankaya-Kemeraltı hattını sermaye gruplarının kuşatması üzerinden kurgulanan projenin 10 milyon liralık sermayesinde Büyükşehir Belediyesinin payı 3 milyon liraydı. Geçen hafta, yani İZBAN işçilerinin hakları için grevde olduğu günlerde yapılan TARKEM olağanüstü genel kurulunda sermaye 25 milyon liraya çıkartıldı. Bu sermayenin ne kadarının belediyeye ait olduğu, eski yüzde 30'luk hisse dikkate alındığında şimdiki belediye hissesinin 3 milyon liradan 7,5 milyon liraya mı çıkacağı -şimdilik- bilinmiyor.

2- TETUSA ŞİRKETİNE KOCAOĞLU'NDAN CAN SUYU
Çeşme'ye termal turizm yatırımı için yola çıkan 60 ortaklı şirket olan Tetusa'ya, İzmir Büyükşehir Belediyesinden adeta can suyu verildi. Belediyenin İzenerji şirketi, 60 patronun ortak olduğu Tetusa'ya 12 milyon liralık hisse senedi alarak yüzde 40 oranında ortak oldu. Kamu kaynakları resmen ve alenen Tetusa şirketine akıtıldı.

3- İZFAŞ BİNASI ÖZEL ÜNİVERSİTEYE HEDİYE
Kültürpark içerisinde bir kamusal varlık olarak yer alan İZFAŞ binası, özel bir üniversite olan Tınaztepe Üniversitesi'ne adeta "armağan" edildi. Hem de yüz binlerce liralık tadilattan sonra. İzmir Fuarı'nı yıllardır çeşitli sermaye gruplarına "sponsorluk" adı altında şov ve teşhir alanı haline getiren Kocaoğlu, şimdi de bir kamu binasını yeni kurulan bir özel üniversiteye tahsis etti. İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültürpark Şube Müdürlüğü tarafından kullanılan hizmet binası, İzmir'in 10'uncu özel üniversitesi olarak kurulan ve hastane patronu Mehmet Bektur'a ait olan Tınaztepe Üniversitesi’ne tahsis edildi.

4- TRAFİK VAKFI FOLKART'A ARMAĞAN
Belediye bünyesindeki araç çekme ve toplama işlemleri, Folkart Holding Başkanı Mesut Sancak ile Akça Holding Başkanı Rıza Akça'ya devredildi. Belediyenin icra ettiği ve gelir sağladığı araç çekme ve toplama işlemleri özel sektöre devredilmiş oldu. Çalışmalar, vakıf bünyesinde kurular İZTAŞ İzmir Özel Trafik Eğitim ve Özel Sağlık Hizmetleri A.Ş. tarafından yapılmaya başlandı. Patronlara yeni bir gelir kapısı yaratıldı. Kocaoğlu’nun talimatı ile çalışma yapan yedi çekici vakfa hibe edildi.

5- TİCARET ODASININ ÜNİVERSİTESİNE İMAR KIYAĞI
İzmir Ticaret Odası tarafından kurulan özel İzmir Ekonomi Üniversitesinin Güzelbahçe'deki 200 dönüm arazisinin imar planları Büyükşehir meclisinde onaylandı. Araziye yüzde 26 fazla imar verildi. Geçen yıl da, İzmir Ekonomi Üniversitesi'ne ait 38 dönümlük "üniversite alanı" imarlı arazisine imar artışı verilmiş, 1.50 olan emsal 2'ye çıkarılmıştı. Böylece 57 bin 30 metrekare inşaat alanına sahip arazi, imar artışıyla birlikte 76 bin 41 metrekare inşaat hakkı elde etmişti. 

6- ÜÇKUYULAR, İSTİNYE PARK PROJESİNE TESLİM
Kamuoyunda "hukuksuz AVM inşaatı" olarak bilinen İstinye Park projesi, kentte "AKP ile CHP'yi birleştiren proje" olarak tanındı. AKP'li Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile CHP'li Balçova Belediyesi İstinye Park projesinde birlikte hareket etti. Ancak Üçkuyular meydanının ve pazaryerinin sermayeye açılmasının ilk yolunu Aziz Kocaoğlu açtı. 2009 yılı Aralık ayında buraya 5 bin kişilik kongre merkezi yapılacağını duyuran Kocaoğlu'nun kendisiydi. Kocaoğlu bir ay sonra fikir değiştirdi. 2010'un Ocak ayında "servet" olarak gördüğü arsaların satılması, buranın AVM ve otel yapılması gerektiğini söyledi. 18 dönümlük alan 2013'te Doğuş Grubuna satıldı. Üçkuyular'ın patronlara pazarlanmasının önünü açan, yolunu yapan yine patron dostu Aziz Kocaoğlu oldu. Şimdi orada hukuksuz bir inşaat yükseliyor. 

7- KÜLTÜRPARK'I FOLKART'A 'ARKA BAHÇE' YAPMA GİRİŞİMİ
Aziz Kocaoğlu, iki yıl önce sağına Ticaret Odası Başkanı'nı, soluna Sanayi Odası Başkanı'nı alarak Kültürpark'ın içine kongre merkezi inşa edeceklerini duyurdu. Adının da "Yeni Kültürpark Projesi" olduğunu açıkladı. Kısa süre sonra anlaşıldı ki: Kongre merkezi bahane, Kültürpark çevresinde yaratılan rant şahane... Kamuoyunda "Basmane çukuru" olarak bilinen alanı ele geçiren Folkart, buraya 67 katlı bir "ucube" saplayacağını duyurdu. Bina bittiğinde, "ucube"nin bir bölümünün "Büyükşehir Belediyesi hizmet binası" olacağı açıklandı. Zaten birlikte çalışan Büyükşehir ile sermaye, artık fiziksel olarak da iç içe geçmiş olacaktı! 67 katlı "ucube"nin yanıbaşındaki Kültürpark'ta Folkart'a arka bahçe yapılacaktı. Bu "oyun" kısa sürede anlaşıldı ve İzmir'de söz konusu projeye karşı büyük bir direniş başladı. Proje şimdilik buzdolabında ama dolaptan çıkarılıp yeniden ısıtılabilir. 

8- HİLTON OTELİNİN ORTAĞI BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ AMA KOCAOĞLU KILINI KIPIRDATMADI
İzmir Hilton Oteli'nin yüzde 23.84'ü İzmir Büyükşehir Belediyesinin... Nedeni şu: Eski başkanlardan Burhan Özfatura döneminde, 7 bin metrekare belediye arazisi karşılığında belediye yüzde 23.84 oranında Hilton Oteli'ne ortak oldu. Ancak bu ortaklıktan Büyükşehir Belediyesi'nin kasasına tek kuruş para girmedi. 2013'te Kocaoğlu, ya kalan hisseleri satın alacaklarını ya da kendi hisselerini büyük ortağa satacaklarını söyledi. Ancak o günden beri hiçbir faaliyette bulunulmadı. Yıllardır bu paralar Büyükşehir kasasına değil, patronların kasasına akıyor.

Ahmet Çınar / SOL 

2019 asgari ücreti ve düşündürdükleri - HÜSEYİN İRFAN FIRAT

Ülkemizde sadece çalışanları değil, işverenleri ve devleti de çok yakından ilgilendiren asgari ücret dün açıklandı. Aslında tahminlerin çok ötesinde bir rakam çıkmadı karşımıza. Açıklanan tutar Cumhurbaşkanı aylığına yapılan yüzde 26’lık artış düzeyinde. Bu da açık bir biçimde yapılan artışla Cumhurbaşkanı’nın mart ayında oy kullanacak seçmene “kendime ne yaptıysam size de o” mesajı anlamına geliyor.
AKP hükümetinin iş başında olduğu son 15 yılın asgari ücret artışlarına baktığımızda en yüksek artışın henüz iktidara geldikleri 2003 yılında yüzde 38 olarak gerçekleştiğini görüyoruz. Sonraki yıllarda ise asgari ücret rutin bir çizgi izliyor, ta ki 2016 seçimlerine kadar. Bu yıl seçmene vaat edilen bin 300 TL net vaadinin yerine gelmesi amacıyla yüzde 30’luk bir artış gerçekleşiyor.

ASGARİ ÜCRET NET VE AGİ İLE AÇIKLANIYOR

Ancak bu arada asgari ücrette bizim dikkatimizi çeken ve kamuoyunu da yazılarımızla uyarmaya çalıştığımız bir değişiklik yaşandı. Hükümet öteden beri brüt olarak açıklanan asgari ücreti devletçe çalışanlara sağlanan Asgari Geçim İndirimi’ni (AGİ) de ekleyerek net açıklamaya başladı. Aslında bu doğru yöntem değildi; çünkü asgari ücret yıllardan beri brüt olarak belirlenir, üzerinden yasal kesintiler düşüldükten sonra net tutar açıklanır. Yani asgari ücret fazla görünsün diye üzerine AGİ eklenerek açıklanmaz.

ASGARİ ÜCRETİN BRÜTTEN NETE HESABI

Bu yıl da aynı yöntem izlendi ve aslında 2 bin 558 TL brüt olan asgari ücret net 2 bin 20 TL olarak açıklandı. Asgari ücret üzerindeki yasal kesintiler şöyle;
Brüt asgari ücret 2,558
SGK primi (yüzde 14) 358,12
İşsizlik sigortası (yüzde 1) 25,58
Gelir vergisi (yüzde 15) 326,14
Damga vergisi (yüzde 000.7.59) 19,41
Yasal kesintiler toplamı 729,25
Net asgari ücret 1.828.75
Asgari geçim indirimi 191,85
(bekâr çocuksuz bir çalışan için)
Ele geçen ücret 2,020
Vergi yine asgari ücretlinin sırtında
Önümüzdeki yıl asgari ücretli bir çalışan devlete toplamda 3 bin 913 lira 68 kuruş, yani neredeyse 4 bin TL vergi ödeyecek. Bu rakam çalışan hep yüzde 15’lik vergi diliminde kalırsa geçerli, oysa çalışanlar 2018 yılının eylül ayından itibaren yüzde 20 olan bir üst dilime ulaştılar.
Bu yıl ücretlilere ait gelir vergisi tarifesi henüz açıklanmadığı için hangi ay bir üst dilime ulaşacaklarını bilemiyoruz; ancak yapılması gereken vergi tarifesinde yüzde 15 olan ilk dilimin asgari ücretin yıllık tutarına göre ayarlanmasıdır. Böylece asgari ücretli hiç değilse 12 ay boyunca aynı net ücreti alabilecektir.
Bu arada hükümet son 2 yıldır asgari ücretlinin net ücretinde azalma olmaması için AGİ tutarlarında değişiklik yaparak bu erozyonu önlemeye çalıştı. Ayrıca işverenlere de asgari ücret desteği sağlandı. Bu yıl aynı uygulamaların olup olmayacağını ise hep birlikte göreceğiz.

ASGARİ GEÇİM İNDİRİMİ DE ARTTI

Asgari ücrete bağlı olarak ve çalışanların medeni durumuna göre uygulanmakta olan Asgari Geçim İndirimi (AGİ) de arttı. 2019 yılında çalışanlara uygulanacak AGİ tutarları aşağıdaki gibi olacak:
Medeni durumu AGİ
Bekâr 191,88
Evli, Eşin Geliri Olan, 191,88
Evli, Eşin Geliri Olan, Bir Çocuk 220,66
Evli, Eşin Geliri Olan, İki Çocuk 249,44
Evli, Eşin Geliri Olan, Üç Çocuk 287,82
Evli, Eşin Geliri Olan, Dört Çocuk 307,01
Evli, Eşin Geliri Olan, Beş Çocuk 326,2
Evli, Eşin Geliri Olmayan, 230,26
Evli, Eşin Geliri Olmayan, Bir Çocuk 259,04
Evli, Eşin Geliri Olmayan, İki Çocuk 287,82
Evli, Eşin Geliri Olmayan, Üç Çocuk 326,2
Evli, Eşin Geliri Olmayan, Dört Çocuk 326,2
Evli, Eşin Geliri Olmayan, Beş Çocuk 326,2
HÜSEYİN İRFAN FIRAT/ BİRGÜN

Rabbim ‘aldıkça alıyor’ - Zafer Arapkirli

Sayın Bülent Arınç’ın veciz bir sözü vardı: 
“Kurban olduğum Rabbim
 verdikçe veriyor…”

İktidarın peşpeşe gelen siyasi kazanımlarına vurgu yaparken sarf etmişti bu sözü. 
Bugün bizim açımızdan, yani demokrasiden, özgürlüklerden, hukuktan ve adaletten yana kitleler açısından bakıldıkça, “Rabbim” maalesef aldıkça alıyor. Her gün, hatta her geçen saat hukukun, adaletin, demokrasinin ve insan haklarının yara aldığı, insanların hukuka olan inançlarının, dolayısıyla da geleceğe olan umutlarının zedelendiği örneklere tanık alıyoruz.
 
Sadece bir gün içinde 3 haber başlığı, bu bağlamdaki umutları sararttı. 


Varan 1: 
Fox Haber ve Halk TV’ye yayın durdurma ve para cezası. Bir yayın kuruluşuna, gazeteciye verilecek en ağır cezadan söz ediyoruz. Üstelik de bu kararı veren kurum (bu durumda Radyo Televizyon Üst Kurulu - RTÜK) siyasi parti temsilcilerinden oluşuyor ve iktidar blokunun “parmak çoğunluğu ile” çalışıyorsa. Bu da yetmiyormuş gibi, “En Üst Muktedir İrade”nin demecinden adeta bir “görev çıkarıyormuş” izlenimini fevkalade vererek.
 
Varan 2: 
TBMM çatısı altında, bir milletvekiline (yani seçilmişe) parmak sallayarak ve üst perdeden avaz avaz “Dinleyin!” diye bağırarak konuşan (atanmış-bürokrat statüsündeki) bakanla polemiğe giren milletvekili hakkında dava açılıyor. Gerekçesinde de, sanki “Aralarında komutan-ast rütbeli asker ilişkisi varmışçasına” bir gönderme ile. Ne yani? Meclis kürsüsünde bir milletvekili, bir bakanı eleştiremeyecek mi artık? Eleştirince, kendini yargı önünde mi bulacak? Ve daha da vahimi, yine bir önceki örnekte olduğu üzere “En Üst Muktedir İrade”nin parmakla işaret etmesi üzerine!.. 

Varan 3: 
Meclis Başkanı, partisinin büyükşehir başkan adayı olarak gösterilmesine rağmen, görevinden istifa etmek zorunda olmadığına hükmediliyor. Kim tarafından? Yine “En Üst Muktedir İrade” tarafından. Oysa ki, T.C. Anayasası (çok net biçimde) tam tersini emrediyor: “…Meclis Başkanı Meclis içinde ve dışında siyasi parti faaliyetinde  bulunamaz…” diyor. Nokta.. Seçim kampanyasında ne yapacak Sayın Meclis Başkanı? O makamdaki icraatını mı anlatacak? İktidar partisine oy isteyecek. Partisini savunacak, oy isteyecek. Anayasayı çiğneyecek yani. Sorulduğunda kendisi şu yanıtı veriyor. “Bu tartışma kapanmıştır…” Yani, “Bırakın anayasayı.. Hükmü sayın liderimiz verdi” demeye getiriyor. 


Dedim ya: 
‘Rabbim aldıkça alıyor…’ 
Basın, düşünce ve ifade özgürlüğünün, eleştiri ve sorgulama özgürlüğünün, uyarıda bulunma özgürlüğünün ayaklar altına alındığı bir dönemdir bu. Muhalif sesleri ekrana, mikrofona, sayfalarına yansıtan medyanın baskı altına alınması, özellikle seçim dönemlerinde “Adil olmayan yarışma” anlamına gelir ki, bu da geçmişte defalarca yaşandığı gibi, seçimin (ya da referandumun) sonucunu “gayri meşru, geçersiz” kılar.
Oldu olacak, sonuçları şimdiden Anadolu Ajansı (A.A.) ve TRT’den ilan edin, yandaş gazetelerde 9 sütuna basın da, zahmete girmesin memleket. Onca emek ve çaba da harcanmasın. 

Bir ülkenin tüm yasaları ve anayasanın hükümleri ve tüm mahkemelerin yetkilerinden de ağır bir yükümlülüğü vardır Yüksek Seçim Kurulu’nun. Bu kurulun görev süresinin ilginç koşullarda uzatılması, tam da aynı günlerde “Cumhurbaşkanı, seçim yasaklarıyla bağlı değildir” hükmünü vermesini saymıyorum bile… 

Bunun adına demokrasi diyebilir misiniz? 
Derseniz, yüzünüz nasıl olur da kızarmaz? 
Hukukun, adaletin, hakkaniyetin, en önemlisi de demokratik ilkelerin üzerinden paspas gibi yürüyüp geçerek kazanacağınız bir “Seçim Zaferi” sonsuza kadar tartışılır. 


Sonuç, o gecenin tutanaklarının üzerine yazıldığı saman kâğıttan bile daha değersiz hale gelir.

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Hıyar zamanı - MİNE SÖĞÜT


“Taze endamınla sen pek dilşikârsın (gönül avcısı) ey hıyar!” diye başlayan; 
“Her ne yazsam sen kızarsın her sözüm olmuş günah, 
Bilmeyenler zannederler iktidarsın ey hıyar!” diye biten bir şiir yayımlayarak; 
Ne yazsak Marko Paşa’yı toplatıyorlar. 
On beş sayı çıkabilen gazetemizin yedi sayısını toplattılar. 
Biz de, zülfü-i yâre dokunmayalım, güneşe karşı su döküp de çarpılmayalım, evliya-i umuru incitip, fincancı katırlarını ürkütmeyelim diye suya sabuna dokunmadan, havadan sudan yazılar yazmaya karar verdik. 
Bundan sonra gazetemizin her sayısını, meyva ve sebzelerin övgülerine ayıracağız. 
Şimdiye dek gazetemizi, İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı toplattırdı; 
Bakalım, bu kez de Tarım Bakanlığı toplatacak mı? 
Gazetemizin bu sayısı, hıyar özel sayısıdır. 
Baştan sona dek, hıyarın ve hıyarların övgüsünü bulacaksınız. 
Memleketimizin hıyarlarını incitmemek için, onların bile aleyhinde bulunmayacağız” diye bir giriş yazısı yazan; 


Ve sansür tarihine “Hıyar özel sayısı”yla damga vuran Marko Paşa’nın hikâyesi, sanki bu ülkenin çok ama çok eski bir hikâyesi değilmiş gibi...
 
Olan bitenin üzerinden yarım asırdan fazla zaman, iki askeri darbe, bir muhtıra, birkaç neye hizmet ettiği belirsiz kalkışma, iki anayasa, onca seçim, bir sürü referandum, şu kadar cumhurbaşkanı, bu kadar başbakan, bir o kadar da hükümet geçmemiş gibi... 


Tüm bu süreç içinde ülke, demokrasinin olanakları ve birtakım akıl oyunlarıyla ileriye değil geriye, çok ama çok çok geriye gitmemiş gibi... 
Sanki önümüzdeki aylarda “gerçekten” bir yerel seçim yapılacakmış gibi... 
Adaylara değer biçiyor, sloganlar hakkında fikir yürütüyoruz. 
Ama bu arada kâh yüzde ellilik bir kalabalığın içinde... 
Kâh bomboş bir karanlığın merkezinde... 


Tehditlerle kısılmaya çalışılan seslerden geriye kalan ıssızlıkta aklımızı yitiriyoruz. 
Hukukun, adaletin, sağduyunun, demokrasinin, evrensel politik ilkelerin ve daha da önemlisi can güvenliğinin olmadığı bir ülkenin korunmasız yurttaşıyız. 


İktidarın öfkesiyle tetiklenen gayri meşru bir hukuk refleksinin, insanın başına nasıl belalar açabileceğini her fırsatta çarpıcı örneklerle tekrar tekrar öğrenmekle lanetliyiz. 
Mazotunu aynı öfkeden alan ve amacını aşarak ölçülerini iktidarın tepkileriyle belirleyen bir denetleme kurulunun kararlarıyla yok edilmeye çalışılan muhalif yayınların ardından, bir süre sonra evlerimizde fısıltıyla bile konuşamayacak hale gelmek üzereyiz. 
Her şeyin raydan çıktığı bu korku cumhuriyetinde... 


Artık ne basın özgürlüğünden bahsedilebilir, ne fikir özgürlüğünden, ne de adalet umudundan. 


Bu ülkenin başına gelmesinden ta en baştan beri korkulan ne varsa hepsi geldi. 
Şu anda başımıza gelenlerin sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. 
Ve adını net olarak koymaktan tehditlerle alıkoyulduğumuz bir felakete sürükleniyoruz. 
Bu ahval şerait içinde muhtaç olduğumuz kudret belki de... 
Aziz NesinSabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz’ın 1940’lı yılların ikinci yarısında...Hayatları ve özgürlükleri pahasına...
Her türlü tehlikeyi ve tehdidi görmezden gelerek... 
İnançla ve ısrarla çıkardıkları Marko Paşa gibi bir politik hiciv dergisinin tarihimizdeki ibretlik varlığındadır. 


Ve belki de tarihi tekerrür sırası bu kez hıyarda ya da nardadır.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

‘TCG Hasdal’ - Meriç Velidedeoğlu

Önceki “Genelkurmay Başkanı”, günümüzün “AKP” iktidarının “Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar”“Hasdal”dan söz edince (18.12.2018) beş yıl öncesinin “29 Ekim” gününü anımsadım. 


O gün, Hasdal’da tutuklu bir Kd. Kurmay Albay’ı, ailesiyle birlikte ziyarete gittiğimizde, Hasdal’ın artık “TCG Hasdal” olduğunu öğrenmiş ve “TSK”nin, “Balyoz Davası”ndan tutuklu komutanlarından burada olan 36 komutanımızla birlikte, Cumhuriyet’in 90. yaşını, bir tören düzeninde kutlamıştık, yürekten taşıp gelen bağlılıkla, inançla dolu dolu olarak... 

Törenden sonra komutanlar ziyaretlerine gelen aileleriyle, yakınlarıyla bir arada olabileceklerdi; birlikte geldiğim ailenin tutuklu oğullarının ilkokul öğrencisi kızı Zeynep, biz büyüklerin konuşması uzayınca dayanamadı, babasına sarılıp, coşkuyla iki kuvvetin peşinde olduğunu söyledi: Bunlardan biri, insanı küçültebilmek, öteki de ışınlamaymış; böylece Zeynep, küçülüp ışınlanacak, babasının cebinde olabilecekti, babasını her özlediğinde... 

Hasdal’ın bir yüzü de buydu. 

Ayrıca Hasdal’a ziyaretçi olarak girmek de öyle pek kolay olmamıştı; bu konuya da şöyle bir dokunmak gerekir; “TSK”ye, “Balyoz” iner inmez, “Simgesel Eylem Grubu”muzla, Beşiktaş’ta başlattığımız, “Sessiz Çığlık Eylemi”ni tutuklu komutanların yakınlarının katılımıyla birlikte, kimi “STK”lerin ve halkın da desteğiyle sürdürmeye başladık. 

Bu eylemler sırasında, “Balyoz Davası”nın yargı süreci de işlemiş, bir yerel mahkemenin -“20 yıla varan”- tutukluluk cezasını içeren kararı çıkar çıkmaz, “Yargıtay”a taşınmıştı. 

Ne ki, “Yargıtay Savcısı”nın bu kararı onaylamakla kalmayıp daha ileriye götürmesi bir yana, iddianamenin gerek dil, gerek imla kuralları bakımından da inanılmaz yanlışları ve ayrıca, yüzlerce “zaman çelişki”sini içeren bir metinden oluşması karşısında, Hasdal’daki bu “36 komutan” bir basın açıklaması yaptı.

Türkiye’deki, “hukuk” ve “adalet”in bitme noktasına geldiğine dikkat çekmek için, “üç günlük açlık grevi” yapacaklarını bildirdiler. (29.6.2013)
 
Dolaysiyle o gün, “Sessiz Çığlık Eylemcileri” olarak, Beşiktaş’taki seslenişimizin ardından “Hasdal”a gittik; Hasdal’ın “Ana Nizamiye” kapısının önünde toplanıp, tel örgülere dayanarak “36 Komutan”ımıza seslendik: “Geldik! Yanı başınızdayız!” diye... Böyle bir direnme sürecinden sonra başlayabildi ziyaretler... 

Ve “Hasdal”ın adının, “TCG Hasdal” olmasından söz etmeden önce, Balyoz’un inmesiyle tutuklanan, “TSK”nin “26 yıllık” mensuplarından “Mustafa Önsel”, “Beşiktaş’ta Sırtlan Pususu” adlı kitabında Hasdal’dan söz eder; kısaca değinelim; “Hasdal  Garnizonu’nu kurduğu için Hasdal soyadı verilen General Hasdalın torunu Alb. Ege Hasdal’ı tanıyarak mesleğine başlamış Önsel, Hasdal Askeri Cezaevi’nde de mesleğinin sona ermiş” olduğuna vurgu yapar. Ve değerli dostlar, “Balyoz” günlerinin sözcüsü “Bülent Arınç Beyefendi” “Balyoz Davası” için: “Türkiye bağırsaklarını temizliyor!” demişti (Temmuz 2008). 
“Bağırsak” adını verdiği “Türk Silahlı Kuvvetleri”nde (TSK), bu temizlik yapılırken, “Bakan Akar neredeydi?” Yanıtı rahatlıkla verdi, “Hasdal”da imiş, 3. Kolordu Komutanı olarak!
 
Sıra geldi, “Hasdal”a, neden “TCG Hasdal” adı verildiğine; “TCG”nin açılımı anlaşılacağı gibi “Türkiye Cumhuriyeti Gemisi”; Hasdal’da tutuklu komutanların çoğunluğu, “Deniz Kuvvetleri”nin komutanlarından olduğundan, Hasdal’ın da böyle bir gemiye dönüştürüldüğü düşüncesiyle bu ad uygun görülmüştü. 


Yazıyı noktalamadan önce, geride bıraktığımız “salı” günü, Erdoğan, Bakan Akar’ı eleştiren “CHP”nin Grup Başkanvekili Özgür Özel için: “Gerekli dersi tabii ki yargıda vereceğiz (...) Önce tazminat sonra ceza!” dedi... 


Değerli dostlar, ortaçağın “Engizisyon Mahkemeleri”nde bile, yönetici otoritenin bu denli müdahalesi görülmemiştir; bu konuda en ünlü örnek olan ve tüm ayrıntıları bilinen “Galile Davası”nda da rastlanmaz... 

Ve ülkemizin yüzünü yine kızartan davada, M. Akpınar ve M. Gezen’e uygulananların, sanat ve sanatçı bağlamında da, koyu dinci, tarikatçı, çağdışı kişiden,“Hikmetyar”dan  “feyz” alarak yetişmenin sonuçlarından kaynaklandığı açıkça ortada değil mi? 

Ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

RTÜK cezaları hafif oldu!..- AHMET TAKAN

RTÜK affetmedi. Halk TV ve FOX TV'ye rekor ceza yağdırdı. Yayın durdurma ve yüklü miktarlarda para cezaları verildi.

Bence, bunlar yetmez. Daha ağırları verilmeli... Bu adamlar, bu cezalarla akıllanmaz.  Hanya'yı Konya'yı görebilmeleri ve yola getirilebilmeleri için adam akıllı cezalara çarptırılmaları gerekir. İbreti alem için!..


Sadece, Halk TV'ye, FOX TV'ye verilen cezalarla da kalınmamalı. Bu kanalları ve de özellikle Uğur Dündar ve Fatih Portakal'ı izleyenlere de ağır yaptırımlar uygulanmalı!..

Amaa!.. Önce şu Metin Akpınar ve Müjdat Gezen için bir çift lafım olacak. Lütfen, yargıya müdahale ediyor diye değerlendirilmesin. Çok değerli, bağımsız savcı ve hâkim abilerim;
Muhteremlerin yaptıklarının ceza kanunlarında karşılığı nedir? Ben bilemem. Tabii ki, sizler hür iradenizle çok çok iyi bilirsiniz. Ancak, benim de naçizane önerilerim olacak. Metin ile Müjdat efendileri, yaptıklarına bin pişman olabilmesi, onların hak ettikleri cezayı  bulmaları için, 6 yıl boyunca dönüşümlü olarak, A Haber, NTV, CNN Türk, Haber Türk kanallarında katıksız programlara katılma cezasına çarptırın. Arta kalan zamanlarında da Sabah ve Yeni Şafak gazetelerini okumalarını şart koşun. Hatta bu televizyonların  sabah programlarına da çıkartın, Sabah, Akşam, Güneş, Star, Yeni Şafak, Milliyet, Hürriyet gazetelerinin manşet ve birinci sayfa haberlerinin tamamını izleyicilere okusunlar...

En başta söylediğim üzere, Halk TV, FOX TV ve de Uğur Dündar, Fatih Portakal'ı izleyenler de mutlaka doğru yola döndürülmeli. Bu izleyiciler, tek tek tespit edilip, önce, sabah kargalar kahvaltılarını etmeden yayına başlayan A Haber'deki Erkan Tan'ın programını başından sonuna kadar tuvalete bile gitmeden izleme cezasına çarptırılmalı. Hayatlarında, akşama kadar geçen sürede ise yukarıda saydığım gazetelerin en az ikisinin tamamını okuma ve manşetlerini defterlerine yüz defa yazma zorunluluğu getirilmeli. Yatana kadar da CNN Türk'ten Ahmet Hakan'ın "tarafsız bölgesi"ni izlesinler!..

Uğur Dündar ile Fatih Portakal'a gelince... Onların cezaları hepsinden daha ağır olmalı. Ama bu cezalar verilirken kamu yararı düşünülmeli ve eğiticilik ön planda tutulmalıdır. Bu yüzden önerilerimi şöyle sıralayabilirim;
-Uğur Dündar'a, 3 yıl, NTV'de Oğuz Haksever'den konjonktüre göre haberci olma, haber bülteni sunma, program yapma dersleri almasına,
-Bu dersleri aldığı sırada, Oğuz Haksever'in sunduğu haber bülteni ve diğer programlarda tek ayak üstünde bekleme,
-Her gün, Sabah gazetesinden Mehmet Barlas'ın köşe yazılarını okuyup, defterine en az 10 kere yazmasına,
-Sabah gazetesinden Mahmut Övür'den, köşe yazısı yazma teknikleri konusunda ders almasına,
-TRT haber merkezinde stajyer muhabirlik yaptırılmasına,
-Fatih Portakal'a, 3 yıl, Ahmet Hakan'dan gazeteci kazanırken nasıl yazar, nasıl program yapar dersleri almasına,
-Haber Türk'te Didem Arslan Yılmaz'ın TiVi programcılığının gerçek esasları hususunda rahle-i tedrisatından geçmesine,
-A Haber'de stajyer programcılık yapmasına,
-Her gün, Sabah gazetesinden Engin Ardıç'ın köşe yazılarını okuyup, defterine en az 10 kere yazmasına,
Karar verilebilir...

Ulu yargı heyetinin, Uğur Dündar ile Fatih Portakal'ın cezalarını tamamladığı ve hak ettikleri dersi aldıklarına kanaat getirebilmesi için son olarak da hareketin lideri doktor Devlet Bahçeli ile Star TiVi'de birer program yapması şartı konulabilir!.. Muhteremler, Devlet Bahçeli ile yaptıkları programlardan başarı ile geçerlerse, Cumhur İttifakı'nın nimetleri konusunda okkalı birer köşe yazısı da kaleme alırlarsa affedilebilinir. Yoksa, eğitim süreleri uzatılabilinir!.. Hem de Erkan Tan'a stajyer yapılarak...

Ha!.. Halk TV ve FOX TV yöneticilerini de unuttum sanmayın. Onlar da sarayda hizmet içi zorunlu eğitimden geçirilsin. Hem de en az 2 yıl!..

Yüksek tensiplerinize saygılarımla arz ederim!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ