14 Ocak 2019 Pazartesi

Umut ve özgürlük çağı: 70’ler - Cem Erciyes

Derya Bengi’nin ‘sazlı cazlı sözlük’ dizisinin belgesel özelliği kadar son zamanlarda tekrar depreşen nostalji merakımıza hitap eden bir yanı da var. Adeta tam da ihtiyaç duyduğumuz anda yetişmiş gibi bu kitaplar.
Çocukluğumun geçtiği 1970’ler hafızamda akşama kadar koşturduğumuz tozlu sokaklar ya da anneannemin huzur kokan evi kadar popüler kültürden o yaşımda algılayabildiğim bazı kırık dökük görüntüler ve seslerle yaşıyor. Grundig marka teybimizde dinlediğimiz kasetler ve yaptığımız kayıtlar, siyah beyaz televizyonun karşısında geçen geceler, Kaynanalar dizisi, Eurovizyon heyecanı, Ecevit-Demirel kavgaları, Cici Kızlar, Çanakkale Emek Sineması’nda uykulu gözlerle tamamladığım Cem Karaca konseri… Siyasetin gündelik hayata damgasını vurduğu, solun hiç olmadığı kadar etkili olduğu, toplumsal değişimin dolu dizgin yaşandığı o yıllarda popüler kültür de ülkenin muhafazakarlığı ile talep edilen özgürlükler arasında sıkışarak biçimleniyor; müzik, sinema, edebiyat ve gündelik hayat hızla değişiyordu. Benim 80’lerin baskıcı ortamında sıkılıp bunalarak geçen ilk gençliğimde imrenerek baktığım 70’ler, evet dertli ama gerçekten de hareketli, enerjik, umut dolu ve çok daha özgür bir dönemdi.
Bunu bir kez daha Derya Bengi’nin yeni kitabını okurken anladım. Derya Bengi, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Sazlı Cazlı Sözlük serisine geçen yıl 1950’ler kitabıyla başlamıştı. ‘Şimdiki Zaman Beledir’ adlı kitabın ardından 60’ları anlatan ‘Dünya Durmadan Dönüyor’ geldi. Şimdi de 70’li yıllarda Türkiye’yi anlatan ‘Görecek Günler Var Daha’ yayımlandı.
Sunuş bölümünde Derya Bengi kendi kitabını şöyle anlatıyor: “Görecek Günler Var Daha, 70’li yılların Türkiye’sinin ritmiyle sallanan, sarsılan, bu ritmin üzerinde şarkılar, türküler mırıldanan bir sözlük. Bu sazlı cazlı sözlük, 70’lerin müziğine toplumsal değişimin ve siyasetin aynasından bakıyor, hayatın akışını müziğin akışında yeniden tartıyor. A’dan Z’ye, Abba’dan Zülfü’ye uzanırken, koca on yılın birikimini anılarla, öykülerle, plaklarla dile getiriyor.”
90’lı yıllardan itibaren müzik yazarlığının, yayıncılığının en etkili isimlerinden biri olan Derya Bengi neredeyse bu alanın ‘bilge kişisi’ sayılır. Sanki yıllarca yayımlayıp yönettiği Roll ve başka dergilerde yaptığını şimdi de kitaplarla sürdürüyor. Yani, müziği tüm farklı renkleri ve hikayeleriyle, onu kuşatan kültür ve siyasetle birlikte ele alan, sözü bizzat müzisyene-sanatçıya bırakıp kendisi kenara çekilirken can alıcı olana zarifçe işaret eden bir gazetecilik-yazarlık anlayışı…
Bengi’nin yeni kitabı ‘Görecek Günler Var Daha’ alfabetik bir belgesel, bir sözlük. Türkiye’nin 10 yılını tarayan Bengi, gazete ve dergi arşivlerinde epey vakit geçirmiş ve neredeyse yarım asır öncesine dair bir belgesel seçki oluşturmuş. Bu belgeselin içinde iz bırakmış şarkılar, şarkıcılar kadar unutulmuş olanlar da var. Toplumsal olaylar, kitaplar, televizyondan sinemaya içinden müzik geçen her şey kitabın kapsama alanında. Tabii ki başrollerde Orhan Gencebay, Cem Karaca, Yılmaz Güney, Ajda Pekkan, Selda Bağcan, Barış Manço… var. Hepsi bugün de çok iyi bilinen, 70’lerde Türkiye’yi etkilemiş hala etkili isimler. Ama artık hatırlanmayan Anayaso şiiriyle Şemsi Belli de var bu kitapta ya da herkesin unuttuğu hippi kraliçesi Perihan ve trajik hikayesi de… Mesela Şanar Yurdatapan’ın piyasayı da gözeten bir sol aktivist olarak o dönem ne kadar önemli ve etkili bir figür olduğunu bilmiyorsanız bu kitabı okurken öğreniyorsunuz. Ya da İzzet Öz’ün 70’lerdeki büyük çıkışını fark ediyorsunuz. Derya Bengi bir maddeyi anlatırken pek çok başka şeye de değiniyor. Hem o albümü, ya da kişiyi anlatıyor hem de onu etkileyen dönemin gelişmelerini. Dolayısıyla kitap müzikli bir popüler kültür tarihi olmanın da bir adım ötesine geçip başarılı bir yakın toplumsal tarih çalışması halini alıyor. Seks filmleri furyasının televizyonun sinema izleyicisini azaltmasına karşı bir tepki olduğunu, Ertem Eğilmez’in unutulmaz aile güldürülerinin ve Hababam Sınıfı serisinin ise hepsine karşı bir çare olarak çekilip pek tuttuğunu da mesela, bu kitabı okurken iyice anlıyorsunuz. Ve tabii, Hababam Sınıfı’na damgasını vuran o tatlı şarkıların popüler müziği pek iyi takip edip filmlerine yerleştiren Ertem Eğilmez’in eseri olduğunu da… Kitapta Maraş Olayları da var, 1 Mayıslar da TRT genel müdürleri de var, Deniz Gezmiş de Sevgi Soysal ve Selim İleri de…
Kitap müzik ve sinema yazarlarından çokça yararlanıyor. Böylece büyük çıkış yapan şarkıların, filmlerin kendi döneminde nasıl karşılandığını öğreniyoruz. Kitapta dergi/gazete sayfalarında kaybolmuş pek çok önemli alıntı var. Mesela İsveç’te sürgündeki Zülfü Livaneli’nin Cumhuriyet için yaptığı Abba yazı dizisi gibi. Ya da Hair müzikalini Amerika’da seyreden Zeki Müren’in Hürriyet’te yayımlanan mektubu: “İnsan kendini hiç görmediği bir rüyadan uyanmış hissediyor dışarı çıkınca. (…) Gece yatağıma yattığımda saatlerce uyayamadım. Acaba haklı mıydı tezleri. Acaba mutlu muydular? Mutluluk neydi? İnsan ömrü ne kadardı? Vicdan hürriyeti, bu muydu? Ne arıyorlar, neyi istiyorlardı? Hiçbirine cevap bulamadan renksiz bir uykuda boğulup gittim. Rüya görmek istemiyordum. Gördüklerim bana yeterdi.”
Derya Bengi’nin ‘sazlı cazlı sözlük’ dizisinin son zamanlarda tekrar depreşen nostalji merakımıza hitap eden bir yanı olduğunu da düşünüyorum. Adeta tam da ihtiyaç duyduğumuz anda yetişmiş gibi bu kitaplar. Zamanın acımasızlığı karşısında geçmişin tatlı hatıralarına sarılma refleksimize denk geliyor. Belki biraz da o nedenle belgesel özelliğinin ötesinde duygusal bir tat ve anlam kazanıyorlar. Halının üstüne uzanıp ansiklopedileri karıştıran, ilginç bilgiler ve renkli resimler arasında zamanı unutan o çocuğa tekrar dönüşebiliyor insan; Görecek Günler Var Daha adlı bu nefis kitabı okumaya dalıp gittiği zaman…
DİNLEME LİSTESİ
İçinden sayısız şarkı geçen Görecek Günler Var Daha’dan kişisel bir liste çıkarttım. Spotify’a girmeye gerek yok; eminim pek çoğu daha adını okuduğunuzda zihninizde çalmaya başlayacak:
*Waterloo, Abba
*Batsın Bu Dünya, Orhan Gencebay
*9. Senfoni, Beethoven
*1 Mayıs, Cem Karaca
*İkimiz Bir Fidanız, Tülay
*Dağlar Dağlar, Barış Manço
*Ah Bir Zengin Olsam, Cüneyt Gökçer
*Hoşgör Sen, Ajda Pekkan
*Kendim Ettim Kendim Buldum, Neşet Ertaş
*Lambaya Püf De, Barış Manço
*Melankoli, Nilüfer
*Tatlı Dillim Güler Yüzlüm, Selda Bağcan
*Son Verdim Kalbimin İşine, Seyyal Taner
*Ayağımda Kundura, İbrahim Tatlıses
*Yağmur, Mine Koşan
*Zühtü, Bedia Akartürk
* Yarın, Ali Rıza Binboğa
*Atlının Türküsü, Zülfü Livaneli
Cem Erciyes / duvaR

‘Kutup’ vesaire... - Zafer Arapkirli

Bakıyorum da, her açılan ağızdan “Sevgi Pıtırcığı” damlaları dökülüyor: 
“Aman kutuplaşmayalım. Ülkeyi kutuplaştırmaya çalışıyorlar. Nedir bukamplaşma kutuplaşma şeysi? Oyuna gelmeyelim...” 
Ne güzel değil mi? 
Birlik, beraberlik, dostluk, kardeşlik, kaynaşma, kucaklaşma, sarmaş dolaş olma çağrısı. Güzel temenniler. Ama, aslı astarı var mı böyle bir ortamın? 


Gerçek hayatta durum böyle mi? 


Bu konuya kafayı nereden taktım? Bazı muhalefet temsilcilerinin, seçim döneminde bu söylemle oy kotarabileceklerini sandıklarını gösteren beyhude tavır ve görüntülerden. 
“Aman, biz sevgi elimizi uzatalım da, toplum bizi kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı gibi görmesin. Karşı tarafın hoyratlığına, hırçınlığına, nobranlığına rağmen bir pozitif bir mesaj verelim...” naifliğinden söz ediyorum.
 
Kutuplaşmanın “kötü bir şey olduğu” varsayımından türetilen ve son derece yanlış bir düşüncenin ürünü bu naif görüntüler. 
İtiraz ediyorum! 
Kutuplaşma bir amaç ve çaba değil. Bir “sonuç”tur. Ve bu sonuca ülkeyi kimin sürüklediği de bellidir. 
Uzayda mı yaşıyorsunuz siz?
 
Bunca sömürü, baskı, yıkım ve zulüm ortamında bu toplumun farklı düşünen ve farklı davranan bireyleri nasıl olup da aynı “Kutup”ta yer alacaklar? Nasıl yer alabilirler? 
Ben, asıl sakıncanın ve asıl belanın, “bu cepheleşmeyi, bu kutuplaşmayı sulandırmaya ve gözlerden saklamaya çalışmak” olduğuna inanıyorum. 


-Kurbanla terörist katilin,
-Katili teşvik eden-alkışlayanla kınayanın,
-Ezenle ezilenin,
-Hırsızla mağdurun,
-Asgari ücretli, dul, yetim ve emekli ile altın-uyuşturucu kaçakçısının, rantiyenin, yandaş müteahhidin,
-Villasında para istifleyenle 7.5 liralık lastik ayakkabılı babanın,
-Başkasının yaşam tarzına el ve dil uzatanla, başkasına karışmayanın,
-Sömürenle iliğine kadar sömürülenin,
-Berkin Elvan’ın anası ile onu yuhalatanın,
-Ali İsmail Korkmaz’ın, Metin Göktepe’nin anaları ile onları odunla-copla döve döve öldüren şerefsizlerin,

-Ethem Sarısülük’ün anası ile onun kafasına sıkan vicdansızın,
-Cumartesi Anneleri ile onlara gaz sıkan elin,

-“Evladım ve ben sana boyun eğmeyeceğiz” dedi diye meydan okuyan ErenErdem’in babası ile o babayı işten atanın,
-On binlerce ağacı katledenle onlara sahip çıkmaya çalışanların,
-Dört bir yanımızı TOKİ’leyen katillerle, bir tek fidan ve bir santimetrekare çimene gözü gibi bakanların,
-“Milletin biiiip...” diyenle “biiiip...” lenen milletin,
-“N’olmuş canım çaldıysa hizmet için çalmıştır..” diyenle cebinden çalınan milyonlarca insanın,
-Soma’da işçiyi ölümüne çalıştıranla ambulans kirlenmesin diye çizmesini çıkarmak isteyen emekçinin,
-Tüyü bitmemiş yetim hakkı ile yazlık-kışlık saray yapanla tüyü bitmemiş yetimin,
-Vatan evlatlarını yaban ellere bir hiç uğruna diri diri yanmaya yollayanla, evladının küllerini kucaklayacak ananın,

-Her gece yatağa aç girenle, tıksırıncaya kadar yiyenin,
-Fethullahçı alçaklarla kol kola on yıllarca bu ülkeyi karanlığa götürüp, sonra tereyağı gibi üste çıkarak başkalarına bu “pisliği” atmaya çalışanların... 

...aynı cephede/aynı kutupta sahtekârca bir arada tutulmaya ve zorla kucaklaştırılmaya çalışılmasına karşıyım...


İşte o yüzden: 
“Yaşasın cepheleşme!.. Yaşasın kutuplaşma!..” 
Var mı bir diyeceğin? 
Herkes kutbunu bilecek ve şu yapay kucaklaşma saçmalığından sıyrılacağız, ki bu karanlıktan çıkalım. 
Lafım, “Canım gerginliğe çanak tutmanın âlemi yok. O hepimizin Cumhurbaşkanı  değil mi? Tabii ki görüşeceğim, tecrübelerinden yararlanmaya çalışacağım. Neticede onca hizmeti var canım şehrimize” diyenlere. 
Lafım, “Başımıza ne geldiyse çatışmacı dilden ve kucaklaşmayı reddetmekten geldi” romantizmi ile ezene, yıkıp geçene, öldürene, katledene, tahrip edene ve bu toprakları 100 yıl öncesine götürene el uzatma aymazlığına düşenlere. 
“Kutuplar” belli efendim. 
Herkes kendi kutbuna, lütfen...

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET


Kavakçı meselesi bildiğiniz gibi değil - Barış Terkoğlu

Artık açıkça sormalıyız: Kimileri türbanını gözümüzü örtmek için mi kullanıyor? 
Ne yazık, Merve Kavakçı meselesinde sürekli örtüyü tartışmaktan altındakini göremiyoruz. 

-Kendisi Malezya’ya Büyükelçi oldu. 
-İki kızı Mariam ve Fatma Gülham’ın Cumhurbaşkanı danışmanı olduğunu geçen hafta öğrendik. 
-Kardeşi Ravza Kavakçı’nın AKP’de milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı olduğunu biliyoruz. 
-Onun kızı  Erva Kan’ın da Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi’nde Proje Direktörlüğü yaptığından yeni haberimiz oldu. 
-Yetmemiş, Ravza Kavakçı’nın eşi Osman Kan geçen aylarda Türkiye Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürü olmuştu. 
-Saymakla bitmiyor, halen Dallas’ta yaşayan diğer kardeş ElifKavakçı da Emine Erdoğan’ın moda danışmanlığını yapıyor.


Gülen’e uzlaşma teklifi 
Konu Merve Kavakçı olunca, kimileri Meclis’ten kovulan ve ABD’de yaşamak zorunda bırakılan bir portre çiziyor. Oysa Kavakçı, bu hikâye için fazla Amerikalı. 

Tarih: 18 Nisan 2018. 
Merve Kavakçı’nın babası Yusuf Ziya Kavakçı, Akit gazetesine“Fethullah Gülen olsam”  başlıklı bir yazı kaleme aldı. “Bence bu teşkilat aslî hizmetine dönmeli ve saf ve temiz mensuplarının güzel duygularına bağlanmalıdır” diyen Kavakçı, Gülen’e de bir tavsiyede bulunuyordu: “Türkiye’ye köyüne dönmelidir. Zaten kaç yıl daha yaşar ki insan. Bildiğini de anlatır, teşkilata sadece eğitim ve öğretim hizmetinde olmalarını emreder ve bir de dünya çapında güçlü bir İslam âlimleri yetiştirme ve İslam araştırmamerkezi ve üniversiteyi kurar. Bu merkez ve üniversite dünyada benzeri olmayan bir kalitede müessese olur.”
Kavakçı, Gülen’e bir tür çözüm süreci öneriyor, “Türkiye’ye dönünce ve iktidar ile iyi münasebetlerini tesis edince, eminim, ona muamele de iyileşecek ifadelerini kullanıyordu. 

Darbenin üzerinden 2 yıl geçtikten sonra yazılan bu yazı, tepkilerin ardından Akit tarafından apar topar yayından kaldırıldı. Başka biri yazsa soluğu Silivri’de almıştı. Gülen ise kendisine uzatılan eli görüyor ve ertesi gün Pensilvanya’dan “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” yanıtını veriyordu.

‘ABD resmi İslam sözcüsü’Yusuf Ziya Kavakçı’nın “Fethullah Gülen olma hayali” tesadüf değil. 
Zira ömrünün büyük bölümünü AB D’de geçiren Kavakçı, “ABD’li İslam” anlayışının temsilcilerinden biriydi. Benim yorumum değil, kendisini Akit’teki künyesinde “ABD Devlet Bakanlığı Resmi İslam Sözcüsü” olarak tanıttı. Anlattığına göre Kuzey Teksas İslam Derneği kurucusuydu, Dallas Merkez Camii’nde imamlık yapıyordu. Türkiye’de Müslümanların zulüm gördüğünü savunan Kavakçı, ABD’nin İslamı himaye ettiğini anlatıyordu. Tesadüf mü, kızı TBMM ’yi karıştırırken, o Teksas Parlamentosu açılışında Tanrı’nın ABD’yi koruması için dua ediyordu. FETÖ liderinin fotoğrafları yayımlanıyor da, 2008 yılının nisan ayında ABD’yi ziyaret eden Papa 16. Benedict’in Kavakçı ile buluştuğu unutuluyor. Ya da ISNA (Kuzey Amerika İslam Toplumu) ilişkilerinden kimse söz etmiyor. 

Özetle, türban hepimizin gözüne perde oluyor da günlerdir “Merve Kavakçı’nın akrabaları” diye tartışıyoruz. Yanlış söylüyoruz. Doğrusu “Yusuf Ziya Kavakçı’nın kızları ve torunları” olacak. Ya da “Ilımlı İslamcılığınTürkiye’deki çocukları”

Meselenin aslını göremediğimiz için Merve Kavakçı’nın vekilliğinin düşme nedenini de tartışamıyoruz. 16 Mayıs 1999 tarihli Resmi Gazete’de yazıyor. Kavakçı, 5 Mart 1999 tarihinde, yani henüz milletvekili seçilmeden, Türk Devletine bildirimde bulunmadan  “Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarları için çalışacağına” yemin ederek ABD vatandaşı olmuştu. Vekilliği de vatandaşlığıyla düşmüştü. 2 yıl önce yeniden Türk vatandaşı olup ardından büyükelçi yapılana kadar, durum bundan ibaretti. 

Bu aralıkta Merve Kavakçı’nın ABD faaliyetlerine bakın. Erdoğan “Kendi ülkesini yurtdışındaki birtakım güçlere şikâyet eden, ihbar edenlerle mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz” diyor ya... 
Kavakçı, ABD’de tam da bunu yaptı.  “Türkiye ve İsrail’de Müslümanlara işkence  edenlerin tavırlarını değiştirmeye çalışıyoruz” diyen Kavakçı, Gülen’e referans olan eski CIA’cı Graham Fuller’le bile yan yana geliyordu.

1988’de evlendiği Ahmed Abushanab da 1999’da evlendiği Bekir Yıldırım da ABD vatandaşıydı. Hatta Türkiye ile ilgileri de yoktu. Yani Kavakçı’nın “ABD’ye mecburiyetten gittiği” zorlama duruyor. Belki Türkiye’ye görevlendirmeyle gelmiştir!

Mesele sadece sülale değil“Türban gözümüze perde oldu” diyorum ya, Kavakçı’nın Ağustos 2000’de bir otel suitinde Şeyh Nâzım Kıbrısi’nin dizinin dibindeki mahcup duruşunu tartışıyoruz. Ama MİT ve Genelkurmay Başkanlığı kayıtlarında Şeyh Nâzım’ın ajan olduğunun  yazdığını, müridinin hem de Malezya gibi özel seçilmiş bir ülkeye nasıl elçi yapıldığını konuşamıyoruz. 

Kardeşi Ravza Kavakçı vekil olunca “cihadın mübarek olsun” diye seslenmesine İslamcılar vuruluyor. “Türbanlı vekilliğin cihatla ne ilgisi var” diyemiyor.
 
ABD’nin sapkın İslamcısı Elijah Muhammed için Merve Kavakçı, Akit’te 12 Eylül 2008’de şu satırları yazmıştı: “Daha sonraları peygamberlik benzeri bir statü iddiasına soyunmuş olmasına rağmen, Elijah Muhammed’in Amerika’da İslamın yayılmasına hizmeti göz ardı edilemez.” Türbana bakan İslamcılar, “Hazreti Muhammed’den sonra kendisini peygamber ilan eden biri nasıl İslama hizmet eder” sorgulamasını yapamıyor. 

Öyle görülüyor ki Kavakçılar’ın devlete yerleşmesi bir sülale ihyasından ibaret değil. Türkiye’de siyasal İslamcılık aslına rücu ediyor.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Yeter! Otele doyduk - ŞEHRİBAN KIRAÇ

TÜROB Başkanı Timur Bayındır: Türkiye turizmi için şu anda en büyük risk, konaklama yatırımlarındaki arz fazlası. Antalya ve İstanbul’daki yeni yatırımlar arz fazlalığına rağmen artmaya devam ediyor.

Türkiye Otelciler Birliği (TÜROB) Başkanı Timur Bayındır, turist sayısındaki artıştan daha çok, fiyatlarda yükselme sağlamaya odaklanılması gerektiğine işaret ederek, kişi başına harcamanın 612 dolara gerilediğini 2019’un en önemli çalışmasının bu olması gerektiğini söyledi.
Türkiye turizmi için şu anda en büyük riskin konaklama yatırımlarındaki arz fazlası olduğuna işaret eden Timur Bayındır ile Türkiye turizmini, geleceğini ve sorunlarını konuştuk.
___________________________________________________________________________
-2018 genel ekonomi açısından kötü geçerken turizm için iyi bir yıl oldu; ne söyleyeceksiniz?
___________________________________________________________________________
Türk turizmi 2 yıl zor ve engebeli bir dönem geçirmesinin ardından 2018’le birlikte yeniden yükseliş eğilimine girdi. Kültür ve Turizm Bakanlığı verilerine göre Türkiye’ye gelen turist sayısı 11 ayda yüzde 22.2 artışla 37 milyon 537 milyon kişi oldu. Yıl oransal olarak aşağı yukarı bu düzeyde bir artışla sonlanacak gibi görünüyor.
____________________________________________________________________________
Fiyat artışı düşük
-Otel dolulukları da aynı oranda arttı mı?
____________________________________________________________________________
Türkiye’nin Kasım 2018 otel dolulukları 2017’nin aynı ayına göre yüzde 1.5 artarak yüzde 63.7 oldu. Ocak-Kasım 2018 döneminde de doluluklar yüzde 10.3 artarak yüzde 66.7’ye yükseldi. 2018 yılı 11 aylık performanslarda Türkiye doluluk oranında en yüksek artışı yaşayan ülke oldu. Konaklama sektöründe fiyat artışı da devam etti. Ocak-Kasım 2018 döneminde ortalama günlük satılan oda bedeli yüzde 6.4 artışla 70.8 Avro’ya, toplam oda sayısı üzerinden oda başı elde edilen gelirler yüzde 17.3 artışla 47.2 Avro’ya ulaştı. 11 aylık dönemde Türkiye oda başı elde edilen gelirde, geçen yıla göre en yüksek artış oranını yakalayan Rusya’dan sonra ikinci ülke oldu. 11 aylık dönemde Avrupa ortalaması doluluklarda yüzde 73.3, ortalama günlük satılan oda bedelinde 111.8 Avro, toplam oda sayısı üzerinden oda başı elde edilen gelirlerde 81.9 Avro oldu. Özellikle İstanbul’da başlayan pazar çeşitlenmesi hızlanarak devam ediyor. Bu durum fiyatlara da olumlu yansıyor. Ancak henüz Avrupa ortalamasının neredeyse yarısındayız. Yükseliş eğiliminin gelecek aylarda da devamını bekliyoruz. Hedef pazar ülkelerden gelen işaretler olumlu.
____________________________________________________________________________
Geliri artırmak önemli
-Öyleyse turizm gelirleri de tatmin edici boyutta değil mi?
_____________________________________________________________________________
Fiyatlarda artış mevcut. Ama maalesef turist ve doluluk artışı kadar hızlı bir yükseliş gerçekleşmedi. Avrupa ülkelerinden geri dönüş başlaması sevindirici. Ancak fiyatlarda 2013-2014 yıllarının seviyelerine dönmek için birkaç yıl daha beklememiz gerekiyor. Mutlaka ve mutlaka kişi başı harcamayı, dolayısıyla gelirleri artırıcı uygulamaları devreye sokmak zorundayız. Belki turist sayısını beklentilerin üzerinde artırabiliriz ama asıl önemli olan geliri artırmak. Turist sayısındaki artıştan daha çok, fiyatlarda yükselme sağlamaya odaklanmak lazım. 2019’un en önemli çalışması bu olmalı. 2017’yi 26.2 milyar dolar turizm geliriyle kapatmıştık. 2018’in 9 ayında 22 milyar dolarlık turizm geliri elde edildi. Geçen yılın 9 ayına göre yüzde 20’nin üzerinde artış yaşandı. Bu trendin devam etmesini, yıl sonu itibarıyla da bu artış oranının gerçekleşmesini bekleyebiliriz. Kişi başı harcama bu yılın 3. çeyreğinde 612 dolara geriledi. Maalesef gerileme söz konusu. Geçen yıl bu rakam 684 dolar olmuştu. İspanya’da turist başı harcama 1.050 Avro civarında, yani Türkiye’nin epey üstünde.
İtalya’da 1.100 Avro ve Fransa’da ise kişi başı harcama 1.400 Avro’nun üzerine çıkıyor. Buradaki farkın en önemli sebeplerinden biri, turiste şehir içinde eğlence, gastronomi, kültür/sanat gibi alanlarda harcama yaptırabilmektir.
____________________________________________________________________________
Yeni değil yenileme şart
-Birçok sektörde yatırım iştahı kalmadı. Turizm yatırımlarında frene basma sözkonusu mu?
_____________________________________________________________________________
Konaklama sektöründe yatırımlar yavaşlarken, Anadolu’da yatırımlarda artışlar yaşanıyor. 2018’in 10 aylık döneminde toplam 48 şehirde toplam 22 bin 81 yataklı 143 yeni otel projesi teşvik belgesi aldı. Yeni yatırımlar toplamda 2 milyar 337 milyon TL harcanarak tamamlanacak. Yeni yatırımlar sonrasında sektöre 6 bin 515 yeni ek istihdam sağlanacak. Geçen yıl aynı dönemde 46 ilde toplam 28 bin 73 yataklı 153 otel projesi 2 milyar 564 milyon TL yatırım teşviği almıştı. Proje sayısında yüzde 6.5, yatırım tutarında yüzde 8.8 gerileme oldu. İller bazında Antalya toplam 3 bin 628 yataklı 16 yeni otel projesi ile ilk sırada yer aldı. İstanbul 2 bin 449 yataklı 15 proje ile ikinci sırayı alırken, Trabzon 1253 yataklı 12 proje ile ilk iki sırayı zorlamaya başladı.
2018 ikinci yarıdan itibaren ekonomik koşullar doğrultusunda gerileme meydana geldi. Ancak planlı yatırımlar yapılmasına dikkat etmek gerekiyor.
____________________________________________________________________________
Planlı olmalı
-Turist sayısı artıyor, yatırımlar düşüyor, Türkiye’nin yatak kapasitesi yeni gelecek turiste yeter mi?
_____________________________________________________________________________
Türkiye turizmi için şu anda en büyük riski konaklama yatırımlarındaki arz fazlası olarak görüyoruz. Yatrımların Anadolu’ya yayılmaya başlaması olumlu olmakla birlikte, bu yatırımların planlı yapılması çok ama çok önemli. Plansız yatırımlar hızlanırsa gelecek dönemlerde fazla kapasite riski ortaya çıkabilir. Antalya ve İstanbul’daki yeni yatırımlar arz fazlalığına rağmen artıyor. Yatak arzındaki aşırı artış turizmdeki sıkıntılardan biri haline gelmiş durumda. Bir planlama yapılması şart. Yenileme teşvikleri konusunda adım atılması gerekiyor.
Antalya, İstanbul, Aydın ve Muğla’da yıpranma sürecine giren birçok otel bulunduğu göz önüne alınmalı ve bu illerimize verilecek teşvik belgelerinde yeni yatırımlar yerine, daha çok mevcut yatırımların modernizasyonu ve renovasyonu yönünde düzenleme yapılmalı. Turizm yatırımlarının sürdürülebilir olarak planlanması için “Yatırım İzleme Kurulu” oluşturulmalı, ‘Yatırım Teşvik Sistemi’ revize edilmelidir. Sürdürülebilir bir turizm ve rekabet koşulları açısından, otel yatırımlarının doğru planlanmasını sağlamak üzere, Sektör kuruluşları, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Ticaret Bakanlığı birlikteliğinde kurulacak “Yatırım İzleme Kurulu” doğru planlamanın yanında bölgeler arası farklılıkları da giderecek, turizmde mevsimsellik ve bölgesellik sorunlarına çözüm getirecek.
___________________________________________________________________________
4 turistten 1’i Arap
-Türkiye en çok hangi ülkelerden turist ağırlıyor, yeni pazarlar var mı?
____________________________________________________________________________
2018’in 10 ayında en fazla turist gönderen ülkeler sıralamasında ilk sıralarda Rusya, Almanya, İngiltere, Bulgaristan, Gürcistan, İran, Ukrayna ve Irak bulunuyor. Ortadoğu kökenli turist sayısında da artış devam ediyor. Ortadoğu pazarı bu yıl da lokomotif olma özelliğini sürdürdü. Şu anda İstanbul’a gelen her 4 turistten 1’i Arap. Arap turistlerin rotalarındaki en önemli ve en çok rağbet gören ülke Türkiye. Son zamanlarda Arap turistler yeşil ve serin destinasyon tercihlerinin yanı sıra Muğla, Antalya ve Marmaris gibi sıcak ve denize kıyısı olan destinasyonlara da ilgi göstermeye başladı.
Son 2 yıldır İran pazarındaki artış dikkat çekici.
TÜROB’un Çinli havayollarının yeniden Türkiye’ye sefer düzenlenmesi yönündeki girişimleri devam ediyor. China Southern’den sonra Hainan Airlines’ın da Türkiye’ye sefer düzenlemesini bekliyoruz. Geçen yıl Ukrayna pazarı için Kiev’de ve Odessa’da workshop düzenledik. Benzer organizasyonları bu yıl da Balkanlar, Çin ve Rusya’da planlıyoruz.
___________________________________________________________________________
Eskiden konserlere gelirlerdi
-Son yıllarda Türkiye’ye gelen turist profilinde nasıl bir değişim sözkonusu?
___________________________________________________________________________
İstanbul’da fiyat düşüşünün en büyük nedenlerinden biri pazar çeşitliğinin azalmasıydı. Türk turizminin ana pazarı olan Avrupa’dan gelen turist sayılarının kan kaybetmesi, 2015 yılına kadar dünyanın en önemli 8. kongre destinasyonu olan İstanbul’un bu unvanını kaybetmesi, İstanbul’da kruvaziyer turizminin neredeyse sıfırlanması gibi nedenler pazar çeşitliğini çok olumsuz etkiledi. Dolayısıyla daha az para harcayan turistler gelmeye başladı. Bu turist grubu İstanbul’da sadece otellere değil yeme-içmeden eğlenceye, kültürel etkinliklere kadar oldukça iyi gelir sağlayan turist grubunu oluşturuyordu. Mesela İstanbul’da düzenlenen bazı konserlere yakın ülkelerden gelenler oluyordu. Geçen yılın sonlarından itibaren yeniden pazar çeşitlenmesinin işaretlerini almaya başladık. Turist profilindeki çeşitlilikte geri dönüş sağlanamadığı için oda fiyatlarında da istenilen seviyeye ulaşılamıyorduk. Ancak bu çeşitlilik işaretleriyle fiyatların yeniden yükselmeye başladığını gözlemliyoruz.
_____________________________________________________________________________
Siyasi çıkışlar olumsuz etkiliyor
-Turizm en ufak olumsuzluktan, krizden, saldırıdan en hızlı etkilenen sektör. Bunun önüne geçmek için ne tür adımlar atılmalı?
_____________________________________________________________________________
Sektörümüzün süregelen sorunlarına kalıcı çözüm bulunması, turizm pazarlarımızın çeşitlendirilmesi, turizmin mevsimsellikten kurtarılarak tüm yıla ve ülkeye yaygınlaştırılması halinde gerek turist sayısı gerekse turizm gelirinde önemli artış yakalanabilir. Ülkemizin yakaladığı turist sayısının önemli bölümünü oluşturan deniz-kum-güneş turizminin yanında görece daha nitelikli turist profili ve gelir grubuna hitap eden kongre, kültür, gastronomi, sağlık, alışveriş ve termal turizm gibi alanlarda çalışma ve teşvik uygulamaları hayata geçirilmeli. Türkiye’nin jeopolitik konumunun siyasi iniş/çıkışlara müsait olması sektörü olumsuz etkiliyor. Sıkıntıların aşılması yönünde kamu-özel sektör işbirliğinde başlatılan adımların ve çalışmaların fiiliyata geçirilmesi süreci hızlandıracak.

ŞEHRİBAN KIRAÇ / CUMHURİYET

Kibirli kralın hisseli hikâyesi - GÜRAY ÖZ

Emperyalistlerin tarihin derinliklerinde o güzelim tanrılar, tanrıçalar arasına da sızdıklarını, her türden kötülükle, tanrıça Hades’le ortak olduklarını bilir miydiniz? Ben bilmezdim, kuşkulanırdım, evet ama gerçeği arkadaşım, dostum Yaşar Atan’dan öğrendim. Şimdi bütün maceralarını, stratejilerini, taktiklerini biliyorum artık. Bilmeli, yoksa günün birinde hani iyice rotadan çıktıkları, kendi kendilerini yemeye başladıkları bir zamanda biz nasıl… 
Ne diyorsunuz geldi mi o zaman?
Nereden başlayalım? Aslında iyi kalpli, biraz çapkın, biraz otorite düşkünü Zeus’tan ateşi çalıp insanlara armağan eden, (böylece onları donmaktan kurtaran, doğanın dengesini bozmadan avladıkları hayvanların etlerini pişirmelerini sağlayan, hayvanların da yine doğanın dengesi içinde biraz homosapiens avladıklarını bir yerde okumuş, hiç et yemeyen, otobur yani vegeteryan hayvanların da yaşadığını öğrenince… -her neyse bu uzun cümleyi bir yerde kesmem gerekiyor artık, kestim) Prometheus yalnız değildi.

SEVGİLİM DEMETER

Yalnız değildi, güzeller güzeli Tanrıça Demeter’i unutamayız. O güzel tanrıçayı, resimlerinde, heykellerinde görmüşsünüzdür; işini göstersin diye, (Tanrılarda, Tanrıçalarda iş bölümü esastır) kucağında bir demet buğday taşır, dekoltesi derin, bir memesi de açıktadır; hemen aklınıza başka şeyler gelmesin ya da gelsin, çünkü o da berekettir, işte o buğday demetiyle Demeter’in tüm dünyayı beslediği, toprağın altında bekleyen tüm bitkileri canlandırdığı söylenir. Öyledir, toprak hepimize yetmez miydi, yeterdi. Der ki hikaye, bitkilerin ağaçların damarlarında dolaşan özsuların akışını, kulağınızı dayasanız duyarsınız, eğer iyi bir insansanız, emperyalistlerin yardakçısı, işbirlikçisi, kuklası değilseniz. 
İşte o şarkıları Driyad denilen güzel peri kızları söylerlerlerdi. Öyle güzeldir ki sesleri, çoktan ayağa kalkmış, Homo-erektus, mağaraları resimlerle süslemiş, yanık yürekleriyle çoktan şiirler söylemeye başlamıştı.
Ama kötülüğün, artık her neyse mülkiyetin egemenliği zamanları gelince, ağaçlara balta inmeye, dallar kırılmaya, hızarlar çalışmaya başlayınca Driyadlar, Demeter’i çağırmaktan başka çare bulamadılar..
Demeter de o sırada Hades’in (yeraltı dünyasının tanrısı, Ölüler Ülkesi’nin şantajcısı, kızılderili kıyımının General Custer’ı, siyah kölelerin efendisi, nazilerin Führeri) yeraltı dünyasına kapattığı güzel kızı Persefone’nin acısıyla perişan yüreğini susturmak için geziniyordu yeşil ormanda. 
Sonra duydu imdat çığlıklarını Driyadların. 
Kimdir ağaçları kesen, kim bu nursuz suratlı yüzünü hırs bürümüş pis kapitalist? O astığı astık, kestiği kestik görgüsüz bir burjuva kraldır. O zaman adı Erisihton’du, Ne kadar zulum görse de hala tazeliğini koruyan şu bizim Arz’ımızda, Erde’mizde, parçalanmış toprağımızda, paylaşamadığımız Terra’da işler uzun süre kötüye gitti; yakıp yıkıldı ormanlar, beton diye bir şey icat edip toprağı nefes alamaz hale getirdiler, nihayet Demeter son bir gayretle dikildi önüne Erisihton’un. Hitler’in, Franko’nun, Mussolini’nin, sureti haktan görünseler de işte ama nedir, sonunda kopya hepsi de.

KİBİRLİ KRALIN KADERİ

Ne yapsın Demeter, Erisihton’un önüne güzeller güzeli Demeter gibi çıkmadı, güçten düşmüş, ihtiyar bir kocakarı kılığında gördü onu zalim kral. Demeter de onu o Tesalya kralı gibi değil de, zamanımızın Hindistan’ı istila, Mısır’ı talan etmiş, yoksulları sömürdükçe kendisi şişmiş müstevli bir “komprador” olarak gördü. 
“Buralar da artık benim, diyordu kibirli kral, işte bak, ormanın küçük sahipleri de artık benim işbirlikçimdir. Tanıştırayım kocakarı, bu efendi ağa tüm Newspaperlarımın sahibidir; öteki şu köşede bıçağını bileyen de, komutan deriz biz ona, balta takımının komutanıdır; şu köşede kendi kendine konuşup duran, eli cebinde ukala da benim hoca adını taktığım düdüktür, arada bir öttürdüğü de benim düdüğümdür, bak yine öttürdü, der ki ‘ben Erisihton’un ortağıyım’, güldürür beni böyle arada bir. Yan tarafta cebini kurcalayan benim en iyi üstencimdir, bu Saray’ı o dikti, şu köseye bir yenisini de o dikecek, hep birlikte yiyip içeceğiz, en iyi meyveler, en iyi şaraplar, en kalite biralar su gibi akacak, gel sen de şu köşeye sığın sana da bir servis açsınlar.” 
“Yok dedi Demeter, ben gideyim, sen de kendine dikkat et, pek iyi görmedim, çaptan düşmüşsün, göbek almış başını gitmiş, şurada duran senin sümsük muhasebecin değil mi, ona bir sor iyiye gitmiyor senin sarayda işler, ye iç ama dikkat et buralarda görür gibi oldum açlık tanrıçası Fames’i, yoksullarla eğlenmeyi bırakıp bu tarafa doğru gelirse vay senin haline” dedi. Cadı kılığından çıkıp o güzel Demeter oluverdi ansızın. Şaşkın şaşkın bakan Erisihton, “aman tez yakalayın” diye feveran ettiyse de çoktan kayıplara karışmıştı Demeter açık dekoltesini kapatarak.
“Aman, bırakın giderse gitsin dedi Erisihton, haydi oturun dostlarım, bu ormanı da tamam edelim, paylaşalım, aslan payını alayım, şurada çıkan petrolü üçte iki, beşte bir, ne neyse, otuza yarım, hakkaniyet ölçülerimde dağıtalım, ama bu arada canımı sıkmamaya da dikkat etmenizi istirham ederim sizlerden” diye kahkahası bol bir nutuk attı. Demeter’den tiyöyü alan Açlık Tanrıçası Fames de sokuldu sofraya, tabaklara, içki kadehlerine kaşlı göz arasında açlık tozunu serpiştiriverdi.

EMPERYALİST KENDİNİ YİYOR

Bilim diliyle konuşalım; doydukça yediler, yedikçe doyamadılar, sonunda mide fesadı denilir bir yapısal bozukluk ormanın Wallstreit taraflarında kar oranlarında düşme eğilimi belirdi. Öteki kösede “bu paylaşma adil olmadı” diyen Çar’ın modern kılıklısı cebinden S-300 sapanını çıkarmaya yeltenirken homurtuların arttığını gören Trump, artık adı her neyse, “kim ulan bunlar nerden çıktı bu sarı yelekliler, kim bu çapulcu kılıklı sergerde takımı, tez Meksika sınırına duvar örülsün, evropa’nın borçları tahsil edilsin, İran’a ambargo konsun” diye bağırıyordu.
Sonunda yerken, içerken bitmeyecekmiş gibi görünen otlakların, ormanın kaynakları tükenince sağa sola saldırmaları kader oldu. Der ki Yaşar Atan “Kendini Yiyen Aç Kral” hikayesinde, “sonunda hiç bir şeyle doymaz olan bu aç kral ülkenin en büyük meydanında bağıra bağıra halktan gene yiyecek içecek dilenirken, açlık duygusu öylesine ağır bastı ki artık dayanamayıp kendini parçalayıp yedi. Ne var ki kralın bu doymazlık illeti, bulaşıcı bir hastalık olarak kendinden sonraki krallara da bulaştı.” (Akdeniz Mitologyasından Efsaneler, Evrensel Basım Yayın. sf.328-331)
Tamam Yaşar Hoca kusura bakma senin hikayeyi biraz berbat etmiş olabilirim ama tanrılar tanrıçalar, bulutların üstünden yere inince böyle oluyor; yine de hikaye aynı hikayedir, bak şu köşeden elinde meşaleyle gelen Prometheus değil mi? İşte bak orman ahalisi de Bella Çav söyleye söyleye geliyor. Şili’lilere bak, hala unutmamışlar Venseremos türküsünü, ya şu taraftan gelenler, 
Kim bunlar? “Tanrı paşa bey ağa sultan bizi nasıl kurtarır, bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır” diye ellerinde bayraklarla yürüyen kadınlar da nereden çıktı?
Hangi sakallı Tanrı’nın özgür çocukları bunlar?
Güray Öz / BİRGÜN

13 Ocak 2019 Pazar

Binali Yıldırım’ın hal ve gidişi - ÖZDEMİR İNCE

30 Aralık 2018 akşamı TELE1 Televizyonu’nda Merdan Yanardağ ile Barış Doster, TBMM Başkanı Binali Yıldırım’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olmasını konuşuyorlardı. İkisi de pek haklı olarak, TBMM Başkanı’nın, yürürlükteki anayasanın 94. maddesinin son fıkrasına göre aday olmasının mümkün olmadığını ısrarla söylüyorlardı: (“Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki  faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten Başkanvekili oy kullanamazlar.” ) 
İki genç arkadaşım da haklıydılar ve kuşkusuz AKP’nin anayasa ve yasalara tramvay muamelesi yaptığını çok iyi biliyorlardı ama bir de her yolu meşru sayan makyavelist “Ortak Akıl” fenomeni de vardı..

***

Program sürerken, Barış Doster’e saat 21.56’da söyle bir ileti gönderdim: “Yanılıyorsunuz! Belediye başkanlığı faaliyet değildir. Yakında duyarsınız.” Elbette ironi yapıyordum. 

Programdan sonra Barış telefon etti “Abi ne demek istediğini valla anlayamadık” dedi. Ben de “Ne demek istediğimi yakında anlarsınız” dedim ve bir adım daha atarak “Anayasada İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olamaz diye yazıyor mu?” diye sordum. Benim bildiğim ve hayran (!) olduğum AKP’nin ortak aklı iyice sıkıştığı zaman bu soruyla kendini haklı çıkartır. Bu akıl, değirmene yoğurt öğütmeye gider ve değirmenciye buğday verdiğini iddia eder ve itiraz edenlere “Dersinize iyi çalışın!” diye çıkışır.

***

Tanık ve kanıt olarak, 11 Ocak 2019 tarihli Cumhuriyet gazetesinin 4. sayfasındaki haberi aynen aktarıyorum: 
Siyasi Partiler Yasası, Mahalli İdareler Seçimi Yasası ve Seçimlerin Temel Hükümleri Yasası’na göre TBMM Başkanı’nın belediye başkanı adayı olmasında hukuki bir sıkıntı olmadığını ileri süren Yıldırım, şöyle konuşmuş:“Zaten tartışma da burada değil, tartışma anayasa 94’e göre siyasi faaliyetler yapılır mı, yapılmaz. Bizim yaptığımız bir siyasi faaliyet yok. Seçim bir siyasi faaliyet değildir. Seçim aday olduğunuz  işle ilgili vatandaşlara ne yapacaksınız, niye aday oldunuz bunu anlatmaktır. Benşimdi işin mahiyeti olarak soruyorum, eğer Meclis Başkanı bağımsız bir milletvekili olsaydı ne olacaktı, belediye başkan adayı olsaydı ona ne diyecektik?  Partili değil bağımsız bir milletvekili Meclis Başkanı da olabilir. Zaten anayasa 94’ün gerekçesine baktığınız zaman orada mesele anlaşılıyor, bu işin bir yasama kürsü faaliyeti olduğu. Meclis Başkanı çokkürsü faaliyeti yapmaz, geleneğimizde  2 ya da 3’tür. Dolayısıyla bu tartışma siyasi bir tartışmadır. Hukuki bir altyapısı  yoktur.”

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Teksesli müzik, tek adamlı rejim - Mine G. Kırıkkanat

Kurtuluş Savaşı’nda, sadece ordular ve askerler değil, müzik ve müzisyenler de savaşıyordu. 
Mangal Dağı’na saldıran Yunan askerleri yorgundu. Taarruz hızını yitirip durur gibi olduğunda, General Kondulis’in “aralıksız devam” emri geldi. Yorgun askerleri tekrar ateşe sürebilmek için konyak dağıtıldı. Tümen bandosu ön hatta yanaştırıldı. Gece taarruzu, bandonun Yunan Kralı için bestelenmiş “Kartalın Oğlu” marşı ile başlayacaktı. 
Ancak Yunan bandosunun karşısında da Kurtuluş Savaşı’na katılabilmek için İstanbul’dan Anadolu’ya geçmiş müzisyenlerden oluşan Kuvayı Milliyeci bir muzika vardı. Canını dişine takmış bu kahramanlar, biri bitip biri başlayan marşlarla yeri göğü inletiyorlardı. 

İşte bu muzika, çok geçmeden Mustafa Kemal Paşa tarafından Başkumandanlık emrine alındı.
 
15 Eylül 1921 günü, Ankara Kalem-i Mahsus Müdüriyeti Hayati Beyefendi’ye hitaben ve Polatlı’dan gönderilen telgraf, Seryaver Salih tarafından hazırlanmış ve Mustafa imzasını taşıyordu: “Otuzbeşlik bir musikiye bölüğü Başkumandanlık emrine alınmıştır. Şimdi bizimle oraya geleceklerden istasyon civarında mezkûr bölükte ikamete mahsus olmak üzere münasib bir binanın ihzarını etdiğim emre arz ederim.”

***

Sakarya Meydan Muharebesi’nden hemen sonra Ankara halkı ve tüm Meclis üyeleri, “muzaffer” Türk askerlerini getiren treni karşılamak için gara akmıştı. 
“Yük ve yolcu vagonlarından zorlukla yürüyebilen yüzlerce yaralı subay ve er indi. Sargıları kirli ya da kanlıydı. Elbiseleri de öyle. Erlerin çoğunun ayağı çıplaktı. Yüzler sapsarı ya da bembeyazdı. İstasyonu kan ve ter kokusu kapladı. Karşılayıcılar bu kadar çok yaralıyı, hele bu kadar çok yaralı subayı ilk kez görüyorlardı.” 

İşte bu trenden 35 kişilik musikiyye de yorgun, ama gururla indi. Topraktan rengi solmuş, eski mi eski çalgılarını heybelerinin yanına asmışlardı.Yaralıların trenden tahliyesine yardım ediyorlardı. Cephede şevki arttırmak için, özellikle süngü taarruzuna çıkılırken çalgılarının ve hançerelerinin sesini vargüçleriyle duyurmaya çalışan bu müzisyenler; musiki görevleri bittiğinde hastane çadırlarında sıhhiye olarak çalışmaktaydı.* 
1921 yılında Polatlı’da kurulan Başkumandanlık Musikiyyesi’nin akıbetini bilmiyoruz. Belge yok. 
Ancak Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti 
unvanıyla himayesine aldığı orkestra, Bahriye’ye bağlı II. Ertuğrul Gemisi’nin muzikası olup, bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın nüvesini oluşturmuştur.

***

Müzik deyip geçmemeli, sevgili okurlarım. 
Müzik, “ruhun gıdasıdır” gibi basmakalıp betimlere indirgenemeyecek kadar başat bir kültür katmanıdır. Müziğin teksesli ya da çoksesli oluşu, toplumun düşünme yeteneğinin de sınırlarını çizer ve daha da önemlisi, az gelişmiş mi yoksa çok gelişmiş mi olacağını belirler.
 
Gerek bilim, gerekse kültür birikimini yenilemeyi başaran, buluşlar yapan ve uygarlığı ileri taşıyan halkların çoksesli müzikle yetişen toplumlar olması bir rastlantı değildir. 
Övündükleri sultanların adlarını bile söyleyip yazmaktan aciz, zır cahil, zevksiz ve ilkel bir güruhtan ibaret günümüz “Osmancıkları”nın kesinlikle algılayamadıkları, zaten anlamaları bile olanaksız bu gerçeği; Osmanlı padişahı II. Mahmut görmüştü. 1826 yılında Mehter’i dağıttı. Yerine, yönetimini Giuseppe Donizetti’ye teslim ettiği Musika-i Hümayun’u kurdu. Bu çoksesli ilk orkestra, önceleri İtalyan, sonra Fransız ve en son Alman etkisiyle; Mozart’dan Beethoven’e tüm önemli bestecilerin eserlerini çalar, saray erkânı da zevkle dinlerdi. 

Osmanlı’nın “Batılılaşma” olarak başlattığı müzikle çoksesli düşünebilen toplum formasyonu; Atatürk sayesinde Cumhuriyetin “Çağdaşlaşma” projesine dönüştü. 
Bugün Türkiye’yi kuşatan baskı ikliminin ürettiği cehalet ile vahşet; çoksesli müzikten nasibini almadığı için tek ses/tek adam ilkelliğine takılı kalmış ve düşüncesi, vicdanı, öngörüsü gelişmemiş muktedirlerin ufuksuz eseridir.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

*İtalik yazılı bilgiler, Ersin Antep’in olağanüstü yapıtı “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası/ Çoksesliliğin Belgesel Tarihi” (Elma Yayınevi, 2017) kitabından alıntıdır.


Dinbazlık arttıkça dindarlık azaldı - TAYFUN ATAY

“Dindar nesil” yetiştirmek, memleketi bir İmam-Hatip Türkiye’sine çevirmek ve hayatın her milimetrekaresine dini nüfuz ettirmek isteyenlerin devri iktidarında dindarlık oranı düşmüş bu ülkede.

Konda’nın önceki hafta kamuoyu ile paylaşılan 10 yıllık toplumsal değişim raporu üzerine bazı yerli-yabancı yayın organlarının soruları oldu ve görüşlerimizi o mecralarda kısaca paylaştık. Ama daha kapsamlı bir değerlendirmeye gitmek kaçınılmaz çok önemli veriler barındıran bu rapora ilişkin…
Elbette çok farklı kesitleri var, ama Konda raporu esas olarak AKP Türkiye’sinin eski deyişle “zahir”i ve “bâtın”ını, yani hem görünür yüzünü hem de iç yüzünü ortaya seren sonuçlarla farklılaşıyor, seçkinleşiyor.
Şöyle ki 2008’den 2018’e kadar son 10 yılda Türkiye’de dindar olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 55’ten yüzde 51’e gerilemiş. Buna karşılık 2008’de bu toplumda kendisini ateist olarak tanımlayanların oranı yüzde 1 iken sonrasında yukarıya doğru belirgin bir kıpırdanma kendini göstermiş ve yüzde 3 oranına varılmış. “İnançsızlar” oranında da aynı doğrultuda değişim var: 2008’de yüzde 1 olan oran şimdi yüzde 2.
Böyle devam ediyor: Oruç tutanların oranı yüzde 77’den yüzde 65’e gerilemiş. Kendisinin “sofu” olduğunu söyleyenlerin oranı da düşmüş, yüzde 13’ten yüzde 10’a.
Tabii bir insana “Sofu musun?” diye nasıl sorulduğu da ayrı bir husus. Böyle bir soru dosdoğru mu yöneltildi (ve soru yöneltilen kişiden bu durumda nasıl bir cevabi tepki beklendi?!.); yoksa dolaylı olarak mı “sofuluk” işareti sayılabilecek özelliklere ilişkin sorularla yol alındı, bilemiyoruz…
Ayrıca böylesi “survey” (anket) temelli niceliksel bir araştırmada hem “sofuluk”la ilgili soruya, hem de “dindarlık” ya da “inançlı olmak”la ilgili kritik sorulara kaynak kişilerin genelde “ideal” bilgiyi verme eğilimini de unutmamak lazım. Yaşadığınız toplumu biliyorsunuz; böyle bir toplumda karşınıza birdenbire çıkan birine “dindar değilim” demek zordur!..
Yani dindarlık, “inançlılık” gibi konularda “gerçek bilgi” ancak daha uzun erimli ve derinlikli gözlem ve görüşme teknikleri ile elde edilebilir. Dolayısıyla yüzde 50’lerde seyretmekte gibi görünen dindarlığın “gerçek” oranı hakkında da ancak o zaman bilgi sahibi olunabilir.

Postmodernizmle “geri dönen” din

Neyse, devam edelim! Araştırma verilerine göre “inançlı” olduğunu söyleyenlerin oranı da artmış ve 10 yılda yüzde 31’den yüzde 34’e çıkmış. Tabii bunun içinde son dönemdeki “Deizm” patlamasını da unutmamalı! Yani bu sadece İslam’a mal edilebilecek bir olgu değil.
Ve elbette inançlı (“believer”) olmak ayrı, dindar (“religious/pious”) olmak ayrı…
“Modernite”nin insanın önünde açtığı imkânlar kadar, onu yalnızlığa, yabancılaşmaya, umursanmazlığa (sevgi-güven yokluğuna) maruz bırakan işleyişinin Batı dünyası dâhil hemen her yerde gerek kurumsallaşmış tarihsel formları gerekse yeni, sentez ve melez oluşumları ile dinsel inançlara rağbeti artırdığı bilinmedik değil. Bu yüzden, söz gelimi “Yeni Dini Hareketler”i, moderniteye itiraz ve reddiyeden çıkış bulan “postmodernite”nin inanç patentli karşılıkları olarak tanımlamak uygun olur.
Dolayısıyla bugün dijital-sanal kitle kültürünün “kalabalıklarda yalnızlık” dünyasında inancın ve muhtelif inanç sistemlerinin yükselişte olduğu hanidir tespit ve teslim edilen bir nokta.


“Dindar nesil” nerede?

Fakat tabii ki Türkiye, özellikle son 15-16 yılı itibarıyla dünya ölçeğindeki bu genel tablonun yanı sıra çok önemli bir farkla hayatın devam ettiği bir coğrafya. Ve işte bu nedenle Konda verileri bize çarpıcı bir sosyopolitik realiteyi tartışmaya açma imkânı sunuyor.
Çünkü, tüm dünyada dinin, inancın, maneviyatın yukarıya doğru hareketlilik içinde olduğu bir zamanda kendisini dinle, imanla, İslam’la özdeş diye takdim ederek kitlesel desteğe ulaşmış bir siyasi hareketin devri iktidarında dindarlık oranı düşmüş bu ülkede…
“Dindar nesil yetiştireceğiz” diye bas bas bağıranların devri iktidarında oruç tutanların oranı düşmüş bu ülkede…
Memleketi bir “İmam-Hatip Türkiyesi”ne çevirmek; her okulu imam-hatip yapmak, her köşe başına cami dikmek ve hayatın her milimetrekaresine dini nüfuz ettirmek isteyenlerin devri iktidarında ateistlerin ve inançsızların oranı artmış bu ülkede.
Bu neden böyle diye soracak olanlara, söylenecek çok söz olmakla birlikte kestirmeden ve özet mahiyette başlıktaki cevabı verelim:
Dinbazlık arttıkça dindarlık azaldı bu ülkede!..

İslami dinbazlıktan “deizm” çıktı

Yukarıda moderniteden postmoderniteye “kırılmış” dünya bahsinde kısmen kaydedildiği üzere, insanlar hayatın içinde dine “psikolojik” (duygusal), “ontolojik” (varoluşsal) ya da “semantik” (anlamsal) açılardan ihtiyaç duydukları noktada toplumun da nesillerin de dindarlaşmasından bir sosyolojik olgu olarak söz edilebilir.
Ama bir siyasi yaptırımlar setini toplum üzerinde işlerliğe sokarak “dindar nesil” yetiştirmeye kalkıştığınızda, işte ancak insanları dinden-imandan çıkmaya, yaptıklarınızla “Olmaz olsun böyle din” diye tepki göstermeye sevk edersiniz.
“Dindar nesil”, kültürel-psikolojik ihtiyaçlar söz konusuysa ancak, yetişecekse yetişir.
“Dindar nesil”, dinbaz politik-ideolojik yaptırım, baskı ve zorlamalarla yetişmez.
Kemalizm’in ve resmi devlet laikliğinin etkin olduğu dönemde gördüğü rağbeti dahi göremez olur imam-hatipleriniz…
Deizme yönelir İslami dinbazlığınızdan bunalan imam-hatipli çocuklarınız…
Başını örtse de orucunu tutmaz tesettürlü bacılarınız…
Evet, ortaya çıkan tablo gerçekten küçümsenmeyecek ve tartışılmayı hak eden verilerle dolu.
Çünkü 2008 ve sonrası, malûm, AKP iktidarının ve Erdoğan otoriteryanizminin toplumun üzerine din diye diye en çok abandığı dönem… Öncesi, yani AKP’nin 2002-2007 iktidar dönemi için bu derece bir “dinî mühendislik” uygulamasından söz edilemez.
Ve Erdoğan’ın başbakan olarak “Biz dindar nesil yetiştirmek istiyoruz” dediği 2012 başından bu yana geçen yıllarda Türkiye’de dindarlık artmamış, azalmış.
Konda verilerinde yaş gruplarına göre bir dağılım yok. Ama tabii aklıma geleni, sezgilerimde öne çıkanı Konda Genel Müdürü, kıymetli dostumuz Bekir Ağırdır’a sordum ve ondan doğrulama da aldım: Dindarlık oranındaki azalmanın müsebbibi, genç kuşaklar!..
Yani Erdoğan’ın dindarlaştırmak istediği nesil, sayelerinde, dinden uzaklaşmış!..

Humeyni de “dindar nesil” istedi, olmadı

Bu tablo bir yandan da Humeyni-sonrası İran’da ortaya çıkan ve “post-İslamizm” olarak ayırt edilen toplumsal gerçeklikle bağlantılı ve benzeşik ele alınabilecek mahiyet de arz ediyor.
İran’da İslami siyaset yapılandı, kurumsallaştı, pekişti, ama özellikle genç kuşaklarda dinsellik ya da dindarlık hiç de rejimin istediği noktalara var(a)madı. Ve işte en son geçen yıl bu zamanlar gündeme geldiği üzere, İran’daki sokak gösterileri belli ekonomik politikaların eleştirisi olarak başlasa da giderek rejim karşıtı protestolara, İslam Cumhuriyeti’nin son bulması yolunda çığlıklara kadar vardı.
Çünkü sosyolog Asef Bayat’ın “post-İslamizm” olarak karakterize ettiği Humeyni (1989) sonrası İran, hızla bireysel tercih ve özgürlük isteklerinin arttığı; hem cinsiyet eşitliğinin tartışmaya açıldığı, hem de seküler taleplerin tanınıp onandığı bir rotaya girdi.  Bugün ortada, “İslam Cumhuriyeti” diye içi boş bir siyasi kabuk, bu rejimin sahibi mollalar ve onların gardiyanı Devrim Muhafızları’ndan başka bir şey yok.
Halbuki Humeyni de 1979’daki devrimin hemen ardından, tıpkı 2012’de Erdoğan’ın yaptığı gibi diyordu ki “Gençlerimiz İslami değerleri, görgü ve âdetleri bilmiyor; İslami talebeler yetiştirecek üniversitelere ihtiyaç var”.
Bu doğrultuda mevcut üniversiteler kapatıldı ve İslami çerçevede şekillendirilip yapılandırılmış yeni üniversiteler açıldı İran’da.
Ve sonuçta İran’da da “dindar nesil” diye diye yürünen yolda tam bir fiyasko ortaya çıktı. İslami yönetici elit yetiştirmeyi hedefleyen üniversitelerde bile, sınavları tamamlanmış “Fıkıh” gibi derslerin kitaplarını yakıp yanan ateş etrafında dans eden öğrencilere rastlandı (Saeid Golkar, “Black Crow to Barbie: Changing Student Norms in Islam”, ISIM Newsletter, No. 16, 2005).
İşte bizde de şimdi imam-hatipteki çocuk diyor ki “Ben deist olucam”.
İşte bizde de şimdi başörtülü genç kız diyor ki “Ben oruç tutmuycam, namaz kılmıycam”.
Ve işte bizde de şimdi millet diyor ki “Siz böyle dinbazlığa devam ettikçe ben inançlı olsam da dindar olmuycam”!..
İran’da olup bitenlerin adı “post-İslamcılık” olarak kondu. Bizde olup bitenlere ise “post-mortem İslamcılık” dense yeridir! “Ölüm-sonrası İslamcılık”, yahut daha amiyane deyişle, “mortu-çekmiş İslamcılık” yani!..
Ve işte böyle “post-mortem” bir İslamcılık “gösterisi” (“şov”u) ile yol aldıkları, dinî telkin, teşvik ve tahkimat konusunda da bunca etkin oldukları bir dönemde dindarlık bu ülkede artmak şöyle dursun, azalıyor.

Dijital iktidar, dinbaz iktidarı bastırdı

Tabii Konda araştırmasının dinsellikle ilişkili veriler dışında bu topluma dair sunduğu diğer önemli sonuçlar da var başka yazılarda ele alınması gereken… Mesela bunlardan biri, sosyal medya kullanımındaki büyük artış: Oran, 10 yılda yüzde 38’den yüzde 72’ye çıkmış. Neredeyse iki katına yani…
Bence bunun da dindarlığa ilişkin ortaya çıkan sonuçta bir diğer etki dinamiği olarak payı tartışılmalıdır. Mesela şöyle “hipotetik” bir soru eşliğinde: Acaba bu memlekette” küresel-dijital” iktidar, yerli-dinbaz iktidarı tuş etmiştir denilebilir mi?!..
Çünkü siz istediğiniz kadar imam-hatipleri çoğaltın; ilk ve orta öğretim kurumlarında “din dozajı”nı artırın; böylece gençlerin dünyasını diyanete bağlamaya çalışın, ne yaparsanız yapın, çocukların kafasından Whatsapp’ı, Twitter’ı, Facebook’u, Instagram’ı, Youtube’u söküp alamıyorsunuz.
Bu gençlikle bir parça hoca-öğrenci ilişkisi çerçevesinde etkileşimde olduğumuz için gayet iyi biliyoruz. Bu gençlik, Diyanet TV’nize değil, Youtube’daki “TikTok”a rağbet ediyor!
Bu gençlik imam-hatipten çıkıp eve gelince gece ekranda “Ufak Tefek Cinayetler” dizisini izleyip oradaki kadın karakterlerle özdeşime giriyor.
Bu gençlik cazibeyi “takva”nın, teşhiri hicabın, ifşayı mahremiyetin önüne geçiren online tesettür alışveriş sitelerinde sörf yapıyor!..
Bunların olduğu yerde elbette arzu ettiğiniz çerçevede “dindar nesil” olmayacaktır.
Olsa olsa “başörtülü Barbie-bebek”leri model almış “dindarımtrak” bir nesil var etmenin övüncü düşecektir payınıza!..
TAYFUN ATAY / T24