23 Ocak 2019 Çarşamba

Devletçilik - Öztin Akgüç

Küreselleşmeden, piyasaların etken çalışmasından, serbest pazar ekonomisinin üstünlüklerinden, kapitalizmin yaratıcılığından, sanayileşmede yeni bir evreye girişten, neo-liberalizmden söz edilirken devletçiliği savunmak, arkaik bir görüş olarak nitelendirilebilir. Hangi yüzyılda yaşıyoruz, hangi asırda kaldınız, gibi sorularla da karşılaşılabilir; dinozorluk olarak da küçümsenebilir. 


Devletçilik Türkiye’nin 1930’lu yılların başlarında uygulamaya başladığı, ülkenin ihtiyacından doğmuş, ülkemize özgü bir toplumsal kalkınma projesi, modelidir. 
1930’lu yılların başlarında, 1929 büyük ekonomik krizinin yıkıcı etkileri yaşanır, özel kesim teşviki ile sanayileşme başarısızlığa uğramış iken, Türkiye Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı uygulamasına başlamış, planı gerçekleştirme aracı olarak kamu iktisadi teşebbüslerinin (KİT’lerin) oluşturulması öngörülmüş, bu amaçla 1933 yılında 2262 sayılı yasa ile Sümerbank kurulmuştur. Sanayi planında yer alan yatırımları gerçekleştirme görevini üstlenmiş olan Sümerbank, kısa sürede tekstil sanayii ağırlıklı olmak üzere, Karabük Demir Çelik, Selüloz ve Kâğıt İşletmeleri (SEKA), Sivas çimento fabrikası yatırımı gerçekleştirilmiştir.
 
Enerji, madencilik, ana sanayi yatırımları ağırlıklı İkinci Sanayi Planı’nı gerçekleştirmek üzere Etibank kurulmuş, ancak 2. Dünya Savaşı planın uygulanmasına olanak vermemiştir. 

Türkiye ekonomi tarihinin en yüksek ortalama büyüme hızına Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı döneminde ulaşmıştır. Savaş yılları, zor, sıkıntılı yıllar olmakla beraber Türkiye, ithalat olanağının çok kısıtlı olduğu yıllarda temel gereksinimlerini KİT’lerin üretimiyle karşılamıştır. 

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’nin (DP) 22 Mayıs 1952’de TBMM’de okunan hükümet programında iktisadi sahada devlet sektörünü mümkün olduğu kadar daraltmak, amme hizmeti gören ve ana sanayiye taalluk edenler (ilişkin olanlar)  hariç devlet işletmelerinin peyderpey hususi teşebbüse devredileceğiyer almıştır. Ancak DP’nin on yıl süren yönetim döneminde bu program uygulanmadığı gibi, çok sayıda KİT kurulmuş, birçoğu da ana kurumlardan ayrılarak bağımsız KİT haline dönüştürülmüş; DP, KİT’ler kanalıyla üretim kapasitesini artırma, toplumsal talebi karşılama gereğini duymuştur. KİT’lerin ekonomideki yeri genişlemekle beraber, amaç değişikliğiyle KİT’ler özel sektörü desteklemek aracı olarak kullanılmış; iştirakler yoluyla özel kesimle karma girişimler oluşturulmuştur. 

Türkiye, 1960’lı yılların başlarında planlı kalkınma dönemi sürecine girmiştir. Ekonominin 1’inci ve 2’nci plan dönemlerinde yıllık ortalama yüzde 7.0’ye yaklaşan büyüme hızına, görece düşük enflasyon hızı ile cari açıkla ulaşılmasında KİT’lerin büyük katkıları olmuştur. Üçüncü Kalkınma Planı (1973-1977) KİT’lerin üretim, istihdam, teknoloji kullanımı, fiyat istikrarı koruma konusunda olumlu katkılarının olduğu vurgulanmasına karşın, içeride plan değil, pilav istiyoruzsloganı ile plan karşıtlığı dile getirilirken, Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle ülkemiz aleyhine uygulanmasına başlanan ambargo, plan gerçekleştirme başarımını önemli ölçüde azaltmıştır. KİT’i ekonomik kalkınmanın temel amaçlarından biri sayan, KİT’e özel önem veren Dördüncü Kalkınma Planı ise ekonomik ve siyasal bunalımlar nedeniyle uygulanamamıştır.

Türkiye, dış baskılar, telkinler, içeride de dış güçlerin sesyayarlarının etkisiyle 24 Ocak 1980 Kararları ile planlı kalkınma evresine fiilen son vermiştir. IMF’nin klasik Ortodoks istikrar programından esinlenen 24 Ocak Kararları, yabancı sermaye yatırımlarının teşvikini, özelleştirmeye, kamu kuruluşlarının da bir şekilde elden çıkarılmasını öngörüyordu. 

KİT’lerin özelleştirilerek ekonominin belkemiğinin kırılmasına karar verilen 1980 yılında, katma bütçeli iktisadi kuruluşlar dahil KİT’ler, GSYH’nin yüzde 10’unu yaratmakta, yatırımların yüzde 25.0’inden fazlasını gerçekleştirmekte, tarım dışı istihdamın yüzde 15.0’ini sağlamaktaydı. 

Türkiye’de genelde rakamlar pembeye boyanır; KİT’lere ise zarar ediyorlar, kara delikler diye, kara çalınmıştır. KİT’ler genelde kaynak yaratmış, kamuyu beslemişlerdir. KİT’lerin özensiz satışı bile Hazine’ye 80 milyar TL’nin üstünde kaynak sağlamış, kaynağın bir bölümü bütçeye aktarılarak, mali sağlamlık övüncüne de olanak vermiştir.

KİT’lerin kapatılmasıyla, bölgeler arası gelişmişlik farkı artmış, iç göç hızlanmış, işsizlik oranı yükselmiş, üretken yatırımlar görece azalmış, sanayi sektörünün GSMH içindeki payı gerilemiştir.
 
Kalkınma için model aranıyorsa örnek planlı devletçiliktir.

Öztin Akgüç / CUMHURİYET

Marketlerde yıllık enflasyon yüzde 70-YENİÇAĞ

Dolar kurunun son 1 yıl içindeki artış oranı her üründe fiyatlara yansıtıldı. Fiyat artışları geçen yılın sonu ile karşılaştırıldığında yüzde 70’ler mertebesinin altına inmedi.


Türkiye ekonomisi 2018’de yaşadığı finansal saldırı sonrasında pek çok alanda zam dalgasıyla karşı karşıya kaldı. İndirim kampanyaları, vergi indirimleri ve hatta dolar kurunun zirve yaptıktan sonra gerilediği seviye bile bir çok ürün ve hizmette yapılan zamları geri çekmeye yetmedi.

Habertürk'ten Yavuz Barlas'ın haberine göre, neredeyse dolar kurunun son 1 yıl içindeki artış oranı yerli yabancı fark etmez her üründe olduğu gibi fiyatlara yansıtıldı. Sebze meyve fiyatları bir kenara her ailenin 1 ay içinde evine aldığı temizlik ve gıda ürünlerinde marketlerdeki fiyat artışları geçen yılın sonu ile karşılaştırıldığında yüzde 70’ler mertebesinin altına inmedi. Tartışma son olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın faizler ve enflasyondaki gerilemeye rağmen marketlerde fiyatların yüksek olmasını eleştirmesiyle alevlendi. TOBB'un dünkü Ekonomi Şurası'nda konuşan Erdoğan, “Faiz oranları düşmüş, enflasyon belli oranda düşmüş buna rağmen bakıyorsunuz marketlerde fiyatlar hala yüksek. Bu marketlerden benim halkımı sömürme mücadelesini devam ettirenler varsa bunun hesabını sorma görevi de bizimdir ve hesabını sorarız” dedi.  


DOLAR KURU ŞOKUNU ATLATAMADILAR
Pazar payı büyüklüğü açısından sektörün önde gelen bir zincir perakendecinin Aralık 2017, Eylül 2018 (Kur şoku sonrası) ve Ocak 2019 fiyatları karşılaştırıldığında zamların market alışverişine yansımasının ağır bilançosu da ortaya çıkıyor. Aynı zincirde 25 farklı ürünün fiyatlarını sizin için derledim. Bakın 1 ay içinde mutlaka evinize satın aldığınız bu ürünlerde son 1 yıllık ve kurda dalgalanma dönemi sonrası fiyatlar ne olmuş? 
Önce resmi rakamları paylaşmakta fayda var.

TÜİK ENFLASYONU MARKETTE YOK
TÜİK’e göre 1 yıllık enflasyon yüzde 20.30, gıda enflasyonu ise yüzde 25.11. Sesinizi duyar gibiyim: “Yahu TÜİK elemanları nereden alışveriş yapıyorsa bize de söylesin gidip oradan biz de alalım”
TÜİK enflasyon sepetinde hangi ürün varsa her ay aynı ürünü aynı yerden fiyat alarak hesaplama yapıyor. Ancak hangi kalite hangi gramaj gibi bilgiler elbette kendilerinde saklı. Zira bunun pek bir önemi de yok. Ancak son dönemde en çok yaşanan aldatıcı konu ürünlerde gramajlar küçülüyor. Bir aldığın ürünü bir daha aynı ağırlıkta satın alamaz oluyorsun. 2 litrelik deterjan olmuş 1.3 litre. 500 gramlık aynı marka kaşar peyniri düşmüş 350 grama. Paket, ambalaj aynı fiyat artışı hala var ama daha az. Ayaküstü hesap yaparsan rekor zam gizlense de eve gelip tüketmeye başladığında hesap ortada.


ZAMMI AZALTMA ÇABASI GRAMAJ DÜŞÜŞÜ
Gelelim araştırmamıza. Ürün fiyatları elbette market market değişebilir. "Ben bu ürünü daha ucuza aldım" diyen çıkabilir. Haklıdır. O marketin elindeki stoğa göre bazen çok daha düşük fiyata indirilebilir ürünler. Hele hele gıda ürünlerinde pek çoğumuzun çok dikkat etmediği son kullanma tarihleri yaklaşan ürünleri daha çok indirime sokar marketler. Neyse konumuz bu değil. Biz araştırmamızda aynı marketin aynı marka aynı boyutta olan ürünlerini ele aldık. Örneklerin vereceğim ama ilk dikkat çeken şey şu ortalama 25 ürünün toplam bedeli Aralık 2017’de 310 TL iken bugün itibariyle aynı ürünleri eve getirmenin maliyeti 529 TL. Peki piyasaların karıştığı Eylül 2018’de bu maliyet ne? 25 üründe 559 TL. Yani Eylül 2018’e göre bu ürünlerdeki toplam indirim tutarı sadece 30 TL. Bir başka değişle dolar kurunun zirve yaptığı dönem sonrasında 25 üründe ortalama indirim oranı yüzde 5. Aynı sepet Aralık 2017’den Eylül 2018’e yüzde 81 zamlanmış sonrasında ürününe göre değişmekle birlikte indimler yapılmış ama 1 yıllık artış tutarı yüzde 70’lerde asılı kalmış.

TEMİZLİK ÜRÜNLERİNDE FİYAT UÇTU
Özellikle temizlik ürünlerinde kur şoku dönemindeki zamlar yüzde 100’leri aşmış durumda. Sonrasında doların 5.35’lere geldiği şu dönemde ise zamların küçük bir bölümü geri çekilmiş. Sanki tüm üretici ve perakendeciler Eylül 2018’de 6.8’lik dolar kurundan stok yapmış hala o ürünleri satıyor. Yukarıdaki tabloda tek tek ürünleri görebilirsiniz. Ancak bir iki örnek vermekte fayda var. Orta halli bir 32’li tuvalet kağıdı geçen yıl Aralık 2017’de 18.90 liradan satın alınabilirken Eylül 2018’de bunun fiyatı 41.95 liraya yükselmiş. Aynı marka aynı adet ürünün bugünkü fiyatı ise ancak 37.89 liraya inmiş. Yani yüzde 122 zamlanmış sonrasında 1 yıllık zam oranı yüzde 100’lere ancak gelmiş. Yani bir anlamada geçen yıl 32 adet tuvalet kağıdına ödediğiniz rakamla bu yıl ancak 16 adet alabilirsiniz. Ya da şampuan kullanmayanız yoktur. 500 ml’lik bir şampuanda fiyat Aralık 2017’de fiyat 11.9 TL iken bu rakam Eylül 2018’de 22.9 TL’ye fırlamış bugünlerde ise aynı şampuanı kampanyayla 18.50 liraya bulabilirsiniz. 1 yıllık fiyat artışı yüzde 55’lerde. Gıda ürünlerine de bakalım. Örneğin 700 gramlık kaşar peyniri. Fiyat geçen yıl 13.45 TL iken aynı marka peynir 2018’de 22.75 TL’ye yükseldikten sonra bugün 20.95 liralar seviyesinde. Yine 1 yıllık artışlar yüzde 60’ları geçmiş. Örnekleri çoğaltmak mümkün yukarıdaki tablodan siz de takip edip kendi alışverişlerinizle karşılaştırabilirsiniz.

ZİNCİR MARKETLERİN GEREKÇESİ NE?
Peki finansal dalgalanma dönemi öncesi ve sonrasında dolar kurundaki seviye ne? Dolar kuru Aralık 2017’de 3.81 TL düzeyindeyken 2018 ortasından yaşanan finansal operasyon sonrasında 6.88 ile zirveyi gördü. Bu dönemde kurdaki artış yüzde 80 civarlarını gördü. Sonrasında finansal dengelemeye giren ekonomide kur 5 TL’ler seviyesine kadar geriledi ve bugün kur 5.32’lik düzeylerde. Son 1 yıldaki TL değer kaybı yüzde 70’lerde. Market raflarındaki ürünlerdeki zam ortalaması da tam tamına yüzde 70’lerde. Kur artışı kadar zam normal mi? Elbette hayır. Ama zincir marketler de yapılan zamlara gerekçe olarak akaryakıt, doğalgaz, asgari ücret ve kira artışlarını gösteriyor. Motorin 1 yılda yüzde 13.6, doğalgaz yüzde 65, sanayi elektriği yüzde 37, asgari ücret ise yüzde 26 artmış durumda. Sonuçta hiçbiri marketlerde gelinen fiyat seviyelerini izah etmiyor.

(YENİÇAĞ)

Onkoloji merkezlerindeki cihazlar rant kaynağı mı? - Murat AĞIREL

Türkiye'nin mücadele etmesi gereken büyük sorunlarından biri kanser... Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Mayıs 2017 verilerine göre Türkiye'de her 5 ölümden biri kanserden. Sağlık Bakanlığı'nın açıkladığı verilere göre ise Türkiye'de 96.200 erkek ve 67.200 kadın olmak üzere toplamda 163.400 civarında kanser hastası bulunuyor.

Türkiye'de ki bu soruna çare olmak içinde Onkoloji Merkezleri var. Devlet Hastaneleri ve birçok özel hastane kanser ile mücadele için birimler kurup her gün sayısı ciddi oranda artan kanser vakaları ile mücadele ediyor (mu?)

Konuya girmeden önce size hastanelerin onkoloji merkezlerinde bulunan kanser ilaçlarının hastaya nakil edilmesinde kullanılan cihazları anlatmam gerek. Bu cihazlardan piyasada 4 çeşit var. Manuel, yarı otomatik, otomatik ve robotik cihazlar... Cihazların hastanelerde kurulabilmesi için ise Sağlık Bakanlığı'ndan onaylı olması gerekiyor.

Kanser ile mücadele!
Her kurumumuzda ne yazık ki liyakatsizlik, ciddiyetsizlik, kamu yararını gözetmeme durumları mevcut, ancak bu sefer durum çok daha farklı. Hastanelerimizde de siyasi bağlantılar ve getirim uğruna insanların canı hiçe sayılmış. Bunu Sağlık Bakanlığı'na gelen bir ihbar ve neticesinde yapılan denetim raporundan öğreniyoruz. Raporun detaylarını anlatıp yazımızın sonunda da adı geçen firma ve sahipleri ile ilgili bilgileri aktaralım.

Oncosem Onkolojik Sistemler firması Sağlık Bakanlığı'na bir dilekçe veriyor ve dilekçe 18.04.2018 tarih ve E.118444 sayılı ile kayıtlara giriyor. Dilekçenin özü şu şekilde;"Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nde oluşturulan komisyon üretildiği ülkede ve Türkiye'de halihazırda kurulu bir cihazı olmayan (R.) firmasının (PS.) ve (E.)firmasının (OE), (M.) firmasının (MO), (O.) firmasına ait (OC) cihazına bir gün içerisinde onay vererek otomatik kemoterapi ilaç hazırlama cihazı kapsamına almıştır. (M.) firmasına ait (MO) marka cihazına 'otomatik' olarak onay verilmesi ile yaklaşık 14 milyon TL'nin fazladan ilgili firmanın kasasına girmiş ve bu rakamın %70'inden fazlasının yurtdışı firmalara satış bedeli olarak fazladan aktarılmıştır.
Tam otomatik olarak onay almış (M-MO), (O-OC) cihazların bulunduğu kurumlarda çalışmadığı, ilaçlar manuel olarak hazırlandığı halde otomatik/robotik infüzyon kemoterapisi gibi faturalandırıldığı ve elle hazırlamada kalan ilaçların zayi olduğu, kemoterapi ilaçlarının fiyatlarının yüksek olduğu düşünüldüğünde, kurum ve ülke ekonomisinin zarara uğrtıldığı, bahsi geçen firmaların almış oldukları onayların, geri ödeme kapsamındaki durumlarının askıya alınmasını talep etmiştir."

Geçmişte kendi cihazlarına yerinde ve uygulamalı denetim yapıldığı halde diğer ürünlere uygulanmadığını iddia etmiş, Sağlık Bakanlığı'ndaki komisyona sunulan bilimsel verilerin gerçekliğinin Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu tarafından yerinde denetlenmesi istemiş. Yani firma yetkilileri; verilen izinler dolayısıyla hasta ilacının yanlış hazırlanması, yanlış tedavi, halk sağlığı riski, kamu zararı, yurtdışına aktarılan kaynak nedeni ile ekonomiye verilen zarar, eşit rekabet koşullarının ortadan kalkması nedeniyle telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurduğunu iddia etmiş. Bu dilekçe üzerine Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu yetkilileri bir komisyon kuruyor ve iddia edilen firmaların cihazlarını yerinde kontrol ediyor ve bir rapor düzenliyor. Raporun sonuç bölümünde skandal bilgiler veriliyor:

Denetleme Raporu Sonuç Bölümü
Hali hazırda ülkemizde kurulu cihaz sayısı 156 adet olup; 14 ilde toplam 29 merkezde kurulu cihazlar tarafımızca incelenmiştir. Türkiye'de kurulu yarı otomatik ve otomatik cihazların %90-95'i (O.), (O.) ve (M.) firmalarına aittir.

Yarı Otomatik Kemoterapi İlaç Hazırlama Sistemleri incelenmesinde
Hazırlama aşamasından hastaya uygulanıncaya kadar standartlara aykırı uygulamalar ile hastaya, sağlık personeline ve çevreye zarar verip, haksız kazanç ve kamu zararına yol açmaktadır. İncelemeciler yarı otomatik kemoterapi ilaç hazırlama sistemlerinin kullanılmaması önermektedir.

Otomatik Robotik Kemoterapi İlaç Hazırlama Sistemleri incelenmesinde
Cihazların onay aşamasından sahadaki uygulamalarına kadar oluşan eksik ve hatalar nedeni ile hastalara eksik veya fazla miktarda ilaç verilebileceği, yanlış ilaç uygulanabileceği, artan ilaçların kullanılamaması ile kamu zararı oluştuğu, atık ve havalandırma sistemindeki eksiklikler nedeni ile kanser ilaçlarının çalışanlara ve çevreye bulaşarak zararlı olacağı vurgulanmıştır. Kriterlerde istenilen belgeler inceleme esnasında sunulamamıştır.

Robotik Robotik Kemoterapi İlaç Hazırlama Sistemleri incelenmesinde
Cihaz tarafından oluşturulan etikette hastaya ait bilgi olmadığı, atık ve havalandırma sistemindeki eksiklikler ve serum ve flakonlar üzerinde sitotoksik ilaç kalıntıları kanser ilaçlarının çalışanlara ve çevreye bulaşmasına neden olacağı vurgulanmıştır. Kriterlerde istenilen belgeler inceleme esnasında sunulamamıştır.

Raporun Sonuç Bölümünün özetinde ise;
Cihaz odaklı SGK ödemeleri nedeniyle, manuel dolum olsa bile cihaz dolumu gibi rapor edilebildiğinden kamu zararı oluştuğu, özellikle şehir hastanelerinin bu bağlamda tekrar gözden geçirilmesi gerektiği, O. S. San. ve Tic. LTD. ŞTİ. firmasının herhangi bir onayı olmayan cihazlarını şehir hastaneleri de dahil olmak üzere kullanıma verdiği ve bugüne kadar SGK'den geri ödeme aldığı, başka firmaları şikayet ettiği hususların kendi onaylı cihazlarında da olduğu, kendi cihazı da dahil olmak üzere piyasada bulunan ve kullanımda olan tüm kimyasal tedavi ilaç hazırlama cihazlarının birbirlerine bir üstünlüğünün olmadığı, farklı farklı eksikliklerinin olduğu, katalog ve videodaki verilerle sahadaki durumun örtüşmediği" kanaatine varmıştır.
Değerli okuyucular, raporun özeti kısaca böyle.

Cihazın, ilaç dolumu esnasında hatalı dolum yaptığı, eksik mg doldurduğu ve sistemin onay verdiği, İlaç flakonlarının eşleştirilmesi esnasında uygulamada yanlışlıkların olduğu, cihazın, farklı flakonları ayırt etmeden orderdaki ilacın etiketini yazdığı, cihaz dolumu ile manuel dolumun ayırt edilmediği, alınan rapor üzerinden operatör tarafından ilaçların özelliğine göre sonradan işaretlendiği görülmüştür Kısaca; sistemdeki eksik ve hatalar nedeni ile hastalara verilen ilaç dozlarının eksik veya fazla olabileceği, yanlış ilaç uygulanabileceği belirtilmiştir. Gazi Üniversitesi akademik personeli ısrarla Robotik cihazlar istemiş olmasına rağmen Rektör tarafından ısrarla bu firmadan bu cihazların alındığı iddia edilmiştir.

Firmaların detaylarına gelirsek, bu konu hakkında çok geniş kapsamlı bir araştırma içerisindeyim. Yakın zamanda tüm detayları ile paylaşacağım
Evet dostlar. Ne yazık ki Kanserli hastalarımıza hizmet veren Hastanelerde bulunan onkolojik sistemlerin durumu ve bu hizmeti sunan firma sahiplerinin bazılarının durumu bu şekildedir. Rapor çok daha detaylı ancak köşemde aktarabildiğim önemli hususlar bunlardan ibarettir.

Bu yazdıklarım Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumunun 07 Ağustos 2018 tarihinde düzenlediği resmi rapora dayanmaktadır. Umarım Cumhuriyet Savcıları büyük umutlar, kısıtlı imkanlar ile büyük mücadeleler veren Kanser hastalarının tedavisi için hayati önemde olan Onkoloji cihazları ile ilgili raporda belirtilen hususlar ile ilgili  el atar ve bu ''YAĞMA'' ve ''TALAN'' son bulur sorumluları hakkında yasal işlem başlatılır.


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

22 Ocak 2019 Salı

Aydın düşürmesi - ORHAN GÖKDEMİR

Bu ülkede rejim çok sık değişir. Değişen rejimleri birbirine bağlayan ortak nokta laik cumhuriyete düşmanlıklarıdır. Darbeyle, silah zoruyla, gizlide örgütlenerek veya açıktan seçimle gelirler, devleti ele geçirirler. Tek hedefleri vardır, rejimi değiştirmek. Menderes geldi, değiştirdi. 12 Mart’ta değişti, 12 Eylül değişeni yeniden değiştirdi. Sonuncusu AKP eliyle gerçekleşiyor, rejim yine değişmiştir.

Yalnız rejim değişikliklerinin tarihi aydın direnişinin de tarihidir. Adnan Menderes büyük bir aydın direnişi ile karşılaşmıştı. 12 Mart aydın hareketi korkusuyla gerçekleşti. 12 Eylül aydınları kırmak üzere gelmişti, kırılması 1984’teki Aydınlar Dilekçesi ile oldu. Aziz Nesin başta, büyük aydınlarımız hayattaydı, ayaklandılar, kendilerini kırmaya gelenleri kırmayı başardılar.

Sonuncusunun diğerlerinden farkı muhalefet ve aydın yokluğuna denk gelmesindedir. Muhalefeti bitirdiler. Aydınların çoğu daha işin başında bu rejim değiştiricilerin yanında saf tuttu. “Yetmez ama evetçiler”dir, karşı devrimin çocukları olarak tasfiye edilmişlerdir. Rejim değişikliğinin sonuncusu büyük bir aydın ihanetinin üzerine geldiğinden, aydınsız, ışıksız bir karanlık çöldeyiz.

O nedenle olmalı, 2010 12 Eylülü'nde kırılanlar 1980 12 Eylülü'nde kırılanlardan çoktur. Aydınlar Dilekçesi bir aydın hareketi ise “yetmez ama evet” dilekçesi aydınlıktan çıkma hareketidir. 

Fethullah çetesi ile bir oldular, rejim değişikliği için saf tuttular ve kendi üzerlerine çöktüler. Geriye kalanların düşüşüne tanıklık etmekteyiz şimdi. Saray’a çıkıp biat etmek açık yoludur. Kapıda sıraya girerler, düştüklerini anlarız. Gidemeyenler konserine, sergisine davet ederler. İkisini de yapamayanlar Sabah gazetesine söyleşi verir. Esası laik cumhuriyetten yakınmak, tek parti dönemine ilenmek, hiç olmazsa yeni rejimin resmi şairi Necip Fazıl’dan “Türk dilinin büyük şairi” diye söz etmekten ibarettir. 

Çok düşüyorlar. Tüyler ürpertici manzaralar eşliğinde büyük aydın düşüşünün talihsiz tanıklarıyız.

                                                            ***

Profesör Celal Şengör, organ bağışı taraftarı olmadığını belirterek, "Elin dangalağına verip onu yaşatmanın anlamı yok" dedi iki gün önce. “Elin dangalağı” dediği sevgili halkımızdır. Aydını düştüğü için o da düşük sayılmaktadır. Celal Şengör kendi halkından nefret eden aydın tipinin ilk örneğidir.

Kendi halkından nefret ettiği için yıllar önce köylülere dışkı yediren faşistlerin yanında saf tutabilmiş, dışkı yedirmenin işkence sayılmayacağını söyleyebilmişti. Kenan Evren nam insanlık zararlısının arkasından ağıt yakan tek kişi olma onuru onundur.

Dışkı yedirmenin işkence olmadığını iddia etmenin bok yemek olduğunu fark ettiğinde, çıkıp kendisinin de “meraktan” dışkı yediğini itiraf etti. İsviçre’de doktora yaptığı yerde otlayan ineklerin ve dağ keçilerinin dışkılarının tadına baktığından kendisininkinin acı olduğunu öğrenmişti. Fakat meraktan yenilen dışkıyla, faşistlerin zorla yedirdiği dışkının aynı bok olmadığını bilemeyecek kadar kıt anlayışlıydı.

Kendine çektiği bu dışkı ziyafeti 12 Eylül’ün Kürt köylülere dışkı yedirmesini meşru kılan sözlerine bir düzeltmeydi aslında. Düzelteyim derken boka batmıştır. Cumhuriyete vurulan sondan bir önceki kazmanın sapındaki parmak izlerinden biri onundur. Düşmüştür, fosseptik çukurundan ses veren nevzuhur aydın tipidir.

                                                           ***

Yolu şimdi kaçak Sevan Bedros Nişanyan açmıştır. Marx çevirmeni olarak hayata atıldı, “kariyerini” küçük otel rehberi yazarı olarak tamamladı. Kaçak inşaat yapmak en devrimci eylemlerinden biri. Sit alanındaki arazide iki kez mühürlenmesine rağmen inşaat yaptığı gerekçesiyle tutuklandı. Mühür bozma ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na muhalefet gibi aydın tarihinde görülmemiş davaları vardı. Açık cezaevinde ikamet ederken yurtdışına kaçtı.

Dışkıya gelince, hakkını yemeyelim, o da pek nev’i şahsına münhasır bir eylemiydi. Hedefi boşanmaya karar verdiği karısıydı. Plan yapmış, bir kavanozda toplamış, hijyenik şartlarda saklamış ve zavallı kadıncağızın başından aşağıya boca etmişti.

Kavanoz eylemini planlarken yazdığı kitap “Yanlış Cumhuriyet” adını taşımaktadır. Haklıdır. Ortası yoktur, ya cumhuriyet ya Nişanyan yanlıştır.

                                                            ***

Fazıl Say’ı ayırıyoruz. Bir süredir düzenin kuşatmalarıyla boğuşuyor, düşmemek için çabalıyordu. Biliriz cumhuriyet çocuğudur. Twitter üzerinden paylaştığı Ömer Hayyam rubaisi ile "dini değerleri alenen aşağıladığı" iddiasıyla açılan davada suçlu bulunup 10 ay hapis cezasına çarptırılınca direnmeyi bıraktı. Mahpus insanın kafasının içindedir, taşıyamayan düşer. Kınayacak değiliz, insanlık halleridir.
                                                             ***

Gelelim Şükrü Erbaş’a. Dün, Sabah gazetesine verdiği söyleşi nedeniyle gündemdeydi şairimiz. Ne dediğinin veya ne demediğinin hiçbir önemi yok. Önemli olan söyleşiyi Sabah’a vermiş olmasıdır. Daha önce Mazhar Alanson, Ahmet Ümit, Haluk Levent, Bülent Ortaçgil, Derya Köroğlu, Hasan Saltık ve Erdal Beşikçioğlu yaptı aynı yerde aynı söyleşiyi ve hepsi yeni rejime verilmiş bir af dilekçesi sayıldı.

Ne dediğini de aktaralım eksik kalmasın: "Bütün önyargılarımızı, korkularımızı, hırslarımızı bir kenara bırakıp saygı içinde iletişim kurmanın zamanı" diye başladı. "Ben sol düşünceye sahip, devrimci bir gelenekten gelen bir edebiyatçıyım. Son yıllarda muhafazakâr diyeceğimiz geniş bir okur kitlem oluştu. Olağanüstü saygılı, sevgili bir güzellik yaşıyoruz onlarla. Sanırım herkese örnek olması gereken, büyülü bir ilişki bu" diye sürdürdü. Mehmet Akif’i sordular, “beğenirim” dedi. Necip Fazıl’ı sordular. “İlk dönem şiirleri çok güçlüdür; 'Otel Odaları', 'Kaldırımlar'; dilimizin en güzel şiirlerindendir” diye yanıtladı.

Hafta sonu karakola imzaya giden Müjdat Gezen’i, Metin Akpınar’ı, “muhafazakâr” militanlar tarafından Hacettepe’de linç edilmeye kalkışılan Ahmet Telli’yi sormadıklarından, bu konulardaki beyanlarından mahrumuz.

soL’daki bir haber vesilesiyle “düştü, düşmedi” tartışması vardı dün. Bu ülkede rejim çok sık değişir. Değişen rejimleri birbirine bağlayan ortak nokta laik cumhuriyete düşmanlıklarıdır. Darbeyle, silah zoruyla, gizlide örgütlenerek veya açıktan seçimle gelirler, devleti ele geçirirler. Lakin aydınları ele geçirmek devleti ele geçirmekten daha güç iştir, biz öyle biliriz.

Ama rejim değişti, eski tip aydınımızın beslenme kaynakları kurudu. Kuruyup birer birer düşüyorlar şimdi. Tüyler ürpertici manzaralar eşliğinde büyük aydın düşüşünün talihsiz tanıklarıyız.

Yalçın Hocanın kulakları çınlasın, aydın denilen tür nihayetinde sınıf savaşının azaplarıdır. Önde düzenli gidiyorlar, savaşıyorlarsa alkışlıyoruz. Geriye kaçanlar için balta elde nöbetteyiz. Dildeki şiddet, sadece savaşın şiddetinin bir yansıması.
Bok çukurunda debelenen aydın olur mu? Geriye kaçmalarına izin vermeyeceğiz, düşürmeyeceğiz, ileriye iteceğiz, dediğimiz bu.

Orhan Gökdemir / SOL

'Erdoğan mı geri adım attı, Fazıl Say mı?' - KEMAL OKUYAN

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan pazartesi röportajlarında bu hafta Fazıl Say ile Erdoğan'ın konser buluşması, iktidarın "normalleşme" hamleleri ve seçimlere ilişkin sorularımızı yanıtladı.

"Burada kişilerle ilgili bir mücadele verilmiyor, gerçekleşen AKP Türkiyesi’nin normalleşmesini isteyen geniş bir koalisyonun başarılı bir operasyonudur" diyen Okuyan, "Sonuç Erdoğan’ın ötesindedir ve Erdoğan’ın Fazıl Say’ı dinlemek için çok hevesli olduğu düşünülmemelidir" ifadelerini kullandı. Okuyan, TKP'nin seçim sloganını ve seçim sürecinde hangi eksende çalışma yürüteceğini de açıkladı.

Geçen haftaya damgayı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Fazıl Say'ın davetini kabul edip konserine gitmesi vurdu. Erdoğan'ın Mozart dinlemeyi zulüm olarak nitelediği sözlerinin hemen ardından gelen bu adımı ve sonrasında çıkan tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye normalleşiyor mu?
___________________________
Türkiye’de siyasal alandaki boşluklar nedeniyle “popüler” kişilerden sürekli kahraman yaratılmaya çalışılıyor. Sistem de bunu istiyor. İdeolojileri, kolektif yapıları, siyasi ve toplumsal programları yönetmek, kontrol altında tutmak zordur. Oysa kişileri kahraman yapmak da yerin dibine geçirmek de daha kolay. Her iki işlemde de aynı mekanizmalar işliyor. 

Siyasette lider kültü bu nedenle yaratılıyor. Ortalık kendi etrafında oluşan ilginin, popülerliğin gerçek kaynağını anlayamayan bir sürü kişiyle dolu. Fazıl Say işte böyle bir dünyada, kendi sanatçı yaratıcılığı, üretkenliği ile ünlendi. Üstelik popüler kültürle çoğu kez karşı karşıya gelerek. O noktada üzerine olmadık ve taşıyamayacağı bir yük bindi. Kendisini yakından tanıyanlar, Fazıl Say’a yüklenen siyasi anlamın bir karşılığı olmadığını hep söylüyordu. Zaten “sanat”ın kendi başına böyle bir rol üstlenebileceği de bir şehir efsanesidir. Sanat siyaset ve toplumsal mücadelelerden beslendiği oranda oraya bir şeyler katar. 

Ne Türkiye’de bu açıdan henüz sağlıklı bir etkileşim var ne de Türkiye’nin en değerli sanatçılarından biri olan Fazıl Say böyle bir etkileşime açık ya da istekliydi. Bu koşullarda “Erdoğan mı geri adım attı, Fazıl Say mı” sorusunun bir anlamı yok. Burada kişilerle ilgili bir mücadele verilmiyor, gerçekleşen AKP Türkiyesi’nin normalleşmesini isteyen geniş bir koalisyonun başarılı bir operasyonudur. 

Fazıl Say’ın bir sanatçı olarak Erdoğan’la buluşmaya ihtiyacı yoktu, evet söylenen  doğrudur, Erdoğan’ın meşruiyet sorununda küçük bir rahatlama sağlamıştır. Ancak sonuç Erdoğan’ın ötesindedir ve Erdoğan’ın Fazıl Say’ı dinlemek için çok hevesli olduğu düşünülmemelidir.
__________________________________________________________ 
Bu durumda, normalleşme seçim sonrasına bir "yatırım" olarak mı okunmalı?
Seçimler kendi başına bir anlam taşımıyor. AKP toplumun yarısının kabullenmediği bir Türkiye projesini hayata geçirmeye çalışırken, toplumun öfkeli kesimlerinin henüz fark etmediği bir başka sonuca ulaştı. Yerli ve yabancı sermaye açısından olabilecek en cazip hukuki-siyasal-ideolojik zemin yaratıldı. Bu zeminin riski toplumun yarısının AKP’ye dönük geçici olmayan tepkisi. Bunu çözmek için yıllardır uğraşıyorlar. AKP, AKP’nin muhalefeti, Fethullahçılar, CHP, diğer düzen partilerinin tamamı bu doğrultuda rol üstlenmiş durumda. Erdoğan patronlar açısından, düzen açısından riskin de kazanımın da öne çıkan aktörüdür. Bu nedenle normalleşmeyi Erdoğan yönetmiyor, normalleşme arayışlarına Erdoğan bir yerden sonra karşı çıkamıyor. Erdoğan’ın bir siyasetçi olarak normalleşmeye uygun bir tarzı yok, dar anlamıyla işine gelmez normalleşme. 

Karşısında boyun eğmeye hazır, mücadeleden kaçan bir muhalefet gördüğü için o muhalefeti toplumdaki öfkeyi temsil etmeye çağırıyor sürekli. Çünkü biliyor ki düzen muhalefeti, o öfkeyi orta yerde bırakacak, deyim yerindeyse satacak ve kendisi de o toplumsal öfkeyi kıracak; bir açıdan asla unutamadığı Haziran Direnişi’nin rövanşını alacak. Ancak bir başka akıl, Erdoğan’ın kişisel motivasyonu ile değil, düzenin çıkarları açısından bakan akıl Türkiye’de o çapta bir toplumsal karşı karşıya gelişin beklenmedik gelişmeleri tetikleyebileceğini bildikleri için normalleşmeye yatırım yapıyor. 

Kuşkusuz dünyadaki gelişmeler, emperyalizm içi rekabet, bölgesel gelişmeler, bir sürü etmen var. Türkiye’nin iç politikası toplum mühendisliği çabalarına bire bir yanıt verecek durumun çok uzağında.
__________________________________________________________
Bu “normalleşmenin” derinleşen ekonomik kriz ve krizin olası toplumsal sonuçlarına etkisi ne olur?
Özellikle vurgulayarak, altını çizerek söylüyorum, Türkiye’de sermaye sınıfının, patronların ihtiraslarını ve iddiasını AKP temsil ediyorsa, o sınıfın uzun vadeli çıkarlarını ve aklını CHP-İYİP temsil ediyordur. Burada bir karşıtlık yok, burada bir bütünlük var. Ve bu bütünlük Türkiye toplumuna daha fazla sömürü, daha fazla adaletsizlik, daha fazla iş cinayeti olarak geri dönüyor. Normalleşme, Türkiye toplumunun bu bütünlüğe zarar verecek gerginliklerden arındırılmasına verilen addır ve bu anlamda Türkiye normalleşmemelidir. Dar anlamıyla AKP’nin kabullenilmesi filan değil mesele. Türkiye’de şu anda ağırlıklı olarak yaşam tarzı, laiklik, özgürlük ekseninde şekillenen güçlü toplumsal tepki, 12 Eylül 1980’den beri sürdürülen ağır sermaye saldırısından geriye kalan biricik pozitif enerjidir. Bu enerji yok edilmemelidir. Bunun koşulu bu enerjinin, hiç değilse bir bölümünün bir yere yönelmesidir. Bu enerjinin düzeni sorgulayan, emekçi karakterli, sosyalizan bir yönelime girmesi sağlanmalıdır. Gerisi hikaye; gerisi korku filmi gibi.
__________________________________________________________ 
Bir yandan seçim takvimi işliyor. Düzen partilerinin adayları büyük ölçüde netleşti. Dersim ve bazı yerleşimlerde TKP adayları kamuoyuna ilan edilmeye başladı. TKP'nin bu seçimlerde sloganı ne ve seçim çalışmalarını hangi eksende yürütecek?
Yıllar önce “Paranın Saltanatı Varsa Halkın TKP’si Var” demiştik, şimdi bunu daha güçlü bir biçimde söylememiz gerekiyor. Çünkü aradan geçen sürede paranın saltanatı da, saltanatın parası da fazlasıyla güçlendi. Şimdi emekçi halkı güçlendirmemiz gerekiyor, bu partisiz olmaz. TKP aklını, örgütlülüğünü, kararlılığını, her şeyini koyacak. Seçimde ve sonrasında. Türkiye’nin her yerinde adaylarımızı belirliyoruz, partimizle birlikte yürümek isteyen, partimizden aday olmak için başvuranlarla görüşüyoruz. Dersim’de geniş bir ittifakın adayları TKP adayları olarak seçime girecek. Bunun dışında Türkiye’nin her yerinde çalışmalarımızı sürdürüyor, adaylarımızı belirliyoruz. TKP’nin ilkeleri belli. Sömürüye, emperyalizme, gericiliğe karşıyız. Bu sade ama çok iddialı bir programdır. Bu program etrafında birleşilmelidir.
__________________________________________________________
TKP’ye bir kez daha oyları bölme suçlaması yapılmayacak mı?
“Oyları bölmeyin” teması, siyasetçinin ağzında ahlaksızlıktan başka bir şey değildir. TKP’nin sömürü düzenine, emperyalizme, gericiliğe karşı duruşuyla ortaklaşan başka hiçbir parti yok seçimde. 
Neyi böleceğiz? 
Sömürüye, emperyalizme, gericiliğe karşı olup da düzen partilerine oy verenlerin asıl adresi TKP’dir. Adı üzerinde seçim, isteyen patronların sağcı hükümetine, isteyen patronların sağcı muhalefetine, dileyen de emekçi halkın partisine oy verir.

Kemal Okuyan / SOL

‘Mutlu insanlar kentini yapacağız’- İLAYDA KAYA

Başarılı bir beş yılın ardından yeniden aday adayı olan Mehmet Siyam Kesimoğlu, bu dönemde kültür-sanatla öne çıkacaklarını söyledi.


CHP Kırklareli Belediye Başkanı ve aday adayı Mehmet Siyam Kesimoğlu, 5 yıl boyunca şehri turistik açıdan geliştirdiklerini belirterek, “Kırklareli’nin ekonomik, kültürel ve sanatsal gelişimine katkı sağlayacak projelerimiz hazır. Özellikle peynir, hardaliye ve Kırklareli köftesinin tanıtımına önem vereceğiz” dedi. Siyasi taktiklerle işi olmadığını ve siyaseti bir hizmet yarışı olarak gördüğünü belirten Kesimoğlu, “Yeni dönemde aday gösterilip seçilmemiz halinde çocuklar için 12 mahallede 12 kreş açacağız. Engelli kardeşlerimiz için de rehabilitasyon merkezi kuracağız. Ayrıca yarım kalan projelerimizi de tamamlayıp sözlerimizi tamamlamak istiyoruz” diye konuştu. CHP’nin oy oranını yüzde 38’den yüzde 60’a çıkardıklarını anlatan Kesimoğlu sorularımıza şu yanıtları verdi:
______________________________________________________________
-Kırklareli’nde 5 yıllık görev sürenizde neler yaptınız?
Bizim ve partimiz açısından verimli bir 5 yıl oldu. “Klasik belediyecilik faaliyetleri” denilebilecek olan yol, asfalt, kaldırım çalışmaları kapsamında Kırklareli’nde elimizin değmediği yer kalmadı. Kırklareli’ne modern bir arıtma tesisi yaptık. 30 yıldır çözüm bekleyen su sorununu da çözdük. Çöpten elektrik üretme tesisi yapıp, hemşerilerimizin kapılarına bıraktıkları çöpün temiz enerji olarak geri dönüşümünü sağladık. Bu dönem gerçekleştirdiğimiz kültür-sanat etkinlikleriyle, festivallerimizle, sanat çalıştaylarımızla Kırklareli’nin kültür ve sanatta atılım dönemi oldu. Kentimizi “Trakya’nın kültür başkenti” haline getirdik. Şehirleşme anlamında ilkleri gerçekleştirdik. Otogar’ı “Atagar” ismiyle şehir dışına aldık. Ay yıldız şeklinde bir mimariyle yaptığımız Atagar tamamlanma aşamasına geldi. Kırklareli’nde pazar sokaklara kurulurken modern kapalı pazaryerimiz tamamlanma aşamasına geldi. Kadınlar için el sanatları konularında eğitimler verdik. Ürettiklerini pazarlayabilecekleri mekânları ücretsiz olarak tahsis ettik. Kadınlarımıza modern spor aletleri ve hocalar eşliğinde spor yapmaları için tesis kurduk. Bu arada sokaktaki dostlarımızı da unutmadık. Aynı doğayı paylaştığımız dostlarımıza modern bir rehabilitasyon merkezi yaptık. Kırklareli’deki otopark sorununa çözüm için kapalı otoparklar yaptık. Kısmetse önümüzdeki günlerde üçünün açılışını gerçekleştireceğiz.
______________________________________________________________
-Peki yeni döneme dair projeleriniz neler?
Öncelikle 12 mahallemiz var. Bu mahallelere çocuk kreşleri yapacağız. Engelli kardeşlerimiz için rehabilitasyon merkezi ve kreş yapacağız. Çocuk parkı sayımızı artırmaya devam edeceğiz. Dingiloğlu parkı ve Bedesten arasındaki 6 dönümlük alanı düzenleyerek trafikten arındırılmış bir şekilde halkımızın kullanımına sunacağız. Eski otogar yerimizi ve şantiyemizin bulunduğu alanın altını 800 araçlık kapalı otopark olarak, üst tarafını ise kentimize nefes aldıracak sosyal alanlar olarak düzenleyeceğiz. Bir milyon ikiyüz bin metrekarelik alanı kapsayan Karahıdır Korusu’nu Kentpark olarak düzenleyeceğiz. Geçmişte Kırklareli’nin yaşam damarlarından olan İnci Deresi’ni ıslah edeceğiz. Kırklareli, “öğrenci kenti” olma yolunda. O nedenle Karahıdır bölgemizde yoğun olan öğrenci yurtlarının bulunduğu yere “Gençlik Merkezi” yapacağız.
______________________________________________________________
‘Türkiye’nin Peynir Başkenti Kırklareli’
-Kırklareli’nde Atatürk Evi yaptınız. Peki turist çekmek için yeni neler yapacaksınız?
Kentimizin en eski yerleşim merkezi olan Yayla Mahallesi’ni turizm cazibe merkezi olarak düzenledik. Ve oraya Atatürk Evi ve Ali Rıza Efendi Kültür Evi yaparak bu çalışmayı taçlandırdık. Kırklareli’nin ekonomik, kültürel ve sanatsal gelişimine katkı sağlayacak projelerimiz hazır. Özellikle peynir, hardaliye ve Kırklareli köftesinin tanıtımına önem vereceğiz. Esnafımıza katkı sağlayacak bu konuya önem veriyorum. “Türkiye’nin Peynir Başkenti Kırklareli” ismiyle fuar ve festival düzenleyeceğiz. Yurtdışı tanıtımı da hedefleyen bu organizasyonda yeni teknolojiler tanıtılacak, yeni pazarlara hitap edilecek. Bu organizasyonda tamamı peynir temalı kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetler yer alacak. Alt yapısını tamamladığımızda Cannes Film Festivali’nin küçük bir örneğini yani Uluslararası Balkan Ülkeleri Film Festivali’ni yaşama geçireceğiz. Kırklareli marka şehir ve mutlu insanlar kenti olacak.
______________________________________________________________
-Kırklareli’de Belediye Başkan adayının hâlâ açıklanmaması kentte nasıl bir hava yaratıyor?
Genel merkez birçok dengeyi göz önünde bulundurmak zorunda. Bu seçim sadece yerel yöneticiler seçilmeyecek, ülkemizin geleceği şekillenecek. Partimizin vizyonu değerlendirilecektir. Belediye başkanı seçildiğimde de aday açıklama süreci şubat ayına kalmıştı. Milletvekilliğimi bırakıp seçim çalışmaları için Kırklareli’ne geldim ve 30 Mart 2014 seçimlerinde yüzde 38 oy oranı ile seçildim. Bugün oy oranımız yüzde 60’a yaklaştı. Farklı partilere oy vermiş hemşerilerimin belediye seçimlerinde tercihinin tarafıma yöneldiğini biliyorum. O yüzden ben siyasi yaşamım boyunca hep halka ve halkın sağduyusuna inandım. Ben göründüğüm kadar adamım. Taktiklerle işim yok.

İLAYDA KAYA / CUMHURİYET

21 Ocak 2019 Pazartesi

Başörtülü kadınlar başörtülerini niçin çıkarıyorlar? - LEVENT GÜLTEKİN

Sosyal medyada 10 yıl önceki hal ile şimdiki hali yani yaşanan değişimi gösteren fotoğraf yayınlama furyası var. Bu furyada en çok dikkat çekenler başörtülerini çıkarmış genç kadınlar.
 Yüzlerce kadın “Geçmişte örtülüydüm değiştim, açıldım, özgürleştim” diyerek fotoğraf yayınladılar.
Bu görüntülere kimileri çok sevindi, kimileri çok kızdı.
Fakat o kızları anlamaya çalışanlar azınlıkta kaldı. Ne hissettiklerini, yıllarca sürdürdükleri yaşam tarzlarından niçin vazgeçtiklerini bu vazgeçiş anında çektikleri sıkıntıları… 
“Aile baskısı ile örtünmüşler ilk fırsatta kurtuldular”veyahut “Zaten taşıyamıyordun başörtüsünü iyi olmuş çıkardığın” şeklinde yüzeysel yorumlar vardı. 
Meseleyi bu kadar basite indirgemek pek sağlıklı değil.
Bu toplumsal değişimin nedenlerinin tahmin edilenden daha derin olduğunu düşünüyorum  
Yani ne sadece baskıdan kurtulma meselesi ne de tepkiyle oluşan basit bir değişim değil.
Yıllarca başörtüsü takmış, dindar bir yaşam sürmüş bir kadının başörtüsünü çıkarmasının ne kadar zor olduğunu bilmeyenler yorum yaparken de kolaya kaçıyorlar. 
Geçen yıl ODTÜ’de bir konferansım vardı.
Konferans sonrası başörtülü bir kız yanıma yaklaşıp “Levent abi 5 dakika konuşabilir miyiz” dedi.
“Tabii, buyurun” dedim. “Yok, şöyle kenarda özel konuşmak istiyorum” deyip beni daha sakin bir yere çekti. 
Daha ağzından iki kelime çıkmamıştı ki kızcağız başladı ağlamaya.
Gözyaşları sicim gibi akarken bir taraftan da derdini anlatmaya çalışıyordu.
“20 Yaşındayım, AK Parti’ye hiç oy vermedim” dedi. “Ülkenin bu hale gelmesinde, yapılan haksızlıklarda, adaletsizliklerde benim zerre kadar katkım yok.
Fakat bütün faturayı benim gibiler ödüyor.
Hiç arkadaşım yok. AK Partililer, onlara karşıyım diye benden uzak duruyorlar. Diğer kesim ise beni AK Partili zannedip, benden uzak duruyor. Ben nasıl yaşayacağım bu zorluklarla”diyerek dert yanmıştı.
O kızcağızın taşımak zorunda olduğu yükü, o yükün ona verdiği ızdırabı gördüğümde o kadar üzülmüştüm ki… 
Bir tarafta başörtülüleri kendi kulu kölesi gibi gören, onları kendi iktidarı için araçsallaştıran, yaptığı bütün yanlışların faturasını onların sırtına yükleyen bir iktidar, diğer tarafta her gördüğü başörtülüyü AK Partili sanan iktidarın yaptığı yanlışların bütün sorumluluğunu onların sırtına yükleyen muhalif kesim var. 
AK Parti yani ülkedeki İslamcılar ne yazık ki dinin, dindarlığın itibarını yerle bir ettiler.
Başörtüsünün itibarını korumayı bir tarafa bırakın o başörtüsüne ağır bir leke sürdüler.
Dindarlığı siyasetin malzemesi haline getiren siyasetçiler yaptıkları yanlışların, haksızlıkların, kabalıkların bütün yükünü dindar insanların sırtına yüklediler.
Kimileri bu yükü taşıyamaz hale geldi.
Sırf Ak Partili olmadığını, yapılan bu haksızlıkların, kabalıkların, yolsuzlukların, hukuksuzlukların ortağı olmadığını göstermek için başörtüsünden kurtulmayı bir yol olarak gördüler. 
Kendi hayatlarının öznesi haline gelmek, başkalarının değil kendi yaptıklarının sorumluluğunu taşımak, ülkede sürdürülen iktidar kavgasına malzeme olmamak için açıldılar.
Yani “Benim başörtülü bacım” diyerek siyasetinize piyon yapmaya çalıştığınız insanlar…
Din adamlarının ekranlara çıkıp, kadın haklarını hiçe sayarak yaptıkları yorumlar, verdikleri fetvalar…
Yandaş coşkusuyla düzenlenen defileler, verilen pozlar…
Başörtüsünün anlamını ve değerini her bakımdan yok etti.
Onurun korumak isteyen kadınlar da… nasıl ki bir zamanlar başlarını örtmek için mücadele veriyor idiyseler, şimdi yine kendi tercihleri için mücadele veriyorlar.
En çok utanması, özeleştiri yapması gereken dindar kesimin erkekleri ise hâlâ boş ve kırıcı laflar söylemekle, “Ne oldu bize, niçin böyle olduk” gibi yüzeysel lakırdılarla meşgul.
Kadınlar, bir kez daha toplumun en özgürlükçü kesimi olarak önden yürüyorlar.
Olan bu.
***
Bir başka neden ise İslamcılığın iktidarda yaşadığı iflas. 
Yani İslamcıların iktidardaki iflası aynı zaman da dinin da iflasına dönüştü.
Dindar siyasetçilerin yaptıkları haksızlıklar, hukuksuzluklar, kabalıklar onlara ortak olan aydınlar, kanaat önderleri ve dinî terbiye ile yetişmiş muhafazakar kesimin tüm bu olup bitenler karşısındaki sessizliği.
Diğer yandan İslam ülkelerinin içinde bulunduğu vahim tablo. 
Bütün bunlar, “Din insana ahlak verir” tezinin de tartışmaya açılmasına neden oldu.
Düşünen, sorgulayan, mevcut durum üzerine kafa yoran insanlar dinî anlayışı da sorgulamaya başladılar.
İnancın insana ahlak, karakter, kişilik kazandırmadığını iyi insan olmak için dindar olmak gerekmediğini fark ettiler. 
Daha doğrusu dindarlar iktidarda yaptıklarıyla bu gerçeğin net olarak görülmesini sağladılar. 
***
Diğer taraftan güncellikten uzaklaşmış hayatla bağı kopmuş, yaşamı zorlaştıran bir din anlayışı var.
O anlayışın neden olduğu bir tıkanıklık yaşanıyor.
Birçok kimse kendi özel yaşamında bu tıkanıklığı aşmanın yollarını aradı. 
Sadece kadınlarda değil.
Erkeklerde de benzer bir değişim yaşanıyor.
Gittiğim konferanslarda eğilip kulağıma “Abi din, dindarlık hiç umduğumuz gibi değilmiş, büyük hayal kırıklığı yaşıyorum”diyen gençlerin sayısını bilseniz çok şaşırırsınız. 
***
Esasında çok derin, çok önemli, çok şaşırtıcı bir toplumsal değişime tanıklık ediyoruz.
Çünkü Türkiye’de özellikle başörtülü kızların başlarını açıp sonra da bunu göstermeleri alışılmış bir şey değil. Böyle bir olaya ilk kez şahit oluyoruz.
Bu insanların yaşadıkları değişimi yüzeysel yorumlarla, yüzeysel tepkilerle değersizleştirmek bütün bu değişimi basit tepkisel bir davranış olarak görmek o insanlar için büyük haksızlık olur. 
Hangi gerekçeyle başörtüsünü çıkarma kararı vermiş olursa olsun hepimize düşen bu insanları anlamaya çalışmak ve tercihlerine, iradelerine ve kararlarına saygı duymaktır. 
Çünkü başörtüsünü çıkarmak, yıllarca sürdürülen yaşam tarzını değiştirmek öyle göründüğü kadar kolay değil.
Kırılan umutlar, oluşan travmalar, yaşanan hayal kırıklıkları neticesinde iç dünyalarındaki fırtınalar, aileleri ile yaşadıkları çatışmalar ve nihayetinde alışık olmadıkları yeni bir yaşama yelken açmak…
Bu insanlar hakkında konuşurken, yazarken, yorum yaparken bütün bunları dikkate almak gerekiyor. 
Birey olup kendi hayatının öznesi haline gelmek, başkasının yaptığı yanlışların sorumluluğunu taşımamak için başını açanlar var bir de başörtüsünü açmadığı halde tüm bu yaşananların ağır yükünü, acısını yüreklerinde taşıyanlar var.
Bir de… başörtüsünü çıkarmak isteyip de çıkaramayanların sayısı, herhalde, çıkaranlardan daha çoktur.
Bunu da görmek gerekiyor.
Hepsini anlamak, başkalarının yanlışlarının, kabahatlerinin sorumluğunu bir başkasının üzerine yükleme kolaycılığından uzak durmamız gerekiyor.
Başörtüsünü çıkarsın veyahut çıkarmasın, kadının hayatın öznesi haline gelmesi, kendi kararlarını veren ve bunu büyük bir kararlılıklar sürdüren bireyler olması ülkenin de yararına.
LEVENT GÜLTEKİN / DİKEN

Almanya’da mezhep savaşları (ANALİZ) - Tevfik Taş

'Yüzyıllık deneyim, haç ile çarmıhın eş anlamlı olmasa da, eş çağrışımlı olarak algılanmasına yol açmıştır. Açık olan şey, haç siyaset aracı olarak kullanılageldiği oranda, çarmıha gerilenin istisnasız işçi sınıfı olacağı gerçeğidir. Haç genelgesi çıkartan Markus Söder, emekçileri çarmıha germenin mesajını vermektedir. Yanıt hakkını 'halk partileri'yle bir bütün olarak hesaplaşmak olarak kullanan bir işçi sınıfı, Almanya'nın gereksinim duyduğu sahici tek seçenektir.'


24 Eylül 2017 genel seçimleri ile krizi derinleşen Alman siyasetinde bir parti başkanı daha koltuğunu devretmek zorunda kaldı. Angela Merkel'in Kasım ayında yerini Annegret Kramp-Karrenbauer'e devretmesi ile sarsıntı yaşayan Alman siyaseti, koalisyon hükümetinin küçük bileşeni ve Merkel'in partisi Hristiyan Demokrat Birlik’in (CDU) ''kardeş partisi'',  Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) genel başkanı da “ismen” değişti. Genel başkanlığa seçilen Markus Söder, genel başkanlığı bırakan Horst Seehofer'den tıpkı Angela Merkel ile Annegret Kramp-Karrenbauer arasında olduğu gibi özsel bir farka sahip değil. 
''Merkel gitti, (şimdilik) dönemi kaldı'' demiştik. 

Alman sağının ikinci büyük partisinde Cumartesi günü yaşanan devir-teslim işlemi de bu saptamayı doğrulayan bir eksende hayat buldu. İstikrara mecbur Alman siyaseti, ayağının altından kayan toprağa rağmen istikrar pozu vermeyi tercih ediyor.
Yeni kahraman Markus Thomas Theodor Söder, kısa adıyla Markus Söder. Almanya'nın on altı eyaletinden en zengininin başbakanı olan Söder, şimdi partisinin genel başkanlığını da devraldı. Giden Seehofer'den özde bir farkı olmamakla birlikte, dinsel yobazlığın siyasi alana taşınmasında daha 'atak' davrandığını saptamakta yarar var.
Markus Söder, haçı siyasi alanda kullanma konusunda özel performans göstermiş bir siyasetçidir. 1 Haziran 2018'den itibaren tüm kamusal alanlara Hristiyan haçının asılması gerektiği kararnamesini imzalayınca, kendi partisi içerisinde dahi eleştirilmişti. Bavyera Bilim Bakanı Mario Kiechle, Söder'in ''Kamusal Alanlara Haç Takılması Kararnamesi''ni ''hiç de akıllıca olmayan bir fikir'' diye eleştirmişti.

SAĞDA HRİSTİYAN MEZHEP SAVAŞLARI
Annegret Kramp-Karrenbauer'in Katolik mezhebine aitlik vurgusu Markus Söder'in Protestanlık vurgusuyla adeta dengelenmek istenmektedir.
Eksikli de olsa, Aydınlanmanın kazanımlarını tasfiye edip, ülkenin hızla Hristiyanlaştırılması yarışında Anayasa ile uyuşmayan pek çok unsur olmasına karşın, ''Hür Eyalet Bavyera'', dinsel dogmaların siyaset aracı olarak kullanılması konusunda kararlı bir duruş sergilemektedir.



( ''Haç kalacak. Dün-bugün-yarın'', kamusal alanlardan Hristiyan haçının yasaklanmasını protesto edenler. Münih 1995 )





Federal Anayasa Mahkemesi'nin 16 Mayıs 1995'de aldığı kamusal alanların dinsel sembollerden arındırılması kararına meydan okuyan CSU'lu Markus Söder, 3 Kasım 2009'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin hükmü ile de uyumsuzluk göstermiş, haçı ''Bavyera kimliğinin bir parçası'' saydığını söylemişti.
''Haç, bir dini sembolden ötedir. Haç ile ifade edilen aynı zamanda, Bavyeralı kimliğimiz ve hayat tarzımızdır'' diye konuşan Söder, siyasi gericiliğini dinsel gericilik ile besleme kurnazlığını göstermesi ile öne çıktı. Amaç, Müslüman aidiyetten gelen göçmen ve sığınmacılara 'bu ülkenin sahibi biziz' mesajı vermekti. Bu amaçla, partinin bir önceki başkanı Horst Seehofer'in ayağını kaldırdığı yere basarak, ''Müslümanlar bu ülkeye aittir, ancak İslam değil'' diyerek dinsel eksenli bir çekişmeden gıdalanmak istediğini de açık etmişti.
Markus Söder'in dinsel sembolleri kullanarak siyaset yapmasına ilk ve en sert eleştiri Katolik din adamlarından geldi. Münih Katolik Piskoposluk Başkanı Wolfgang Bischof, haçın Bavyera'nın sembolü olmadığını söyledi. Ayrıca haçın seçim logosu olarak kullanılmasını da kınadı.
Süddeutsche Zeitung'un ''bölücülük''le suçladığı Markus Söder için bir başka Katolik yetkili, Alman Piskopos Konferansı Baş Kardinali Reinhard Marx, ''Haç şiddete, adaletsizliğe, günaha ve ölüme itirazdır. Öteki insanlara değil'' diyerek Söder'i ırkçılıkla itham etti. (Süddeutsche Zeitung, 29 Nisan 2018)

SÖDER'DE SOL, GÖÇMEN, SIĞINMACI VE EMEK DÜŞMANLIĞI İÇİÇE
Balkanlardan gelen sığınmacılara karşı Avusturya sınırına ''çit'' çekmek isteyen Söder, yalnızca Hristiyan yobazlığı ile tanınmıyor. Sıkı bir antikomünist olan Söder, kamuoyunda ''Polis Yasası'' olarak adlandırılan emek ve sol düşmanı yasaların da ateşli avukatıdır.
Kızıl Ordu Franksiyonu'nun (RAF) ikinci kuşak önder kadrosunda yer alan Christian Klar'ın 26 yıllık cezaevinden sonra dönemin Cumhurbaşkanı Horst Köhler tarafından daha fazla tutulmadan tahliye edilmesine karşı şiddetli propaganda yaptı.
Almanya İçin Seçenek (AfD) adlı faşist partinin CSU'nun seçmen tabanını aşındırmasına çare olarak, faşizan söylemi destekleyerek, seçmen tabanını 'konsolide' etmeye yeltendi. Adeta 'şayet bu ülkede faşistlik yapılacaksa onu da biz yaparız' mealinde tutum geliştirdi.
Spiegel Online, Markus Söder'in eyalet bakanlığı döneminde ZDF Morgenmagazin programına katılacak listeye dahi müdahale etmeye yeltendiğini yazdı. (3 Kasım 2012)
Patron sever Söder, Müller Unlu Mamuller işletmesinde ortaya çıkan hijyen skandalı sonrasında, diğer 15 eyalette alınan önlem paketini Bavyera'ya sokmamakta cansiperane savaştı. Gıda Sağlığı Denetçileri Birliği Söder'i kınadı. Ne gam!
Asgari ücrete karşı çıkan Söder, az da olsa sosyal yardım alanlara ödenen tatil yardımının kesilmesi için gece gündüz uğraştı. Alman patronların gözüne girdi ve Bavyera'nın kudretli partisi CSU'nun genel başkanlığına terfi ettirildi.

''HALK PARTİLERİ''NDE MAKYAJ ERİRKEN ORTAYA ÇIKAN SINIF
Savaş sonrası Alman burjuva siyaset biliminin en etkili kurucuları arasında yer alan Dolf Sternberg, ''halk partisi'' (Volkspartei) teriminin de mucidiydi. Almanya dışında ''kitle partisi'' (Massenpartei) teriminin kullanıldığı burjuva siyasal düşüncesinde, ciddi kırılmaların yaşandığını belirtmekte yarar var. 

Tevfik Taş / SOL

Erdoğan’ın gittiği genelev - Barış Terkoğlu

Eskiden TRT olarak her hafta MEB Şûra, Bilkent Senfoni, CSO, Resim HeykelMüzesi gibi salonlarda konserler çekerdik. Soğuk bir perşembe gecesi sucuk bile yapmıştık  CSO’nun arkasında. Sucuk ekmek verdiğimiz korumalar söylemese Ahmet Necdet  Sezer’in salona geldiğini bile anlamazdık.” 

Eski TRT çalışanı Haluk Hatırnaz hatırlattı. Bir zamanlar kimseye haber vermeden klasik müzik dinlemeye giden cumhurbaşkanları vardı. Yalnız Sezer mi? Süleyman Demirel, “İşte çağdaş Türkiye’nin muhteşem tablosu” sözlerini 28 Şubat’ın ardından gittiği klasik müzik konserinde söylemişti. Parmağı orkestrayı gösteriyordu. “Süleyman Demirel’i bir gün on dakika ayakta alkışlayacağımı söyleseler gülerdim, ama alkışlıyordum işte.. Demirel’den öte, ‘Çağdaş Türkiye’yi alkışlıyordum” diye anlatıyor Sabah yazarı Hıncal Uluç salondaki havayı. 

Atatürk ve İsmet İnönü’den söz etmiyorum bile. 
Sahi, biz bu noktaya nasıl geldik?
Bir cumhurbaşkanı ülkenin dünyada en çok tanınan müzisyeninin konserine gidiyor. Herkeste neredeyse “devrim oldu” havası…


Genelevde olağanüstü hal 
1989 yerel seçimleri arifesi. Yine bir mart ayı. Beyoğlu’ndaki genelevde o gün sıra dışı bir hareketlilik var. Mahallenin Milli Görüşçü delikanlısından bir cılız ses duyuldu: 
“Biraz sonra belediye başkan adayımız Recep Tayyip Erdoğan sizleri ziyaret edecek.” 

Kadınlar şaşkındı. Kimileri başına tülbent aldı. Sarıklı cüppeli bir adam bekliyorlardı. İçeri takım elbiseli, tıraşlı Erdoğan girdi. “Biz sizi içine düştüğünüz karanlık dünyadan kurtarmak istiyoruz” sözleriyle niyetini anlatıyor, “oyunuzu, gönlünüzü,  desteğinizi istiyorum” diye beklentisini aktarıyordu. 

Erdoğan’ın genelev ziyareti ilk olmadı. 5 yıl sonraki seçimde de gitti. Sadece oraya değil, meyhaneye de, birahaneye de gitti, içki masalarına da oturdu. Hatta Refah Partisi’ne ikna olan kadınlardan bazıları seçim çalışmalarına katılıp, partiye oy istedi.

Menzilcilerin kahvesinden kovulduO kadar ilginç ki… 
Erdoğan, seçim gezisinde Menzil Cemaati’nin Eyüp yakınlarındaki kahvehanesine  girerken durduruldu. Kahvehane sahibi durumu açıklıyordu: “Menzil’dekiler  ‘Biz RP’ye değil başka partiye oy vereceğiz’ dediler. Bunun için sizi içeri alamayız.” 
Hep kazanan ata oynayan tarikatın müridi, Erdoğan’ın içerdekilere propaganda yapmasına izin vermiyordu. Kavga çıkmasını araya giren o adam önledi: “Efendim, benim dükkânım karşıdaki meyhanedir. Arzu ederseniz size ben orada çay ikram edeyim.
 
Erdoğan, Menzilcilerin kahvesinde bulamadığı sandalyeyi karşısındaki meyhanede buluyordu. Vedalaşırken “Biz de sizin gibi inançlı insanlarız. Biz de bu ülkenin kalkınmasını istiyoruz. Bizi ihmal etmeyin” sözleriyle uğurlandı. 
Bülent Arınç, o günleri “Meyhanelere birahanelere girmişimdir, şişeleri saklamaya çalışan insanlar görmüşümdür, tanıdığım insanların yüzleri kıpkırmızı olmuştur” diye anlatıyor, “İster oy versinler ister vermesinler, bu bizim toplumla barışma modelimiz oldu” sözleriyle devam ediyordu. 

Milli Görüş’e yakın gazeteci ve dönemin tanığı Fehmi Çalmuk’un Ruşen Çakır’la birlikte yazdığı “Recep Tayyip Erdoğan-Bir Dönüşüm Öyküsü”kitabında bunlardan daha fazlası da anlatılıyor. Konuştuğum Çalmuk, “18 kitabım arasından en az satanı” diye anlattı 2001’de çıkan kitabı. Genelev ziyaretine, İlahiyatçı Ali Rıza Demircan’ın Kasımpaşalı kabadayı akrabalarının refakat ettiğini söyledi. Öyle ya, Erdoğan’ın rol modeli de belinde silahı eksik olmayan Kasımpaşalı kabadayı ağabey Sultan Demircan’dı.

Yüzde 50’lerin düzeniEski Türkiye” diye iç çekiyorsunuz… 
Erdoğan, 1994 seçimlerini yüzde 25.6 oy ile kazandı. 1999 seçimlerinde ise yüzde 27.5 ile sürdü. 2014’te geldiğimiz yerde ise CHP adayı Mustafa Sarıgül’e yüzde 40 oy alması yetmedi. Zira karşısındaki Kadir Topbaş yüzde 48 almıştı. Önümüzdeki 31 Mart’ta da İstanbul’u Ankara’yı kazanandan, seçmenin yarısının oyunu alması bekleniyor. 

Herkesin kendince temsil edildiği sistem gitti. Yüzde 50 düzenindeyiz. DYP’den ANAP’a merkez sağı yutan AKP, Türk siyasetini iki başlı hale getirdi. Artık her seçimde Erdoğan’ın ittifakları ile karşıtları olarak tasnif edilen bir tarih yazılıyor. Ülkenin ortadan ikiye bölündüğü resmi gösteriyor. Muhalefet bile siyasete ya da yeteneğe değil, yüzde 50’ye aday arıyor. 

Başkanlık sistemi de tuz biber oldu. Türk halkının ortasına, iktidar eliyle hendek kazıldı. Bir yanında savcının kapısında tost yiyen Metin Akpınar, polis eliyle adliyeye götürülen Müjdat Gezen ya da birkaç yıl önce adeta vatan haini ilan edilen Fazıl Say var. Şarkıcı Zuhal Olcay’ın bir el hareketiyle Erdoğan’a hakaretten hapis  cezası aldığı düzendeyiz. Anadolu’nun bir kasabasında attığı mesajdan tutuklanan insanlara bakınca, iktidarın ülkenin en az yarısına yabancılaştığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. 

Her dönemin semireni yandaş Engin Ardıç, “herkesi kucaklayacak Cumhurbaşkanı” arayanlara, “o dediğin genelevde bulunur” demişti. O küfürbazlığı, yıllar önceki ziyaretlerini unutanların pek sevdiğini aklınızdan çıkarmayın. 

30 yıl önceki mart seçimlerinde geneleve giden Erdoğan’ın, 30 yıl sonra yine bir mart seçimi arifesinde klasik müzik konserine gitmesine şaşırıyoruz ya... Doğru şaşırma “30 yılda nereden nereye geldik” diye olmalı. 

Değişmeyen bir şey var tabii ki! 
30 yıl önce genelev kapısında Erdoğan’a anlatılan o düzen: Başkan, sen bizi kurtaramazsın. Bize senet imzalattılar. Ne kadar olduğunu bilmiyorum. 13 yaşında bu tuzağa düştüm. O gün bu gündür borç ödüyorum.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET