25 Şubat 2019 Pazartesi

Soros’un fedaisi - Barış Terkoğlu

Bazı soruların yanıtını belki de hiç bilemeyeceğiz. 

Yine de sormayalım mı?

Bu yazıyı hazırlarken hükümete yakın medya “Sorosçulara Ağır Müebbet” başlıklı haberini veriyordu. Osman Kavala ve 15 sanık hakkında müebbet hapis istendiği anlatılıyordu. 657 sayfalık iddianameye henüz ulaşamadım. Ama masamın üstünde bekleyen “Geriye Bakmak Yok” isimli 617 sayfalık kitabı okumaya başladım.  Can Paker’in anlattığı Fatih Vural’ın yazdığı biyografi pek bir ilginç görünüyordu. 

Özgeçmişe bakarsanız Fatih Vural, gazeteciliği FETÖ’nün Zaman gazetesinde öğrenmiş. 2001-2012 arası bu gazetede çalıştıktan sonra Türkiye gazetesinin özel haber servisine transfer olmuş (Sahi FETÖ’den yetişenler neden hep “bazı gazeteler”de “bazı görevler”e gider). 

Nedense internetteki arşivi uçup gitmiş. Kitaptaki bolca “Hocaefendi” geçen satırları, FETÖ kumpaslarının ballandırılarak anlatıldığı ifadeleri okumasam Fatih Vural’ın düşünce dünyasını öğrenemeyecektim. Bugün kendisi nerede bilemiyorum! 

Tabii asıl konu Can Paker. 

Tanımayanlar için söyleyeyim, Soros’un fonladığı Açık Toplum Vakfı’nın yakın döneme kadar yönetim kurulu başkanıydı. TSK ile verdiği kavgadan hatırladığımız ve yine Soros destekli olan TESEV’in başındaki kişi de oydu.

Soros’u Türkiye’ye taşıyan Can Paker 
Kavala’ya hep “Kızıl Soros” diyorlar. Oysa anılarında anlattığına göre Paker, Soros’la daha bir içli dışlı. Soros, Türkiye’ye geldiğinde Paker’in evinde ağırlanıyor. Paker, Soros’un doğum gününde, dünyanın öbür ucundan kalkıp giden özel davetlilerden oluyor. Hatta kitaptan aktararak şunu söyleyeyim, Paker Soros’u Türkiye’ye taşıyan adam: “Can Paker 1999 yılında tanıştığı George Soros’la 2001 yılında ortak hareket etme kararı aldı.(…) 2001 yılında TESEV’e destek vermeye  başlayan  George Soros, Can Paker’den Türkiye’de Açık Toplum Enstitüsü’nü kurarak başına geçmesini istemişti. İshak Alaton ve Osman Kavala da bu süreçte Paker’in yanında yer aldı.” 

Buraya sığdıramayız. Solcu geçmişine rağmen Nurculuğa duyduğu sempatiyi de,  Hrant Dink’in yazdığı kitabı “fazla duygusal” diyerek TESEV’in nasıl geri çevirdiğini de anlatacak yerimiz yok. 

Ancak Paker’in, Türkiye’de Soros’un fedailiğini yaptığını söyleyebilirim. Zira, “turuncu devrimler”in mimarı Soros’a ne zaman şüpheyle bakılsa Paker ortaya çıkıyor, şüphelenenleri paranoya ile suçluyor. “George Soros’un kendisi dünyadaki kalburüstü  demokrat entelektüellerden birisi. Benim altına imza atmayacağım şeyi çok az” diyen Paker, “insanın kafasındaki bir fikir için bunları yaptığına kimseyi inandıramıyorsun  Türkiye’de. ‘Kim bilir ne vardır’ diyorlar. Yok, ben görüyorum adamı”  ifadelerini kullanıyor.

Açık Toplum’da Balyoz kavgası 
Kitapta “Can Paker demek askere karşı demek” tekerlemesiyle kendisini tanıtan Paker, Açık Toplum Vakfı ve TESEV eliyle 2000’li yıllar boyunca TSK’yi tırpanlama operasyonlarına girişiyor. 

Hatırlayın, 2005 yılında TESEV, Polis Akademisi’nden bazı hocaların da katkısıyla TSK’yi hedef alan bir Almanak yayımlamış, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt bu çalışmaya sert yanıt vermişti.  Ancak benim asıl merak ettiğim, Açık Toplum Vakfı’ndaki kırılmanın nasıl yaşandığıydı. Zira, kendi aktardığına göre  Paker’in vakıf yönetiminibırakmasının nedeni Balyoz kumpası. Hayır, yanlış anlamayın! Paker, FETÖ’nün Balyoz kumpasına karşı çıkmıyor. Aksine, destek veriyor. 

Şöyle anlatalım: Balyoz kumpasında 1 numaralı hedef olan Çetin Doğan’ın damadı  Dani Rodrik, FETÖ’nün tezgâhını binlerce delille anlatınca vakıf sallanmaya başlıyor. Devamını Paker’den dinleyelim:  “Akşam yemek yerken Hakan bana, ‘Silivri’de büyük haksızlıklar oluyor. Siz bugüne kadar AK Parti’ye çok prim verdiniz’ dedi. Sonra da ‘Ben Çetin Doğan’ın damadı Dani Rodrik’le temas halindeyim. Çetin Doğan mağdur oluyor. Dani Rodrik de bunu ispat ediyor. Biz de bu işe girelim’ dedi.” 

Paker’in “Hakan” diye bahsettiği, sözünü ettiğimiz iddianamedeki bir başka sanık olan Hakan Altınay. AKP’nin FETÖ’ye “ne istediyse verdiği” 2010 yılında o gün başlayan tartışmanın sonunda Can Paker, vakıftaki görevini bırakıyor. Kitapta, yaşanan kırılma “Can Paker’e Balyoz Darbesi” ifadeleriyle özetleniyor. Osman Kavala ve Hakan Altınay, Balyoz kumpasını anlatması için Dani Rodrik’in konuşmacı olduğu bir toplantı düzenlerken, söz konusu toplantı Paker’in de aralarında olduğu Gülen destekçilerini rahatsız ediyor.

Can Paker Pensilvanya yolunda
Kitabın sonunda teşekkür bölümündeki bir isim dikkatimi çekti: Şerif Ali Tekalan. Firardaki FETÖ imamlarından biri olan, hatta Gülen’in vârisi olarak gösterilen Tekalan’a, “Can Paker kitabı”nda neden teşekkür edilir? 2013 yılında çıkan kitabın yazarı Fatih Vural’dan dinleyelim: “Pazar günkü telefon konuşmasını yaptığımız sırada, Can Paker yol hazırlığı yapmakta, bavulunu toplamaktaydı. Pensilvanya’ya gidecek, Fethullah Gülen Hocaefendi’yle görüşecekti. Davet, aylar öncesinden  Fatih Üniversitesi Rektörü Şerif Ali Tekalan’dan gelmişti.” 

Tekalan ve Paker, Pensilvanya’ya 3 günlük bir ziyaret yapıyor. 
Paker, övgülere boğduğu “Hocaefendisi” için, “Kimse geldiği yere boşuna gelmiyor. Çok büyük mesafe katetmiş. Tam bir lider. Liderden öte!”  sözlerini layık görüyor. “Tayyip Bey’i beğendiğini fark ettim” diyen Paker’in “Emniyet’te ve yargıda karşı karşıya gelmeleri için ‘olur böyle şeyler’ anlamında bir cümle kullandı” 
ifadelerinden sohbetin bayağı ileri gittiğini anlıyoruz.

Bir ‘Şerif Ali Tekalan temennisi’ mi?
Paker, Pensilvanya ziyareti notlarını “Allah uzun ömür versin, Fethullah Hoca’dan sonra da hareketin devam edeceğini düşünüyorum” sözleriyle noktalıyor. Gülen’in teşekkür hediyelerini kendisinden aktaralım: “Üzerinde Fethullah Gülen yazan TISSOT marka bir saat, 40 kokudan kendi yaptığı bir koku, bir de namaz takkesi hediye etti.” 

Ne tuhaf, Soros’u Türkiye’ye getiren Paker’in adı bugün hep iktidarın derinliklerinde geçiyor. FETÖ kumpaslarına karşı çıktıkları için kavga ettiği eski yol arkadaşları ise yakında yargılanacak. Bu çelişkinin sebebi (kitabında anlattığı gibi)  

Cumhurbaşkanı’nın  ona “ağabey” demesi mi? 

Paker’in Soros fonuyla yazdırdığı asker karşıtı raporlara en büyük desteği AKP iktidarından aldığını söylemesi mi? 

Yoksa daha derinde bilmediğimiz bir “el” mi var?
 
Benim merak ettiğim ise Paker o saati halen takıyor mu, Gülen kokusunu sürüyor mu, takkeyi başına geçirip yine FETÖ için dua ediyor mu? 

“Geriye bakmak yok” diyor da yine de sormayalım mı?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

ABD’nin Somali’deki işlerinden haberdar mıyız? - Mustafa Kemal Erdemol

ABD’nin cihatçı Eşşebab örgütüne yönelik gerçekleştirdiği saldırılarda çok sayıda sivili de öldürdüğü artık bir iddia olmaktan çıktı. ABD Afrika Komutanlığı (AFRICOM) Aşağı ve Orta Şabel olarak bilinen bölgede hava saldırıları gerçekleştirdiklerini kabul etti, örneğin. Bu 1 Haziran 2017’de başkent Mogadişu’nun 20 km. güneybatısında, 12 “terörist” in öldürüldüğü saldırıda üç küçük çocuğun da öldürüldüğünün kabulü demek.


Geçen yılın mart ayında, Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği ve Columbia Hukuk Fakültesi İnsan Hakları Birimi de dahil olmak üzere 13 sivil toplum kuruluşu, silahlı dronların ve diğer ölümcül silahların kullanımı hakkında bir bildiri yayınladı. Bildiride “Biz Trump yönetiminin Yemen ve Somali’de gerçekleştirilen ölümcül operasyonlardaki dramatik artışla birlikte açıklanan yeni politikasının, yasadışı cinayetlerde ve sivil zayiatlarda artışa yol açacağından derin endişe duyuyoruz” denildi. Ayrıca, Trump yönetiminin kamudan bilgi sakladığı da kaydedildi.

Bunu dile getirenler sadece sivil toplum kuruluşları değil. Kongre’nin Silahlı Servisler Komitesi’nin yeni Başkanı Adam Smith de, Trump yönetiminin Kongre ile bilgi paylaşmadığını söyledi. Smith’in bunu dile getirmesinin nedeni Trump yönetiminin Somali’deki askeri eylemlerle ilgili olarak bir rapor sunmaması. “Stratejinin ne olduğunu bilmiyoruz” diyen Smith, “İdarenin uzun vadeli stratejisini belirlemesini istedik ama yasaların gerektirdiğini yapmayıp yanıt vermediler” de diyor.
Trump, Somali’nin bazı bölgelerine yönelik saldırıları içeren planı onayladı yakın bir tarihte. Bu bölgeler en az 180 gün “aktif düşman” bölgeleri olarak kabul ediliyor bu plana göre. Bu AFRICOM’a saldırı konusunda büyük rahatlık sağlıyor. Yeni plan Eşşebab üyesi olduğu gerekçesiyle herkesi hedef haline de getiriyor tabii. Oysa Barack Obama döneminde sadece Eşşebab mensupları ABD için tehdit olarak değerlendirilmişti. Bu planla beraber askerlerle istihbarat birimleri arasında koordineye de dikkat edilmiyor. Planın onaylanmasından sonra bile bu “aktif düşman” bölgelerinin nereleri olduğu konusunda bir bilgi paylaşılmıyor diğer ABD kurumlarıyla.

‘Anlaşma’ bilmecesi
Bir itiraf var, onu da ekleyeyim. Somali Ulusal İstihbarat ve Güvenlik Birimi’nin yöneticisi Abdillahi Muhammed Sanbalooshe, 2014 yılında ve Nisan 2017’den Şubat 2018’e kadar iki ülke arasında teröre karşı kurulan ortaklığın tamamen gayri resmi düzeyde sürdüğünü söylüyor. “Askeri anlaşma yok; Sadece centilmenlik anlaşması var ” diyor.

Trump’ın ve Somali’nin yeni Cumhurbaşkanı Muhammed Abdullahi’ni işbaşına gelmelerinden bu yana ülkede drone saldırıları ve bombalamalar hızlandı. 2017 Mart’ında The Wall Street Journal, adını vermediği yetkililere dayanarak, Trump’ın CIA’ya drone saldırıları için yetki tanıdığını bildirdi. Oysa yine Obama yönetiminde CIA istihbarat toplamak ve hedefleri belirlemek için kullanılıyordu. Saldırı ise Pentagon’un bilgisiyle mümkündü.

AFRICOM, herhangi bir saldırı olduğu konusunda kamuyu bilgilendirmedi ama uluslararası bir insan hakları örgütü tarafından sızdırılan bir belgede, 25 Temmuz 2017’de Mogadişu’nun kuzeyindeki Qalimow kentine bir saldırı gerçekleştirildi ve burada da sivil kayıplar yaşandı. Yine AFRICOM, açıklamadı ama Kasım 2017’de, daha önce hiç bir resmi kuruma bildirilmeyen üç saldırı gerçekleştirildiği kâr amacı gütmeyen İngiliz haber ajansı Araştırmacı Gazetecilik Bürosu tarafından duyuruldu. Yani Somali’de her türlü uluslararası hukuk kuralı çiğnenerek sürdürülen bir ABD operasyonu gerçeği var.

Mustafa Kemal Erdemol / CUMHURİYET

Geçmişe hükmeden bugünün metni: Komünist Manifesto - BARIŞ YILDIRIM

Sosyalist mücadele, en başından beridir çeviri edimiyle iç içe geçmiştir. Örneğin, konferans çevirmenliğinin ilk denendiği yerlerden biri Enternasyonal toplantılarıydı. Marx ve Engels’in -Komünistler Birliği’nin bir yıl önce verdiği görev uyarınca- 1848’de kaleme aldıkları Manifesto’nun çeviri macerası da Almanca metnin ortaya çıkmasının hemen ardından başladı.


Herkes bir şeyler biriktirir, biz, Komünist Manifesto’nun farklı dillerde basımlarının koleksiyonunu yapıyoruz. Berlin’de büyük bir kitap mağazasında ilk sorduğumuz tezgâhtar kız adını hiç duymamıştı, bizi arkadaşına yönlendirdi. “Ha, Lenin’in kitabı değil mi?” dedi çocuk. “O da olur,” deyip kitabımızı aldık. Manchester’daki kitapçı Marx ve Engels’in adını bile duymamıştı. Roma’da bir ara sokak kitapçısındaki adamsa epey bilinçliydi, “Burada öyle kitaplar olmaz,” dedi sertçe. Saf saf “Neden ki?” dedik. Üzerinde Mussolini’nin resminin olduğu kitapları göstererek “Biz faşistiz!” dedi Avrupalılığın bütün nezaketi ve faşistliğin bütün tehditkârlığıyla.

Belki Manifesto üzerine bu kadar yazmak yeterlidir: Liberalizmin belleklerden silmek, faşizmin yok etmek istediği bir metin.
İkisi için de kötü haber: Dünyanın en çok diline çevrilen, en çok basılan ve okunan, dahası dünyanın yüzünü en çok değiştiren metinlerden biridir Komünist Parti Manifestosu. Diyebiliriz ki, siyasi gücü ve etkisi o kadar büyüktür ki, kuramsal önemini gölgede bırakmıştır. Oysa Marx ve Engels de içinde, bütün Marksist kuram,  Manifesto’ya düşülen dipnotlardan ibaret görülebilir. Bugüne dek bütün sosyalist yazının konu aldığı her şey orada nüve halinde yer alır: proleterleşme, ulusal sorun, kadın sorunu, diyalektik, kapitalizmin dönemsel krizleri, aile, altyapı, siyasal seferberlik ve birlik, aydınlar, edebiyat, kültür, hukuk, devlet, hatta emperyalizm ve yeni sömürgecilik. (“Hatta” diyoruz çünkü 19. yüzyılın ortalarında emperyalizm terimi bile ortaya çıkmamıştı, değil ki ancak 100 yıl sonra belirecek yeni sömürgecilik…)
Genç Marx’ı izleyenler hatırlayacaktır, film, Marx ve Engels’in Manifesto’yu kaleme almaya karar vermesiyle biter. Marx’ın dönemleri arasında bir “epistemolojik kopuş” aranacaksa Alman İdeolojisi ile Kapital arasında değil Manifesto’nun öncesi ve sonrası arasında aranmalı sahiden de.
Komünizmin çoktan öldüğü fikri o kadar uzun bir süredir ortadadır ki ağızda çürüyen bir sakızın tadını bırakır: Ağzımızda olduğunu biliriz ama bir an önce tükürüp atmak gerektiğini de biliriz. Çevremizi kirletmemek için ağzımızdaki sakızı atacak çöp tenekesini ararken de ister istemez çiğnemeye devam ederiz. Tam da komünizm öldü sakızının çiğnenmeye devam etmesi, Manifesto’nun tazeliğine, güncelliğine delalet.

Sosyalizm ve Çevirmenler

Sosyalist mücadele, en başından beridir çeviri edimiyle iç içe geçmiştir. Örneğin, konferans çevirmenliğinin ilk denendiği yerlerden biri Enternasyonal toplantılarıydı.  Marx ve Engels’in -Komünistler Birliği’nin bir yıl önce verdiği görev uyarınca- 1848’de kaleme aldıkları Manifesto’nun çeviri macerası da Almanca metnin ortaya çıkmasının hemen ardından başladı. Metin, giriş bölümünde belirtildiği üzere “İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Felemenk ve Danimarka dillerinde yayımlanmak üzere” kaleme alınmıştı. Önce batı, sonra doğu Avrupa dillerine, giderek diğer dillere çevrildi. Üstelik çoğu dilde birden fazla çevirisi var. Türkçede 1920’den beri birçok tam çevirisi mevcut fakat yeni çeviriler de yapılmaya devam ediyor.
İmge Kitabevi Yayınları, Marx’ın doğumunun 200’üncü yıldönümü vesilesiyle Manifesto’nun yeni bir baskısını yayımladı. Çeviride önemli bir çevirmenin, Semih Lim’in imzası var. 1963 doğumlu Lim, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra İngiltere’de ekonomi yüksek lisansı yapan, çeşitli üniversitelerde çalışan, çeyrek asırdan beridir de profesyonel çevirmenlikle yaşayan bir isim. Kendi tahminine göre 100 bin sayfadan fazla çeviri yapmış. İmzasını taşıyan metinler arasında Hobbes’un Leviathan’ı, Samir Amin’in Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme’si ve Chaucer’in, yine İmge Kitabevi Yayınları’ndan çıkan iki önemli klasiği var: İyi Kadınlar Efsanesi ve Troillus ile Cressida. Bu sonuncusu çevirmenin titizliğinin iyi bir örneği; her biri 6 dizeden oluşan 1177 kıtayı hece ölçüsüne değilse de kafiye düzenine sadık kalarak ve artık ölü bir dil olan Orta İngilizce orijinalini temel alarak çevirmiş Lim. Manifesto’yu çevirirken ise dünyadaki genel pratiğe bağlı kalarak, Samuel Moore’un Engels onaylı İngilizce çevirisine bağlı kalmış (1888).
Adettendir, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – Komünizm hayaleti,” diye başlayıp “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” diye biten Manifesto’nun yeni bir çevirisi çıktığında önce ilk cümleye bakılır. Semih Lim, “heyula”, “hortlak” gibi sözcüklere meyletmeden alıştığımız cümleyle başlamış çevirisine. Merak bu ya, ben bunun ardından, Berman’ın kitabıyla ezberlediğimiz “Katı olan her şey buharlaşıyor” cümlesine bakarım, çünkü bana naftalini hatırlatır! (Kimya derslerimizde süblimasyonun (katı fazdan sıvı faza geçmeden doğrudan buhar fazına geçişin) nadir örneklerinden biri olarak naftalin verilirdi.)
İngilizce cümle teknik “evaporate” sözcüğünü kullanmasa da “melt into air” (eriyip havaya karışmak) ile bu anlamı imler gibi görünüyor. İlginç olan, İngilizcede bu şekliyle böyle bir öbek fiilin yer almaması; “melt in the air” diye bir şey var ama ifadenin bu şekli Samuel Moore ve/ya Engels’in buluşu gibi görünüyor. Almanca orijinalinde işler biraz daha karışık: Buharlaşma eyleminden (verdampfen) bahsediliyor fakat İngilizceye “solid”, Türkçeye “katı” diye çevrilen yerde iki ayrı sıfat fiil kullanılıyor: “Ständische und Stehende”, “durağan ve kalıcı” diye çevrilebilir. Manifesto’nun Türkçe çevirilerinden biri “Kalıcı ve duran ne varsa buharlaşıyor” diye çevirmiş burayı (marxists.org Türkçe), bir diğeri “Bütün sabit, donmuş ilişkiler … tasfiye oluyorlar” demiş (Sol Yayınları). “Katı olan ve duran her şey buharlaşır” (İletişim), “Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler … silinip gider” (Yordam), “Tüm kalıplaşmış, donup kalmış ilişkiler … silinip giderken…” (Can) diyen de var. Semih Lim, “Katı olan her şey eriyip gider” demeyi tercih ederek tuhaf duran buharlaşma fiilinden kaçınmış; güzel ve doğru bir çeviri ama sanırım ben, Almancanın da ışığında, “Duran ve kalıcı olan her şey buharlaşıyor” demeyi tercih ederdim hem her iki sıfatı hem de buharlaşma fikrini verebilmek için. Lim’in çevirisi baştan sona akıcı ve sahih, “uluslararası” değil “milletlerarası” demek gibi başlangıçta hafifçe yadırganan kullanımlara hızla alışılıyor, basım da tamamen hatalardan azade.
Bu baskının en güçlü yanlarından biri, kitabın sonunda yer alan emek ürünü ek bölümler: “Bizim Çevirimiz Üzerine”, “Manifesto’nun Diğer Türkçe Çevirileri”, “Hakkındaki Bazı Kitaplar ve Yazılar.” Semih Lim bu bölümlerde Mustafa Suphi’nin katliyle yarım kalan, Şefik Hüsnü tarafından tamamlanan çevirisinden başlayarak 50 kadar Manifesto baskısının künyesini kısa notlarla paylaşmış, ardından da konuyla ilgili 20 kadar önemli metnin bilgilerini vermiş. Tabii, tüm dillerde gelenek olduğu üzere, metnin 1872’den 1893’e kadar çeşitli dillerdeki basımlarına önce Marx ve Engels’in birlikte, sonra Engels’in tek başına yazdığı yedi önemli önsöz de çevrilmiş ve ana metnin hemen ardına yerleştirilmiş: Okuru doğrudan metnin içine bırakıveren iyi bir seçim…

Anlatılan bizim hikâyemiz

Peki, kütüphaneler dolusu Marksist klasik içinde bu görece kısa metin nasıl oldu da bu kadar önemli bir yere sahip oldu? Bir hareketin zuhur/manifestasyon belgesi olarak özlü, anlaşılır ve aynı zamanda derinlikli bir metin olması, bu soruya verilecek biçimsel bir cevap olabilir. Fakat basitçe “her şey değişir” diyen “beylik” tespit (katı olan her şeyin eriyip gitmesi, buharlaşması) neden bu kadar zihinlerimize yer etmiştir? sorusunu düşünürsek, bu soruya içerikle ilgili bir yanıt da bulabiliriz belki. Gerçekten de “naftalinli” bir tespittir bu, güveler ucundan kıyısından yemeye uğraşadursun, o yüzyıllarca dayanacaktır!
Manifesto bir hikâye anlatır, feodalizmin yerini kapitalizme bırakmasının, sermayenin her yerde egemenliğini ilan etmesinin, her kesimden, her meslekten insanın ve özellikle de köylülüğün proleterleşmesinin ve tam da bu yüzden kapitalizmin yerini sosyalizmin almak zorunda oluşunun hikâyesini. “Değişim” ve “gelişim” sözcükleri veya bu fikri ifade eden başka sözcükler metnin her yerindedir. Bütün büyük metinler toplumların değişim dönemlerinde ortaya çıkmaz mı zaten? Shakespeare tragedyaları için de geçerlidir bu, Manifesto için de. Marx ve Engels orada değişimin mantığını öyle sağlam kurarlar ki her şeyin değişmekte olduğunu yürekten hissederiz.
Manifesto’nun ana fikri,” der Engels, “her tarih çağında ekonomik üretimin ve bundan zorunlu olarak doğan toplum yapısının o çağın siyasi ve fikri tarihine temel oluşturduğu; dolayısıyla (ilkel komünal toprak mülkiyetinin çözülmesinden bu yana) bütün tarihin bir sınıf mücadeleleri tarihi, toplumsal gelişimin farklı aşamalarında sömürülen ve sömüren sınıflar, yönetilen ve yöneten sınıflar arasındaki mücadelelerin tarihi olduğu; fakat bu mücadelenin çağımızda varmış olduğu aşamada, sömürülen ve ezilen sınıfın (proletaryanın), toplumun tamamını sömürüden, zulümden ve sınıf kavgalarından ebediyen kurtarmaksızın, onu sömüren ve ezen sınıftan (burjuvaziden) özgürleşemeyeceği“ fikridir. Çağın dervişane alçakgönüllülüğü ve gerçek aşkıyla hemen ekler: “Bu ana fikir sadece ve münhasıran Marx’a aittir.”
Manifesto bir hikâye olarak okunabilir evet; geçmişin ve geleceğin hikâyesi olarak. Fakat onu bir “savunma” metni olarak da okumak mümkündür; yargılayan bir savunma olarak: Bizi bireyi, aileyi veya kültürü yok etmek istemekle mi suçluyorsunuz? Eğer siz sadece burjuva birey, aile ve kültürden bahsediyorsanız, evet bunu istiyoruz. Ama bize gerek kalmadan sizin kapitalist sisteminiz zaten hepsini tahrip ediyor. Çünkü “Hukuk da, ahlak da, din de, proleter için, arkalarında burjuva çıkarlarının pusuda yattığı burjuva önyargılarıdır.” Bu yabancılaştırıcı kuramsal jesti -kendisine yöneltilen suçlamayı elinin tersiyle itmek yerine sımsıkı kavrayıp hasmının suratına kamçı gibi çarpma jestini- Brecht’in oyunlarında ve Lenin’in polemik metinlerinde de görürüz. Şimdilerde hapishanede olan hukukçu Selçuk Kozağaçlı’nın yazı ve konuşmalarını okuyanlar da bu argümantatif hamlenin benzerlerini fark edecektir.
Manifesto’nun özdeyiş olacak kadar bilinmeyen en çarpıcı cümlelerinden biriyle söyleyecek olursak, “Burjuva toplumunda, geçmiş bugüne hükmeder; komünist toplumda, bugün geçmişe hükmeder.” Kan, zulüm ve sömürüyle dokunmuş geçmiş ağını parçalamak isteyenler kendilerine çalınmaya çalışılan lekelere rengini verenin, aynı geçmişin küfü olduğunu bilirler ve kendilerini savunmaya tenezzül etmezler. Bugün hakkındaki yargılarını çoktan vermişlerdir çünkü.
BARIŞ YILDIRIM / BİRGÜN

Postmodern siyaset, Trump ve neo-faşizm* - JIPSON JOHN – JITHEESH P. M.

Britanyalı akademisyen David Harvey, bugün dünyanın en ünlü Marksist aydınlarından biri. Kapital üzerine verdiği dersler ciddi bir popülarite kazandı ve hatta bir YouTube dizisi haline bile getirildi. Harvey, aynı zamanda öğrenci eylemlilikleri, kitle ve emek hareketlerine verdiği destekle biliniyor. Harvey, The Wire’a verdiği röportajda, neoliberal projenin doğurduğu problemleri ve sağ dalganın geldiği noktaları tartıştı.


Neoliberalizmin temellerinin nerede atıldığını işaret edebilir misiniz? Bunun doğuşunu gerektiren yapısal sebepler nelerdi?
Liberalizmin idealist yorumu, özel mülke, kendi kendini düzenleyen serbest pazara, teknolojik gelişime ve herkesin ihtiyacını sağlayacak bir emek verimliliğine dayalı bir ekonominin sağlayacağı bireysel özgürlük ütopyasına dayanır.
Liberal teoride, devletin ekonomideki rolü minimumdadır (laissez faire politikalarına dayalı bir “gece bekçisi” devleti). Neoliberalizmde devlet, teknolojik değişimleri ve güçlü kuruluşların (merkez bankaları ve IMF gibi) düzenlemesine dayanan sonsuz bir sermaye birikimini güçlendirir ve neoliberal özgürlükler adına dünyanın zihinsel kavramlaştırmalarını yeniden yaratır.
Bu liberal ve neoliberal ütopya vizyonları uzun sürelerce yetersiz olarak eleştirildi çünkü Marx’ın pratikte gösterdiği gibi, her ikisi de zenginin, nüfusun çoğunun refahı var sömürülen emeği uğruna daha da zenginleştiği bir dünya yaratıyor. 
1945 sonrasının Keynesyen politikaları ve zenginliği tekrar dağıtan devleti, işçi sınıfının özel mülkiyeti zora sokmadan devamlı büyüyen istihdamına dayalı yeni bir ütopya fikri doğurdu. 1970lerde, Avrupa ve ABD’de büyük şirketler ve kapitalist sınıflar tarafından Keynesyen sistemi alaşağı etmek ve yerine kapitalist sınıfın kaybetmeye başladığı ekonomik ve siyasi gücünü tekrar kazanacağı neoliberal sistemi getirmek için bir karşı devrim başlatıldı. 
Thatcher, Reagan, Pinochet ve Arjantinli generallerin 1980lerde yaptığı da buydu. Bugün de sürüyor. Sonucu da devasa bir ekonomik, siyasi eşitsizlik ve tüm kürede gitgide büyüyen bir çevre bozulması oldu.
Mülksüzleştirme üzerinden yaratılan birikimi, neoliberalizmin en ciddi karakteristiklerinden olarak yorumluyorsunuz. Bu nasıl oluyor ve yapısal sonuçları nelerdir?
Sermaye, iki şekilde birikebilir. Sermaye birikiminin yollarından birisi emek sömürüsüyle artı değer yaratmaktır. Sermaye aynı zamanda hırsızlık, gasp, tefecilik gibi türlü sahtekarlıklarla da birikebilir. 
İlkel birikim teorisi, Marks’ın gösterdiği gibi, temelde bu pratiklere dayanır. Bu eylemler sonraki süreçte yeni stratejiler üzerinden sürmeye devam eder. 
ABD’deki 2007 krizinin ilk sonucu, bir tarafta Wall Street hala bonus dağıtırken yaklaşık 6-7 milyon insanın evlerini kaybetmeleriydi. Varlık değerlerindeki (toprak ve mülk gibi) spekülasyon, üretmeyen bir birikim sağladı. 
Büyük şirketlerin iflası çalışanlarının emeklilik ve sağlık haklarının gaspına sebep oldu. İlaç sektöründe, telekomünikasyonda, sağlık sigortasında tekel fiyatlandırmalarıyla ABD karlanma konusunda kazançlı bir yol sağladı. Borçluluk üzerinden varlıkların gasp edilmesi buna bir kanıt. Mülksüzleştirmeye dayanan birikiminle sağlanan rant, çok daha olağan hale geldi, çünkü küresel sermayenin büyük çapta yükselişi artı değer sermayesinin verimli kullanımında zorlanır hale gelmişti. 

MARX’IN ELEŞTİRİSİ SİSTEME YÖNELİK

Marx döneminde bile kapitalizme yönelik farklı eleştiriler de vardı. Marx’ın eleştirisini diğerlerinden nasıl ayırıyorsunuz?
Bu eleştirilerin çoğu ahlaki sebeplere dayanıyor (şeytani ve açgözlü kapitalizme karşı yoksullaştırılmış ve kötü davranılan işçiler ya da yakın zamandaki gibi çevre düşmanı kapitalizme karşı ekolojistler gibi). Marx’ın eleştirisi ise sisteme yönelik. Ahlaki sorunları da içermekle beraber, korkunç hareket kanunları olan kapitalist üretim şekli yerine sistem olarak insan ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılayacak bir alternatif işaret ediyor. 

KAPİTALİZM NEO-FAŞİZMLE İTTİFAK YAPTI

Sizce kapitalizmin sonuna geldik mi, özellikle de 2008 krizi bağlamında? Sermaye düzelebilir mi?
Sermaye ömrünün sonunda değil. Neoliberal proje hala canlı ve iyi durumda. Yakın dönemde Brezilya’da seçilen Bolsonaro, Pinochet’in Şili’de 1973 sonrası yaptıklarını vaat ediyor.
Sorun, neoliberalizmin nüfusun ciddi bir kısmına hükmedemiyor olması. Neoliberalizmin Kısa Tarihi (2005) kitabımda da belirtmiştim, kapitalizm devlet otoriterizmiyle ittifak kurmadan hayatta kalamaz. Şu anda da neo-faşizmle bir ittifaka girdi, çünkü tüm dünyadaki muhalif eylemlerden gördüğümüz üzere, herkes neoliberalizmin, halkın yararını zenginlerin cebine doldurduğunun farkında (bu 80ler ve 90larda bu kadar açık değildi).
Marx, kapitalizmin kendi içsel çelişkileri sebebiyle öleceğine inanıyordu. Siz buna katılmıyorsunuz. Neden?
Marx kimi zaman sermayenin kaderinde kendi kendini yok etmek olduğu izlenimi veriyor. Fakat çoğu örnekte, o krizlere sermayenin çöküşünden çok yeniden inşası olarak bakıyor. Krizler anlık olandan fazla değildir, var olan çelişkilerin şiddetli çözümü, yeniden kuruluş için şiddetli depremler başlar” der Kapital’in üçüncü cildinde. 
Sermayenin bitişini, sınıf hareketinde görür. Bu konuda Marx ile aynı fikirdeyim. Kapitalizm kendi kendine bitmeyecek. Zorlanacak, yıkılacak, terk edilecek. Tek yapmamız gerekenin kendi kendini yok etmesini beklememiz olduğunu düşünenlere katılmıyorum. Marx bence bu noktada değildi.
Özellikle vurguladığınız şeylerden biri Marx’ın sadece üretim seviyesindeki değerden değil aynı zamanda farkındalık alanından da bahsediyor olması. Bu durumu bugünün şartlarında açıklayabilir misiniz?
Kapital’in ilk cildinde, Marx değerin üretim ile yaratıldığını ve pazarda fark edildiğini işaret eder. Eğer Pazar yoksa, değer de yok. Dolayısıyla değer, üretim ve farkına varılma arasındaki çelişkili birliğe bağlıdır. Farkındalık da, alım gücüyle desteklenen, bir nüfusun arzu ve ihtiyaçlarına.
Kapitalizm tarihi, yeni isteklerin, ihtiyaçların ve arzuların üretimi hakkındadır (örneğin, kimi tüketicilik tarzları ve otomobil ya da banliyölerde yaşamak gibi makul konforlu yaşam şartlarının gündelik hayat formları olarak üretimleri gibi). Şu an hepsi cep telefonu sahibi bir kitleye ders anlatıyorum (20 yıl önce böyle bir şey yoktu). ABD’nin çoğu şehrinde yaşamak için çevreye zararlı arabaları kullanmak zorundasınız. 
Marksistler üretime çok fazla önem verdi fakat farkındalık meselesini ihmal ettiler. Benim görüşüm, bu iki şeyin çelişkili birliği (ki Marks bunu hayati görüyordu fakat çok da detaylandırmamıştı) temel odak noktamız olmalı. Farkındalık anında değerin çıkarılması ve tahsisi (genelde mülksüzleştirme ile gerçekleşir) günlük hayatın niteliğine etkisiyle bir siyasi mücadele noktasıdır. 

YAPAY ZEKA VE SOSYALİST ALTERNATİF

Kapitalizm altında, otomasyon tüm dünyada çok ciddi iş kayıplarına sebep oluyor. Kapitalizm içerisinde otomasyonun sorunları nelerdir? Bunun işçi sınıfı siyasetine nasıl etkileri olabilir?
Üretimde otomasyon ve yapay zekanın ciddi yararı var. Emek gücü, üretim içerisinde teknolojik değişimle beraber zayıflıyor. Fakat üretim kaybolmuyor. Farklı yollardan genişlemeye devam ediyor (örneğin otomobil üreten fabrikalar yerine hamburger üreten restoranlar gibi). 
Benzer bir değişimi hizmet sektöründe de göreceğiz. Sol, üretimde otomasyona karşı savaşını kaybetti ve aynı sonuç hizmet sektöründe de devam edecek gibi duruyor. Yapay zekayı bu sektörde güzel karşılamalı ve desteklemeliyiz tabii, fakat buradan sosyalist bir alternatife yönelebilecek bir yol da aramalıyız. Yapay zeka kimi işleri yok edeceği gibi yenilerini de getirecek. Buna uyum sağlamamız gerek.
Şehirler sizin çalışma alanlarınız içerisinde. Şehirlerin artı değer tahsis alanları olduğu analizini yapmıştınız. Bu nasıl yürüyor, özellikle de neoliberal şehirler bağlamında?
Şehirleşme ve sermaye birikiminin bir arada yürümesi, üzerine çok düşünülmemiş bir Marksist yorumdur. Şu an dünya nüfusunun yarısı şehirlerde yaşıyor. Dolayısıyla, sermaye birikimi üzerine inşa edilmiş bir çevrede günlük hayatın sorunları da hem önemli bir sorun hem de çelişki ve çatışmanın kaynaklarından. Bu durum politik olarak şehir hakkında özetlenebilir: örneğin şehir hayatının niteliği üzerinden gelişen sınıf mücadelesi gibi. Toplumsal hareketlerin ciddi bir çoğunluğu son dönemde bu sorun üzerinden ortaya çıktı (İstanbul Gezi Hareketi gibi).

TRUMP, POSTMODERNİZMİN GELDİĞİ NOKTANIN ÜRÜNÜDÜR 

Siz post moderniteye maddi temel üzerinden yaklaşıyorsunuz. Felsefi düzeyde, post modernizmin toplumsal hayata en ciddi etkisi nedir? Post truth (gerçeğin ötesi) konusunda ne düşünüyorsunuz?Birçok geniş çaplı ve belli derecede tutarsız kültürel harekette olduğu gibi, post modern dönüşüm olumlu fırsatlar yarattığı kadar gerici ve absürd etkiler de yarattı. Perspektivizm ve yorumlanan alan gibi kavramları katmasından mutluyum fakat bunun neden illa marksizme düşman olması gerektiğini de anlamıyorum, ki kendi kitabımda da alanların birleşimini, coğrafyaları ve perspektivizmi Marksist şekilde yorumlamıştım.
Neticede, zamanında Eagleton’ın da söylediği gibi, hareket, “gerçek, otorite ve retorik baştan çıkarıcılığın arasında fark yoktur” fikrinden “en güçlü hikayesi ve dili olan en büyük güce sahiptir” noktasına geldi. “Tarihi çöpe attılar, siyaseti estetize ettiler ve sadece hikaye anlatıcının karizmasına odaklandılar.” Trump, post modernizmin geldiği bu noktanın ürünüdür.
İlk başta internetin en güçlü özgürleştirici olduğunu düşünmüştük. Fakat zaman geçti, büyük tekeller ortaya çıktı ve dijital alandan kar etmeye başladılar. Cambridge Analytica gibi örnekler, kişisel bilgilerin bu tekeller tarafından nasıl manipüle edilebildiğini gösterdi. Bunun yarattığı tehlike nedir sizce? İnterneti bir kamusal hizmet olarak nasıl özgürleştirebiliriz?
Yozlaştırılıp sermayeye dönüştürülemeyecek kadar iyi ve özgürleştirici bir teknoloji yoktur. Mesele de bu zaten.
Trump’ın ortaya çıkışını neye yoruyorsunuz? Dünyanın farklı yerlerinde yükselişe geçen popülizm sizce neye işaret ediyor. 
Trump evrensel yabancılaşmanın post modern bir başkanıdır.
Bernie Sanders ve Jermy Corbyn’in ABD ve Britanya’da popülerleşmesi size umut veriyor mu? Yoksa sadece seçim kaynaklı bir taraflaşmanın ürünleri mi? Bugünün sosyalist siyasetinin formu ve içeriği sizce ne olmalı?
Taraflaşma ve örgütlenme arasında ciddi bir fark var. Ancak şimdi, siyasi güce sahip olabilmek için solun bir örgütlenmeye sahip olması gerektiğinin ipuçlarını görüyoruz. 
Britanya meselesinde, momentumun, parti içerisindeki bir direnişle beraber büyümesi umut verici gözüküyor, manifestolarının da ekonominin temel etmenlerinin kamusal alana getirilmesi (kamulaştırmadan farklı olarak) talebi de bir siyasi strateji olarak olumlu bir girişim. Fakat asıl sorun, partinin parlamento içerisindeki birçok üyesi tarafından destek görmemesi. ABD içinse, henüz bu kadarını bile görebilmiş değiliz. 

SOL BASKI ALTINDA ÖRGÜTLENMEK ZORUNDA

Tüm dünyada sağ siyaset ciddi yükselişte. Bunun son örneği Brezilya’da Bolsonaro’nun seçilmesi oldu. Dünya 1930’lar ve 40’larda olduğu gibi tekrar faşizme doğru mu gidiyor? Bolsonaro gibi bir aşırı sağ lideri sol geleneği güçlü bir Latin Amerika ülkesinde seçtiren siyasal ve ekonomik sebepler nedir sizce?
İşçi partisinin yönetiminde neoliberalizmin ürettiği yabancılaşma, ülke çapında bir yozlaşmaya sebep oldu, bu da tabii kitlelerin neofaşist illüzyonlarla örgütlenmesine sebep oldu. Sol, örgütlenmekte geç kaldı ve şimdi bunu baskı altında yapmak zorunda.
Sizin Marx ve Marksizm dersiniz dünya çapında ünlü oldu. Marksizm bugünle ne kadar alakalı? Marx’ın katkıları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Marx, kapitalizmin bir üretim biçimi olarak nasıl çalıştığının analizinin başlangıcını şaşırtıcı güçlü bir perspektifle yazdı. Kapital yazıldığı zaman dünyanın sadece küçük bir bölümünde etki gösterebilmişti. Fakat şu an her yerde, dolayısıyla Marx’ın analizi bugün o döneme göre çok daha yararlıdır. Marx çalışan herkesin fark edeceği şey, aslında siyasi hegemonyanın böyle bir düşünce biçimini bastırmaya ne kadar çok ihtiyaç duyduğudur.
Neoliberal kapitalizmin iktidarında, insanlar gözle görülür bir tatminsizlik ve çaresizlik içerisinde. Daha iyi bir dünya umudunu tam olarak nerede bulabiliriz? Umudunuzu diri kılan şey nedir? 
Her türden baskıya rağmen, insanlar artık eskisinden çok daha net şekilde sadece neoliberalizmin değil, bütünde kapitalizmin de sorunlu olduğunu görüyorlar. Kapitalizmin vaatlerini yerine getirmediği ve getiremeyeceği açık şekilde görülüyor ve başka bir siyasi ekonomik organizasyona ihtiyaç olduğu gitgide daha bariz bir hale geliyor.
Çeviri: Yusuf Tuna Koç / BİRGÜN
*Kaynak : https://mronline.org/2019/02/16/the-neoliberal-project-is-alive-but-has-lost-its-legitimacy-david-harvey/ (Röportajın aslı The Wire sitesinde)

24 Şubat 2019 Pazar

Dinimiz... - MEHMET KUZULUGİL

İstihza, öteye itme, alay yok.
Belki çok dindar değilsiniz.
Belki de dindarsınız.
Yani belirli bir dini inanca sahip olmanın ötesinde bu inancın gereği olan pratiklere yaşamınızda önemli bir yer veriyorsunuz.
Hristiyan, budist ya da müslüman olabilirsiniz.
Ya da genellemelerle zorlamayalım, Türkiye’deyiz: Elhamdülillah müslümansınız.
Fakat sizi rahatsız eden şeyler var.

Mesela devlet görevlerinin dağıtılmasında, bir üniversiteye rektör atanırken ya da diyelim Karayolları’na bir mühendis alınacağı zaman önce “ne kadar dindar” olduğuna bakılmasından rahatsızsınız. Bunun liyakat denilen şeyi, toplum çıkarını ortadan kaldırdığını görüyorsunuz. Sırf daha dindar göründüğü, hatta tarikat ehli olduğu için ondan çok daha bilgilisi, işinin ehli olanlar varken, göreve layık olmayan birisine yetki verildiğini çok sık görüyorsunuz ve doğru bulmuyorsunuz. Canınızı yakıyor: Sonuçta işten anlamayan birisinin başına geçtiği bir doğal gaz dağıtım işinin pek çok insanın canına mal olabildiğini gördünüz.

Ya da gazetelere, televizyonlara hakim olan başka dindar kişilerin, sadece dinsizlere inat olsun diye, bilime kafa tutan, “dünya düzdür” diyen başka ehl-i islam şahıslara ekranları teslim etmesini hazmedemiyorsunuz. Bilimle uğraşsınlar istediğiniz çocuklarınızı bu kanallardaki bilim öğretmeyi değil din yaymayı amaçlayan belgesellerin karşısına oturtmak hiç içinizden gelmiyor.

Belki tarikatların dini yozlaştırdığını düşünüyorsunuz, belki de dine giden yolu tarikat ehlinin göstereceği görüşündesiniz ama bakanlıkların tarikatlar arasında paylaşıldığı, ihaleler dağıtılırken, mühendislerin, bilim kurullarının değil de tarikat şeyhlerinin, cemaat liderlerinin referansının geçerli olmasını kabullenemiyorsunuz Canınızı yakıyor: Sonuçta ister hemşehrilikle, ister tarikat ortaklıklarıyla olsun, bu tür “bağlantılarla” alınan ihalelerde yapılan işlerin sonucu içinde insanların oturduğu binaların yıkılması, insanların yolculuk ettiği trenlerin devrilmesi oluyor.
Siyasetin paralı kişilerin inanç pazarlamasıyla yapılmasına da tepkilisiniz. Cuma namazlarına sizin gibi sessiz sedasız katılmak yerine, arabaları dizip gövde gösterisi yaparak, kameraları çağırarak katılanlarda (belki hepsinde değil ama çoğunda) bir sahtekarlık, bir pazarlamacılık seziyorsunuz.

Laiklik konusunda kafanız çok karışık olabilir.
Mesela bu konuda en beğendiğiniz cümle belki de “laiklik dinsizlik değildir” cümlesidir. Hatta “laik devlet olur, laik insan olmaz” sözleri sizin aklınıza çok yatıyordur.

Kafanız karışıktır derken, bir yandan “bazı” laiklerin aşırı gittiklerini, dini hafife aldıklarını ama din ve devlet işlerinin gerçekten artık ayrılması gerektiğini düşünüyor ve fakat bu işin nasıl olacağını da çok iyi bilemiyor olabilirsiniz.
“Sizinki büyük çelişki!” Diyemem.

Ama içinden çıkamadığınız daha doğrusu siz ve sizin gibi düşünen insanların içinden çıkılması için pek yardımcı olamadığı bir sorun var ortada.

Bu çağda, Türkiye gibi bir ülkede dinin siyasetin, devlet işlerinin, toplumsal hizmetlerin tam göbeğine yerleştirilmiş olması sizin de sorununuz ve fakat bu sorun bir türlü giderilemiyor.

Çünkü siz dinin Türkiye’nin toplumsal kimliğinin vazgeçilmez, belirleyici ağır basan bir parçası olduğu ısrarınızdan vazgeçmiyorsunuz.

Öyleyse partileri ehl-i islam kurup yönetecek, doğal gaz dağıtım projelerini onlar yapacak, ihaleler onlara verilecek, üniversiteler, bilim kuruluşları, araştırma görevleri, uzay çalışmaları onlara teslim edilecek. Öyleyse böyle: Bizim halk olarak kimliğimiz islamdır, bizi bu tanımlar diye ısrar ediyorsanız. Bunlara razı olacaksınız.

Peki bu bağnazlıktan vazgeçildiğinde de başka türlüsü olabilecek mi? Elbette!
Bütün bu işlere din karıştırılmazsa, üniversitelerden devlet dairelerine, hastanelerden belediyelere, her yere çökmüş din ve tarikat bağlantıları ortadan kaldırılırsa olur.

Ve bunun başlayacağı yer siyasettir.

CHP’li Belediye Başkan adayı “benim dini duygularımı ve milli duygularımı ölçecek adam daha anasının karnından doğmadı. O allah ile kul arasında” demeyecek mesela.

Ne diyecek? 

“Belediye başkanı seçiyorsunuz, dini inançlar bir ölçüt olamaz. Daha çok dindar ya da daha az dindar diye hatta şu dine değil de bu dine mensup diye kimsenin aleyhinde konuşulamaz” diyecek.

Diyebilir mi?

Diyemez! “Sonuçta dindar bir kişi tabii, diyemez” değil. “Böyle yaparsa dinin geçer akçe olduğu siyasette şansı kalmaz” diye de değil. Sonuçta siyasete “paran kadar konuş, hep dinden imandan konuş” kuralını yerleştirenlerden o. “Ben ne yapayım, bu işler böyle” diye  bir bahanesi olamaz.

Tarikatların devlet kademelerini aralarında pay etmiş olmalarına karşı çıkılacak mesela. Ama “tarikatların müslümanları böldüğü” gerekçesiyle değil. Devlet görevlerinde dinsel herhangi bir sıfatın ya da kimliğin kullanılması laikliğin imhasıdır. Bu gerekçeyle...

Üzerinde Türkiye Cumhuriyeti ibaresi olan kimliklerde din hanesi olmayacak mesela. “Kimse dinsel inancını açıklamaya zorlanamaz.” İnsan haklarının evrensel normlarından birisi bu. Üstelik bu hak, her türlü kamu hizmetinde ve görevinde dinsel inançlara göre öncelik tanınmamasının da garantisi.

“Bunu yapan var mı? 
Yapanın toplumda kabul görmesi mümkün mü? Herhangi bir yerde, ilde, ilçede, mahallede siyasette, devlet işlerinde ‘dinimiz bu’ diye öne atılmayan birine yetki verilir mi?”
Bunları diyecek olursanız...

Ovacık’ın belediye başkanı, şimdi Dersim’in belediye başkan adayı olan kişiye bakın...

Hacıbektaş’ın ODTÜ’lü evladı orada belediye başkanlığına aday. 
Ona bakın.
Hah!
Şimdi diyeceksiniz ki, “İyi de onlar da alevi değil mi?”
Bilmem!

Sonuçta sabah akşam ne kadar da alevi olduklarını anlatmıyorlar.

Mehmet Kuzulugil / SOL

Demokrasinin beşiğinde demokratlık yarışı(ANALİZ) - İ. Can Usta

Fransız siyaseti köklü bir dönüşümden geçiyor. İşçi sınıfının sesiyse demokrasi söylemleriyle bastırılmaya çalışılıyor. Macron’un ortaya koyduğu ‘büyük müzakere’ süreci de bunun bir parçası olarak görülebilir.

Siyasette hemen her şeye bir mücadele konusu olarak bakılabilir. Arkasında duracak bir toplumsallık yoksa görünen köy bile kılavuz isteyebiliyor. Emmanuel Macron hakkındaki tartışmalar bu hatırlatmayı doğrular nitelikte. Bu genç adam (41 yaşında) iki yıl önce geçici bir sermaye projesi olarak sahaya sürüldüğünde ne denli sağcı olduğu ortadaydı ama “zenginlerin başkanı” sıfatını uzun soluklu toplumsal mücadelelerin sonunda kazandı. Bu mücadeleler sözde kalmadı ve Macron’un “faşizme karşı reformist başkan” olarak kazandığı toplumsal kabulle birlikte nice kabine üyelerini de yitirmesine yol açtı.

KİM BU SARI YELEKLİLER?
Bugün Sarı Yelekliler hareketinin nasıl ve kim tarafından başlatıldığını tartışmanın bir önemi bulunmuyor. Yine de bir neden aranacaksa, bir “AB rüyası” olan demiryollarını özelleştirme hevesinin Macron yönetimince nasıl gerçekleştirilmeye çalışıldığına bakılabilir. Demiryolu işçilerinin özelleştirmelere karşı geçtiğimiz yılın büyük bölümünü grevde geçirdiği unutulmamalı. Banliyö hatları tasarruf gerekçesiyle kapatılırken bir yandan da çevre duyarlılığı bahanesiyle fosil yakıtta peş peşe ağır vergilendirmeler uygulanınca ulaşım konusu Fransız halkı için başlı başına bir sorun haline geldi.

Sarı Yelekliler hareketinin çıkış noktasının sınıf siyasetiyle ne ölçüde ilişkilendiği tartışmaya açık ama tartışılmayacak olan bir noktaysa hareketin hızla siyasallaştığı ve Macron yönetimini hedef tahtasına oturttuğu gerçeği. Hareketin aynı anda sağ ve sol etkilenmelere açık olmasına verilecek kolay bir yanıt yok. Böyle bir tartışma, işçi sınıfı siyasetinin gücünün yetmediği yerde sermayenin faşizan eğilimlerden yararlanmaktan çekinmeyeceği bilinciyle, önümüzdeki siyasal mücadelelerin konusu olacaktır.

FRANSA’DA SOL SİYASET
İşçi sınıfı siyaseti demişken, Fransa solunun içinde bulunduğu durumu biraz açmak gerekiyor. Tarihsel olarak Sosyalist Parti’de cisimleşen sosyal demokrasinin başka öğeleri de kapsadığını söylemekte bu saatten sonra bir sakınca olmayacaktır. Fransız Komünist Partisi (PCF) Sarı Yelekliler hareketine başından beri mesafeli durdu. Kitleler Macron yönetimine karşı duyduğu öfkeyi –bazen giyotin gibi son derece radikal ve devrimci simgelere başvurarak– dile getirirken PCF bu sorunu yeşil dostu siyaset ve adil vergilendirme önerileriyle aşmayı öneriyor, Sarı Yeleklileri onlarca toplumsal kimlikten yalnızca biri sayıyor ve hareketin doruk noktasına ulaştığı haftasonu topladığı ulusal kongrede aldığı ilk kararlardan biriyle orak-çekiçsiz bir logoya geçiyordu. PCF’nin “komünizm” anlayışı uzun süredir çevreci, demokrat, farklı kimlikleri kucaklayan, AB projesine öyle ya da böyle eklemlenen ve son tahlilde Fransız emperyalizmini aklayan bir siyaset olarak varlık gösteriyor. Öte yandan, PCF’nin sınırlı etkisinin büyük bölümünü geçtiğimiz yıllarda Jean-Luc Mélenchon’un Boyun Eğmeyen Fransa (FI) partisine kaptırdığı da bir gerçek. Fransa Devrimci Komünist Partisi (PCRF), Fransa’da Komünist Yeniden Doğuş Kutbu (PRCF) ve daha onlarca irili ufaklı komünist oluşumun siyasal etkisiyse ne yazık ki şimdilik bu tabloda yer dolduracak düzeye ulaşamıyor.

MACRON’UN BÜYÜK MÜZAKERESİ
2018 yılı Macron’u zorladı. Ardı arkası kesilmeyen sokak eylemleri Sarı Yelekliler hareketiyle artık çevresinden dolanılamayacak bir boyuta vardı. Öyle ki, “demokrasinin beşiği” sayılan Fransa’da uygulanan polis şiddeti Erdoğan hükümetinin bile diline dolandı. Sarı Yelekliler eylemlerinin soluğu kesildi kesilecek diye beklerken “zenginlerin başkanı” bunun böyle gitmeyeceğini anladı ve çözümü bir siyasi açılımda buldu. Günlerce süren sessizliğini duygusal bir Ulusa Sesleniş konuşmasıyla bozan Macron, mesajı aldığını ve bu saatten sonra provokasyonlardan uzak durulması gerektiğini bildiriyor, Fransız halkına gerçekleştirilecek reformlar için büyük bir tartışma başlatmayı öneriyor ve bu tartışmada valilere büyük sorumluluk düşeceğini bildiriyordu. “Büyük Ulusal Müzakere” denen bu tartışma için Mart ayının ortasına dek yerelliklerde toplantılar düzenlenecek ve tarışmaların sonuçları Nisan ayında toparlanıp yayımlanacak. Bu süreç için hazırlanmış bir internet sitesi bile var: https://granddebat.fr/

İlk başta patron sendikası MEDEF’in geçici bir siyasi projesi olarak görülen bu genç başkanın koltuğuna alıştığı söylenebilir. Macron’un Birinci Dünya Savaşı’nın galibi edasıyla duyurduğu “Avrupa Ordusu” projesinin ya da bu “Ulusal Müzakere” çağrısının ne gibi bir siyasi temeli ya da toplumsal karşılığı olduğu tartışmalı. Ama bu projelerin altında yatan değişmez bir hesap var: Fransa siyaseti bir dönüşüm geçiriyor, bu dönüşümde sola yer yok ve Macron’un girişimleri her adımda bu süreci belli bir doğrultuda hızlandırmayı biliyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerine birkaç ay kalmışken görünür gerçek şu: Fransa’da geleneksel partiler (bütün renkleriyle sosyal demokrasi de dahil olmak üzere) insanları sandığa götürmekte zorlanacak ve bütün alan Ulusal Cephe (yeni adıyla Ulusal Toplaşma - RN) gibi faşizm eğilimli popülist bir harekete kalacak. Avrupa seçimlerinin ulusal siyasete doğrudan bir etkisinin olmadığı ama yalnızca simgesel bir değeri olduğu söylenebilir. Macron’un müzakere soslu neoliberal reçetelerinin daha ne kadar yürürlükte kalacağını şu çelişki belirleyecek: Fransa’daki ilerici toplumsal tepkiler siyaset düzleminde karşılığını yaratabilecek mi yoksa sermaye düzeni ortalığı toparlamak için şansını daha da sağdan yana mı kullanacak?

MESELE ANTİSEMİTİZM DEĞİL!
Bütün bunlar konuşulurken geçtiğimiz günlerde Fransa antisemitizm tartışmasına yoğunlaştı. Sarı Yeleklilerin geçtiği yerlerde gamalı haçlar belirmeye ve Yahudilere karşı nefret söylemleri orada burada kendini göstermeye başladı. Hükümetin açıkladığı rakamlara göre duvar yazısı ve hakaret gibi Yahudi karşıtı nefret eylemlerinin sayısı 2017’de 311’ken bu sayı 2018’de 541’e çıkmıştı ve bu artışın arkasında Sarı Yeleklilerin yarattığı “kaygı verici ortam” yatıyordu. Bu açıklamanın ve gerçekleşen yeni saldırıların ardından bütün renkleriyle Fransa siyaseti antisemitizmi kınama yarışına sahne oldu. Nicolas Sarkozy’ye ve diğer bütün sağ hükümetlere verdiği destekle bilinen bir akademisyen olan Alain Finkielkraut’un kameraların kolaylıkla görüntüleyebildiği bir yerde kimliği belirsiz Sarı Yeleklilerin saldırısına ve “siyonist” hakaretine uğramasıyla tartışma geçtiğimiz hafta derinleşti ve Macron Başkan antisemitizm konusunda adım atmaya karar verdi. Yapılacak düzenlemelerin ardından Fransa’da siyonizm karşıtlığı Yahudi karşıtlığı olarak ele alınacak ve böylece antisiyonizm tıpkı antisemitizm gibi ceza yasasının konusu yani suç olacak. Salı akşamı Paris’te 20 bin kişinin katıldığı gösteride Sarkozy’den François Hollande’a ve Mélenchon’a kadar birçok siyasetçi “antisemitizm Fransa değildir” sloganıyla yürüdü, RN lideri Marine Le Pen’se bir mektup yayımlamakla yetindi.

Düzen siyasetinin üstünde uzlaştığı söylemlerden hükümetin kendi işine geldiği gibi yararlanmakta hiç zorluk ve kaygı duymadığını kendi ülkemizde birçok kez gördük ve hâlâ görüyoruz. Fransa’daki zenginlerin başkanı da bir taşla birkaç kuş vurma peşinde. Hele son provokasyondan sonra Fransa siyasetinde antisemitizm tartışmasıyla kendini gösteren demokratlık yarışı ister istemez şu sonuçları beraberinde getiriyor: Sarı Yelekliler hareketinin meşruluğunun zedelenmesi ve hareket içinde sağa alan açılması, Macron’un antidemokratik girişimlere karşı toplumsal uzlaştırıcı konumuna yerleşmesi, toplumsal meşruluğu daha ilk günden tartışmalı bir siyasi figürün halk düşmanı reform projelerini tartıştırmak için soluk alması, Fransa siyaseti demokrasi çatısı altında birleşirken faşizm eğilimli öğelerin bir alternatif odak haline gelmesi. Son olarak bu hamleyi –dolaylı da görünse– Ortadoğu’da Fransa-İsrail ilişkilerinin derinleşmesi takip edebilir. Bugüne kadar bölgede ABD ile birlikte son derece saldırgan bir profil çizmiş olan Fransa için, ABD’nin çekilmesi de göz önünde bulundurulacak olursa, özellikle Suriye konusunda pervasız girişimlerde kullanılacak bir zemin oluşabilir. Bu gidişin önüne geçmeyi lacivert takımlılardansa sarı yeleklilerden beklemek daha isabetli olacak gibi görünüyor.

İ. Can Usta / SOL

Şirazesi kaymış siyaset - İLHAN CİHANER

Şiraze bir kere kaymaya görsün; arkası hep “yamuk” geliyor. Siyasetin “yörüngesini” yitirdiğinizde bir oraya bir buraya savrulmaktan kurtulamıyorsunuz. Bırakın köklü toplumsal ve siyasal dönüşümlere öncülük etmeyi, gündelik yaşamın gerçekliğini bile kavrayamaz bir konuma düşüyorsunuz. Çeşitli toplumsal kesimlere yönelik zihninizde yarattığınız “imajlara” hapsolup, siyaseti bu kabuller üzerinden kurmaya çalışıyorsunuz. Gerçekliğe dokunmayan kabullerinizle siyaseti ve iktidarı değiştirebileceğinizi sanıyorsunuz. Bu “çarpık” siyaset kavrayışı sadece bunu üretenlerle sınırlı kalsa yine iyi! Bu sorunlu kavrayış, seçmenin de, toplumsal sınıfların da zihnini bulandırıyor. Yanılsama, çok tekrarlandığı için hakikatmiş gibi görünmeye başlıyor ve her seçim sonunda gerçekliğin duvarlarına çarpıp dağılıyor. Bütün tehditlere ve baskılara rağmen istibdat rejimine rıza göstermeyen milyonlara terk edilmiş ve umutsuz hissettiriyor.

Hayatta en fazla “iktidar içi muhalif” konumu işgal etmiş birisini, toplumsal tarihin “ezilenlerini” dillendiren insanlarla “eşitlemek” ancak şirazenin kaymasıyla mümkün olabilirdi. Solun üzerine inşa edilmesi gereken sınıf siyasetinin, kalan son izlerini de ortadan kaldırdığınızda, işte bu tür “absürtlüklerle” seçmenin karşısına çıkarsınız. Milliyetçi-muhafazakar seçmeni, yapaylığı her halinden anlaşılan bir siyasal dille “ikna etmeye” kalkışırsınız. 
Ekonomik krizin hayatın bütününü kuşatıp, insanların tanzim kuyruklarında neredeyse “karne” ile sebze alabildiği bir ortamda, krizi bile siyasallaştırmayı başaramazsınız. Sonra kalkıp tanzim kuyruğundaki halka, krizin çözümünü yine krizi yönetenlerden bekledikleri için “sitem edersiniz”. Partiyi ve parti örgütünü “sınıf siyasetinden” o kadar çok uzaklaştırdınız ki, parti örgütü ucuz meyve sebze almak için kuyrukta bekleyen insanlara “domates biber patlıcan” şarkısı çalarak “propaganda” yapıyor! Bırakın seçmeni, parti örgütü dahi kendisini tanzim kuyruğunda bekleyen insanlarla “aynı sınıftan” görmüyor. Toplumun dışına itilmiş bu insanlarla “kaderinin” ortak olduğunu düşünmüyor. Bu insanlara “yeni iktidar elitlerinin” yaşadığı şatafatlı gerçekliği gösterip, “aynı gemide olan bizleriz” diyemiyor. Cumhuriyetin kazanımlarının toplumun ezilenlerini de içerecek biçimde en çok “bizlere” lazım olduğunu anlatamıyor.
Belli ki daha çok söylememiz gerekiyor. Milliyetçi kesimlerden daha çok milliyetçi dili sahiplenerek, dindarlardan daha dindar “görünmeye” çalışarak oy alınmaz. Bu seçimde bir şekilde “tepki oylarını” almayı başarsanız dahi –ki o bile şüpheli- siyasette esecek yeni bir rüzgâr, bütün tepki oylarını toplayıp götürecektir. Ne istediğini ve ne söylediğini bilen bir siyaseti inşa etmedikçe “kurucu” bir iktidar imkanından yoksun kalmaya mahkum olacağız. MHP’nin dahi kapısına koymadığı adaylarla elde edilecek bir seçim başarısının olmadığı çok açık değil mi? İnanın, sizler bu açık gerçeğe dahi gözlerinizi kapatırken seçmen olan biteni çok daha iyi görüyor. Parti tabanını bu denli hayal kırıklığına uğratmaya, umutsuzluğa terk etmeye hakkınız yok!
Bugün, partiyle ilgili aldığınız kararların tarihsel bir sorumluluğu olduğunu unutmayın. Kapitalizmin finansallaşma krizinin bütün dünyayı kuşattığı bir dönemde karşı karşıya kalacağımız ekonomik, toplumsal ve siyasal krizlere karşı sağın giderek daha “faşizan” bir hal alacağı aşikâr. Bunun karşısında kendisini solda konumlandıran bizler kapitalizmin uluslararası krizini ve ülkemize yansımaları üzerine düşünüp, birlikte çözümler üretmek zorundayız. Dünyanın yeni tür faşizmlere savrulmasının önündeki en büyük engel, bizlerin emek ve mücadelesi olacaktır. Partiyi, üzerine yükselmesi gereken sınıf siyasetinden kopararak şirazesinden çıkarmanın sonuçlarıyla bugün hep birlikte yüzleşiyoruz. İstibdat rejiminin inşasında yapılan tarihi hataları sürdürecek politikaları devam ettirmenin bir anlamı yok. 
Karşı karşıya olduğumuz krizler ancak yeniden sol değerlerle bütünleşmemizle aşılabilir!
İLHAN CİHANER / BİRGÜN

Topyekûn sağa çekiş - FATİH YAŞLI

BirGün, “Ozan” Arif diye de bilinen Arif Şirin’in ölümünü “Ozan Arif öldü” diye verince yandaş medya bunu “BirGün gazetesi Ozan Arif üzerinden nefret kustu” diye haberleştirdi. Ne söylüyorlarsa tam tersini yapmayı ve ne yapıyorlarsa tam tersini söylemeyi, dolayısıyla nefret kusma işini de en iyi kendilerinin bildiğini bir kenara bırakırsak, ne denmesini bekliyorlardı acaba, nasıl verilecekti haber?

Uğur Mumcu için şöyle demiş mesela “Ozan” Arif: 
“Yedi nice ülkücünün etini/buna rağmen oynatıyor atını/daha hâlâ ‘Uğur Mumcu’ itini/yazdıran kuvveti bilmek istiyom.” 
Aziz Nesin için ise Sivas Katliamı’ndan sonra şunları yazmış: “Laflarını tart köpek/Yoksa katlin şart köpek/Seni seni kart köpek/vay namussuz vay, vay!”
Örnekler çoğaltılabilir, Ecevit ailesi için, Erdal İnönü için, Cumhuriyet için, Hrant Dink’in katli için yazdıklarını sıralayabiliriz ama gerek yok. Faşist sanat bile bazen estetik birtakım ürünler yaratabilir ama nefret cümlelerinin kafiyeli bir biçimde alt alta sıralanmasına ve ilkel bir formda bestelenmesine kimse “sanat” diyemez, ozanlığın da bununla uzaktan yakından alakası yoktur.
Arif Şirin’i tarihsel bir figür olarak görmemizi gerektiren şey “sanatçılığı” değil, mensubu olduğu hareketin Türkiye’nin siyasal hayatındaki yeridir. Arif, Bahçeli’yle kişisel kavgasını bir kenara bırakırsak, ülkücü hareketin söylem ve eylemlerinin arkasında durdu hayatı boyunca ve “sanat”ını da o duruş belirledi.
Nedir o söylem ve eylemler? Biliniyor: Türkiye’nin Sovyet emperyalizmi tarafından işgal edileceği, bunun için solcuları işbirlikçi olarak kullandığı ve ülkücülerin de bu işgale karşı direndikleri, bunun için ellerine silah aldıkları…
Tam da buradan yola çıkarak, 12 Eylül öncesi, şimdi adlarını buraya sığdıramayacağımız aydınları, gazetecileri, yazarları, bilim insanlarını öldürdüler. Ev baskınlarında, kitle katliamlarında, pusularda bu ülkenin en aydınlık yüzlü çocuklarını katlettiler. Sadece sosyalistleri değil, yüzü sola dönük CHP’lileri de hedef aldılar, CHP’li siyasetçileri vurdular.
İşte zaman zaman kurt işareti de yapmaktan kaçınmayan Kılıçdaroğlu’nun, en ufak bir utanç duymaksızın kürsüden adını Pir Sultan’la, Âşık Veysel’le, Neşet Ertaş’la birlikte andığı kişi, böylesi bir siyasi hareketin en militan isimlerinden biriydi ve bundan da ölene kadar pişman olmamıştı.
Eğer Bahçeli’yle arası bozuk olmasaydı Cumhur İttifakı’nın ruhuna uygun bir şekilde “devlet töreni”yle uğurlanacak olan Arif’in cenazesine CHP’nin Millet İttifakı’ndaki ortağı İyi Parti’nin Genel Başkanı Akşener ve yine ittifakın Ankara adayı olan ülkücü Mansur Yavaş katıldı. Cenazede görsek şaşırmayacağımız Kılıçdaroğlu da kürsüden üzerine düşeni yaptı.
Arif’in cenazesi “zamanın ruhu”na müthiş bir şekilde denk düştü aslında. Ülkücü Yaşar Okuyan’ın CHP’ye katılmasından tutun da, CHP’li bir belediye meclis adayının Haluk Kırcı’yla poz vermesine ve oradan da Adana’daki bir üniversiteye Alparslan Türkeş adının verilmesine CHP’nin de “evet” demesine uzanan genişlikte bir denk düşüş.
Ama sadece bu da değil, Erdoğan’ın ilk kez “Türklük”ten bahsettiği, Binali Yıldırım’ın “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” dediği, Türk-İslam sentezi ideolojisinin düzen muhalefet partilerinin rejimle entegrasyonunu sağlayarak gerçek anlamda devlet ideolojisi haline geldiği bir denk düşüş.
Hem düzen siyasetinin topyekûn sağa çektiği hem de düzenin ve partilerinin giderek meşruiyet yitirdiği bir zaman dilimindeyiz. Bunun üzerine düşünmeye, yazıp çizmeye devam edeceğiz.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN