20 Mart 2019 Çarşamba

İstanbul semalarında on binlerce leylek - BİRGÜN

İlkbaharın habercisi leyleklerin Güney Afrika’dan Avrupa ve kuzey ülkelerine İstanbul üzerinden gerçekleştirdiği göç yolculuğu başladı. İstanbul semaları, on binlerce leylekle süslendi.

Her ilkbaharda, batıda Atlas Okyanusu’ndan, doğuda Hint Okyanusu’na, güneyde Güney Afrika’nın Ümit Burnu’na kadar Afrika Kıtası’nın Ekvator kuşağı güneyinde kalan geniş topraklarda kışlayan leyleklerin, Avrupa ve Asya’nın kuzey ülkelerine dönüş yolculuğu başladı. Avrupa ve Balkanlarda yazı geçirdikten sonra ağustos-eylül aylarında Afrika’ya göç eden ve bu göç sırasında toplandıkları en dar alan olan İstanbul’da, geçen yıl bir günde 237 bin, toplamda 1 milyona yakın leylek geçişi yaşanmıştı.
Afrika’dan geri dönüş yolunda en dar geçit olarak kullanılan İstanbul’da baharın habercisi leylekler gökyüzünü süslüyor. İstanbul Kuş Gözlem Topluluğu, Doğa Derneği gibi birçok kuş gözlem topluluğu üyeleri, bu şöleni hem görüntülüyor hem sayım yapıyor. 14 yıldır sayım yapan, yaralı leylekleri tedavi ettiren ve bölgede ‘Leylek Baba’ olarak tanınan avukat Fikret Can (73) ve gönüllüler, ilkbaharla birlikte Güney Afrika’dan yeniden Avrupa ve Balkanlar’a göç eden leylekleri yine İstanbul’da karşıladı. Gözlemcilerin geçen yıl sohbaharda çektiği ve yüzlerce leyleğin İstanbul semalarını süslediği fotoğraflar, bu yıl yeni başlayan göçte de görülmeye başlandı. Gruplar halinde geçiş yapan yüzlerce leylek sürülerinin önümüzdeki günlerde daha da artması bekleniyor.

İSTANBUL’UN KUZEYİNDEN GEÇİYORLAR

Bu coşkulu serüvenin milyonlarca yıldır kesintisiz devam ettiğini belirten Fikret Can, “Afrika’dan yola çıkan leylek sürülerinin hedefi Avrupa’dır. Sahraaltı Afrika’dan yola çıkan leylekler, Nil Vadisi, Filistin, İsrail, Lübnan, Suriye güzergahını izleyerek Hatay Belen geçidinden ülkemize giriş yapar. Anadolu’yu boydan boya geçtikten sonra önlerine geçit vermez Karadeniz dikilir. İlkbahar göçünün kalbi Karadeniz sahillerinde atar. Devasa leylek sürüleri Boğazı geçip Avrupa’ya varmak için Üçüncü Boğaz Köprüsü, Üçüncü Havalimanı, Kuzey Ormanları istikametini takip eder. Göç merkezi Rumeli Feneri’dir. Her ilkbaharda bu güzergahtan 500-600 leylek geçer. En yoğun geçişler 15 Mart- 15 Nisan tarihleri arasına denk gelir” dedi.


Doğu, Batı, Kafkaslar, Hazar Denizi ve Afrika olmak üzere 5 göç yolu bulunduğunu kaydeden Can, bu rotanın Trakya, İstanbul Boğazı, Bursa, Eskişehir, Konya, Mersin, Adana, Hatay (Belen Geçidi), Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Sina Yarımadası, Nil Vadisi, Sahraaltı Afrika olduğunu söyledi. Bu rotayı yıllık sonbahar döneminde 1 milyon, ilkbaharda ise 500-600 bin civarında leyleğin kullandığını söyleyen Can, “Doğu Göç yolu diğerinden daha önemli ve bu yolu kullanan en kalabalık göçmen türü leylekler. Sonbaharda üreme alanından kalkan leylek sürüleri, kışı geçirmek üzere Afrika’ya gider. İlkbaharda ise Afrika’dan yola çıkar, üreme alanlarındaki yuvalarına geri dönerler” diye konuştu.

DÜNYADA EŞİ BENZERİ YOK

Göç dönemlerinde Türkiye’den 1 milyon leyleğin geçtiğini, bunlara yüz binlerce şahin, çaylak, kartal gibi kuş türlerinin eşlik ettiğini dile getiren Can, “Bu bizim en büyük zenginliğimiz. Böyle bir doğa olayının dünyada benzeri yok. Son yıllarda, ülkesinde 100 leyleği bir arada göremeyen birçok Avrupalı dostumuz geldi ve büyülendiler. Fransa’da Colmar kasabasında tek bir leylek yuvası var. Fransızlar bu yuvayı turizm merkezlerinden biri yapmayı başardı. Her yıl on binlerce turist ziyaret ediyor. Henüz fark edemediğimiz farklı bir turist potansiyeli var. Amerika’da 37 milyon, İngiltere’de 6 milyon, Avrupa’da 25 milyondan fazla kuş gözlemcisi ve fotoğraf meraklısı var. Bu insanlar sürekli ülkelerarası hareket halindeler. Doğu Göç Yolu’nun merkezi İstanbul’daki bu muhteşem doğal zenginliği, dünya kuş gözlemcileriyle buluşturmalıyız” dedi.
Uzun mesafe göçmeni leyleklerin değişen etkenlerle göç süresinin 3 ile 10 hafta sürebildiğini anlatan Can, “Günde 7-10 saat uçabilir, saatte 50 km hız yapabilir, 200-300 km yol gidebilir. Günde 600 km yaptıkları da görülmüştür. İlkbaharda üreme alanlarına dönmek için, Afrika’dan yola çıkan sürüler, besin bolluğu nedeniyle yollarda oyalanır ve yuvaya dönüş yolculuğunu, ortalama 49, bazen 70 günde tamamlayabilir. Yavru leylekler üreme alanlarından erken ayrılır, genç bireylerden oluşan sürüler bazen birkaç erişkin birey ile yola çıkabilir” diye konuştu.
6 cins ve 19 türden oluşan leyleklerin doğal ortamda 20-25 yıl yaşam süresine sahip olduğunu belirten Fikret Can, uzun gagası, bacakları ve boynu ile beyazlığının en belirgin özelliği olduğunu kaydetti. Sanayileşme ve tarım yöntemlerinin değişmesi ile birlikte 19’uncu yüzyıldan itibaren leylek nüfusunun azalmaya başladığını kaydeden Can, eskiden yuva kurdukları ülkelerin birçoğunda artık görülmez olduğunu, ormanların hızla yok olmasının da yaşam alanlarını daralttığına işaret etti.

EN BÜYÜK FELAKET ELEKTRİK DİREKLERİ

Leyleklerin sulak alanlara ve tarım arazilerine yakın köylerde yuva kurduğunu anlatan Can, “Bir zamanlar, yalnız bir ağaç, insan yaşayan evin çatısı, üreme mevsimi duman tütmeyen bir baca, cami ve kilise kubbesi, çan kulesi, taş duvar, sur, kemer, kaya gibi yüksekçe yerlerde yuvalandılar. Köyler hızla kentleşti, mimari değişti, yuva yapacak çatı, baca kalmadı. Ağaçlar kesildi, beslenme alanları kurudu, çember daraldı. Yeni çözüm yolları arayan leylek, şimdilerde çareyi dünyanın her yerinde ot gibi biten elektrik direklerinde buldu. Yaşadığı en büyük felaket de bu oldu” dedi.
Çıplak hatları yer altına alan Almanya ve Avusturya hariç, yaşadığı diğer ülkelerde de elektrik yüzünden ölümlerin çok olduğunu anlatan Can, “Bizim farkımız bütün sürülerin ülkemizden geçiyor olması ve bu yüzden leylek ölümlerinin kabul edilemez boyutlara ulaşması. Doğa, çevre, hayvanları koruma gibi kavramların henüz sözünün dahi edilmediği çağlarda, muhtaç leylekler için Osmanlı döneminde Garip Leylekler Vakfı’nı (Vakf-ı Gureba-i Laklakan) kurmuş, bu tavrıyla dünyaya örnek ve öncü olmuş, gurur duyulacak bir ecdadın torunları olarak bu soruna bir an önce çözüm bulmalıyız” diye konuştu.

HİÇ KIŞ GÖRMÜYORLAR

Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarında toplamda 6 milyon 320 bin kilometrekare alanda dağılım gösterdiklerini söyleyen Can, leyleklerin iki yarımküre arasındaki normal göç döngüsünde, aslında hiç kış görmeden, sürekli ilkbahar ve yaz mevsiminde yaşayan bir kuş türü olduğunu kaydetti. Çok fazla yaklaşılmadığı sürece insandan kaçmadığını ve ürkek olmadıklarını dile getiren Can, solucan, yılan, akrep, fare, kurbağa, kertenkele, balık gibi hayvanlarla beslendiğini belirterek, “Erişkin bir leylek günde 500-700 gram, çok hızlı büyümesi gereken bir yavru her gün 1600 gram et tüketir. Dört yavrusu olan bir aile her gün 7-8 kg kadar canlı yem avlamak zorundadır” dedi.

GÖKYÜZÜNDE BİNLERCE LEYLEK

15 yıldır kuş gözlemi ve leylek sürülerini inceleyen İstanbul Kuş Gözlem Topluluğu üyesi Ümit Yardım, tüm yırtıcılar, ötücüler ve leyleklerin ilkbahar göçünün başladığı ve en büyük kolun İstanbul üzerinden geçiş yaptığını söyledi. Kuzey ormanlarından yapılan geçişin en güzel Sarıyer tepelerinden izlenebildiğini anlatan Yardım, aynı zamanda sayım yaptıklarını açıkladı. Gökyüzünde binlerce leylek görmenin mümkün olduğunu aktaran Yardım, “Bir günde 267 bin leylek sayımıyla rekora ulaşmıştık. Ayrıca Afrika’dan göç sırasında bilhassa Lübnan ve Suriye’den geçerken büyük kuş olmaları nedeniyle leylekler büyük engellerle karşılaşıyor. Her şeye ateş eden avcılar var ve leylekleri öldürmek maalesef gelenek olmuş” diye konuştu.
BİRGÜN

AKP için kalenin duvarları çöküyor mu? - SEZGİN TÜZÜN

Başkent’te bir önceki seçimi şaibeli bir biçimde kaybeden CHP’nin adayı Mansur Yavaş bu kez ipi göğüslemeye daha yakın. 2014’ten farklı olarak yüzde 40’lık hazır oy ve ciddi bir sandık deneyimiyle seçime gidecek.


AKP Ankara’da, 2011 milletvekili seçimlerinde kayıtlı seçmenlerin yüzde 43’ünden oy almıştı. Bu da kabaca seçimde geçerli oy kullanan her iki seçmenden birinin, oyunu AKP’ye verdiğini gösteriyor. Aynı seçimde Ankara’da iki muhalif parti CHP ile MHP ve oyları yüzde 4,2 olan diğer tüm küçük partiler toplamda, kayıtlı seçmenlerin yüzde 44,3’üne erişebiliyor. Bu da Ankara’yı AKP’nin önemli kalelerinden biri haline getiriyor.

2014 Mart yerel yönetim seçimlerinde AKP, Ankara’da 25 ilçe belediye başkanlığının 20’sini kazanarak, geride CHP (2), MHP (2) ve (Demokrat Parti) DP’ye (1) toplamda sadece 5 ilçe belediye başkanlığı bırakmış oluyordu. Elbette bu sonuçla bakınca AKP’nin Ankara’da hiç zorlanmadan büyükşehir belediye başkanlığını kazandığı akla gelebilir. Fakat düşünülen hayata geçmedi. AKP Melih Gökçek’le Ankara büyükşehir belediye başkanlığı seçimlerini sandıkta yitirirken, beklenmeyen ya da olmaması gereken şeyler oluyor ve de yitirilmiş görünen seçim kazanılıyor! 2014 seçimlerine kısaca bakalım:
AKP’de Melih Gökçek, CHP’den Mansur Yavaş’ın yarışına sahne oldu. Bir önceki seçimde AKP kayıtlı seçmenlerin yüzde 43’üne sahipken, CHP seçime arkasındaki yüzde 27,3’lük bir destekle yola çıkmıştı. AKP’nin başkan adayı Ankara’da yıllardır belediye başkanlığı yapan ve güçlü kaynaklara sahip Melih Gökçek.

MANSUR YAVAŞ TERCİHİ

CHP’nin tercihi, belediye başkan adaylığı için Beypazarı Belediye Başkanlığı yapmış ve başarı elde etmiş MHP kökenli avukat Mansur Yavaş olmuştu. Aslında MHP’nin tam desteğini alsa bile AKP’nin en az 6 puan gerisinden yarışına başlayan Yavaş, seçmen desteğini hızla artırarak 2014 Mart başında Gökçek için ciddi bir rakip haline gelmeyi başarmıştı. Böyle bir ortamda yapılan seçimde Melih Gökçek bir kez daha büyükşehir belediye başkanı seçildi. Seçilmiş seçilmesine ama sandık sonuçları incelendiğinde ortaya gariplikler dökülmüş, daha doğrusu dökülmemiş, akmış ve akmış, akmış. Bu garipliklere ıslak imzalı sandık tutanaklarının ancak yüzde otuz-otuz beşine sahip olan CHP itiraz bile edememişti.
Konuya küçük birkaç örnekle açıklık getirilebilir. Örneğin 2014 seçime katılma oranını YSK “Büyükşehir Belediye Başkanlığı -30 il- seçimi için yüzde 89,48 olarak veriyor. Yüksek bir oran ama bu arada (kayıtlı seçmenlerin yüzde 3,75’inin), seçime katılanların yüzde 4,19’unun oylarının geçersiz oluşu da çok yüksek bir geçersizlik oranı olarak göze batıyor. Ortada iki yüksek oran var; biri yüksek katılım, diğeri de yüksek oy iptal düzeyi ya da hatalı oy kullanma oranı. Bir diğer saptama ise; “kabaca her 100 sandıktan 5’inde, seçmenlerin seçime katılma düzeyi yüzde 99 ve üzerinde bir oranla gerçekleşmiş. Yani 284 kayıtlı seçmenden sadece 2’si, söz konusu sandıklarda oy kullanmaya gitmemiş. Peki, bunun daha da üzeri olabilir mi? Sonuçlar olduğunu söylüyor. Şöyle ki, 4 bin 311 sandıkta (toplam sandıkların yüzde 3’ünde) toplam kayıtlı seçmenlerin tamamı oy kullanmış ve hatta bunların yarısında da kayıtlı seçmenler 1’den fazla oy kullanmış. Kimi sandıklara bilinmedik bir biçimde oylar eklenmiş” (Bianet, 21 Mayıs 2014 tarihli, ’30 Mart’ta katılım nasıl yükseldi?’ başlıklı yazımdan) 

RAKAMLARLA GARİPLİK

Son bir saptamayı daha aktaracak olursam; “Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde sandık bazlı seçime katılım oranı düştükçe, AKP’nin kayıtlı seçmenlerden aldığı oy da azalıyor. Örnekleyecek olursak, seçime katılım oranı yüzde 99 ve üzeri olan sandıklarda AKP, kayıtlı seçmenlerin yüzde 47,6’sının oyunu alırken, katılım yüzde 95–98 aralığına indiğinde AKP’nin oy oranı yüzde 43’e, yüzde 90–94 aralığında yüzde 40,5’e, yüzde 80–89 aralığında yüzde 36,2’ye geriliyor.
Bu da 30 Mart yerel yönetim seçimlerinde AKP’nin, katılım düzeyini arttırabildiği oranda başarı ve de oy sağlayabildiğini gösteriyor.” (Bianet, 22 Mayıs 2014 tarihli, ’30 Mart’ta Katılım Yükselince Ne Oldu’ başlıklı yazımdan)
İktidarın oy yitirmesi ve Cumhur İttifakı’nın seçmen statü profili AKP Ankara’da 2011 genel milletvekili seçimlerinde toplam kayıtlı seçmenlerin yüzde 43’ünün desteğine sahipken bu oran 24 Haziran’da yüzde 35,4’e kadar geriledi. 7 Haziran 2015’ten bu yana AKP ile kol kola yürüyen MHP’deki gerileme 1,2 puanla sınırlı kalınca, AKP müttefikiyle birlikte Ankara’nın kayıtlı seçmenlerinin yarıya yakın kısmının desteğini arkasında hissetmeye devam etti.
Ankara’nın en üst – üst – orta üst mahalleleri toplam kayıtlı seçmenlerin yüzde 32’sini barındırıyor. AKP’nin buradaki payı, yüzde 22,8, MHP’nin ise yüzde 8,1. İkisinin toplamı da yüzde 30,9’a ulaşıyor. Bu oran orta ve orta alt statülü mahallelerde AKP ile MHP toplamında yüzde 58,6’lık, alt ve en alt statülü mahallelerde yüzde 64,1’lik bir düzeye kadar yükseliyor. Buna karşın AKP ve MHP tarafından ötekileştirilen partilerin toplam oranları sırasıyla; yüzde 56,6 / 35,5 / 26,0 şeklinde azalarak üst statülü mahallelerden alt statülü mahallelere doğru uzanıyor.

BEKA SÖYLEMİ 

İşte bu yapı, daha önce Adana ve Mersin örneklerinde de görüldüğü gibi; AKP ve müttefiki MHP’yi ekonomik politikalardan uzaklaştırıp seçim stratejilerini ötekileştirme, beka ve din üzerine kurmaya itiyor. Kaldı ki seçim fırtınası dönemiyle başlayıp 31 Mart’ta sona ermesi planlanan bu yerleşme döneminin önündeki gerçek engel de zaten yerel yönetim seçimleri değil, fırtınadan kayıpla çıkma ve sonrasında yenilgi rüzgarından kaçıp kurtulamama korkusu. Dolayısıyla Cumhur İttifakı’nın içinde şiddet dozu da olan ötekileştirme, beka ve din kurgulu dönemi geçme politikasının başarısı haziran–kasım 2015 döneminde test edilmiş ve sonuç alınmıştı, ancak şimdiki soru bu politikanın ekonomik kriz altında etkili olup olamayacağı. Bir önemli nokta daha var. O da toplumsal kavrama eşiğinin durduğu yerle, uygulamaların geldiği aşamanın kesişim noktasının neresi olduğu.

ANKARA’DA YENİ YOL

Mehmet Özhaseki 2014 yerel yönetim seçimlerinde AKP’nin Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı olarak kayıtlı seçmenlerin yüzde 51,4’ünün oyuyla ve rakiplerine büyük fark atarak seçildi. Bu oy oranıyla büyükşehir belediye başkanlığı seçiminde en çok oy alan ilk 5 AKP’li başkan arasında yer aldı. Büyükşehir belediye başkanı olan Özhaseki 7 Haziran 2015’ten bu yana Kayseri’den milletvekili.
Bu durum AKP açısından birkaç anlam taşıyabilir. Bunlardan biri, önemli sayılacak görevlere yollanacak kadro açısından AKP üst yönetiminin darlık çekme olasılığını akla getiriyor. Bir başka olasılık ise, başkanlık sistemine geçişin ardından yönetici kadroların dar bir havuzdan seçilme zorunluluğunun kural haline gelişi ya da getirilişi olabilir. Diğer bir neden, başkanlık sistemi sonrası üretilecek yönetsel mekanizmalar tanımlanmadığı için süreci yaşayarak görecek kadroların sürekli yer değiştirme yoluyla oluşturulması düşüncesinden kaynaklanabilir.
Bu yaklaşımla çerçevesinde Özhaseki’nin Ankara’da büyükşehir belediye başkan adayı gösterilmesi yoluyla AKP iki şeyi kotarmayı öngörmüş olabilir. İlki elbette seçimi kazanmak ikincisi de; 6360 sayılı yasayla iller ölçeğinde kontrollü başkanlık sistemini geliştirerek kurgulanan partili cumhurbaşkanlığı denetimsiz hükümet sisteminin mikro uygulamalarını yaygınlaştırarak, kurulumu hızlandırmak!
Mansur Yavaş Ankara’da, Cumhur İttifakı’nın ana yaklaşım çerçevesini uygulanamaz kılacak ögelerden birisi olarak görünüyor. Bunun iki nedeni var; Birincisi 2014 yerel yönetim seçimlerinde sağlanan farklı parti destekçilerinin oylarını istenmeyen adaya karşı birleştirebilme kapasitelerinin varlığı. İkincisi de oy kaybı sürecinde olan iktidar ittifakına karşı öncesine oranla daha geniş bir dayanışma, daha yüksek bir demokrasi talebinin ortaya çıkmış olması.
2014 seçimlerinde Mansur Yavaş CHP’nin yüzde 27,3’lük seçmen desteğini yüzde 38,4’e taşıyarak AKP ve Melih Gökçek’i büyük oranda sıkıştırıp çaresizliğe itmesine karşın yeterli hazırlığa sahip olamayışı nedeniyle seçimi yitirmişti. Fakat bu seçimde CHP ve Mansur Yavaş yüzde 40’a yaklaşan bir kayıtlı seçmen desteğiyle yola çıkmış görünüyor. Dolayısıyla alması gereken yol beş sene öncesine göre daha kısa. Ancak bugün hem deney hem hazırlık düzeyi ve arkasındaki destek açılarından çok daha şanslı konumda olan bir CHP ile Mansur Yavaş’ın varlığından söz edilebilir. Yine de bu durum, belirsizliği ortadan kaldırmıyor.
NOT: Bu yazıda kullanılan Mahalle Statüleri veritabanı 30 büyükşehrin tüm mahalleleri ile 51 ilin 20 bin ve üzeri nüfuslu yerleşimlerin mahallelerini kapsayan bir Veri Araştırma indeksidir. Bu indeks; yüzde 60 vergiye esas arsa metrekare fiyatları, yüzde 30 mahalle sakinleri ortalama okullaşma süresiyle yüzde 10 ağırlıklı bina görünüm skalası ağırlıklı siyasal veriler de içeren, güncellenen bir veritabanıdır. Yazı Veri Araştırma A.Ş’nin, mahalle statüleri veritabanından yararlanarak hazırlanmıştır.

SEZGİN TÜZÜN – ARAŞTIRMACI YAZAR / BİRGÜN

19 Mart 2019 Salı

Rejimin niteliği yeniden - OĞUZ OYAN

Daha önce defalarca yazıp çizdiğimiz bir konuya yeniden dönme ihtiyacının nereden çıktığı sorusu herhalde en az Sol Haber Portalı okuyucularınca sorulur. Sistemin ürettiği bilinçli/bilinçsiz kafa karışıklıkları o denli kesintisiz bir biçimde piyasaya sürülmektedir ki, bunlara karşı aydınlatma mücadelesinin de aynı kararlılıkla sürdürülmesi gerekir.

Geçen hafta düzenlenen 43. İktisatçılar Haftası'nın ikinci günü "Türkiye'de Siyasal Dönüşüm ve Rejimin Niteliği" başlığı altında yapılan oturumdaki bazı sunuşlar bu konuya yeniden dönmemizi kışkırtan bir etken oldu. Bu toplantının sadece açış konuşması içinde tek bir konuşmacıdan birbirinden ayrı ve yer yer önemli çelişkiler taşıyan üç farklı yaklaşım dinleyince, kafa karışıklığının ulaştığı düzeye dikkati çekemeden edemedim. (Toplantının tutanakları daha sonra İktisat Dergisi özel sayısında yayımlanacağı için burada isimlendirmeye gidilmeyecektir).
Açış konuşmasının ilk yaklaşımı "demokrasi-popülizm karşıtlığı" üzerine kurgulanmıştı. Liberallerin, geleneksel sağ siyasetlerin ve hatta sosyal demokratların pek sevdiği bu sanal ayırımın her türlü sınıfsal analizi dışlamanın tercihli bir yolu olduğu malum. "Popülizm" gibi gevşek, her yere çekilebilir ve analitik bir değeri olduğu şüpheli bir kavramın her kapıyı açan bir maymuncuk şeklinde siyasal analizlere dahil edilmesini son derece sorunlu buluyoruz.
Bir kere "popülizm", çıkışı itibariyle, sermayenin birikim gereklerinin dışında ve bazen bütçe dengeleri zorlanarak halk kitlelerine ekonomik-sosyal bir takım hakların (geçici veya kalıcı olarak) verilmesine ilişkin ekonomi-merkezli bir kavramsallaştırmaydı. Bu, daha çok sağ iktidarlara maledilen bir uygulama türü olmakla birlikte sol/sosyal demokrat iktidar türlerini de kapsamına alabiliyordu. Siyasal kertenin, kendi devamlılığını ve sermayenin sınıfsal meşruiyet ve egemenliğini sağlamak açısından, ekonomik kertenin doğrudan sınıfsal taleplerinin (sermaye birikim gereklerinin) konjonktürel olarak belirli ölçülerde dışına çıkması olarak da tanımlanabilir. Kavram, tanım olarak, bir demokrasi karşıtlığını içermiyordu. Tam tersine, halk kitlelerini demokrasiye veya sandık demokrasisine bağlamanın ve sadece iktidara değil sistemin kendisine de meşruiyet üretmenin bir yöntemi olarak çalışmaktaydı. Aslında Batılı liberallerin gözünde de gerçek ayrım "demokrasi-popülizm" arasında değil "liberalizm-popülizm" arasındadır ve yukarıda söylenenler çerçevesinde kendi içinde daha tutarlıdır.

Şimdilerde sağ popülizm kavramı içine kültürel ögelerin de katılmaya çalışıldığı, milliyetçilik ve dincilik üzerinden oluşturulan sağ söylemlerin de bu kavrama içkin olduğu görüşünün benimsenmeye/ benimsetilmeye çalışıldığı görülmektedir. Oysa kavramın böylesine bir yamalı bohçaya döndürülmesi, onun açıklayıcı bir kavram olma niteliğini de aşındırmaktadır. Milliyetçilik veya dincilik yapmaksızın halk kitlelerine sermayenin programı dışında ekonomik-sosyal haklar tanımanın veya kamu harcamaları tahsis etmenin kavramsal karşılığı da -eğer böyle bir karşılık vardıysa- ortadan kalkmaktadır.

Bu arada, dinci/milliyetçi iktidarları/ hareketleri  nitelerken kullanılan "aşırı sağ", "milliyetçi sağ", "faşist parti", "ırkçı/milliyetçi faşist", "İslamcı faşizm" gibi kavramların kullanım alanı da daralmaktadır. Örnek mi istiyorsunuz? Yeni Zelanda katliamını gerçekleştiren ırkçı ve İslam karşıtı faşisti nitelerken Cumhuriyet Gazetesi'nin (16.3.2019, s3) kullandığı haber başlığını alın: "Aşırı sağ popülizmin yarattığı canavar..."!

Aslında sağ ve sol popülizm ayrımları da durumu kurtarmamaktadır. Çünkü her durumda, egemen sermaye sözcülerinin asıl tepkiyi milliyetçi/dinci politikalara değil de "popülist" olarak damgaladıkları iktidarın halk yararına önerdiği veya uyguladığı (göstermelik veya değil) iktisat politikalarına yönelttikleri görülmektedir. Macaristan'daki Orban yönetiminin halk yararına getirdiği sosyal haklara ve harcamalara Batı finans kapitalinin sözcülerinin "fazla maliyetli ve işe yaramaz" (M.A. Orenstein, Birgün, 18.3.2019) şeklindeki yaklaşımları bunun aynası gibidir. Yarın birgün örneğin Türkiye'de sermayeyi vergilendirip emekçi kitlelere, köylülere ve emeklilere yeni haklar tanınmasının aynı biçimde tanımlanıp kötüleneceğine (örneğin liberal AB üzerinden Erdoğan iktidarına gelen tepkilerden daha fazlasının gösterileceğine) emin olabilirsiniz; çünkü bunun bulaşıcı etkilerinin gelişmiş kapitalist ülkelere de sıçramasından dehşetli ürkülmektedir.

Bu kavram kargaşasındaki bütün mesele, sınıf analizinden ve marksist kavramları kullanmaktan kaçıştır. Bu nedenle mücadele kesintisiz olmak zorundadır; hem yaşamın içinde hem de sosyal bilimlerin bünyesinde.

***

Tekrar "açış" konuşmasına dönersek, "popülizm-demokrasi" karşıtlığı içinde AKP'nin, "başlangıçta demokrat tavırlar sergilese de" sonuçta  "popülist" tarafa yerleştirilmesi bu analizin amaç fonksiyonuna uygundu. Ama, hakkını verelim, daha cesur bir nitelemeye de yer verilebildi: Sağ popülizmin bir olasılık olarak faşizme yönelmesi de beklenebilirdi ve nihayetinde AKP de bu yola sapmıştı.
AKP'nin faşizme yönelmesi bir siyasal dönüşüm olarak vurgulandıktan sonra Prof. Tülin Öngen'in "Faşizmi Anlama Kılavuzu" makale dizisine (Birgün, 29.2.2011, 4.3.2011, 12.3.2011) ve Öngen'in "faşizmin evreleri" analizine referansla bu açış konuşmasını sürdürmek; bu bağlamda AKP'nin ilk iktidar dönemini (2002-2007) "ılımlı faşizm veya maskeli faşizm" olarak, 2007- 2011 dönemini (veya makalenin yazıldığı tarihe bağlı kalınmazsa 2016'ya kadar süren dönemi) "düşük yoğunluklu faşizm" olarak, nihayet 15 Temmuz 2016 sonrasındaki dönemi "ileri faşizm" olarak tanımlamak doğrusu marksist bir analiz yöntemine şaşırtıcı bir sıçrama gibiydi.
Peki ya sonrasında? Sonrası, bu marksist analizle bağlantısı tamamen kopuk bir "devamlılık" vurgusuna dönüşle sunuşun tamamlanmasıydı! Konuşmacıya göre AKP dönemi aslında bir devamlılıklar zincirinin son halkasıydı; yargı eskiden de bağımsız değildi; 2017 Anayasası darbeci 1982 Anayasasını sürdürüyordu (doğrusu bunun bir hukukçudan gelmesi şaşırtıcıydı); yasama eskiden de bağımsız değildi şimdi de değildi; üniversite eskiden de özerk değildi şimdi de değildi (!); basın eskiden de iktidarlardan bağımsız değildi şimdi de değildi! Peki farklılık? Tek bir kesinti vardı o da Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CYS) ile getirilen yeni yönetim biçimiydi. Tam bir çelişkiler zinciri: Öngen'e referansla verilen faşizmin evreleri buharlaşmış, 2016'ya kadar kesintisiz bir süreç yaşanmıştı ve eğer faşizme bir geçiş varsa o da ancak 24 Haziran 2018 seçimleri sonucunda kurulan CYS ile başlamıştı. Çelişkinin daha minör, ama önemsiz olmayan bir bölümü de, 1982 Anayasası ile 2017 anayasasının bir devamlılık içinde sunulmasıydı; oysa kesinti/kopuş olarak nitelenen Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi de 2017 anayasası ile getirilmişti! Peki ama 2017 anayasası 1982'in devamı ise kopuş neredeydi? Böylesine bir kafa karışıklığı "post-modernizm" içinde bile bulunamazdı.

Daha fazlası olabilir miydi? Evet olabildi. Açılışı izleyen panelin ilk konuşmacısı, sağdan transfer aktif bir CHP milletvekili, açışı yapan konuşmacıya katılmakla birlikte "kesinti veya kopuş" önermesine dahi karşı çıkarak aslında eskiden de benzer demokrasi-dışı uygulamaların olduğunu dolayısıyla anlamlı hiçbir kesinti olmadığını savunabiliyordu. Eleştiriler üzerine sonradan bundan biraz çark ediyor gibi gözükse de meramı açıktı. Bu meram bize, olayın sadece bir kafa karışıklığından ibaret olmadığını da göstermekteydi; dinci faşist rejimi sıradanlaştıran, onun -bazı aşırılıklarına rağmen- olağan iktidar yapılarından esasta farksız olduğunu iddia eden bu yaklaşım, AKP iktidarını meşrulaştırıcı bir işlev gördüğü kadar ona karşı mücadele biçimlerini de sulandırmaya hizmet ediyordu.

***

Beni asıl hayrete düşüren ise panelin üçüncü konuşmacıydı. Üniversiteden BAK imzacısı olduğu için atılmış bir siyaset bilimcinin konuşmasının sonunda "faşizm" gibi "pejoratif" anlamlarla yüklü bir kavramın AKP rejimi için kullanılmasını basitlik olarak nitelemesi, kendisinin uygun bir kavram bulamadığını söylemesi, ama her durumda "AKP yönetiminin olağanüstü bir rejim oluşturmadığı" sonucuna varması, sizleri bilmem ama bana "pes" dedirtecek türdendi. Ve bu yazıyı yazmaya karar vermemin de asıl belirleyicisi oldu.

Oğuz Oyan / SOL

Şehremaneti değil komün! - ORHAN GÖKDEMİR

Gerici bir dalgadayız ve hep geriye itiliyoruz. İstanbul-Konstantinapol sürtüşmesi eski bir hikâyedir. Fatih fethetmişti nihayetinde ve böylece şehir Konstantin’in şehri olmaktan çıkmıştı. “İstanbul” “İslam bol” anlamına geliyordu artık. 

Yobazlarımız hep öyle sandılar veya hep öyle olmasını istediler. Bir şarkısı bile var, “Istanbul was Constantinople. Now it's Istanbul, not Constantinople” diye başlıyor. Neden peki? Şarkıda söylendiği gibi, sadece Türkleri ilgilendirir.

Hâlbuki İslam’ın İstanbul’a girişi çok sonradır. Sanılanın tersine, Fatih şehrin Hıristiyan-Yahudi karakterini korumak için çaba gösterdi. Belki bu yüzden, fetihten sonra şehirden Konstantin’i çıkarsak bile bir “Rum” havası hep kaldı. “İstan” bozuk “doğru” ve “bul” bozuk “poli”dir; bu halini de Rumlara borçluyuz. Sadece İstanbul değil, Anadolu’da Türkçe ad taşıyan pek az şehrimiz var ve esasında geçmişte ve şemdi “şehr” bizim için İstanbul’dan ibarettir.

Haliyle “belediye” tarihimizde “bul”da başlar. Eldeki ilk kavramımız olan “şehremaneti” İstanbul’la ilgilidir haliyle. Osmanlıda “belediye” işleri “kadılar” tarafından yürütülürdü. Belediye yanında hâkim ve vali görevlerini de üstlenmişti. Kadı da olsa nihayetinde bir memurdu ve “şehremini” olarak anılırdı.

Modern belediyeleri ise Avrupalılardan gördük, almaya çalıştık. Belediye Reisliği de bu çabanın ürünü. Saray ve hükumete ait binaların tamiri gibi ıvır zıvır işlerle uğraşırdı reis. Saltanatla birlikte reislik de, kadılık da düştü, şehremaneti İstanbul Belediyesine dönüştü ve eskisi tarihin çöplüğüne atıldı.


Bir de Fransızca “commun” var. Türkçeye “komün” olarak geçmiş, şehremanetinden tamamen farklı olarak “beraber çalışıp, üretileni paylaşmak üzere bir araya gelen topluluk” anlamını taşıyor. Açılımı, aynı kentte yaşayan, belli bir özerklikten yararlanarak yasasını kendi yapan ve kendi kendini yöneten halk topluluğu. Yaygın kullanımı Fransız Devrimi ile birlikte ortaya çıkmış. Devrim büyük ölçüde “Paris Devrimi” olarak ortaya çıktığı için hükumet “Paris Komünü” biçimine bürünmüş. Devrimci dalga çekilip, gericilik tekrar hüküm sürmeye başlayınca Paris 1871’de yeniden ayaklandı ve yönetimi ele aldı. Komün, üretimi ihtiyaçlara göre planladı ve hep birlikte çalışıp üretileni eşit bir şekilde paylaştı. Bedelini Fransız-Alman ordusu tarafından katledilerek çok ağır bir biçimde ödemiştir. Eşitlik, öteden beri tehlikeli bir iştir.

Çok açık, “şehremaneti”nin kökeninde saray tarafından atanma var. Komün ise merkezi otoriteye başkaldırıp şehre el koyma ve üretileni birlikte paylaşma geleneğine dayanıyor. İlki merkezin memurunun idaresidir, ikincisine yerel yönetim diyoruz. Bambaşka işlerdir, iki farklı belediyecilik anlayışıdır. Belediyecilik, komün, esasında “komünist” bir iştir.

***

Cumhuriyetin yıkıldığı ve laikliğin tepelendiği bir dönemde “belediye” yönetimlerini seçmek üzerine yerel seçimlere gidiyoruz. Cumhuriyetle birlikte halk da, komünleri de düşmüştür. Yeni sultan, şehirleri emanet edeceği memurlarını aramaktadır ve adına  “seçim” dememiz alışkanlık icabıdır.

Yalnız Fransız Devrimi ile birlikte kralları alaşağı etmeyi başardık, yıkmayı öğrendik ve yıkılanın yerine cumhuriyet ilan ettik. Halk kendi kendini yönetmeye karar vermişti, komün olmaya cüret ettiler ve yeni bir dönemin kapısını araladılar. Fakat kapitalizm devrimlerin tasarladığı aklı bozdu ve özgür yurttaşları tekrar köleler haline dönüştürmeyi başardı.

Bizde de öyle. Padişah var bir süredir, memurlarından bir parti oluşturdu. Seçim tamamen semboliktir ve atanmayanın seçilmesi artık mümkün değildir.

Onun için Şehremaneti’ne talip olan Şehremini adayı Ekremeddin İmamoğlu önce padişahtan kabul edilmesini istedi. Sonra padişahın eski atanmışlarına koştu, el etek öptü, olurlarını aldı. Buna rağmen padişah pek yüz vermiş görünmedi, o başka bir memurunu atamayı düşünüyordu. Yalvarıp yakarma serüveni hafta sonu Eyüp Camii’nde “Yasin” okumayla sonuçlandı.

Görünüşe göre laik cumhuriyetin kurucu partisinin adayıdır. Camiye gitmesinde bir beis olmamakla birlikte, taraftarlarını da çağırmış olması cumhuriyet ve laiklikle bütün ilişkilerini kestiklerinin göstergesidir. Cumhuriyet Halk Partisi, laik cumhuriyetin ölüsünü cami avlusuna bırakıp kaçmıştır. Tabii, laik cumhuriyet yoksa kimse “belediye başkanı” olamaz. Padişahlıkta atanma esastır, ancak görüntüde “kıyasıya” şehremini seçilme yarışı vardır.

***

Biz ise şehirlerde birer “komün” oluşturmak istiyoruz. Halk ile birlikte şehir yönetimlerine el koyacağız ve birlikte üretip, eşit paylaşacağız. Buna sosyalist yerel yönetim diyoruz.

Dayanağımız ne?

Büyük Fransız Devrimi, Ekim Devrimi ve Türk Devrimi dayanağımızdır. Fransız Devrimi eski bağlılıkları yıktı ve insanları bağlarından kurtulmuş özgür yurttaşlar olarak yeniden bir araya getirdi. Özgürleşenler Fransız halkı olmuş ve dünyanın geri kalanına halk olmanın yolunu açmışlardır. Halk varsa yönetim yetkisi de artık onun ellerindedir; adına “cumhuriyet” diyoruz. Halk olmak için eşit ve parasız eğitim şarttır, milli eğitim böyle ortaya çıktı. Ve yönetim yetkisi halktaysa, silah taşıma yetkisi de onundur; halkın silahlanması halk ordusu veya “milli ordu”nun kökenidir.

Ekim Devrimi ise “özgür halka” eşit bir yaşamın yolunu açtı. Barınmanın, ulaşımın, sağlığın, eğitimin, insanca yaşamak için gereken şartların sağlanmasının kamunun görevi olduğu bir başka cumhuriyettir bu. 

Bizim cumhuriyetimiz arada bir yerdedir, laik bir cumhuriyet olmakla birlikte “eşitlik” yönünde atımlar atmamış, atamamıştır. Sınıfsal karakteri buna izin vermemiştir.

Komün fikrinin, demek ki, devrimler tarihinden gelen bir gerekçesi, bir dayanağı var. Tarih öğretti; birlikte yöneteceğiz, asalaklara yolu kapatacağız. Birer hak olan barınma, eğitim, ulaşım, sağlık gibi ihtiyaçları para ile alınıp satılan bir mal olmaktan çıkaracağız. Kamu yönetiminin kapısını bilime, sanata, kültüre açacağız. Yere düşen kadın eşitliğini ayağa kaldırmak üzere yeni önlemler alacağız. Belediyeleri atanmışlar tarafından yönetilen birer şirket olmaktan çıkaracağız, emekçileri yönetime katacağız. Eski bağlılıklardan feyz alan ırkçılığı, dinciliği, mezhepçiliği kesin bir şekilde yasaklayacağız. Komünden, komünizme varacağız…

***

Çökmüş bir cumhuriyette tasarlanabilecek en büyük “proje” budur. Onlar camide Yasin okuyor, biz insanlığın son 250 yılındaki bütün devrimci birikimlerine sahip çıkıyoruz. Onu ilerletme ve mantıki sonuçlarına ulaştırma görevimizin bilincindeyiz. İnsanlığa karşı bu büyük gerici saldırıya direneceğiz ve düşmüş cumhuriyeti yeniden kuracağız.

Bu “seçim”de gerçek bir seçim yapıp bir yeni cumhuriyet için oy vereceksiniz demek ki. Sonra verdiğiniz oyun gereğini yapıp mevziiye geleceksiniz. 

Direneceksiniz!

Orhan Gökdemir / SOL

Yok mu Cezayir’i kurtaracak bir kahraman?(I-II)(ANALİZ) - İ. Can Usta

(I)

Yok mu Cezayir’i kurtaracak bir kahraman?

Cezayir’deki asalak rejimin sonuna gelindi. Reform söylemlerine ve atılan geri adımlara karşın, yeni bir cumhuriyet istemini dile getiren halkın öfkesini dindirecek bir formül bulunamıyor. Cezayirlilerin deyişiyle, bu saatten sonra ‘Hac el Musa’yı ‘Musa el Hac’la değiştirmek kimseyi ikna etmeyecek.


İçinde bulunduğumuz dönemin anahtar kelimesi “restorasyon” olmalı. Kişi başına düşen GSYH rakamlarından bağımsız olarak hemen her ülkede siyasi kriz belirtilerinden, toplumsal huzursuzluklardan ve yaşamın her alanına sinen belirsizlikten bol bir şey yok.

İş dünyası akademiye uzun süre önce benimsettiği alışkanlığı siyaset dünyasına da taşıdı. Artık siyaset de projeler üzerinden işliyor, bu projeler için yatırım maliyetleri hesaplanıyor, öz kaynaklar yetmediğinde başka kapılardan finansman aranıyor. İşler iyi gitmediğinde mayın eşekliği yapacak yeni bir proje yaratmaktan kolayı yok. Ya da raf ömrünü henüz tamamlamamış eski bir proje bir süreliğine idare etmesi için masaya yeniden sürülebiliyor. Başkanların biri gidip biri geliyor ve bu anlayışın kalıcı bir model çıkaramadığı ortada. Bitmeyen bir kahraman arayışı, sonu gelmeyen restorasyon tartışmaları, bir yandan da darbe ve savaş tehlikesi... İyi de bu denklemde halk nerede? Bu sorunun yanıtı verilemedikçe denklem hep çözümsüz kalıyor. Bugün Cezayir’de olup bitenler bu tartışmanın güncel örneklerinden yalnızca biri.


BUTEFLİKA REJİMİ
1999 seçimleriyle iktidara gelen Abdülaziz Buteflika, “kara onyıl” olarak bilinen iç savaş sürecinin ardından toplumsal uzlaşı ve kapitalist büyüme döneminin başlangıcını müjdeliyordu. Dağdan inen dinci militanların toplumsal yaşama uyum sağlaması için her türlü destek sağlanmış, İslamcılar sonunda Buteflika’nın temsil ettiği siyasal sistemin ve Cezayir burjuvazisinin uyumlu bir parçası haline gelmişti. Cezayir ekonomisi son otuz yılda emlak rantı, petrol ihracatı, denetimsiz ithalat, sonu gelmeyen özelleştirmeler ve kayıt dışı işletmelere dayanan sorumsuz bir büyüme süreci içindeydi. Kamu işletmeleri üretimden uzaklaşıp ithalatçılığa soyundu, 1990’da IMF’yle imzalanan “stand-by” anlaşması ve 2002’de AB’yle imzalanan anlaşmalarla dış ticarette devlet tekelinden geriye bir şey kalmadı. Bu büyüme modelinin herkese olmasa da birilerine fazlasıyla yaradığı ortada. 

Cezayir toplumunun %10’u zenginliğin %80’ine sahip. Mecliste muhalefeti temsil eden siyasal partilerin ülkenin yağmalanmasına ses çıkarmadığı gözleniyor. Ekonomide neoliberal anlayışın yerleşmesine ve kaynakların umarsızca peşkeş çekilmesine ses çıkarmayan muhalefet partileri, Başkan Buteflika’ya zor zamanlarında “milliyetçi ve anti-emperyalist duruşu” nedeniyle arka çıkabiliyor.


CEZAYİR’DE GENÇ OLMAK: AKDENİZ’DE ‘YANANLAR’
Cezayir halkının öfkesini anlamak için istatistiklere bir göz atalım. Ülke nüfusu 40 milyon. Genel işsizlik %12’yken 16-24 yaş arası işsizlik %30’a, kadın işsizliği %20’ye, diplomalı işsizlikse %18’e dayanmış durumda. Kayıtsız çalışan sayısı dört milyon civarında. 15 yaş altı çocuklar nüfusun %29.7’sini, 30 yaş altı gençler nüfusun %54’ünü oluşturuyor ve bunların 1 milyon 700 bini öğrenci. Cezayirlilerin %70’i kentlerde yaşıyor ve bunların büyük bölümü sosyal medyayı etkin biçimde kullanıyor. Kentli, eğitimli ama yoksul ve mutsuz bir kuşak söz konusu. Bütün bu rakamlar arasında belki de en çarpıcı olanıysa, 14 milyon insanın (nüfusun %35’i) yoksulluk sınırının altında yaşıyor olması. Ne yazık ki Cezayirli bir gencin bu koşullar altında kendi memleketinde kendine bir gelecek yaratması oldukça zor. Diplomalılar yasal yollardan, diploması olmayanlarsa harraga (“yananlar”) denen yoldan – yani belki de yaşamı pahasına Akdeniz’den geçerek – Avrupa’ya ulaşmayı hedefliyor.

Dördüncü haftayı geride bırakan eylemlerde gençlerin katılımı öne çıkıyor. “Kara onyıl”ı hatırlamayan, Buteflika hükümetleriyle büyümüş, toplumsal eşitsizliği derinden duyumsayan ve bütün bunlara karşın kurulu siyasal düzende kendine uygun bir seçenek göremeyen bir kuşak var ortada. Sandığa gitme oranının düşük olması (Mayıs 2017 seçimlerinde %40’ı bile bulmadı) Cezayir halkının siyasetle ilgilenmediği anlamına gelmesin. Cezayirliler şu ana dek olan biteni görüyor ama söylemek istediklerinin karşılığını sunulan siyasal düzlemde bulamıyordu. Buteflika karşıtı eylemler bu sessizliğin sonu anlamına gelmekle kalmadı, gençliğin ne denli politik ve üstelik yurtsever kaygılara sahip olduğunu da açıkça ortaya koydu. Sözleri Fransa’ya karşı verilen ulusal bağımsızlık savaşımının devrimci duygusunu buram buram yansıtan Cezayir ulusal marşı eylemcilerin dilinden düşmüyor, bağımsızlık savaşının simgeleri sokaklardan eksik olmuyor. Bugün bu mücadeleyi çağrıştıran başlıca tarihsel figür Cemile Buhired eylemlere her türlü desteği veriyor. Cezayir gençliğine bir mektup yazan Buhired, 1962’de bağımsızlığın hemen ardından devrimci hareketin uğradığı ihanetten çıkardığı dersleri hatırlatıyor ve bugünün gençlerini yürüttükleri hareketin zaferinin “oportünistlere, gaspçılara, hainlere” kaptırılmaması konusunda uyarıyor.

Bu arada İslamcı hareketin etkisinin oldukça sınırlı olduğunu ve harekete rengini çalma çabalarının da şu ana dek boşa çıktığını eklemek gerekir. Siyasal İslam’ın toplumsal tabanına dair iki dolaylı örnek verilebilir. 2017 parlamento seçimlerinde ana akım İslamcı parti oyların yalnızca %7’sini alabildi. Ayrıca, diğer Kuzey Afrika ülkeleriyle karşılaştırıldığında IŞİD içindeki Cezayirli oranının oldukça düşük kaldığını söyleyelim.

Henüz resmi kanallardan doğrulanmasa da şu günlere kulaktan kulağa yayılan ve eylemlerin gençlerin siyasi motivasyonunu artırdığına yorabileceğimiz güncel bir söylentiyi paylaşalım: gösterilerin başladığı 22 Şubat’tan beri Cezayir’den Akdeniz’e hiçbir harraga teknesi açılmamış.

CEZAYİR’DE TAM OLARAK NE OLUYOR?
Bugün 82 yaşında olan Abdülaziz Buteflika 2013’te ölümden döndü ve o günden beri sağlığı konusunda ciddi kuşkular var. Cezayirlilerin bir bölümüne göre ülkeyi bir “hayalet başkan” yönetiyor. Halkın karşısına çıkmaktan kaçınan bu liderin aslında öldüğü ve yıllardır bir robot tarafından idare edildiği (!) bile söyleniyor. Başkan Buteflika’nın siyasi temsiliyet yeteneği kuşkulu ve tam da bu nedenle, 18 Nisan’da düzenlenmesi planlanan seçimde beşinci dönemi için aday gösterilmesini birçok Cezayirli “ulusal onuruna hakaret” saymakta haklı. Öte yandan, yalnızca temsiliyet işleviyle sınırlandırılmış böyle bir figürün göreve devamının düzen siyasetinin işine geldiği ve Buteflika sonrası için üstünde uzlaşılmış bir plan olmadığı ortaya çıkıyor.

Abdülaziz Buteflika’nın beşinci dönem için başkan adaylığı 10 Şubat’ta açıklandı ve Buteflika birkaç hafta sonra tedavi görmek için Cenevre’ye gitti. Buteflika’nın beşinci dönem adaylığına karşı 22 Şubat’ta başlayan eylemler dördüncü haftayı geride bırakmış bulunuyor. Buteflika’nın adaylığına karşı verilen tepki sokakla sınırlı değil. Okullar, üniversiteler ve yargı kurumları haftalardır eylemlerle çalkalanıyor. Dükkanlar kapalı. Genelkurmay Başkanı “Ordumuz bu cesur halkla gurur duyuyor, onunla aynı değer ve ilkeleri paylaşıyor” açıklamasını yaparken devlet kanalında yayınlanan tartışma programlarında bile krizin nedeni Buteflika’nın beşinci dönem adaylığının ilanı olarak görülüyor. Bütün bunlar siyasi krizin boyutu hakkında bir fikir vermiş olmalı.

10 Mart akşamı Cenevre’den dönen Buteflika’nın, ses çıkarmadığı 13 gün boyunca “halk hareketine kulak kabarttığı” ve bu nedenle adaylığını geri çekip seçimleri de ertelediği bir gün sonra açıklandı. Cezayir Devlet Başkanı özellikle 8 Mart günü düzenlenen halk yürüyüşlerine katılan “yurttaşlarının niyetini anlıyor” ve bu ifade biçiminin “barışçıl yanını” selamlıyordu. Nisan sonunda dördüncü dönem başkanlık görevi sona erecek olan Buteflika adına yapılan açıklamaya göre yıl sonuna dek bir “ulusal konferans” süreci başlayacak, başkanlık seçimiyse kurulacak tarafsız hükümetin siyasi sistemi güncelleyecek yeni bir anayasa hazırlayıp referanduma sunmasından sonra gerçekleşecek. Bu açıklamanın hemen ardından Başbakan Ahmed Uyahya istifa etti, yerine İçişleri Bakanı Nureddin Bedoui atanırken, yeni oluşturulan Başbakan Yardımcılığı koltuğuna da Ramtane Lamamra oturdu. Pazartesi günü atanan Bedoui yeni görevindeki ilk basın toplantısını 14 Mart Perşembe günü gerçekleştirdi. Basın toplantısında “kadınlı erkekli genç yeteneklerden” oluşturulacak, teknokrat ağırlıklı bir “açılım hükümeti” kurulacağını müjdeleyen Bedoui, gençlerin mesajını aldıklarını ve yeni hükümetin temel hattını gençlerin istemlerinin belirleyeceğini öne sürdü. Bütün muhalefet partilerini sürecin parçası olmaya çağıran başbakan, ayrıca geçiş sürecinin bir yıldan uzun sürmeyeceği garantisini verdi.

(II)

Emperyalizmin yakın takibindeki ülke Cezayir

Cezayir’deki asalak rejimin sonuna gelindi. Reform söylemlerine ve atılan geri adımlara karşın, yeni bir cumhuriyet istemini dile getiren halkın öfkesini dindirecek bir formül bulunamıyor. Cezayirlilerin deyişiyle, bu saatten sonra ‘Hac el Musa’yı ‘Musa el Hac’la değiştirmek kimseyi ikna etmeyecek. Dün ilk bölümü yayınlanan yazının devamında emperyalist ülkelerin Cezayir’deki protestolar karşısında aldığı tutum ve siyasi bunalımın nasıl seyredeceği üzerine olasılıklara değiniliyor.

EMPERYALİZMİN YAKIN TAKİBİNDEKİ ÜLKE
Cezayir kimi görüşlere göre içinden üç ülke çıkarabilecek kadar (Kuzey-Güney-Kabiliye) büyük bir ülke. Mısır’dan sonra Kuzey Afrika’nın en büyük ordusuna sahip. Buteflika’nın biyolojik ömrüyle birlikte siyasi ömrü de tehlikeye girmişken, Afrika’nın petrol ve doğalgaz rezervi bakımından en zengin üç ülkesinden biri olan Cezayir’in sessizce kendi kaderine bırakılacağını herhalde kimse
düşünmeyecektir.

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian eylemlerin ikinci haftasında dengeli bir açıklama yapmış, Cezayir egemen bir ülke olduğundan seçim sürecine karışılmaması gerektiğini söyleyip eylemlerin barışçıl niteliğine ve güvenlik güçlerinin ölçülü yanıtına aynı cümlede dikkat çekmişti. Bir hafta sonra Cezayir gündemini yeniden değerlendiren Le Drian – bu kez restorasyon seçeneğinin güçlendiğini görmüş olsa gerek – Buteflika’nın beşinci dönemden vazgeçmesini ve yeni bir siyasal sistem için alınacak önlemleri selamladığını belirtti ve Fransa’nın “bütün ülkede sükunet ve onur içinde gerçekleşen eylemlerden sonra Cezayir halkının derin özlemlerine yanıt verecek bir dinamiğin hızla ortaya çıkmasını” umduğunu ekledi. Belki de göç trafiğinden uzakta olmanın rahatlığıyla, Le Drian’ın ilk açıklamasından bir gün önce ABD eylemcilere göz kırpmıştı bile. Dış İlişkiler Sözcüsü Robert Paladino ABD’nin Cezayir halkını ve onun barış içinde gösteri düzenleme hakkını savunduğunu duyurdu.

Krizle birlikte düzen içi çatlaklar da büyüyor. Ordunun halka desteğini açıklaması ve eylemlerin şu ana dek sistematik bir şiddetle karşılaşmaması kolluk güçlerinin olası bir siyasi müdahalesine toplumsal zemin sunabilir. Başbakanlıktan istifa eden Uyahya’nın daha güçlü bir role hazırlandığı konuşuluyor. Muhalefet partilerinin de gemiyi terk etmekte gecikmeyeceği görülüyor, birçoğu Buteflika karşıtlığında birbiriyle yarışmaya başladı bile. Düzen cephesindeki bütün bu öznelerin aşağı yukarı aynı hesabı yaptığı ortada. İçi boş radikal söylemlerle sokağa dökülen milyonların desteğini kazanmaya ve emperyalist merkezlerden alınacak icazetle iktidar koltuğuna oturmaya çalışacaklar. Vaşington ve Paris’in bu süreci yakından izlediğine kimsenin kuşkusu olmasın. Cezayir’de düzenin restorasyonu için ihale açıldı!


BAŞKA BİR BAĞLAMDA II. CUMHURİYET TARTIŞMALARI
Reform girişimlerinin halkın öfkesini dindiremediği görülüyor. Buteflika’nın ülkeye dönüşünden sonra yayınlanan açıklamanın ardından 11 Mart akşamı sokağa çıkan insanlar bir yandan araba kornalarıyla Buteflika’nın beşinci döneminin önüne geçilmesini kutlarken bir yandan da olası bir “dört buçuğuncu” döneme izin vermeyeceklerini haykırıyorlardı. Sık karşılaşılan yorumlarda biri de “Buteflika’sız seçim istiyorduk şimdi kala kala seçimsiz Buteflika’ya kaldık” biçiminde. Cezayirliler Buteflika gidene kadar her cuma eylemleri sürdürmekte kararlı görünüyorlar.

Mücadelesini yıllardır oldukça zor koşullarda sürdürmeye çalışan ve “kara onyıl” süresince büyük bedeller ödemiş olan komünist hareket bugün Demokrasi ve Sosyalizm için Cezayir Partisi (PADS) tarafından temsil ediliyor. Komünistler 1999’dan beri “kapitalizm hayranı generallerin sürgünden getirip sunduğu” Buteflika’ya da onun yalancı muhalefetine de oy vermedi. PADS’a göre ülke yıllardır bir “kara kabine” tarafından yönetiliyor  ve 2015’ten beri düşme eğilimi gösteren petrol gelirleri burjuvazi içindeki rant rekabetini artırmış durumda. 

Başgösteren mali bunalımın emekçilerin sırtına yüklenmek istendiğini öngören PADS, düzen cephesinin bu krizi emekçilerin toplumsal kazanımlarını silmek için iş kanununda ve emeklilik sisteminde köklü değişiklikler yapmak konusunda uzlaştığını öne sürüyor. Komünistler bu kara kabineyi güçlendirmenin de muhalefet içinden yalancı bir alternatif çıkarmanın da ülkeye refah getirmeyeceğini düşünüyorlar. Cezayir deyimiyle “Hac el Musa’yı Musa el Hac’la değiştirmenin” bir anlamı yok. PADS’a göre tek çözüm, mücadeleyi emekçilerin iktidar olacağı bir memleket perspektifiyle yükseltmekten geçiyor.

“II. Cumhuriyet” şu sıralar Cezayirlilerin söz etmekten heyecan duydukları bir siyasal hedefi belirtiyor. Partili siyaseti anlamsızlaştırmış, Sol’a yer vermeyen, emekçiyi temsil etmeyen bu rejimin halkın önüne makyajlanıp yeniden sunulması kimseyi tatmin etmeyecek. Cezayirlilerin önemli bir bölümü bu “fosilleşmiş” rejimin düzeltilemeyeceğine emin ve krizin çözümünü yeni bir toplumsal uzlaşıyı temsil edecek yeni bir cumhuriyette görüyor. Ve bu siyasi tepkinin kolay kolay tek adam karşıtlığına indirgenemeyeceği, eylemlerde atılan sloganlardan belli oluyor:  “Hırsızlar! Memleketi yağmaladınız!”, “Ne Bedoui ne Brahimi ne Lamamra, hepsi sistemin adamı!”, “Sizsiz bir geçiş süreci istiyoruz!”, “Sıradaki harraga sizsiniz!”, “ben yürüyorum.. sen yürüyorsun.. o yürüyor.. biz yürüyoruz.. siz yürüyorsunuz.. ONLAR GİDİYOR!”

Reform söylemleriyle darbe olasılığının önüne geçip Buteflika’yla en azından birkaç ay daha devam etmek düzen güçlerine yeni formüller geliştirmek için zaman kazandıracak. Varolan siyasi partilerin bu süre içinde yeni bir “kahraman” yaratması olanaklı görünmüyor. Burjuvazinin elinin altındaki adaylardan birinin bu role soyunması da kolay kolay alıcı bulmayacak. İçinde yaşadığımız küresel düzen dünyanın hiçbir yerinde kalıcı bir model uyduramıyorken Cezayir’deki siyasal bunalımın açtığı restorasyon sürecinin başarıya ulaşmasının önünde birden çok engel var. Bu engellerden en büyüğü siyasal meşruluk sorunuysa, bu sorunun çözümü Cezayir halkının örgütlenip II. Cumhuriyet istemini siyasal bir programla buluşturmasından geçiyor.

Ne kadar kararlı olurlarsa olsunlar, sokaktaki milyonların yalnızca karşıtlık üzerinden kat edebileceği yol sınırlı. Hele biz, kalabalık olmanın örgütlü olmakla aynı anlama gelmediğini Haziran Direnişi’nden öğrendik. 2013 Haziranı’nı yaşamış olan bizler Türkiye’den baktığımızda bugün Cezayir sokaklarında yankılanan tepkinin bir gün halk adına kazanımlarla sonuçlanıp sonuçlanmayacağını aşağı yukarı neyin belirleyeceğini biliyoruz. Sokaktaki direniş örgütlü bir harekete evrilebilecek mi? Yolsuz, arsız, sorumsuz bir iktidara karşı duyulan haklı öfke siyasal bir programla buluşabilecek mi? Ve bu programı kimler yazacak?

Kilometrelerce uzaktan konuyu getirip nasıl buraya bağladığımız sorulacaktır belki. Söyleyelim, bu tarışmanın geçmişi 2013’ten çok öncesine, ta 19’uncu yüzyıla dek uzatılabilir aslında. 
Değişim mi dediniz? 
Kimin için? 
Hangi sınıf için?

 İ. Can Usta / SOL

100 Kübalı hekimin öyküsü: Küba, Kenya'yı nasıl iyileştirdi? - Akif Akalın

Küba, dünyanın dört bir yanına sağlık hizmeti sunmaya devam ediyor... Kenya’nın hekim gereksinimini gidermek için Küba ile yaptığı ikili anlaşma çerçevesinde, Kenya’ya giden 100 Kübalı hekimin öyküsünü Dr. Akif Akalın yazdı...

Kenya’da Kübalı hekimlerin durumu

Kenya dünya üzerinde nüfusuna oranla hekim sayısının en düşük olduğu ülkelerden biri. En iyimser tahminlere göre 100 bin kişiye ortalama 15 hekim düşüyor. Küba’da 100 bin kişiye ortalama 762, OECD ülkelerinde 345, hatta Türkiye’de dahi 181 hekim düştüğü göz önüne alındığında durumun ne kadar vahim olduğu daha iyi anlaşılabilir. Bu yazıda Kenya’nın hekim gereksinimini gidermek için Küba ile yaptığı ikili anlaşma çerçevesinde Kenya’ya gelen 100 Kübalı hekimin öyküsünü paylaşacağız.

KENYA
Kenya’nın nüfusu 50 milyonun biraz üzerinde. Başkent Nairobi’de 4 ve ikinci büyük şehir Mombasa’da 1,5 milyondan fazla insan yaşıyor. Nüfusun geri kalanı, çoğu 100 bin nüfuslu bölgelerde, oldukça dağınık kırsal yerleşimlerde (nüfusun yüzde 75’i) yaşıyor.
Kenya Tabipler Birliği’ne 2.711’i uzman, kalanı pratisyen hekim olmak üzere 11.334 hekim kayıtlı ve bunlardan 2.204’ü uzman olmak üzere 6.394’ü Kenya’da aktif hekimlik yapıyor. 4 bine yakın Kenyalı hekimin “daha iyi bir gelecek” için şanslarını yurt dışında aradıkları belirtiliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği bin kişiye bir hekim oranını yakalamak için dahi ülkenin en az 40 bin hekime ihtiyacı var.

Kuşkusuz bu durumun tarihsel (sömürgecilik) ve toplumsal (kapitalizm) birçok nedeni var, fakat en gözle görülür nedenler arasında, eğitimlerini Kenyalıların vergilerine borçlu olan Kenyalı hekimlerin, kendileri için daha iyi bir gelecek umuduyla zengin ülkelere gitmeleri öne çıkıyor. Bu hemen hemen bütün Afrika ülkelerinin sorunu. Geçen yüzyıllarda kapitalist metropolleri kol gücüyle destekleyen Afrika, şimdi beyin gücüyle destekliyor.

Hekim kıtlığı nedeniyle ülkenin bazı kesimlerinde hizmet sunamayan Kenya, 2017 yılında ülkedeki hekim kıtlığını bir ölçüde giderebilmek amacıyla Küba ile görüşmelere başladı. Başlangıç olarak 100 Kübalı hekimin iki yıl için Kenya’ya gelmesi üzerinde mutabık kalındı. Plan, 2018 Mart’ında Kenya devlet başkanı Uhuru Kenyatta’nın Küba’yı ziyareti sonrasında hız kazandı.

KENYALI HEKİMLER HOŞNUTSUZ
Başından beri Kenya’ya “Kübalı” hekim getirilmesine karşı olan hekim örgütleri, durumun ciddiyet kazanması karşısında hızla harekete geçerek, Kenya hükumetini Küba’dan hekim getirme kararından döndürmeye çalıştırlar. Kenya Hekimler, Eczacılar ve Diş Hekimleri Sendikası (KHEDHS) Genel Sekreteri Dr. Ouma Oluga, Kenya’da yeterli sayıda hekim varken hükumetin Küba’dan hekim getirmesinin “etik olmadığını” iddia etti.

Kenya’da tıbbi hizmet sunumunun tek sorunu hekim kıtlığı değil, aynı zamanda hekimlerin ülke içinde “orantısız” sözcüğünün dahi gerçeği tam olarak yansıtmakta yetersiz kaldığı “dağılımı”. Kenya’da hekimlerin çoğu başkent Nairobi’de toplanmış. Kenya’da 100 bin kişiye ortalama 15 doktor düşerken, 1.340’ı uzman (ülkedeki uzmanların yüzde 61’i) toplam 3.702 hekim bulunan Nairobi’de, 100 bin kişiye ortalama 95 doktor (DSÖ’nün tavsiyesine yakın) düşüyor. Oysa Kenya’nın hiç hekim olmayan birçok yerleşim yeri var. Bu nedenle ülkenin birçok yerinden hastalar hekime görünebilmek için Nairobi’ye gelmek zorunda kalıyor.

Kenya Tabipler Birliği’nin protestolarına rağmen Nisan 2018’de Kenya ile Küba arasında anlaşma imzalandı ve Kübalı hekimler Haziran başında Kenya’ya gelmeye başladılar. Kübalı hekimlerin iki haftalık bir oryantasyon programından sonra Kenya’nın 47 bölgesine dağılması kararlaştırıldı. Kübalı hekimler arasında 53 Aile Hekimliği Uzmanı ve kardiyoloji, nefroloji, radyoloji, plastik ve rekonstrüktif cerrahi, ortopedi, genel cerrahi, nöroloji, üroloji, beyin cerrahi, anestezi, endokrinoloji, baş – boyun cerrahi, dermatoloji, göz ve gastroenteroloji branşlarından 47 uzman hekim vardı.
  
Kenya hükumeti, Küba’dan gelen 100 hekimin öncelikle Kenyalı hekimlerin “gitmeyi kabul etmedikleri” ücra yerlerde istihdam edileceğini açıkladı. Buna rağmen Kenya Tabipler Birliği protestolarını sürdürmeye devam etti. Ancak Kenya hükumeti, 50 Kenyalı pratisyen hekimi kapsamlı toplum hekimliği (aile hekimliği) uzmanlık eğitimi için Küba’ya göndereceğini ilan edince, Kenyalı hekimlerin öfkesi daha da kabardı.

Küba Tabipler Birliği, Kenya hükumetinin Kübalı hekim getirme kararını iş mahkemesine taşıdı. Ancak Kenya Tabipler Birliği “Kenya’da 1.200 işsiz hekim varken, hükumetin Küba’dan hekim getirdiği” iddiasına ilişkin “kanıt” sunamayınca, mahkeme Kenya Tabipler Birliği’nin başvurusunu reddederek, Kübalı hekimlerin Kenya’nın Kenyalı hekimlerin gitmek istemedikleri ücra yerlerde görevlendirilebileceğini hükmetti. Yargıç Onesmus Makau kararın gerekçesinde, hükumetin sunduğu belgelerden, “Kübalı hekimlerin yeni mezun Kenyalı genç hekimlerin dahi gitmeyi kabul etmedikleri, yıllardır boş bulunan pozisyonlarda görevlendirildiğinin anlaşıldığını” belirtti.

YABANCI HEKİME DEĞİL, KÜBALI HEKİME KARŞILAR
Aslında Kenya yıllardır hekim gereksinimini “yabancı” hekimlerle hafifletmeye çalışıyor. Hatta Küba’dan 100 hekim getirilmesinin tartışıldığı günlerde Kenya’da 358’i ABD, 143’ü Hindistan ve 65’i Almanya yurttaşı olmak üzere toplam 1.019 “yabancı” hekim görev yapıyordu. Gerçi Kenya’ya gelen yabancı hekimler genellikle daha kısa süreli (6 ay) sözleşmelerle geliyorlardı, fakat ne Kenya Tabipler Birliği, ne de KHEDHS bugüne kadar ülkeye gelen “yabancı” hekimlere ses çıkartmamıştı. Şimdi Kübalı hekimler söz konusu olunca, Kübalı hekimlerin oranı toplam yabancı hekimlerin yüzde 10’undan az olmasına rağmen kıyamet kopmuştu.  Bu arada okurlarımız için Kenya Tabipler Birliği ve Sendika’nın “anti-komünist” veya “ırkçı” örgütler olmadığını da belirtelim.

Kübalı hekimler böyle durumlara alışıklardı ve gelişmeleri sükunetle izlediler. Kübalı hekimlerin yardıma gittiği bütün kapitalist ülkelerde, yalnızca anti-komünist ve ırkçı hekimler değil, maalesef zaman zaman kendilerini “solcu” veya “sosyalist” olarak tanımlayan hekimler de, Kübalı hekimlerin ülkelerinde görevlendirilmemesi için mücadele ediyorlardı. En son Venezuela’da da aynı şeyler olmuş, Kübalı hekimler muhalefetin iktidarda olduğu eyaletlerde görevlendirilememişlerdi.

Bunun nedeni kapitalist ülkelerde hekimlik mesleğinin sınıf atlamak hayali içinde olanlar için bir “kaldıraç” işlevi görmesiydi. Bu ülkelerde insanları tıp fakültesine yönelten motivasyon, sosyalist ülkelerdeki gibi “topluma hizmet” olmaktan çok, toplumun acıları ve hastalıkları üzerinden kişisel ikbal sağlamaktı. Elbette bunun istisnaları vardı. Salvador Allende, Che Guevara, Norman Bethune, Victor Sidel ve daha niceleri kapitalist ülkelerde hekim olmalarına rağmen, hiçbir zaman insanların hastalıkları ve acıları üzerinden zengin olmayı hayal etmediler. Ancak ne yazık ki Kenya’daki ve diğer kapitalist ülkelerdeki hekimlerin çoğu için bunu söyleyebilmek kolay değildi.

Kenya’nın hekim örgütleri mahkemeden sonuç alamayınca, kamuoyunu Kübalı hekimlere karşı kışkırtma çabalarına girdiler. KHEDHS, Kenya hükumetinin Kübalı hekimlere 2 milyar Kenya lirasından daha fazla ödeme yapacağı yalanını yaymaya başladı. Ayrıca Kübalı hekimlerin Kenya’nın sağlık sistemini zayıflatacağını iddia ediyorlardı. Kenya Sağlık Bakanı, Kübalı hekimlere uzmanlıklarına göre Kenyalı kamu hekimleri gibi yılda 7,861 -  8,821 dolar ücret ödeneceğini açıkladı.

Kenya Tabipler Birliği Kübalı hekimlerin mesleki bakımdan “yetersiz” olduklarını ve Kenyalıların sağlığını Kübalı hekimlere emanet etmemesi gerektiğini savunuyordu. Kübalı hekimlerin neden olacakları malpraktis durumları için bütün imkanlarıyla Kenyalıların yanında olacağını açıklayan Kenya Tabipler Birliği, Kenyalıları Kübalı hekimlere ilişkin şikayetlerini kendilerine iletmeye davet etti (Bugüne kadar hiçbir Kübalı hekime yönelik malpraktis suçlaması yapılmadı).

İT ÜRÜR, KERVAN YÜRÜR
Kübalı hekimler her şeye rağmen ülkenin 47 bölgesine dağılmış, hizmet sunmaya başlamışlardı. Tahmin edilebileceği gibi Kübalı hekimlerin karşılaştıkları en büyük sorun “dil” engeliydi. Ülkede Kiswahili (Swahili) dili resmi dildi, fakat 40’tan fazla etnik grubun yaşadığı ülkede 50’den fazla dil veya lehçe bulunuyordu. Özellikle Kübalı hekimlerin görevlendirildikleri ücra yerlerde farklı diller, “yerel” lehçeler konuşuluyordu ve kimi zaman bu lehçeleri ülkenin başka yerlerinden Kenyalılar dahi anlamakta güçlük çekiyordu.
Gerçi Kübalı hekimler 60 yıldır dünyanın bütün coğrafyalarında dilini bilmedikleri insanlara hizmet vermekte deneyimliydiler. Kenya hükumetinin görevlendirdiği çevirmenler yetersiz kalınca kolları sıvayıp, yerli halka iletişimin yollarını aramaya başladılar. Nyeri Hastanesi’nde görevli olan Aile Hekimliği Uzmanı Dr. Diana Rosa, kendisiyle röportaj yapan Capital FM muhabirine, Kübalı hekimlerin yerli dilini öğrenmelerinin en çok 4 – 5 aylarını alacağını söylüyordu. Hastanenin tıbbi direktörü Cyrus Njoroge de, Kübalı hekimlerin yerel dili, Kenyalı hekimlerden “daha hızlı” öğrendiklerini anlatıyordu.

Nakuru’da görevlendirilen iki Kübalı hekim, Aile Hekimliği Uzmanı Dr. Mayroliz Benitez Rodriguez ve Kardiyoloji Uzmanı Dr. Yanelys Herrera Soto, Vali Lee Kinyanjui’nin, deneyimlerini Kenyalı hekimlerle paylaşmaları talebini memnuniyetle karşıladılar. “Böylece Kenya’dan ayrılırken gözümüz arkada kalmayacak” diyorlardı. Ancak bir süre sonra “iş büyüdü”. Nakuru Sağlık Müdürü Dr. Samuel Mwaura, “komşu ülkelerdeki” (Uganda vb) hekimlerin de Kübalı hekimlerle birlikte çalışmak istediklerini söyledi. Kübalı hekimler bunu da memnuniyetle kabul ettiler.

Kajiodo’da görevlendirilen Kübalı Aile Hekimi Uzmanı ve Üroloji Uzmanı da kısa zamanda yerel halkın sevgilisi oldular. Aynı şekilde Mandera’da bir kaç ay içinde yerlilerle neredeyse “akraba” olan Aile Hekimi Uzmanı Aselerera Korea, akşamları işten çıkarken gün içinde kendisine getirilen hediyeleri taşıyamıyor, mesai arkadaşlarına dağıtıyordu.

Nyamira’da Kardiyoloji uzmanı Edy Cordero Suco, geldikten birkaç ay sonra Ekegusii lehçesini kapmayı başarmıştı. Kendisine muayeneye gelen hastalar, Kübalı hekimin kendilerini dünyada yalnızca birkaç bin kişinin konuştuğu Ekegusii lehçesiyle karşılayınca ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. Dahası, zaman buldukça birlikte çalıştığı Aile Hekimliği Uzmanı Dr. Yunia Puebla Ricardo’ya tercümanlık yapıyordu. Yıllardır hastanenin tıbbi direktörlüğünü yürüten Kenyalı kamu görevlisi dahi dillerini bu kadar iyi konuşamıyordu.

NİTELİKLİ HEKİMLİK HİZMETİ
Mandera, Vihiga, Marsabit ve Wajir’de Kenyalılar tarihte ilk kez uzman hekim görüyorlardı. Kendilerini bildiklerinden beri uzman hekim gerektiren durumlarda 300 kilometre yol kat etmeleri gerekmişti. Oysa Küba’da “pratisyen hekimlik” tarihe karışalı yıllar olmuştu. Küba’da tıp fakültesini bitiren hekimler Kenya’da (veya Türkiye’de) olduğu gibi hemen hasta bakmaya başlamıyor, önce uzmanlık eğitimine başlıyorlardı. Ancak uzmanlık eğitimini tamamlayan hekimler hasta bakabiliyordu.

Yıllardır Küba’da ilk basamakta (Türkiye’deki eski Sağlık Ocağı) Aile Hekimliği Uzmanları yanında Çocuk ve Kadın Doğum uzmanları görev yapıyordu. Kübalıların Çocuk veya Kadın Doğum uzmanına muayene olmak için hastaneye veya büyük merkezlere gitmesine gerek yoktu. Çocuk ve Kadın Doğum uzmanları da “sağlık ekibi” üyesiydi ve Aile Hekimi Uzmanı kadar yakınlarında, kendi mahallelerindeydi.

Tabii bunlar Kenyalılar (ve Türkiye’nin emekçileri) için rüya gibiydi. Nyamira’da Aile Hekimliği Uzmanı Dr. Yunia Puebla Ricardo, Küba’da olduğu gibi gününü ikiye ayırıp, yarısını merkezde geçirdikten sonra diğer yarısında köyleri ziyaret ederek insanları muayene etmeye başladığında, Kenya medyası ilgisiz kalamadı. Böyle bir şey Kenya tarihinde ilk kez oluyordu. Bir doktor köye gidip, “ben geldim, sizi muayene etmek istiyorum” diyordu. Oysa Kenyalılar yıllardır kendileri hastanelere gidip muayene olamamışlardı.

Kübalı hekimlerin Kenya’ya ayak basması üzerinden henüz 3 ay geçmişken, Kübalı hekimlerin “bir” ay içinde 12 binden fazla hasta muayenesi yaptıkları açıklandı. Bu rakam Küba’daki bin kadar yabancı doktorun aynı sürede muayene ettiği hasta sayısından fazlaydı. Kübalı hekimlerin çoğu Kenya’nın o güne kadar uzun aralıklarla nadiren hekim atanmış 4 ve 5. Düzey hastanelerinde (sağlık merkezleri) çalışıyorlardı (Kenya’da birinci basamak örgütlenmesi yok denecek düzeyde.)

BİR YILIN DOLMASINA AZ KALDI
Kübalı hekimler Kenya’da göreve başlayalı 10 ay oldu. Kenyalı yetkililer, yeterli hazırlık yapamadıkları için geçen süre içinde Kübalı hekimlerin hizmetlerinden yeterince yararlanamadıklarını belirttiler. Birçok nitelikli Kübalı uzman, gönderildikleri hastanelerde kendi uzmanlık alanlarıyla ilgili donanım bulunmadığından, yapabileceklerinin çok azını yapabildi. Yetkililer önümüzdeki süreçte bu eksikliğin giderilmeye çalışılacağını bildiriyor.
Kenyalı yetkililer, geçen 10 ay içinde bütün Kübalı hekimlerin görev yaptıkları bölgede yaşayan insanların dilini konuşmayı öğrendiğini ve artık tercüman görevlendirmeye gerek kalmadığını, fakat yıllardır bu bölgelerde kamu görevi yapan çeşitli mesleklerden Kenyalıların hala yerel halkla iletişim kurmak için tercümana gereksinim duymasının üzerine düşünülmesi gerektiğini belirtiyorlar.

Son olarak Kenyalı yetkililer, Kübalı hekimlerin sözleşmelerinin bitmesinden sonra eksikliklerinin nasıl doldurulacağının şimdiden düşünülmeye başlanması, Kübalı hekimlerin görev yaptığı yerlerde yaşayanların mağdur edilmemesi için çareler aranması gerektiğini söylüyorlar.

Akif Akalın / SOL