9 Nisan 2019 Salı

Hiç akıllarından çıkmamış - AYÇA SÖYLEMEZ

TEKEL işçilerini hatırlıyor musunuz?
Neredeyse 10 yıl önce sokağa çıkan işçiler, hepimize umut olmuş, uzak bir tarihin anılarını gerçek kılmışlardı.

Polis saldırısına elinde somun ekmeğiyle, beline kadar su içinde direnen işçinin fotoğrafı bizim için ne kadar tazeyse, devlet için de unutulmayanlar arasındaymış meğer.
Bunca zaman sonra ve aslında tam da memleketin her köşesinden irili ufaklı işçi eylemleri haberleri gelirken, TEKEL işçilerinden 19’una dava açıldı.
İki işçi “görevi yaptırmamak için direnme ve siyasi partiler veya meslek kuruluşlarının kullanımında olan bina, tesis veya eşyaya zarar verme”, tüm işçiler de “kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenleme, yönetme, katılma” ile suçlanıyor.
Avukatları Kazım Bayraktar ile konuştum, ilk sorum, “Zamanaşımı dolmadı mı?” oldu. Dolmamış.
İddianame ne zaman hazırlanmış peki?
Dokuz yıl önce.
Mahkemeye ne zaman gönderildi?
Geçen ay.
Dosyanın neden 10 yıl sonra tozlu raflardan indirildiğini, avukat Bayraktar şöyle açıkladı:
“Siyasi iktidar bir işçi hareketinden, bir halk hareketinden korkuyor, bu korkuyla 6 yıl sonra Gezi davası açıldı, TEKEL davası da bu korku politikasıyla üretildi. TEKEL işçilerinin Ankara’daki eylemini hiç unutamamışlar anlaşılan, hiç akıllarından çıkmamış. Gözdağı vermek amacıyla eski dosyalar açıldı, bir politika çerçevesinde arşivler indirildi. Davanın amacı baskı, tehdit ve yıldırma…”
Ekonomik durumun işçi eylemlerini artıracağını öngören iktidarın, bu davayla ön alma amacı taşıdığını söylüyor, Bayraktar.
Dosyayı yıllarca bekleten mahkeme, bir de dalga geçer gibi sanık avukatlarına, “Yargılamada Hedef Süre” formu gönderdi. Diyor ki formda, “Yargılamanın azami 75 günde tamamlanması hedeflenmekte olup, bu hedefin gerçekleştirilmesinde tarafların ve avukatların katkı ve desteği büyük önem arzetmektedir.” Ama mahkeme, kendisi “acele yargılama” istememiş gibi ilk duruşma gününü de iddianamenin kabulünden 3 ay sonrasına, 27 Haziran’a verdi.
İşçilerin hepsi Ankara’daki eyleme farklı kentlerden gelmişti, şimdi de bu yargılamanın SEGBİS üzerinden yürüyeceği düşünüldüğünde, “acele yargılama” endişe verici bir istek olduğu gibi, kararın halihazırda verilmiş olduğu kuşkusunu da doğuruyor.
19 işçi, eylemlerinden 10 yıl sonra, 27 Haziran 2019’da, Ankara 7. Asliye Ceza Mahkemesinde hakim karşısında olacak.
Bayraktar da “27 Haziran’da Ankara Adliyesinde olacağız, Tekel direnişini bir kez daha hatırlatacağız” diyor. Toplumsal hafızamızın önemli temeltaşlarından olan bu direnişi hatırlayanlar da orada olacak.
Ayça Söylemez / BİRGÜN

Kaybetse de koltuğu bırakmayanlar... - Zülal Kalkandelen

İki yıl önce medyaya bir haber yansıdı. 
Seçimi kaybeden Gambiya lideri OHAL ilan etti” başlıklı haberi hatırlayanlar vardır. Gambiya parlamentosu, seçimi kaybetmesinin ardından iktidarı bırakmayı reddeden Gambiya lideri Yahya Jammeh’in görev süresini 90 gün daha uzattı. 

Bölge ülkelerinden oluşan Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu ECOWAS, Jammeh’in, iktidarı seçilmiş Cumhurbaşkanı Adama Barrow’a devretmemesi durumunda askeri müdahale tehdidinde bulundu. 

Avrupalıların gözde tatil güzergâhlarından biri olan ülkeden binlerce Hollandalı ve İngiliz turist tahliye edildi. 

Üç hafta kadar direnen Jammeh, baskılara dayanamayarak sonunda ailesiyle birlikte Ekvator Ginesi’ne sürgüne gitti. Devletin kasasından en az 50 milyon dolar çaldığı belirtilen Jammeh’in banka hesapları donduruldu, mal varlıklarına el konuldu. 

Ardından Gambiya Maliye ve Ekonomi Bakanı Amadou Sanneh, bölgeyi ziyaret eden Uluslararası Para Fonu (IMF) heyeti ile ortak basın toplantısı düzenledi.
 
Sanneh, Jammeh’in görevdeyken satın aldığı Hummer, Rolls Royce gibi lüks araçların satışa çıkarıldığını duyurdu. “Arabaları ve uçağı satışa çıkardık. Şu an araçların reklamını yapacak bir web sitesi kurmaya çalışıyoruz” dedi.

ABD Dışişleri Bakanlığı ise, Gambiya’nın eski lideri Yahya Jammeh’in “ciddi yolsuzluğa” karıştığı gerekçesiyle ülkeye girişinin yasaklandığını bildirildi. Yasak, eşi ve iki çocuğuna da uygulandı. 
22 yıllık iktidarının sonu acı bitti.


Koltuk işgali Afrika’da yaygın 
Seçimi kaybetse de koltuğundan ayrılmayı reddedenlere Afrika’da sık rastlanıyor. Daha önce Kenya, Zimbabwe, Nijerya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Togo, Madagaskar ve Gabon’da yaşandı. 

Aralık 2001’de, Madagaskar’da iki aşamalı başkanlık seçiminin ilki yapıldı. Devlet Başkanı Didier Ratsiraka’nın rakibi olan Antananarivo Belediye Başkanı Marc Ravalomanana, seçimin sonucuna dayanarak Ocak 2002’de zafer ilan etti ve kendi destekçilerini sokağa döktü. 

Ravalomanana, ikinci oylamayı reddederken; Ratsiraka, yenilgiyi kabul etmedi. Ülkede yedi ay süren şiddet dolu bir kaos yaşandı.

Ravalomanana, sonunda Nisan 2002’de resmi olarak Başkan ilan edilene kadar ülke, iki başkentli, iki hükümetli ve ordusu bölünmüş bir hale geldi.
 
Mayıs 2002’de Ravalomanana, yemin ederek görevine başladı. Ratsiraka, sonuçları yine de kabul etmedi ve 11 yıllık sürgün için Fransa’ya gitti.

Faturayı halk ödüyor 
Fildişi Sahilleri’nde Kasım 2010’da başkanlık seçiminde görevdeki Başkan Laurent Gbagbo, rakibi Alassane Ouattara ile yarıştı. 2005’ten beri süregelen düşük yoğunluklu sivil savaştan beri altı kez ertelenen seçim, sonunda yapıldı. 
Ancak seçim sonucunda halk bir de baktı ki iki başkan ortaya çıktı: Anayasa Konseyi Gbagbo’yu başkan ilan ederken, Seçim Komisyonu, Ouattara’nın kazandığını duyurdu. Birleşmiş Milletler ise Quattara’nın zaferini tanıdı. 

Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu ECOWAS, Quattara’nın kazandığını ve Fildişi Sahilleri’nin topluluğa üyeliğini dondurduklarını açıkladı. Gbagbo, görevi devretmeyi reddedince, şiddetin yükselişe geçtiği dört ay yaşandı; 3 bin kişi yaşamını yitirdi. Nisan 2011’de Gbagbo, Quattara’nın askerleri tarafından tutuklandı. Mayıs 2011’de Quattara yemin ederek görevine başladı. 

Gbagbo, 3 bin kişinin öldüğü çatışmalarla ilgili olarak insanlığa karşı işlenen suçlar için Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) önünde yargılandı, Ocak 2019’da beraat etti. 
Siyasette Afrikalaşmak kötü. Faturasını hep halk ödüyor.

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

8 Nisan 2019 Pazartesi

Prof. Dr. Taner Timur ile 31 Mart seçimlerini ve olası gelişmeleri konuştuk: Kimliğini koru ama faşizmi de unutma! - BERKANT GÜLTEKİN

Bir demokrat, sosyalist ya da Marksist, karşısındaki faşizan tehlikeye göre tutum almalı. Geniş demokrasi cephesine katılmalı ama elbette kimliğini de kaybetmemeli. Bu çok klasik ve tüm tarihin ortaya koyduğu bir gerçektir.

BirGün’ün sayfalarından ‘politik muhabbetler’ eksik olmaz. Hatta okuyucularımız, gazetede kimi zaman politik haber dışında içerik bulamamaktan şikâyet eder. Bu eleştirilere hak vermemek elde değil.


Ancak yine de politika konuşmaya doyamıyoruz! Çünkü memleketin sürekli değişen hızlı gündemi içinde, biraz soluklanıp, sakin kafayla düşünülmesi ve hakkında anlık reflekslerden ziyade, esaslı şekilde fikir üretilmesi gereken bazı yakıcı meseleler var. İşte bu gayeyle, bugünden itibaren ‘Politik Muhabbetler’ faslını açıyoruz. Umarız mevcut gürültünün içinde anlamlı notalar basabilir, toplumsal düşünceye iğne ucu kadar da olsa katkıda bulunabiliriz. Politik Muhabbetler’in ilk konuğu, son dönem yazılarını BirGün Pazar’dan da takip ettiğiniz, uzun yıllardır Türkiye’nin sosyal bilimler literatürüne eşsiz eserler kazandıran Prof. Dr. Taner Timur oldu. Ülkemizin en nitelikli entelektüellerinden olan Taner Hoca’nın karşısına gazetemizin yazarlarından Güven Gürkan Öztan ile birlikte oturduk ve 31 Mart yerel seçimleri ekseninde enine boyuna memleket siyasetini konuştuk.

REJİM, İSTİKRARSIZ ŞEKİLDE YOL ALACAK

• Yeni rejimin kurumsallaşması tartışması bir süredir yapılıyor. 31 Mart sonuçları tartışmaya yeni bir boyut ekledi. Ortaya çıkan manzaranın, rejimin kırılganlığını gösterdiği ifade edilmeye başlandı. Siz de Haziran (2018) seçiminden önce, bir yazınızda, “Bu anormal durum ne kadar sürebilir? 24 Haziran seçimleri köklü ve kalıcı bir değişikliğin başlangıcı olabilir mi?” diye sormuştunuz. Nisan 2019’da buna nasıl bir yanıt verirsiniz?
Bence de sonuçlar rejimin kırılganlığını gösteriyor. Çünkü bu seçimlerde koalisyon (Cumhur İttifakı) genel olarak yüzde 50’nin üzerinde alsa bile, ekonomik, siyasi ve kültürel bakımdan ülkenin en önemli üç şehrini, yani can damarlarını kaybetti. Bunu kaybetmemek için ellerinden geleni de yaptılar. Özellikle Cumhurbaşkanı, daha çok da İstanbul’da, devlet başkanı sıfatını değil de, parti başkanı sıfatını sonuna kadar kullanarak, zaman zaman da bir il-ilçe başkanı gibi konuşarak seçime müdahale etti. Bütün bunlar bir araya gelince, otoriter tek adam rejiminin, daha istikrarsız bir şekilde yol alacağını tahmin edebiliriz. 
• Erdoğan seçim akşamı yaptığı konuşmasında, kaybettikleri yerler için, “Gönüllere giremedik” dedi. Siz ne dersiniz; AKP’nin bu yenilgisi gönüllere girememekle mi, yoksa ekonomiden siyasete uzanan bir dizi yapısal problemle mi ilgili?
“Gönüllere ve mutfaklara giremedik” deseydi bence daha doğru bir ifade olurdu! Çünkü bütün anketler gösteriyor ki, her ülkede seçmen davranışını en çok etkileyen şey genelde iktisadi faktörler oluyor. Bill Clinton bir seçim zaferini sorgulayanlara “İş ekonomide, şaşkın” demişti. Ayrıca Türkiye’de ne yazık ki insan hakları faktörü çok daha az önemseniyor. Yanlış hatırlamıyorsam anket verilerine göre, insan hakları konusu, Türkiye’de seçmenlerin oy tercihinde ilk sıralara ancak yüzde 5 gibi bir oranda giriyor. 
Gönüllere girememek konusuna geri dönersek, bana göre gönüller son yıllarda zaten soğumaya başlamıştı. Yüzde 50’nin üzerinde oy aldığı durumda bile, seçmenlerinin belirli bir kısmının daha çok çıkar hesaplarıyla davrandığı kanısındayım. Ya da bu seçimde yoğun bir şekilde yapıldığı gibi “beka sorunu” ve yaratılan korku etkili oluyordu. 2015’den beri AKP seçimlere hep “ya biz, ya kaos” ikilemi ile giriyor. Özellikle iş çevrelerine büyük bir “kriz” korkusu salıyor.

YÜZDELERİN ÖTESİNDE BİR ANLAM VAR…

• Güven Gürkan Öztan: Cumhur İttifakı taşrada oylarını büyük oranda muhafaza etse de büyükşehirleri kaybetti. Üç büyükşehrin dışında, Adana, Antalya ve Mersin… Büyük kentlerdeki huzursuzluğun kaynağı nedir? Öte yandan bunun muhalefet açısından anlamı ne olabilir?
Burada bir şeyi hatırlatayım. Siz teorik olarak bilirsiniz ama ben o dönemleri yaşadım. Yetmiş yıl önce Demokrat Parti (DP) iktidara gelirken, zafere kıyı illerinden başlamıştı. İzmir mesela o zaman Demokrat Parti’nin kalesiydi. Çünkü DP, başlangıçta daha özgürlükçü ve demokrat bir rejim vaat ediyordu. Daha ilk yıllarında maskesi düştü, o ayrı mesele. Dikkat ederseniz, AKP kıyıları tamamen kaybetmiş durumda; en çok da Anadolu’nun dünyadaki gelişmelerden pek az haberdar, muhafazakâr kesimleri üzerinde etkili. Bu neyi gösteriyor? Uygarlık tarihi hep deniz kıyılarının önemini göstermiştir. Özgür düşünce, ticaret, iletişim en önce deniz kıyılarında gelişmiştir. Kıyı kesimleri bugün de dünyayı daha iyi okuyan, daha dinamik ve uyanık kesimlerdir. Elbette bunlar kıyılarla sınırlı değil; tüm dünya dillerinde, toplumsal sınıfların yanı sıra, “ülkenin sağlam kuvvetleri”, “zinde kuvvetleri” gibi sözcükler de var. Henüz ‘aydın/entelektüel’ kavramı icat edilmeden, bu gibi kavramlar mevcuttu. Habermas, Almanya’da “aydın” kavramının tarihçesini anlatırken “Geist”la (ruh, akıl) başlayan birçok kavram sayar. Marx’da 18 Brümer’de III. Napolyon rejimini anlatırken “zihni yetenekler”i (die geistigen Kapazitäten) temsil eden kategorilerden söz ediyordu. Şunu söylemek istiyorum. Bu seçim sonuçlarının ortaya koyduğu tablo, yüzdelerin ötesinde, bir de bilinç düzeyi açısından değerlendirilmelidir ki, burada muhalefetin büyük bir avantajının olduğu açık. Zaten seçmenlerin eğitim düzeyiyle ilgili anketler de bunu açıkça gösteriyor.
• GGÖ: Özgürlükçü taleplerle birlikte, büyükşehirler ekonomik krizin etkisini hissetme bakımından, daha fazla tepki vermiş olabilir mi?
Elbette, bunu mutlaka dikkate almak lazım. Özellikle İstanbul’da, küçük şehirlerdeki daha az masraflı yaşam ve aracıların çok daha küçük kâr marjlarıyla çalışması gibi bir durum yok. İstanbul gibi, insanlarının çoğu orta sınıf ve emekçi olan, geçim derdinin de çok daha büyük olduğu kentlerde iktidara daha fazla tepki verilmiş olması doğal. Hatta beka algısı, korku şantajı, yapay tanzim satışları gibi geçici faktörler olmasa, İstanbul’u çok daha büyük farkla kaybedebilirdi. Kısa vadeli ve yapay metotlar olmasaydı, gördüğüm kadarıyla, iktisadi güçlükler, enflasyon, yokluk daha fazla etki edebilirdi. Cumhurbaşkanı ‘terör’ korkusunu ‘biber ve domates’ terörüne kadar yaydı…

AYRIŞMA ‘SUNİ’ DEYİP DIŞARIDA KALINMAMALI

• 31 Mart seçimleri öncesinde bazı çevreler, Türkiye’deki mevcut siyasi kamplaşmanın suni; Cumhur ile Millet ittifaklarının birbirlerinden farksız olduğunu savunarak, kendi mantıklarına göre ‘denklemin dışında kalmayı’ tercih ettiler. Solun böyle bir durumda, “Bu mücadele bizi ilgilendirmez” ne kadar doğru?
Şimdi burada “suni” diye dışarıda kalırsanız, istatistiklere bile pek girmeyecek marjinal oylar alıp seçim sürecini tamamlarsınız. Veya seçmen sandığına bile gitmezsiniz. Bence bu ikisi de doğru bir karar değil. Bir demokrat, sosyalist ya da Marksist, karşısındaki faşizan tehlikeye göre tutum almalı. Geniş demokrasi cephesine katılmalı ama elbette kimliğini de kaybetmemeli. Bu çok klasik ve tüm tarihin ortaya koyduğu bir gerçektir. Hatta Beyoğlu’nda Alper Taş’ın yaptığı gibi iddialı bir aday da olunmalıdır. Burada önemli olan karakterini kaybetmemektir. 
• GGÖ: Mesela, kimilerince, “Mansur Yavaş’ın siyasi geçmişine, İmamoğlu’nun söylemlerine bakın” gibi çok basit argümanlar kullanıldı bu süreçte. “Aslında bunların AKP’den farkı yok, ehven-i şere mahkûm olmak doğru değil” gibi bir akılla hareket etti kimi çevreler…
E biri “ehven-i şer” olsa bile, öbür türlü hepten yok olacaksın. Yaşam alanında faşizan güçler yükselirken ona cephe almıyorsan, sonunda sen de yok olur gidersin. Siyasetle ilgisi olmayan insanlar bile bunu düşünmeli. Şu an Türkiye’nin tam bir diktatörlüğe döndüğü söylenemez, ama gidişat bu yönde. Tayyip Bey’in siyasette önde gelen referansı Abdülhamit, siyasal İslamcılıkta ise Necip Fazıl ve Büyük Doğu ideolojisi… AKP içerisinde tam bir dikta var ve AKP iktidarda olduğu için, bu, ülkede de son derece etkili oluyor. Buna karşı tavır almayanlar, “ikisi de kötü” şeklinde bir mazeretle kaçamaz. Tüm otoriter rejimlerin kanunudur: Sıra bir gün susanlara da gelir.
***

FARKLI BİR DÜNYADAYIZ FARKLI ANALİZLER GEREKLİ

• Alper Taş’ın Beyoğlu adaylığından da bahsetmekte yarar var. Beyoğlu’nda çok olumlu ve uzun yıllar sonra solun halkla bütünleştiği bir kampanya süreci yaratıldı. Taş bunu, “Sokakta kazandık” diye tanımladı. Beyoğlu deneyiminin, Türkiye solunun hafızasında uzun yıllar yer edeceğini tahmin etmek güç değil. Gelecekte de böyle örnekler yaratmak için, sizce çağımızdaki sol hareketler nasıl bir rota izlemeli ve hangi özelliklere sahip olmalı?
Yorumuna katılıyorum. Soruya gelince bu son derece önemli ve yanıtı da bu söyleşinin boyutlarını çok aşar. Aslında Türkiye’de gündemin ilk maddesini bu sorunun oluşturması gerekirdi. Oysa çağdaş emperyalizmin teknolojik olanakları ve beyin yıkama mekanizmaları bu tartışmayı sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada da çok kısıtlıyor. Bugün 1910’lardan çok farklı bir dünyada yaşıyoruz ve klişelerle değil, tarihi maddeci kuramdan hareket ederek, önce somut durumların somut analizini yapmaya çalışmalıyız. Şahsen bu konuyla ilgili bazı düşüncelerimi ayrı bir makalede sunmak istiyorum.
 BERKANT GÜLTEKİN / BİRGÜN

Komando İbrahim’in acıklı öyküsü - Barış Terkoğlu

İbrahim Karagül’ü kıskanıyor muyum? Evet. “Nesini” diyorlar, “saçlarını” diyorum. 
Baba nasihati, müdür yasağı, mahalle baskısı, kellik korkusu derken o treni kaçırdık.  

İsmet Özel’in “matarasındaki tuzlu su”yduk. Başımız açık kaldı. Saçlarımızı ortadan ikiye ayırdık. Kimin ülkesinden geçsek şakaklarımızdaki dövmeler bizi ele verdi. 


İnsanın saçlarının uzaması hürriyettir. Otoriteye başkaldırıdır. 

Balyoz kumpasının ardından ziyarete gittiğim komutanların birçoğu saç uzatmıştı. Çekincemi yenip sorduğumda, aynı şeyi duyuyordum. Neredeyse 40 yıl taşıdıkları  üniforma üstlerinden çıkarılınca saçları serbest kalmıştı. 

Kutsal kitaplara bile uzanır... 

Leonard Cohen’den dinlerken sevgilinin gözüne bakarak söyleriz: Hallelujah
“Seni bir sandalyeye bağladı, tacını kırdı, saçlarını kesti ve dudaklarından yakarışı aldı” sözleri ne anlatıyor? Bir şarkının içine “Samson ve Delilah”ın Tevrat’a ve İncil’e giren hikâyesi sığmış. Güzel Delilah, bütün gücünü saçlarına borçlu Samson’u aşkıyla kandırmış. Örgülü saçlarını kesmiş ve onu esir etmiş. “Hallelujah” ya da “elhamdülillah”, Samson’un yakarışıdır. 

Uzun saç, kudretin ve baş eğmezliğin de sembolüdür.

Samson Karagül’den Komando İbrahim’e 
Yeni Şafak’ı yöneten İbrahim Karagül geçen hafta “31 Mart darbesi” dedi ya. Belediye başkanı değişirse köprünün iş makineleriyle kesilip iktidarın devrileceğini söyledi ya. AKP dışında oy verenleri neredeyse “örgüte yardım ve yataklık eden” durumuna getirdi ya. 

Türk Dil Kurumu’nun 6 yıl önce “darbe” tanımına “demokratik yollardan yararlanarak” ifadesini soktuğunu görmüştüm. Yine de “bu kadar da olmaz” dedim. 

Sadece ben değil. Eski arkadaşlarıyla konuştum. Bir zamanlar birlikte mücadele ettikleri “İbrahim”i tanıyamıyorlardı. Bir zamanlar otoriteyi sorgulayan sol esintili İslamcı dergiler çıkarmışlardı. Kimisi de Afganistan’da ya da Irak’ta AKP politikalarını Karagül’le birlikte yerden yere vurmuştu. Hrant Dink’le Nihat Genç’in, Ertuğrul Günay’la Fikret Başkaya’nın yan yanageldiği Doğu Toplantıları’nı hatırlayanlar da vardı. 

Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin taburesindeki o yokluk günleri, yerini makam arabasının penceresinden hayata bakmaya bırakınca neler olmadı ki? 
-Uçağa binip Rusları da vurdu, tankla Şam’a da girdi. 
-Amerika’ya füze de salladı, 
-Mısır’a gemilerle de savaş açtı. 
-Kâbe’ye savunma siperleri de kazdı, sınır boylarına birlikleri de gönderdi. 

Samson’un Filistin’i yerle bir ettiğini biliyorduk da Karagül’ün ülkenin yarısına açtığı savaş sizce de fazla olmadı mı?

Albayrak’ın İstanbul işleri 
Şimdi ne Tanrı ne din ne de yıkmak istedikleri Cumhuriyet. 
Tek yıkılmaz tabuları var: Patron ve parası.Gazetelerinde herkesi eleştirebilirsiniz. İşverenler aleyhindeki fısıltınıza işaret parmaklarıyla sus işareti yaparlar. Nereye gitti Yeşilçam’ın yoksul evlerden yeşeren filmleri. Şimdi onların televizyon dizilerinde, saray evlerdeki topuk seslerinin yankısından konuşulan replikleri duyamıyoruz.
 
Karagül, girdiği son İstanbul savaşının sahibini, Yeni Şafak’ın patronu Albayrak  Grubu’nu yazabilir mi? 

-Aldıkları İstanbul metro ihalesini anlatabilir mi? 
-Yasalar delinerek bir seçim öncesi damatlarına verilen VIP otobüs ihalesini irdeleyebilir mi? 
-İSKİ’nin ve İGDAŞ’ın sayaç okuma işlerinden, belediyenin araç kiralama ihalelerinden söz edebilir mi? 
-169 villalık Hilal Konakları’ndan ya da 121 villalık Başakşehir Villaları’ndan bahsedebilir mi? 
-Halkalı’daki Güneş Park ya da Esenler’deki Kemer Park... Binlerce konutluk inşaat projelerinin maliyetini hatırlatabilir mi? 
-Bayrampaşa Ticaret Merkezi ya da İETT Ayazağa Garajı inşaatını? 
-İstanbul’da katlı otopark ihaleleri alıyorlar, hastaneler inşa ediyorlar. Belediyenin reklamlarını kapıyor, binlerce gazetelerini satıyorlar. 

Albayraklar’ın kırık dökük bir otobüsle başlayıp holdinge uzayan hikâyeleri hep İstanbul Belediyesi ile kesişiyor. Belediye yolsuzluklarında “olağan şüpheli” oluyorlar. Mustafa Albayrak, 2001 yılında, yani AKP iktidarda bile değilken DGM’de verdiği ifadede ne demişti: ‘‘1994 yılından bu yana Büyükşehir Belediyesi’nden 33 ihale aldım.” 
Sonraki yılları siz düşünün. Sadece damatlarının, bir yılda, bir şirketiyle, belediyeden 250 milyonluk ihale topladığını biliyoruz.


Gülen’in Yeni Şafak’taki fedaileri 
15 Temmuz’un ardından “Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Fıkhını Anlamak”isimli kitabını savcılara anlatan yazar Yeni Şafak’ta. Pensilvanya’ya el öpmeye giden öbürü de Yeni Şafak’ta. FETÖ’nün Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı yöneticisi de Yeni Şafak’ın kalemi. Ama 31 Mart’ta sandığa gidenler terörist, öyle mi?

Ülkemizin her fikirden yurttaşının emperyalizmi sorgulamasından, bağımsız bir ülke istemesinden mutlu oluruz. Ama Albayrak’ın ihaleleri vatan değildir. Albayrak’ın otobüsleri ordu değildir. 

Samson girdiği savaşın sonunda kendisiyle birlikte herkesi yok etmişti. 

Keşke İbrahim Karagül patronunun kapısını çalsa. “Sizin ihalelerinizin fedailiği için taşıdığım bu komando kıyafeti bana artık dar geliyor” dese. Kapıyı çekip çıkarken masanın üzerine de bir tutam saç bıraksa. 

İpek takım elbiselerinden, lüks arabalardan, deri koltuklardan başka kaybedeceği bir şey yok. 

Kazanacağı bir dünya var.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

31 Mart'ın perde arkası (III-IV) - Mehmet Faraç

(III)

CHP Nasıl kazandı?
Yukarıdaki sorunun yanıtı çok nettir aslında, iktidarları koşullar, zaferleri halklar yaratır...

AKP'nin güç zehirlenmesiyle iktidarda, rakiplerinin de "hezimet" ve ondan kaynaklanan yılgınlık nedeniyle muhalefette yorulduğu bir ülkede, toplum bir "çıkış" aramak zorundaydı... AKP'ye yönelik tepkiler işte o çıkışa yönelmeyi hızlanırdı...

Çünkü yalnızca AKP'nin 2002'de iktidara gelmesiyle başlayan ve toplumu bağnazlık nedeniyle dinden soğutan, gençlerin ise umudunu tüketen rantiyeci-sömürü düzeni yormadı Türkiye'yi...

Ondan önce; AKP'yi var eden Milli Görüş zihniyetinin, solun gafleti yüzünden 1994'ten itibaren İstanbul ve Ankarayı ele geçirmesi, Anadolu'da güç kazanması da ne yazık ki sosyo-politik açıdan Türkiye'ye karanlık bir kıskaçta çırpınmaya zorladı...

İşte yurt genelinde bu kaos yaşanırken, CHP ve muhalefet partilerine AKP'nin iktidarda olduğu 17 yıllık sürede yöneltilen en büyük eleştiri de "seçenek" sıkıntısıydı...

Örgüt yapısının yenilgi yılgınlığı nedeniyle erozyona uğraması, toplumun yeterince kucaklanmaması ve kırsal kesimlerle varoşlara ulaşılmaması CHP için bir çıkmaz olarak büyümüştü...

CHP'nin, İzmir'in yanısıra İstanbul'un bazı bölgeleri ile sahil kentlerine sıkışması da ana muhalefeti toplumun önemli bir kesiminden koparmıştı...

İşte böylesi bir darboğazda; iktidarın son yıllarda yolaçtığı sosyo ekonomik sarsıntılar muhalefetin yükselen enerjisiyle birleşince, ortaya 31 Mart'ın sarsıcı sonucu çıktı... Peki, nasıl yaşandı bu zafer havası?..

Çöküşe götüren dip dalgası...
31 Mart sonuçlarında; AKP'nin büyük kentlerde darbe alması, CHP'nin ise yükselişe geçmesi aslında çift taraflı bir paradoksu da gündeme getirdi...

CHP ve İYİ Parti'nin baskısı altında yıpranan iktidar, en çok da hırçın politikalarla ve ezici ekonomik baskıların dayattığı dip dalgasıyla kendini vurdu...

Sonunda; yolsuzluk- yoksulluk- enflasyon gericilik- bağnazlık siyasetinin, sert ve tehditkar politik söylemlerle buluşmasıyla yaşanan tepki nedeniyle toplumdan çok ciddi bir uyarı aldı AKP...

İşte 25 yıllık tepkiden de kaynaklanan bu yıkıcı uyarıda CHP'nin yarattığı katkıya dikkat çekmek gerekiyor; Son 17 yıldaki seçimlerde sürekli yenilgiye uğrayan CHP, ülkedeki sosyo-politik dayatmacılığın yarattığı erozyonun yalnızca AKP'yi değil, kendisini de ciddi biçimde yıpratmaya başladığını gördü...

Bu yıpranmışlık, umutsuzluğa kapılan milyonlarca insanı da ne yazık ki sandıktan uzak tuttu, CHP sarsılmaya başladı...

Yalnızca kemikleşmiş CHP oylarıyla iktidara yürüyemeyeceğini gören CHP, son dönemde iki taraflı bir açılıma da zorladı kendini...

Bu açılımın bir kanadında; merkezdeki seçmeni çekmek için "Millet İttifakı" adı altında, İYİ Parti ve aslında Milli Görüş'ün kemikleşmiş tabanını kapsayan Saadet Partisi ile saf tutmak zorunda kaldı CHP...

Geçen yıl başlayan bu ittifak, CHP'yi hor gören ve din sömürüsünün de baskısıyla öteleyen kesimler üzerinde olumlu etki yaptı, sonrası için umuda işaret etti...

Kaftancıoğlu, ittifak ve zafer...
24 Haziran'da toplumun beklentilerinde hayal kırıklığı yaratan seçim sonuçları Kemal Kılıçdaroğlu yönetimini kamçıladı ve çift taraflı açılımın ikinci kanadı da devreye sokuldu...

İşte bu kanatta, lideri cezaevine atılmış, örgütleri operasyonlarla dağıtılmış HDP'nin siyasal çemberinde - aynı zamanda çok büyük bölümü cumhuriyetle de çatışmaktan kaçınan- Kürt yurttaşlar vardı...

AKP'nin 31 Mart öncesi "HDP ile ittifak" diyerek CHP, İYİ Parti ve Saadet'e saldırması iktidara puan kazandırmak yerine, özellikle Batı kesimlerinde ciddi oy kaybettirirken, CHP bu taarruzdan da yararlandı...

Her ne kadar şiddet yorgunu olan kitleler Doğu'nun önemli kentlerinde AKP'yi tercih etse de, Kürt yurttaşlar İstanbul başta olmak üzere, Ege, Akdeniz, Marmara ve Ankara gibi bölgelerde, farklı bir stratejiyle iktidara cephe aldı...

Doğulu seçmen en çok da Erdoğan'a yönelik öfkeleri nedeniyle ittifak adaylarını destekleyerek, hem CHP üzerinden imaj yenilediler hem de HDP'yi kıskaçta tutan iktidara ders vermek istediler...

Gelelim "CHP nasıl kazandı" sorusunun diğer yanıtlarına...

Son 17 yıldaki yenilgiler nedeniyle ciddi bir yılgınlığa düşen CHP örgütleri, ittifakın da etkisiyle silkelenerek kendine geldi...

CHP örgütleri, enflasyon, zamlar ve yoksulluğun artmasıyla iyice yıpranan bir iktidara karşı toplumda gelişen tepkiyi sandığa yöneltmek için çırpındı...
CHP'nin özellikle Ege, Akdeniz, Karadeniz ve Trakya'daki örgütleri bu kez daha donanımlı çalışırken, hiç kuşkusuz en büyük devinim Canan Kaftancıoğlu başkanlığındaki CHP İstanbul örgütünde kendini gösterdi...

Geçmişte, bazen yurt genelindeki sandıkların binlercesinde görevli bulamayan CHP, bu kez Ankara'da olduğu gibi İstanbul'da da sandık kontrolünün sağlanmasında organize oldu, gösterilen dirençle Anadolu örgütlerine de moral verdi…

CHP örgütü; milletvekillerinin "nöbet"inde, seçimin meydanda değil sandıkta kazanılabileceğinin bilinciyle sürece hakim oldu ve hem ilçelerdeki başkanlık sayısını arttırdı hem de İstanbul'un anahtarına kavuştu.

Evet; meselenin özetine gelince... Kılıçdaroğlu'nun Kürt yurttaşları çekmesi, merkez sağı "ittifak" çatısı altında bir arada tutması ve de Erdoğan'ın liderlik enstrümanını sarsan Ekrem İmamoğlu'nu sahaya sürmesi İstanbul başta olmak üzere CHP'nin yurt genelindeki örgütlerini zafere zorladı...

İYİ Parti'nin yoğun desteğiyle, CHP'nin tüm örgütlerinin belki de ilk kez umutla çabalaması, zaten sosyo-ekonomik bunalımlarla erozyon yaşayan ve dip dalgasının hedefi olan AKP'deki çöküntüyü zafere dönüştürdü...


(IV)

İmamoğlu nasıl kazandı?..
Dün bu köşede, "iktidarları koşullar, zaferleri halklar yaratır" demiştik ya, işte bu iki gerçeği yan yana getirdiğimizde ortaya zaten bir lider de çıkmış oluyor...

Evet; AKP'nin son 17 yıldır iktidarda kalmasının etkili bir "seçenek" sıkıntısından kaynaklandığını herkes biliyor...

Son dönem muhalefet liderleri iktidarla mücadele etmek için çırpındı ama genel seçimlerde ayakta kalınmasına karşın, AKP'yi var eden "yerel" seçimlerle ilgili sarsıcı bir proje uygulanamadı...

Milli Görüş'ün etkili olduğu 1994'ten ve AKP'nin iktidara geldiği 2002'den bu yana Türkiye'yi kıskaçta tutan sosyo-politik karanlığa karşı muhalefet zaman zaman etkili olsa da, sürekli yenilgi yaşanmasının başka gerekçeleri de vardı;
Koşullar yeterince olgunlaşmamış ve halk da AKP'ye karşı yeterince bilinçlenmemişti... Ve tabii ki, siyaset yeni ittifaklarla-açılımlarla ayakta kalabilme gerçeğini de henüz keşfetmemişti...

AKP'nin baştan itibaren kuşatılacağı yerin "İstanbul" olduğu yaşamsal bir gerçekken ve mücadele İstanbul'dan başlatılırken,  Erdoğan'ın kullandığı sosyo-politik enstrümanları elinden alabilecek bir figür ortaya çıkartılmalıydı...

Koşulların olgunlaşması ve halkın tepkisinin artmasıyla uygun hale gelen zeminde yürüyecek, sosyo-kültürel ve sosyo-politik gerçeklere uygun bir figür olmalıydı bu...

İstanbul gibi koca bir kentin demografik yapısına uygun olacak ve sert politik söylemlerle siyasi kavgalardan nefes alamaz hale gelen kitlelere yumuşak-kucaklayıcı bir yaklaşım gösterecek bir isim de olmalıydı o seçenek...

İstanbul'a en uzak ilçelerden birinin belediye başkanı olan Ekrem İmamoğlu, siyasetteki koşusunun İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne uzanacağının farkında mıydı bilmiyoruz ama onun hiç beklenmedik bir anda sahaya sürülmesi sıradan bir strateji olmamalıydı...

Çünkü İmamoğlu'nun 31 Mart'ta yarattığı enerji; CHP'nin, İstanbul'un uzak ilçelerinden birinde önemli bir potansiyelin üzerinde uzun süredir çalıştığının da işaretlerini veriyor...

Ülkeye yayılan İstanbul enerjisi...
CHP İstanbul'da ipi nasıl göğüsledi, AKP'yi kıl payı da olsa nasıl alt etti ve toplumda nasıl bir enerji yarattı, bunun gerekçelerini dünkü yazımızda anlatmıştık...

İYİ Parti desteğinden Doğulu seçmenin oylarına ve CHP örgütleriyle halkın en az yarısının çabaları İstanbul'daki başarının önemli etkenleriydi...

Konu Ekrem "İmamoğlu nasıl kazandı" sorusunun yanıtını aramak olduğu için, "ittifak" gerçekleriyle siyaset stratejilerinin toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir güç yaratmasını bir tarafa bırakarak, Beylikdüzü'nden İBB'ye uzanan bir siyasal figürle ilgili saptamalara dikkat çekelim...

CHP- İYİ Parti ittifakının 31 Mart seçimlerinde başarı göstermesi, Ege, Akdeniz, Trakya ve önemli kentlerde ipi göğüslemesi, en çok da AKP'yi ayakta tutan İstanbul ve Ankara gibi kentleri kazanmasının ardında, toplumun iktidara karşı büyüyen ciddi refleksi elbette yadsınamaz...

AKP'nin sert siyaseti, baskı politikası ve insanları sefalete sürükleyen ekonomik çıkmazları ülkenin gidişatını vahamet çizgisine çekince, toplumdan ciddi bir uyarı geldi iktidara...

Cumhuriyetle kavga etmeyen, Atatürk'e karşı durmayan ancak muhafazakar çizgisini koruyan kitleler de, AKP'nin pervasızlığının durdurulmasında ciddi bir destek sağladı...

İşte bu sırada, Atatürkçüler, dindarlar, farklı farklı etnik kökenden gelen insanlar, "sağ"da-"sol"da değişik ideolojik çizgilerde duranlar, koşullar ve tepkilerin birleştiği bir noktada ılımlı duruşuyla Ekrem İmamoğlu üzerinden bir ders vermek istedi AKP'ye...

Çünkü Erdoğan'ın bütün siyasal enstrümanlarını elinden alabilecek bir figür ortaya çıkarmıştı CHP... Sosyal ilişkileriyle, bireysel tavırlarıyla, birleştirici söylemleriyle, kucaklayıcı eylemleriyle ve hatta soyadıyla bile insanlara sıcak gelen bir portre çizdi İmamoğlu...

Doğulusu-Batılısı, iktidarın frenlenmesi, sosyo-politik çıkmazdan kurtulması ve İstanbul'un 25 yıl sonra bir başka vizyonla yönetilmesi konusunda hemfikir olunca, halkın siyasetten nefret etmeye başladığı bir dönemde sahaya sürülen İmamoğlu, sadece İstanbul'da değil, yarattığı enerji ile Türkiye genelinde de bir umut yaratmış oldu...

Beylikdüzü'nden İBB'ye zafer...
Evet; Kemal Kılıçdaroğlu'nun şaşırtıcı bir stratejiyle siyaset sahasına sürdüğü İmamoğlu'nun Milli Görüş'ün kalesini 25 yıl sonra sarsması yalnızca "Millet İttifakı"nın çabasıyla bir "zafer" havası yaratmadı, din sömürüsü ve rant çarkının kısır hale getirdiği siyasi arenaya yeni bir "nefes" de kazandırdı..
.
İşte "Güneyhan Rüzgar" imzasıyla gelen aşağıdaki okur saptamaları da, halkın İmamoğlu ile ilgili ortak düşüncesini yansıtması açısından dikkat çekici;
"Şunu artık anlıyoruz, toplumumuz yüksek perdeden, ben bilirim havasında gezen, öğretici edasıyla seslenen politikacı istemiyor... Erdoğan da yolun başında keskin değildi... Bu yüzden cumhuriyet duyarlılığı yüksek merkez sağ seçmenin ve sosyal demokrat kitlenin önyargılarını kırdı, kendisine oy verir duruma getirdi. Şimdi aynı yöntemi İmamoğlu kullanıyor. İmamoğlu keskin değil, kucaklayıcı, herkesle iletişim kurabiliyor, dini değerler konusunda duyarlı kesimlerin önyargılarını kırabiliyor. Erdoğan'ı asıl kızdıran kendi silahıyla vurulmak!.. Erdoğan, CHP'de hiçbir zaman karşılık bulmadı. Çünkü geçmişteki keskinliğini CHP'liler hiç unutmadı. Ancak İmamoğlu'nun belleklere kazınan keskin söylemi, AKP'ye ağır sözlerle saldıran konuşmaları yok. Bu durum toplumun vicdanında takdir topluyor. İmamoğlu, bizim insanımızın barıştırıcı, birleştirici, kendine güvenen lider özlemine yanıt veriyor... İmamoğlu, bunları 2.5 ayda yaptı. Demek ki, bir aylık zamanı daha olsaydı yüzde 55'i zorlayacaktı."

Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

7 Nisan 2019 Pazar

Halk TV’de olup bitenlerin perde arkası - M.Ayhan Kara / ODATV

Halk TV’de 1 Nisan sabahı şaka gibi bir gelişme oldu...


Halk TV’de 1 Nisan sabahı şaka gibi bir gelişme oldu. Televizyonun 8-10 yıllık ekran yüzleri olan Lale Ozan Arslan, Semra Topçu, Rahmi Aygün ve Barış Yarkadaş ile bizzat tanımadığım iki ismin daha iş akdi nezaket ölçülerinin dışında palas pandıras feshedildi.


ARADA KAYNATIRIZ DİYE…
1 Nisan, 31 Mart’ta Millet İttifakı’nın ve dolayısıyla CHP’nin yerel seçim zaferinin hemen ertesi günüydü. Bir avukat ordusunun kanal adına gelip tamda o günün sabah saatlerinde fesih bildirimi yapması kuşkusuz raslantı değildi. Herkes ve parti kamuoyu seçimi konuşurken ve İstanbul’da ne olup bittiğini anlamaya, sandıkları korumaya çalışırken yapılan “operasyonun” arada kaynayacağı öngörülmüştü.
Halk TV’deki gelişmelerin perde önündeki boyutu epeyce yazıldı, konuşuldu ve sosyal medyada görüldü. Asıl perde arkasındaki gelişmeler önemliydi ve nitekim perde önündeki gelişmeler, son tasfiye süreci de bunun ürünüydü. O yüzden perde gerisinde ne olup bittiğine bakmak farz oldu.
HALK TV GEÇEN YILIN İKİNCİ YARISINDA KAYNAMAYA BAŞLADI
Aslında bir süredir CHP yönetiminin kanal yönetimini ve hisselerinin kontrolünü Deniz Baykal’dan almak istediği herkesin bildiği bir sır. Bu konuda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Deniz Baykal’a yazdığı bir mektup, keza CHP Genel Başkan Yardımcısı Tuncay Özkan’ın Halk TV Genel Müdürü Şaban Sevinç’le aylar önce yaptığı görüşme ve devir talebi de herkesin bildiği sır. Devir talebi olumsuz karşılanınca bir süre CHP desteği kesilmiş, kanal da bir Yayın Kurulu oluşturarak kendi yağıyla kavrulma kararı almıştı.
ASLI BAYKAL-SERHAN ASKER DÖNEMİ; SEVİNÇ ETKİSİZLEŞTİRİLİYOR
Yerel seçimler öncesinde şubat ayı başlarındaki genel kurulda Deniz Baykal’ın başkanlık uhdesinde kalmak üzere “Başkan Vekili” sıfatıyla kızı Aslı Baykal’ı Halk TV’de yetkilendirdiği de biliniyor (Bu arada, kanal CHP’nin kanalı olarak biliniyor ama Baykal’ın. CHP’nin değil).
İşte son gelişmelerle ilgili olarak düğmeye bundan sonra basılıyor. Kanala bir süre önce kesilen desteğin verilmeye başlamasıyla birlikte CHP ile Halk TV arasındaki fiili irtibatı ve koordinasyonu sağlamak üzere TRT’den getirilen Serhan Asker nasıl oluyorsa Aslı Baykal’ı “kendisine iliştirip” Genel Müdür Şaban Sevinç’i etkisizleştiriyor! Tam da bu süreçte seçim başarısıyla örtüleceği düşünülerek altı isme çizik atılıyor ve nezaketsiz şekilde kapı dışarı ediliyorlar! Bu operasyonun yapıldığı sıralarda ise Serhan Asker’le Enver Aysever’in kanalda saatlerce ne konuştuklarına gelince… Belki kendilerine sorulur ve belki anlatırlar! Ancak şu kadarını not edeyim; Serhan Asker-İrfan Değirmenci-Enver Aysever artık programları Halk TV’de tanıtılan üç isim. Ayşenur Arslan’ınki de yok, diğerleri de!.. Anlaşılıyor ki, Serhan Asker irtibat-koordinasyonun ötesine geçip ipleri ele almış Halk TV’de ve kankaları da ana haberin verildiği Değirmenci ve gece haberlerinin verildiği Aysever.
KALANLAR, ÖZELLİKLE SEVİNÇ DAHA ZORDA
Bu tabloda en zor durumda olan belki de kendisinin dahli olmadığı gibi haberi olmadan işten çıkarılanlar değil de Sevinç. Çünkü yıllardır birlikte çalışıp kanalı bir yere getirdikleri, markalaştırdıkları isimler çevresinden uzaklaştırılmış durumda. Sadece o değil, sanmıyorum ki Ayşenur Arslan, Cüneyt Akman, Gürkan Hacır da rahatsız ve zor durumda olmasın.
REYTİNG GERÇEKTEN SÖZ KONUSU İSE…
Yeniden 1 Nisan gününe dönelim. İş feshi gerekçesi çok ilginç; “reyting düşüklüğü”! Hangi kanallarla kıyaslandı da reyting düşük bulundu? Bari bunu da bir açıklasaydılar da kamuoyu bilseydi. Ayrıca mesele reyting düşüklüğü olsa Serhan Asker’in önce kendi iş akdini feshetmesi gerekir!
HALK TV’DEKİ SON TASARRUFUN ŞOK ETKİLERİ
Tabii Halk TV’de Serhan Asker’li dönemin ve son tasarruflarının şok etkileri de başladı ve nasıl seyredeceği, kanalı nasıl aşağıya doğru çekeceği maalesef şimdiden belli. Görünen köy kılavuz istemez. Dört yıldır kurulan gelir-gider dengesi son iki ayda sarsıldı. İki aydır maaşlar bile gecikmeli ödenebiliyor. İşten çıkarılanlara kıdem ve ihbar tazminatları henüz ödenmedi. Üstelik kanalın önemli gelir kalemi olan ve izleyici desteğini hissettiren kitap satışları şimdiden yüzde 30 dolayında düşmüş durumda. Kanaldan altı yıldır para almadan program yapan ve Halk Arenası ile reyting rekorları kıran Uğur Dündar da hukuki bir bağının olmadığı kanalla gönül bağını kopardığını ve artık program yapmayacağını duyurdu yaşanan son tasfiyeden dolayı. Belki de çok emek verdikleri Halk TV’den nezaketsiz şekilde koparılan ekran yüzlerine zor günlerinde en büyük morali Dündar vermiş oldu.
Halk TV’yi bekleyen bir tehlike de bundan böyle izleyici çeşitliliğinin azaldığı gibi reytinglerdeki düşme olacak. Örneğin, son dönemlerde Halk TV’yi Ak Parti’lilerin de yüzde 21’inin izlediği ölçülmüş durumda. Bu kesimin Halk TV’ye kulak vermesi, bakması önemliydi ve bundan böyle erozyona uğraması şaşırtıcı olmayacaktır. Uğur Dündar ve Barış Yarkadaş gibi isimlerin Halk TV’den kopmaları kanal için büyük kayıp. Bu zamanla görülecek. Semra ve Lale gibi, Rahmi Aygün gibi kanala yıllarını veren candan emekçilerin nezaketsiz kapı dışarı bırakılması kolay kolay unutulacak bir durum değil. Halk TV izleyicisinden 1 Nisan’dan bu yana aldığım inanılmaz tepkiden anlıyorum bunu. Uğur Dündar’la birlikteyken yanımıza gelen insanların sözlerinden ve ifadelerinden anlıyorum… Sportif yürüyüş yaparken bile önümü kesip tepkilerini belirtenlerden, susmak bilmeyen telefonlardan anlıyorum… Bir de nereden anlıyorum biliyor musunuz? Uğur Dündar’ın, Barış Yarkadaş’ın ve işlerine son verilen basın emekçilerinin sosyal medya hesaplarındaki paylaşımların altına yazılanlardan. Tabii Serhan Asker’in ve Enver Aysever’in paylaşımlarının altına yazılanlar ne olur bu yazıdan sonra, bilemem.
Muzaffer Ayhan Kara / ODATV

Yakın tarihe tutulan ışık - Öner Yağcı

Yaşam öyküleri, yazanın tarihsel yaklaşımı söz konusuysa, anlatılan dönemlere ilişkin ayrıntılarıyla yakın tarihe ışık tutar. 

Aziz Nesin’in, Böyle Gelmiş Böyle  Gitmez’de anlattığı yaşam öyküsü kesitlerini içeren bu yaratma serüveninin, anlatılan dönemlerle ilgili yeni ufuklar açtığı, yazarı, yapıtlarını ve dünümüzü anlamada, kavramada önemli veriler sunduğu yadsınamaz. 

Fakir Baykurt’un her biri roman tadındaki Özüm Çocuktur, Köy EnstitülüDelikanlı, Kavacık Köyünün Öğretmeni, Köşe Bucak Anadolu, Bir TÖS Vardı, Genç Emekli, Sıladan Uzakta ve Dost Yüzleri adlı 8 ciltte anlattığı “özyaşamöyküsü”, aynı zamanda son yarım yüzyıllık tarihimiz...

20. yüzyıla ayna 
Hıfzı TopuzMithat Paşa’yı anlatan Taif’te Ölüm’de, 
Tevfik Fikret’i anlatan Elbet Sabah Olacaktır’da, gazeteci cinayetlerini aktaran Özgürlüğe Kurşun’da Meşrutiyet dönemini canlandırıyor. 
1920-1960 arasındaki perdeleri aralayan Hava Kurşun Gibi Ağır’da Nâzım Hikmet’i anlatırken, 
Sabahattin Ali cinayetini gözler önüne seren Başın Öne Eğilmesin’de yakın tarihimizi de yazıyor. 
Öner Ciravoğlu’nun nehir söyleşisi Ardından Yıllar Geçti’de Topuz’un yaşam yıllarından kesitleri okuyoruz.

Orhan Karaveli, “özgür ve renkli bir aydın kişilik” dediği, adı bilinen kendi bilinmeyen  Celal Yalnız’ı anlattığı Sakallı Celal’de, unutulmaya terk edilen bir “insan mühendisi”ni, özgün bir Türk filozofunu aktarırken İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e birçok olayı, tarihsel kişiliği de sergiliyor. Karaveli, Tevfik Fikret ve Haluk Gerçeği, Ziya Gökalp’i Doğru TanımakTanıdığım Nâzım HikmetKendi Heykelini Yapan Adam: İlhan Selçuk adlı kitaplarında, yaşamlarını anlattığı tarihsel kişiliklerin ekseninde 150 yıllık tarihimizden kesitlerle buluşturuyor bizi.

Yaşamlardan damıtılan 
Osman Balcıgil Yeşil Mürekkep’te Sabahattin Ali’yi, 
İpek Sabahlık’ta Suat Derviş’i odağına alıyor. 
Sevim Kahraman Karanlık ve Mavi’de HalikarnasBalıkçısı’nı, 
Halit Payza Puslu Hava’da Çerkes Ethem’i anlatırken 20. yüzyılın ilk yarısına da ışık tutuyor. 

Tüyap İzmir Kitap Fuarı Onur Yazarı Hidayet KarakuşAnne Beni Bekleme romanında bir Yunan köylü askerin gözünden Kurtuluş Savaşımızı anlatıyor. 
Selçuk Atay, birçok romanı, öyküsü, yüzlerce çevirisi olduğunu aktardığı Vâ-Nû’nun yaşamı hakkında ilk çalışma olan Vâlâ Nurettin Vâ-Nû: İnsan ve Eser adlı yapıtında, ulusal mücadeleden 1960’lı yıllara kadar bir aydın tanıklığı sunuyor. 
Taylan ÖzbayUğur Mumcu: Kemalizm ve Sosyalizm adlı incelemesinde Mumcu’yu genç kuşaklara tanıtmayı başarırken benim Tevfik Fikret çalışmam da aynı amacı taşıyor. 
12 Eylül’ün simge adlarından Süleyman Toklu’nun yaşadıklarının anlatıldığı 92. Gün (Sebahattin Selim Erhan) ve İbram Erdem’in edebiyat yaşamının anlatıldığı 40 yıl en yakın döneme tanıklık ediyor. 

Etem OruçNazilli Cumhuriyeti, Çakıcı Dağdan İnmiyor, Gizemli Kadın Efe, Atçalı Kel ve Yağdereli Sinanoğlu Efe, Şu Ege’nin Efeleri, Ege’nin Kızı, Birgili Cennetoğlu ve Ege’deki Efelerin Yüzyıllar İçindeki Değişimi, Ege’de Börklüce Bedreddin’de, “efe” gerçeğinden hareketle yakın tarihimizi bir başka açıdan gözler önüne seriyor. Yakın tarihimizi çeşitli yönlerden ele alan, farklı yöntemlerle yazılan kitaplar ve bunlara okurların ilgisi sevindirici bir biçimde çoğalıyor.

***

Yarın Kadıköy-Aden Otel’de (saat 11.00) CUMOK İstanbul’un “Tonguç Efsanesinden Bugüne” konulu aydınlanma toplantısında buluşacağız. Tonguç’un yaşamıyla eğitim ve siyasal tarihimize ayna tuttuğum Büyük Oğul Efsanesi’ni ve öteki kitaplarımı imzalayacağım.

Öner Yağcı / CUMHURİYET

Tekelin tadı kaldı...(SÖYLEŞİ) - AYÇA HAN / CUMHURİYET

Kerim Yanık'la 39 yılı Tekel'de olmak üzere 50 yılı aşkın meslek hayatında, alkollü içkilere yönelik anılarını ve öğrendiklerini anlattığı "Likörden Şaraba Votkdan Rakıya Tekel'in Nesi Kaldı? Damaklarda Tadı Kaldı" kitabını konuştuk.


Kerim Yanık'ın şubat ayında raflardaki yerini alan Oğlak Yayınları'ndan çıkan "Likörden Şaraba Votkadan Rakıya Tekel'in Nesi Kaldı? Damaklarda Tadı Kaldı" kitabı; Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze gelinceye kadar rakıdan votkaya, şaraptan likör ve biraya hemen her içkinin üretildiği, pazarlandığı ve tüketildiği bu topraklardaki yazılı belge eksikliğini telafi edecek mahiyette bir kitap. Yanık'ın 1967 yılında işçi olarak başladığı Ankara Bira Fabrikası'ndan, 2005 yılında emekli olduğu Araştırma Planlama Koordinasyon (APK) Daire Başkanlığı'na kadar geçen süreyi anlattığı kitabında "eski güzel günler"den, 17 Tekel Fabrikası'nın yok pahasına nasıl özelleştirildiğine ve yok edildiğine kadar bir çok anısına yer veriyor.


Cahit Sıtkı'nın dediği gibi...
39 yılı Tekel’de olmak üzere 50 yılı aşkın aralıksız çalıştığını söyleyen Kerim Yanık, kitabı birikimlerini, kazanmış olduğu deneyimleri başkalarıyla; daha doğrusu alkollü içki dünyasına ilgi duyanlarla paylaşma zamanının geldiğini düşünerek yazdığını belirtiyor ve ekliyor: "Cahit Sıtkı Tarancı’nın unutulmaz şiirindeki dizelerdeki gibi, yaşanmışlığın ikinci yarısını da tamamlamak üzereydim. O halde daha fazla zaman geçirmeden işe koyulmalıydım. Şaka da olsa; 50 yılı aşan zaman dilimi içindeki alkollü içkilere yönelik anılarını, öğrendiklerini kimselerle paylaşamadan mezara götürecek biri durumuna düşmekten kurtulmuş olacaktım sanırım."

Masal gibi yıllar...
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1932 yılında Hakimiyet-i Milliye gazetesinde gördüğü bir alkollü içki reklamı, Ankara Bira Fabrikası’nın temellerinin atılmasına ön ayak olur. O ilanda, “Türkiye’nin tek birası olan Bomonti birası için” yazılıdır. Ulusal yatırımlara hız verildiği o tarihlerde böyle bir yabancı ürün ilanı Atatürk’e çok dokunur ve 1933 yılında Atatürk’e ait Orman Çiftliği’ndeki arazi içerisinde temeli atılan bira fabrikası, 1934 yılında tamamlanarak üretime başlar. Kerim Yanık 1967 yılında henüz on dokuz yaşında bir üniversite öğrencisiyken adı o yıllarda Tekel Bira Fabrikasıolan fabrikada işçi statüsüyle çalışmaya başladığı zamanları şu sözlerle anlatıyor: "Hani derler ya, geçen o yıllar birer masal gibiydi. İnanın Atatürk Orman Çiftliği’nde ve Ankara Bira Fabrikası’nda yaşamış olduğum 1960'lı ve 1970'li yıllar kolayca anlatılamayacak ve yazılamayacak keyifli yıllardı. Her şeyden önce Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusuna armağanı olan bir bölgede çalışıyor olmam başlı başına heyecan ve gurur verici bir duyguydu benim için. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, benim yaşamış olduğum bu gurur, o dönemleri yine o mekanlarda yaşayan hemen herkesin ortak duygusuydu diyebilirim. Yine anımsıyorum; Ankara Bira Fabrikası’nın “bira parkı” sadece konserlerin verildiği eğlence mekanları değildi. Yaşları, cinsiyetleri ve kimlikleri, sosyal statüleri ne olursa olsun, pek çok insanın bir araya geldikleri, biralarını veya gazozlarını yudumladıkları günleri."

Likör ikramları...
Yanık henüz çocukken Ramazan ve Kurban bayramlarında Türk kahvesi eşliğinde ikram edilen muz ve nane likörlerini de anlatıyor kitabında. Likör aslında bir alkollü içecek; ancak bu içki alkol ihtiyacını karşılamaktan öte, kahve eşliğinde ferahlatıcı bir tamamlayıcıymış o zamanlar. "Dinî bayramlarda dahi olsa, likör ikramının dinsel yaklaşımlarla bir araya getirilmesi hiçbir zaman düşünülemezdi. 50-60 yıl öncesinin Anadolusundaki hoş görü ve çağdaş dünyaya uyum anlayışına bakar mısınız. İnançlarını yaşayan ama doğanın kendisine sunmuş olduğu olanakları da reddetmeyen, bağnazlığa pirim vermeyen Anadolu insanı vardı bu topraklarda. Dini bayramlarda inançları gereği bayram namazları ile birlikte diğer dini ritüellerini de yerine getirirken, artık bir gelenek haline gelen likör ikramlarını da bayramlarının bir parçası kabul ediyorlardı. Yani aynı zamanda alkollü bir içki olan likörü inanç odaklı olarak değerlendirip dışlamayan, insanlara özgü bir içki olarak değerlendiren bir toplum vardı o dönemlerde." diyor Kerim Yanık. Günümüz Türkiye'sinde bu geleneklerin neden sürdürülemediğini sorduğumda, çocukluk dönemindeki alkollü içeceklere bakış ile günümüzü kıyasladığında inanılması güç çelişkiler gördüğünü şu şekilde ifade ediyor: "Ne yaşamı boyunca içkiyle tanışmamış insanlar içki içmeleri için özendirilmemiş, ne de içki içenler toplumdan dışlanmamışlardı o yıllarda. Bir an günümüze dönecek olursak; İçki içenlere, satanlara, üretenlere neredeyse ülke sınırları içinde yaşam hakkının tanınmayacağı türlü baskılara tanık olabilmekteyiz."   

Nefret oluşturuldu
Ve dönemin alkol kültürü... Bira Parkı gibi birçok insanın bir arada olabildiği mekânlar.. O dönemde alkollü içki karşıtlığının bir devlet politikası haline hiç gelmediğini anlatan Yanık; şimdiyse içki içenlerden adeta nefret eden bir topluluğun ayak seslerini duyduğunu söylüyor. Yanık, "Burada önemli bulduğum bir saptamayı yapma gereğini duyduğumu söylemek isterim. Cumhuriyetin ilk yıllarıyla başlayıp, milenyum diye adlandırılan 21'inci Yüzyılın başlarına kadar geçen sürede hem alkol üretiminde ve hem de tüketiminde toplumumuzu olumsuz yönde değişime dönüştüren her hangi bir unsuru yaşamadığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Yine bu dönem içinde alkollü içki karşıtlığı bir devlet politikası haline hiç gelmemişti. Ancak şu an içinde yaşamakta olduğumuz döneme bakar mısınız... İçki içenlerden adeta nefret eden bir topluluğun ayak seslerini duyar gibiyim. Alkollü içki içmeyenlere gösterilen anlayışa karşın, içki içenlere duyulan düşmanlığın ileride hangi aşamalara ulaşacağını düşünmek dahi istemiyorum." diyor.

Tekel'in yok oluşu
2004 yılında 17 içki fabrikası blok halinde özelleştirildi. Tekel'in alkollü içkiler bölümünün blok hâlinde özelleştirilmesi devletin sahip olduğu varlıkların, değerlerinin çok altında elden çıkarılmasına tipik bir örnek. 24.02.2004 tarihinde, hisse devriyle on yedi içki fabrikasıyla birlikte Kerim Yanık'ın görev yaptığı Bilecik fabrikası da özelleştirilmiş ve yeni sahiplerine devredilmiş. aynı tarihte emeklilik dilekçesini veren Kerim Yanık "Bu özelleştirme hem ülke bazında, hem de her fabrikanın bulunduğu bölge itibariyle yaratmış olduğu etkiler sayılamayacak kadar yıkıcı olmuştur" diyor ve ekliyor: "İçki fabrikalarının bulunduğu bölgelere kazandırmış olduğu ekonomik değerler tartışmasızdır kanısındayım. Üretimin ham maddesi olan tarımsal ürünlerin değerlendirilmesi, istihdamın sağlanması, lojistik, yardımcı hizmet ve malzeme sektörüne vermiş olduğu katkılar azımsanamayacak konulardı. Bu fabrikalar kuruluş yıllarından itibaren bölge çiftçisi ve halkıyla bütünleşmeyi başarmış işletmelerdi. Hatta bu işletmelerin varlıkları ile, bölge halkının sosyal ve kültürel gelişmişlikleri arasında sürekli ilişki hep devam etmiştir. İşte Tekirdağ ve Şarköy’de yapılan bağ bozumu ve şarap festivalleri, Ürgüp’de Uluslararası kimlik kazanan şarap yarışmaları gibi etkinlikler; içki üreten fabrikalar ile yöre halkı arasında sağlanan kalıcı birlikteliklerden bazılarıdır."

"Likörden Şaraba Votkdan Rakıya Tekel'in Nesi Kaldı? Damaklarda Tadı Kaldı" artık esamesi okunmayan Tekel'in ve bir kültürün nasıl yok edildiğini; o kadar çabaya rağmen bir Tekel Müzesi'nin kurulmasına dahi nasıl izin verilmediğini Kerim Yanık'ın tanıklığında sizlerle buluşturuyor.

AYÇA HAN / CUMHURİYET

Karanfillerle baharı getirenler - SERPİL GÜVENÇ

Seçim haritaları ağırlıklı olarak kavun içiye boyansa da, iktidarda on yedinci yılına giren AKP yerel seçimlerde beklediğini bulamadı. Bazı büyük kentler renk değiştirdi ve düzenin diğer partisi CHP kendi sağıyla yaptığı ittifak sonucunda bu kentleri aldı. İslamcı faşizmin baskılarıyla bunalan, ekonomik koşulların ağırlaşmasıyla gündelik yaşamları her gün biraz daha zorlaşan, işsizlik, pahalılık, yoksullukla boğuşmaktan bunalan halk, tepkisini ve nefes alma talebini sandığa yansıttı. Bir açıdan, Gezi Direnişi’ndeki tepkinin,  ekonomik krizin de katkısıyla, son birkaç seçimde olduğu gibi bu seçime de damgasını vurduğu, hatta 31 Mart’ta, bu tepkinin daha da güçlü dile getirildiği söylenebilir. 


Ne var ki, olayın pek de fark edilmeyen yönü, AKP’nin neo liberal politikalarının bir başka düzen partisince değiştiremeyeceğidir. Dahası, TÜSİAD’ın, seçim sandıkları açılmaya başlar başlamaz yaptığı açıklama, sermaye sınıfının gereksindiği “yapısal” reformların yapılması gereğine dönük bir uyarıdır. Sermaye sınıfı, “piyasa ekonomisinin güçlenmesi” ni istemekte ve bunun için seçimsiz geçecek dönemi ve alınacak önlemleri bir fırsat olarak görmektedir. Bir sermaye iktidarı olan AKP’nin,  4.5 yıl seçimsiz dönem iddiasıyla, yaşanan ekonomik krizi “yapısal reform”larla çözmesi, sermayenin önündeki engelleri ortadan kaldırması beklenmektedir.  İktidarını koruyan ama nispeten güçsüzleşen AKP’nin ekonomik krizin çözümü için bir acı reçete uygulamasıdır istenen. Bunun işaretlerini seçim öncesinde yapılan açıklamalarda da görmüştük.

Bu koşulların gerçekleşmesi halinde, sonucun, sermaye için daha fazla kâr, emekçiler için ise daha fazla yoksulluk ve deliği kalmayan kemerleri sıkmaya zorlanmak olduğu kuşkusuzdur. Kanımızca, bozkurt işaretlerini, Çamlıca camiinde kılınan namazları, Saray ziyaretlerini görmezden gelerek düzenin muhalif parti koalisyonuna sarılanların bu kemer sıkma politikalarına ikna edilmesi görevi de seçimden güçlü çıkan düzen muhalefetine düşecektir.
  
Genel geçer bir ifadeyle bizim bu filmi defalarca gördüğümüzü söyleyebiliriz ama gerçekler bununla sınırlı değil.

Güzel şeyler de yaşandı.

Genç kadınlar ve erkekler, komünist adaylar ülkenin her yanına güneşi taşımak üzere dağıldılar. Bu kokuşmuş düzeni değiştirmedikçe dağlara, kentlere, kırlara baharın gelemeyeceğini anlattılar insanlara. Büyük bir özveriyle yürütülen çalışmalarda, aydınlığı, eşitliği, insanın insanca yaşayacağı, paranın değil, emeğin iktidar olacağı bir yolculuğu betimlediler. Bunun hayal olmadığını ama “ekmek, gül ve hürriyet” günlerinin ancak örgütlenerek kazanabileceğini vurguladılar. Karanfil dağıtmakla kalmadılar, karanfilleri, gülleri ektiler ülkenin her ilinin, ilçesinin toprağına.

Sesi duyanlar sandıklara karanfiller bıraktılar. Her ilde yüzer, biner çiçekle kızıla boyandı sandıklar.

TKP’ nin de içinde bulunduğu bir ittifakın adayı olarak TKP kimliğiyle seçime giren, abartısız, alçak gönüllü, kendinden emin, yüreğinin sıcaklığı, inancının gücü gözlerine yansıyan Ovacık’ın eski başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu,  bu sesi Dersim’ de çok güçlü bir şekilde yükseltti ve belediye başkanlığına taşıdı.
Yol uzun, koşullar zor ama gerçek muhalefetin, emekçi halkın gerçek temsilcileri, bıkmadan, erinmeden, yakınmadan, kararlılıkla, yüzyıllardır olduğu gibi, Prometheus misali, ışığı tanrıların elinden alarak ezilenlere taşıyorlar.
Taşımaya da devam edecekler.

Seçimin kazananı mı? 

O genç kadın ve erkekler ve onların uzattıkları eli tutanlardır!

İyi ki varsınız!

Sayenizde “sevdamız yeni kovanlar için oğul veriyor”.

SERPİL GÜVENÇ / SOL