16 Nisan 2019 Salı

Yeniden Atatürk - Zülal Kalkandelen

Elimde kapağında “Yeniden Atatürk - Akıl ve Bilime Dönüş” yazan bir dergi var. Tarih ve kültür dergisi Historia 1923’ün Bahar 2019 tarihli yeni sayısı, Bilgi Yayınevi etiketiyle raflarda yerini aldı. 

Dergi dendiğine bakmayın, tam 387 sayfalık kalın bir kitap! 

Altı ayda bir yayımlanan Historia 1923’ün bugüne kadar basılan altı sayısı da birbirinden değerli. Birinci Dünya Savaşı, Ermeni Sorunu, İslamcılık, Sovyet Devrimi ve İnsanın Evrimi konulu ilk beş sayıdan sonra bu kez ana tema Atatürk
Nedeni, girişte editör imzalı sunuş yazısında belirtildiği gibi, 19 Mayıs 1919’un 100. yıldönümü dolayısıyla “Atatürk Gerçeği’nin peşine düşmek.

Aydınlanma karşıtı çağcıl şeyhlik 
Günümüzde yaşananları anlamak isteyenlerin, o yazıdaki şu tespiti çok iyi kavraması gerek: 1920’den başlayarak bugüne değin Türkiye ve Batı Asya toplumlarında temel çelişki, Devrim ve Karşıdevrim arasındadır. Devrim deyince, felsefesiAydınlanma, önderi Atatürk olan Milli Demokratik Devrimi kastediyoruz. Karşıdevrim geleneksel, feodal, Orta Çağcıl şeyhlik ve ağalık düzenidir.
Çok açık ki karşıdevrim, 2019’da parlamenter rejimi yok edip hukuku rafa kaldırma safhasına geldi. İşte bu nedenle, 1919’un 100. yılında Atatürk Devrimi’ni anlamak ve açıklamak hayatidir. 

Historia 1923’ün yeni sayısında bilim insanlarının, uzmanların ve yazarların kaleme aldığı 25 aydınlatıcı makale yer alıyor. Ben de bu tarihi baskıya, “İkinci  Cumhuriyetçiliğin Temelleri ve Günümüzdeki Yıkımı” konulu geniş bir makale ile katkıda bulunma onurunu yaşıyorum.
 
Kırmızı Kedi Kitabevi’nden geçen yıl yayımlanan kitabımı gören Prof. Dr. Sina Akşin hocamın isteği ile makaleyi yazdım. Aynı zamanda o kitabın temelini atan yüksek lisans tezimin de danışmanıydı kendisi. Dolayısıyla Historia 1923’te bu konuda bir yazımın yayımlanmasının benim için ayrı bir anlamı var. 

Derginin belirlenen temaları enine boyuna inceleyen yazılarla okuyucuya sunması, tarih ve kültür alanında önemli bir işlevi yerine getiriyor. Hemen her şeyin yüzeyselleştiği bir kültür ortamında her sayısı arşivlenip saklanacak değerde bir dergi yayımlanıyor.
Historia 1923’ün yayın sahibi Prof. Dr. Remzi Demir (Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi Anabilim Dalı), Editör Prof. Dr. Sina Akşin ve Editör Yardımcısı Doç. Dr. İnan Kalaycıoğulları’na (Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü), bu nitelikte bir yayını ortaya çıkardıkları için, bir okuyucu olarak da müteşekkirim.


Homo Ahretikus ve Karşıdevrim 
Dergiyi sindire sindire okumak zaman alacak ama editörün sunuş yazısında altını çizdiğim şu satırlarla bitireceğim yazımı: 
... Nitekim Batı emperyalizmi Türkiye’deki karşıdevrimi her zaman bağrınabasmıştır. Cemalettin Kaplan, Fethullah Gülen gibi Türkiye’de barınmayan tarikat önderleri, dünyadaki düzinelerle Müslüman ülkelerden birine değil deAlmanya, ABD gibi Hristiyan ülkelere sığınmışlardır. Atatürkçülük ülkemizdecanlı bir akım olduğu halde 1950’den bu yana, yani 68 yıldır sandalye sayısınagöre her genel seçimi düzenli olarak Karşıdevrim kazanmıştır. Tören Atatürkçülüğü ile aldatılagelmiş pek çok gafil Atatürkçü ise bunu (yenilgiyi) demokrasinin bir gereği sanmaktadır. 
“Şimdi Atatürk Devrimi’nin inanılmaz başarılarından sonra Türkiye on yıllardır  karşı devrimin Orta Çağ darbeleri altında sarsılıyor. Ülkemiz bu yüzden var olup olmamak tehlikelerine göğüs gererken, homo-ahretikusgünümüzde Orta Çağ’ı yaşama lüksünün tadını çıkarıyor.” 

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

* Prof. Dr. Sina Akşin, hiç sorgulayıp araştırmayan, kendisine söyleneni olduğu gibi kabul eden, tamamen öbür dünyaya odaklanan ve bütün derdi cennete giderek orada ebedi saadet yaşamak olan insanlara “Homo Ahretikus” diyor.

15 Nisan 2019 Pazartesi

Akli Denge - TOLGA BİNBAY

Tabii ki gerekli. Ama şart değil. Yani yaşamak için. Öte yandan akli dengenin keyifli, doyumlu yaşamak için şart olup olmadığı belki tartışılır ama gerekli olduğu da açık.

Gerçi keyif, günümüz koşullarında tam bir dayatmaya dönüştü. Haz, keyif, doyum ertelenemez, olmazsa olmaz bir gerekliliğe dönüştü. Bunu da atlamamak lazım. Daha doğrusu yaşamayı sadece bunlar üzerine kurma tuzağına düşmemek lazım. Ama akli denge yine de olsa iyi olur diyelim ve bunun bireysel değil toplumsal bir iş olduğunu da belirtip geçelim.

Tabii bu devirde dengeyi tutturmak kolay değil. Mesela kızına ne olduğunun yanıtını arayan bir babanın akıl sağlığı konu edilmişken dengeyi tutturmak zor. Hem meslekteniz, az çok biliriz. Akıl sağlığını tespit etmek için psikiyatriye danışılır. Ve bir babanın aklı başında mı diye bilirkişilik yapmanın bin yolu vardır. Ama hassas konu. Akıl sağlığı söz konusu oldu mu elimizde endaze yok. Sadece aklımız var. Ve bir de yüreğimiz. İşte o yüreğin de terazisini şaşırtmamak lazım. Dengeyi şaşırtanlara da kanmamak lazım. Dengeyi şaşırtanlar ise malum, çok var. 

Sonra akli denge denince Amerika’yı atlamamak lazım. Daha doğrusu Amerika Birleşik Devletleri’ni. Bilirsiniz, bizim buralarda bir tek zenginler sever Amerika’yı. Aklı başında olanlar ise uzaktan seyreder. Ama akıl söz konusu oldu mu en tartışmalı yer ABD. İşte geçen hafta zengin mi zengin bir banka müdürü çıktı ortaya. Ve “kapitalizm iyi, sosyalizm kötü” dedi. Çünkü almış kendisini bir telaş. Çünkü Amerika’nın da aklını almış kendisi ve kendisinin yere göğe sığdıramadığı düzeni.  

Bir sembol bu banka müdürü. JP Morgan’ın aklı kendisi. Keyfi yerinde. Cebi dolu. Akli dengesi de gıcır. Ama ABD dünyanın en aklı başında olmayan toplumu. O ayrı. İşte kendisine göre bu iyiymiş. Kendisine göre dünyada üretilen tüm antidepresan ilaçların, antipsikotik ilaçların, sakinleştiricilerin üçte birini tüketen bu ülke için kapitalizm iyiymiş. Sosyalizm ise kötüymüş. Köhneymiş. Hep kaybetmişmiş. 
Peh! 
Akli denge dedik ya! Bu Amerika Birleşik Devletleri’nde aklı başında olan herkesi şaşırtan enteresan şeyler hep oluyor. Başkanını demiyorum. O bir fenomen. Gerçi artık eskisi kadar sırıtmıyor fenomenal halleri; dünya da kendisini fenomenlik konusunda yakaladı ama yine de O ayrı. Tuhaf şeyler ülkesinin tuhaf başkanı kendisi. Tuhaf şeyler ise şöyle şeyler. 
Mesela...
Mesela Amerikan devletinin en büyük sağlık kuruluşu geçtiğimiz yıllarda yaklaşık 1,8 milyon vatandaşını yok ediverdi. Ulusal Sağlık Enstitüsü, yani bir tek Amerikan tıbbına değil dünya tıbbına da yön veren, verme iddiasındaki bu dev kurum 1,8 milyon şizofreni hastasını siliverdi. 

Nasıl mı? 
İstatistiklerle oynayarak. Tanıdık geldi belki ama yanlış duymadınız! İstatistiklerle bir tek buralarda oynandığını düşünmemek lazım. Güzel güzel indirmişler istatistikleri 2017 yılında. 

Şizofreni zor bir akıl hastalığı. Hastanın kendisine, yakınlarına, sevenlerine, çevresine bedeli çok. Toplumda görülme oranı 100 kişide bir gibi. Ülkeye, şehre, yerleşime göre değişmekle birlikte bu civarda seyrediyor. Bu hesaba göre ABD’de 2,5 milyon şizofreni hastası olması lazım. Daha doğrusu öyle olsa gerekirdi. 

Gerekirdi çünkü Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü bu oranı, yani şizofreni istatistiklerini değiştiriverdi. Hem de inanılmaz bir orana. Başka hiç bir toplumda görülmeyen bir orana. Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü şizofreninin yaygınlığını %0,3’e çekti. İşte “yeni araştırmalar öyle gösteriyor, bilimsel veriler buna işaret ediyor” falan dediler ama mesela başka bir şeydi. 
Neydi? 
Bütçeydi. 
Şöyle ki. 
Şizofreni ABD’de en az araştırma bütçesi ayrılan hastalıkların başında geliyor. Şizofreni için ayrılan bir yıllık araştırma bütçesine göre kanser araştırmaları için 15 kat, parkinson için 5 kat ve Alzheimer için ise neredeyse 10 kat daha fazla para ayrılıyor. Bu hastalıklar kadar yaygın olmasına rağmen bu akıl hastalığına pek önem verilmiyordu. Önem verilmemesi ise tartışmalar yaratıyordu. Ya bütçeyi arttırmak gerekiyordu ya da...

Ya da sayılarla oynamak gerekiyordu. Oynadılar da. Toplumdaki şizofreni sayısını üçte bir azaltarak şizofreni araştırmaları için ayrılan bütçeyi üçe katlamış oldular. Hem de bütçenin kendisini arttırmadan. Bu kadar basit. 

Ha, diyeceksiniz ki “Bizim buralarda akıl sağlığı için ne kadar bütçe ayrılıyor ki de sen oralara laf söylüyorsun!” Doğru. Çok da doğru. Ama unutmayın ki şu da doğru: paranın saltanatının olduğu yerde aklın sağlığı da dengesi de olmuyor. Ne ABD’de ne de Türkiye’de. 

Tolga Binbay / SOL

‘Adamlar’ nasıl gitti? - Ergin Yıldızoğlu

Sonra bir de baktık ki “Adam” aslında sadece adammış. Bir oligarşi, bir siyasi hareketin seçkinleri onu orada tuttuğu için oradaymış, ama kendini gerçekten oradaki “Adam”, ulusun ruhu, Tanrı’nın lütfu sanıyormuş. Halk sokaklara döküldü, polis şiddeti karşısında direndi ve haftalarca “demokrasi, barış istiyoruz”, “ayrımcılığa son” dedi, “yeter artık git” dedi. Oligarşi, siyasi hareketin seçkinleri, devletin direksiyonunda kalabilmek için adamı, askerin eliyle şarampole atıverdiler.

Ancak halk, Cezayir’de oligarşinin parçası generallerin (Al Watan), Sudan’da, siyasal İslamın askeri kanadının (Soudan Tribune) darbeleriyle çürümüş rejimleri kurtarma operasyonunu kabul etmiyor. Halk hâlâ sokaklarda, iradesinin çalınmasına “hayır” diyor… Süreç devam ediyor. 

Bundan sonra ne olacak? Halk hareketinin tarihte açtığı sayfadaki yeni   olasılıkları  kim nasıl değerlendirecek? Hareket halindeki tarih içinde tatmin edici cevaplar bulmak zor. Cevapları, bizzat halkın sokaklardaki hareketinin, karşısındaki güçlerle çatışması verecek. 

Buna karşılık, “On yıllarca ülkelerini kendi mülkleriymiş gibi yöneten,zenginliklerine el koyan, el koyduklarının bir kısmını adamlarına dağıtan,ekonomiyi, siyaseti, halkın kaderini belirleyen, her şeyi bilen, her şeye kadir, her şeye burnunu sokan, ‘Adamlar’ nasıl gitti” sorusuna cevap vermek daha kolay.

Adamlar nasıl gitti? 
Bu soruya, Cezayir ve Sudan’a şu klasik formülün merceğinden bakarak cevap vermeye çalışabiliriz: “Yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyorlar.Yönetilenler de artık eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar”. 

Yönetenler eskisi gibi yönetemiyorlardı”. Cezayir’de ve Sudan’da devletin başında, güç biriktirme (yükselme) sürecini, popülaritesinin zirvesini çoktan geride bırakmış “Adamlar” vardı. Derin bir ekonomik kriz toplumsal dokuyu seyreltiyor, sınıflar arası dengeleri sarsıyordu. 

Yalnızca yönetenlerin kendi aralarında paylaştıkları pasta küçülmüyor, halkın rızasını satın almalarına olanak veren kaynaklar da hızla eriyordu. Bu durum adeta “bir mumu iki ucundan birden yakmaya” benziyordu. Uluslararasısermayenin, devleti yöneten hırsızların, yerli kapitalistlerin çıkarları arasında bir denge kurmak olanaksızlaşmıştı. Oligarşi (Cezayir), İslamcı hareket (Sudan) içinde “Ya her şeyi kaybedersek” sorusu yankılanıyor, çatlaklar hızla derinleşiyordu. “Adam”ın yönetimine, ekonomi politikalarına karşı farklı seçenek arayışları başlamıştı. 

“Yönetilenler de artık eskisi gibi yönetilmek istemiyordu”. Her iki ülkede de yaşam koşulları giderek ağırlaşırken, ülkenin nüfusu içindeki oranı sürekli yükselen genç nüfusun, özellikle bunların eğitimli ve işsiz, ya da tatmin edici işler bulamayan kesiminin huzursuzluğu, öfkesi giderek kabarıyordu. Güvenli bir gelecek, kendilerini rahatça ifade edebilecekleri, özgür, demokratik, kültürel yaşam istiyorlardı. “Adamın” ve rejimin özel yaşamlarına burnunu sokmasından bıkmışlardı. Sudan’da özellikle kadınlar her fırsatta kendilerini hedef alan İslamcı rejime öfkeliydi. Devrimin simgesinin bir kadın olması boşuna değildi.
 
Her iki ülkede de bir öfke dalgası birikiyor, patlama noktasına doğru yükseliyordu. Cezayir’de, oligarşi Buteflika’yı beşinci kez devlet başkanı yapmaya kalkınca, Sudan’da temel malların fiyatları aniden artırılınca, yönetilenlerin öfkesi patlayarak sokaklar döküldü. 

Evet, artık “Adam” beceremiyordu, ekonomik kriz vardı, “Adamı” iktidarda tutan ilişkiler zayıflıyordu. Ancak bir çıkarlar zinciri içinde birbirlerine kilitlenmiş olanların bir değişiklik yapmaya ne acelesi, ne cesareti ne de gücü vardı. Hep birlikte tarihin aynı sayfasına takılıp kalmışlardı.
 
Halk bu sayfayı çevirdi, tarihte dün olmayan, hatta olması bile hayal edilemeyen olasılıklarla dolu yeni bir sayfa açtı. Evet, “Adamları” kendi adamları vurdu, şimdi belki de türlü jeopolitik hesaplar da devreye giriyor. Ancak ne olursa olsun, sayfayı halkın sokaklardaki gücü, direnci çevirdi. Bu güç, direnç olmasaydı “Adamlar” hâlâ yerlerinde oturuyorlar, çalmaya ve insanlara yaşamı zehir etmeye devam ediyorlardı.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Çocuklar boşanın, boşanın çocuklar - Barış Terkoğlu

Bir insanı seversin ve dünya bunun farkındadır. Çığlık atmak istersin yine de fısıldarsın, herkes duyar. Dirseğin dirseğine değdiğinde uzaklara giden trenler kalkar. Göz göze geldiğinde ambulanslar siren çalar. 

Bir insanı sevmek, gayrıyı sevmektir. Damların saçağını, apartman boşluklarını, ıssız sokaklarını sevmektir. 

Hiçbir aşk yoktur ki şehir tanığı olmasın. Şehri öldürürken, aşklarımızı ve çocuklarımızı da mı öldürüyoruz? 

Cumartesi akşamı  Sabah’ın sahibi Kalyonlar ile Hürriyet’in patronu Demirörenler dünür  oldu.  Fotoğraflardan kolanın su gibi aktığının görüldüğü gece, daha 24 yaşındaki Yelda Demirören, Kalyoncular’ın gelini oldu. İşin aslı “evet” derken bile şehre karşı suç işlendi. Sultan Abdülaziz’in ve Mimar Balyan’ın mirası olan Çırağan Sarayı’na, bütün İstanbul’un göreceği şekilde, nargile kafeleri aratmayacak bir çirkin bina günler içinde eklendi.
 
Mimarlarla konuştum. Birinci grup eski eser olan yapının siluetini kapatacak böyle bir inşa mümkün değildi. Bunun için İstanbul 3 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu ve Tabiat Komisyonu’ndan yıllar sürebilecek izin prosedürü gerekiyordu. Konu, nikâh ağlarıyla örülen sermaye olunca, hukuk düzeni yine ayaklar altına alındı. 

Kaçak bina hakkında suç duyurusunda bulunması gerekenler ya da dozerlerle  yıkacaklar, düğün davetlisi, nikâhın kıyıcısı ya da şahidiydi.Öyle ya mazbatası verilse “Kabul ediyor musun” diye soracak kişi Ekrem İmamoğlu olacaktı. Oylar “sayılamayınca” nikâhı uzatmalı başkan kıydı. Böylece medya patronları her gün aleyhinde kara propaganda yaptıkları İmamoğlu’na “evet” demekten kurtuldu.

Sermayeler nikâhla bağlanıyor 
Sahi nasıl oluyor? Fırsat olsa da sermaye evliliklerinin kitabını yazsak. 
Taksim’e gidin. Elinize Ülker’in gofretini alıp meydanda durun. Sırtınızın baktığı AKM inşaatını eski FETÖ destekçisi Tamince yapıyor. İkisinin çocukları geçen hafta evlendi. Üzerinden geçtiğiniz Taksim’i betonlaştıran yayalaştırma projesinde Kalyon İnşaat var. Az ileride ise Demirören’in dev AVM’sini görüyorsunuz. Onların çocukları da artık evli. 

Sabah’ın oğlunun Hürriyet’in kızına tesadüfen “Bir kahve içelim mi” deme ihtimali nedir? Okul sıralarında mı tanıştılar, arkadaş çevrelerinde mi buluştular; bilmiyoruz. Herkesin söylediği, patron babaların ve iktidar sahiplerinin bu evliliği “çok uygun” bulduğu. Bildiğimiz; çocuklar değil, holdingler evleniyor. İki sermayeyi nikâh bir araya getiriyor. 

Öyle ki, cumartesi günkü nikâhtan sonra Türkiye’nin bir zamanlar “merkez medya” dediği gazete ve televizyonların neredeyse tamamı tek bir ailenin oldu. 
Sadece medya mı? 
Pelikan hikâyesinde Kalyonlar’ın İstanbul bağımlılığını anlatmıştım. Ya Demirörenler? Keşke mesele yalnız Çırağan’dan ibaret olsaydı.

Demirören’in İstanbul işleri 
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin arşivlerine girince CNN Türk’ün ya da Hürriyet’in parti bülteni gibi çıkmasının sırrı anlaşılıyor.
 
2004’te 19 bin metrekare inşaat izni verilen Demirören AVM, 7 yılda 50 bin metrekarelik inşaat alanına ulaştı. Teftiş Kurulu raporuna göre hem son iki katı, hem yeraltındaki kısımlarının bir bölümü, hem de arkaya uzanan blokların bir parçası kaçaktı. Yetmedi, tarihi Beyoğlu’nun göbeğinde 30 metre yeraltına inen inşaat, yanı başındaki 16. yüzyıldan kalma Ağa Camii’ni tahrip etti, camii ibadete kapatıldı. İnşaatın yakınında birçok tarihi bina hasar gördü. Her gün binlerce insanın girdiği Demirören AVM iskânsız, yetmedi yangın yönetmeliklerine aykırı şekilde açıldı. Binanın yasalara aykırı şekilde yapıldığını anlatan rapor, Belediye’nin arşivinde duruyor. “Yangın çıkarsa sorumluluk  kimin olacak” çığlığı da tutanaklarda. Ancak bütün tespitlere, suç duyurularına, soruşturmalara rağmen binaya dokunmaya kimsenin gücü yetmedi. Tıpkı düğündeki gibi… Yıkması beklenen Kadir Topbaş’ın muhallebicisi AVM’de dükkân bile açmıştı.  Sanki Milliyet ve Vatan gazetelerini alarak yandaşlaştıran Demirören’e bir el, hediye olarak “devam et” demişti. 

Bitmedi… 

Aralarında Hürriyet ve Kanal D’nin de olduğu medyayı tam bir yıl önce satın alan Demirören’e bir hediye daha verildi. İstanbul’un ciğeri Belgrad Ormanları’nın dibindeki golf sahasına 306 tane villa yapmasına geçen eylül ayında onay çıktı. Demirören’in medya parası, yine İstanbul’un yıkımından çıkarılmıştı.
 
Demirören’in İstanbul işleri, holdingin inşaat şirketinin konut projelerine kadar uzanıyor. Levent’te çocuk parkı olarak görünen bölgedeki tek yeşil alana bile inşaat yapmak için türlü girişimde bulundular.

Betonlar ve damatlar düzeni 
Günlerdir tartıştığımız İstanbul seçimlerinde İmamoğlu’nun “gün gelir isimlerini bile anmam” dediği Demirörenler bir anda “tehdit ediliyoruz” diye ayağa kalktı ya. Aslında tehdit altında olan; nişan yüzüklerini de nikâh şahitliğini deCumhurbaşkanı’nın yaptığı, sonunda hep İstanbul’un kaybettiği düzen. Kaybetmemek için medyalarıyla, holdingleriyle, pelikanlarıyla İstanbul’a tırnaklarını geçiriyorlar.

Daha kötüsü, şehirlerimizden sonra çocuklarının aşklarını da “betonlar ve damatlar düzeni”ne feda etmeleri. İktidar üzerinden zenginleşmelerini, İstanbul’a karşı düğün günü bile işledikleri suçlarla sürdürüyorlar. 

Dostça bir temenni: Çocuklar boşanın, boşanın çocuklar… 

Gerçek aşkınız, babanızın sermayesinde değil, şehrin kaldırımlarında ayakkabılarını eskitmiş hülyalı insanların yüreğindedir.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

14 Nisan 2019 Pazar

Yoksulluktan kurtulmak - ÖZDEMİR İNCE

Yoksul ana-babadan yoksul doğan çocuk, yoksullukla çarpışarak öğrenim görse de, en azından 30 yaşına kadar yoksulluktan kurtulamaz. Ciddi öğrenim görmeden ve bu yaşa gelmeden ancak eğlence, spor ve suç sanayiinin hizmetine girerek kurtulabilir: 

1- Şarkıcı, türkücü, sinema ve televizyon oyunculuğu, mankenlik ve modellik, futbolculuk; 
2- Her türlü hırsızlık, tefecilik, gangsterlik, mafya, uyuşturucu kaçakçılığı; fuhuş… 

Ancak bu işleri yapmak kesinlikle yoksulluktan kurtulmak ve sınıf atlamak anlamına gelmez. Birinci kesim yasaldır, ikincisi değildir. Para ile zengin olunur ama asla burjuva olunmaz. Servet hali devam ederse belki torunlar ve onların çocukları burjuvalaşabilir. Bu da 50-60 yıl kadar ister.
***

“Olmuş ya da olması mümkün olayları yer, zaman ve kültür göstererek anlatan roman” gerçekleri, gerçeksileri, oluşumları, olayları (bir ressam gibi) bir araya getirir ve kaderleri diyalektik ilişkilerini zedelemeden bir hayat kurgular. Bu kurguya uygun kişiler, kimlikler yaratır. Küçük bir tanrının işidir bu. Hiç unutmam, lise bitirme kompozisyon yazılı sınavında “Roman sokaklarda gezdirilen aynadır” tanımlamasını soru (konu) olarak vermişlerdi. Fırsat çıkmışken yazayım: Bir dili bilmek onu konuşmak değil, yazmaktır!
***

Bu türün en iyi örneklerinden birini 1976 ve 1977 yıllarında okumuştum. Max Gallo’nın Melekler Körfezi (La baie des Anges) üçlemesinde (Melekler Körfezi; Şenlik Sarayı “Le palais des Fêtes”; §İngiliz Gezisi “La Promenade des Anglais”. 

Üçleme Fransa’nın ünlü kenti Nice’nin kuruluş yıllarını anlatır. Yıl 1890. Üç yoksul İtalyan kardeş sırayla kurulmakta olan Nice’e gelir. Yürekleri umut ve tutkuyla doludur. Bunlardan biri yaşlı bir zenginin yanında çalışırken adamın karısını becermeye başlar, kasasını soyar, eline geçen parayla inşaat işine girer, müteahhit olur. İkincisi, delikanlılık ayaklarıyla sonunda gangster-mafya olur, pis işlere karışır. Üçüncüsü işçidir ve sonunda sendikacı olur (Melekler Körfezi). Kurgu inandırıcı mı? İnandırıcı! Üç kardeş zaman zaman kesişen kendi yollarında yürürken Nice kenti de kurulur, büyür. 1920’lerde sahneye çocuklar da girer. Çılgın Yıllar, Halk Cephesi, sinema stüdyoları, iki savaş arası yılları (Şenlik Sarayı); Çocuklar ve torunlar kendi yollarında yürürler. Kendi aralarında dostluklar, aşklar, çekişmeler başlar. Nice kenti büyür ve hayat bir heykeltıraştır sanki (İngiliz Gezisi)… 

1980 yılında, CannesTelevizyon Filmleri Fuarı’nda (MIPTV), üçlemeyi MGM ve MCA yöneticilerine anlatmıştım, dizi yapmalarını önermiştim. Hayatın kendisiydi üçleme. Öykü (saga) adamlara fazla karmaşık ve entelektüel geldi.

***

Roman sanatı, film sanatı böyledir işte, özellikle saga tarzından etkileniriz. Belki estetik haz da alabiliriz. Ancak gerçek hayat bambaşkadır. İnsanın canını yakar. Yoksulken zenginleşmek “mutlu son”dur. Ama nasıl? Bu memlekette Birinci Dünya Savaşı, Ermeni Tehciri, Mübadele, İkinci Dünya Savaşı, karaborsa; Demokrat Parti, Adalet Partisi, darbe zenginleri ve gün gün tanık olduğumuz AKP zenginleri var.

Biz böyle bir hayat istemiyoruz. Doğal bir hayattan kaynaklanan eşitlikçi ve adil bir refah istiyoruz. Kapitalizm çağında yoksulluktan kurtulmanın onurlu yolu okul ve meslekten geçer. Daha doğrusu bedava eğitim ve öğretimden. Yoksulluktan kurtulan Köy Enstitülü öğretmen anababanın oğlu doktor olabilir, eczacı olabilir ve bir ilaç laboratuvarı kurabilir. Para kazanır, zengin olur ama para yüzünden şımarmadan zenginliği içine sindirerek; vergi kaçırmadan; işçilerinin sendikalaşmasını engellemeden, onları emeklerini sömürüp yağmalamadan. 

Böyle bir hayatı AKP’nin ortak aklı düşünemez!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Vasatlığın faşizminde, hasat kesat...- Mine G. Kırıkkanat

Hitler’in ırkçı faşizmi, sadece ‘kanı bozuk’ ilan ettiği insan gruplarını yok etmekle uğraşmadı. Aynı zamanda safkan Germenleri çiftleştirerek Aryen asıllı ‘kusursuz’ insan soyu türetmek peşindeydi. 

Dinci faşizm, henüz ampirik çağını yaşıyor ve AKP saflarını muhalif bozuklardan ayıklama işlemini göz kararı, el yordamıyla soyadına göre yapıyor! 


Geçici İstanbul BB’si olarak adını pek de kimsenin bilmediği Mevlüt Uysal’ın soyadından AKP seçmeni saptama girişimi, elbette benim de ilgimi çekti. 

Sibel Üresin ile Abdurrahman Dilipak’ı düşününce, ex-BB’nin soy ilmi çok da saçma sayılmazdı! 

Derken aklıma, T.C. nüfusuna resmen kayıtlı ilginç ad ve soyadları listesi* geldi: Selahattin Koyun, Mehmet Budala, Coşkun Aptal, Ramazan Şapşal, İsmail Dümbelek, Vahit Dönek, Nasır Fırıldak, Gurban Yalama, Şaban Tren, Bünyamin Dana, Sadık Öküz, Ali Sülük, Satılmış Safra, Kemal Götürür, Nadir Verir isimli yurttaşlarımızın hangi partilere oy verdiklerini kimse bilmese de Mevlüt Uysal sezgisine güvenerek saptayabilirdi, niye olmasın?

***

Ancak 2015 yılında Sözcü gazetesinde yayımlanan* 47 kişilik bu listede yer alan Döndü Cort, Şöhret Sıçan, Duran Tekerlek, Döndü Yuvarlak, Mehmet Taşak, Özdemir Damızlık, Atilla Otuzbiroğulları, Mümin Abaza, MahmutPipi, Subay Sokar ve İsmail Donsuz isimli yurttaşlarımızın hangi partiye oy verdiklerini sezebilmek; Büyükçekmece’de küçük çekmeceden çıkamayan AKP’nin sarıldığı soy sop âlimi, cumhurbaşkanı eli değmiş müneccim-i azam Mevlüt Uysal’ın bile harcı değildi! 
Vasatlığın faşizmi böyle bir şeydir. 

Almanya’daki ırkçı faşizmin insan haklarına ve demokratik etiğe aykırı Aryen soy çalışması, günümüzde laboratuvar ortamında ceninlerin kötü genlerden ayıklandıktan sonra tüpte geliştirilen kusursuz insan türetimine dönüştü. 

Türkiye’de iktidara tıpkı Hitler gibi seçimle gelip seçimle gitmemek üzere Ar Yiyen soyu geliştiren dinci faşizm ise yakın bir gelecekte soyadından tayyare türetimiyle anılacak.

***

Vasatlığın ekonomi yönetimi de zaten soy faşizmi düzeyinde.
Mazbataların üstüne yatan Mevlütlerle, batık ekonominin üstünde debelenen Beratlar, aynı rant genetiğini taşıyorlar. 

İkisi de boş konuşuyor. Aradaki fark, birinin seçim sandığını hacamat etmekle görevli olup ne yaptığının belli olması; ötekinin damat olarak devlet kasasını nasıl dolduracağını pek de bilememesinden kaynaklanıyor. O kadar. 
Ve damat bakanın yeni açıkladığı ekonomik önlem paketi, bana tekrarlamayı çok sevdiğim ‘paranın kokusu yoktur’ özdeyişini anımsatıyor. 
Öyküsü muhteşemdir:
Anadolu doğumlu Titus Flavius Vespasianus, vergi tahsildarıyken tefecilik de yapan zengin bir Romalının oğludur. Baba mesleğini izlemez, asker yazılır, savaşa gider, ünlü bir general olur ve Neron’un ölümünden sonra kendisini imparator bulur. 

Çılgın Neron, Roma hazinesini tamtakır bırakmıştır. Vespasianus, devletin kasasını doldurmak için muhtaç olduğu kudreti, damarlarındaki baba kanında bulur ve hüküm sürdüğü 79-69 yılları arasında her şeyi vergilendirdiği gibi, Roma’da pek yaygın, çünkü buluşup sohbet etmek için de kullanılan umumi helaları da vergiye bağlar.

***

Verginin adı, halk arasında İdrar Vergisi olarak yayılır. Vespasianus’un oğlu, babasının bulduğu yeni gelir kaynağına inanamayıp: “Çişten boktan vergi mitoplanır peder?” diye sorunca... İmparator, umumi helalardan taze toplanmış ilk vergilerden bir avuç alıp oğlunun burnuna yaklaştırır ve “Non olet!” der. 

Roma halkının “Pecunia non olet” (para kokmaz) diye anlaşılır kıldığı söz, dünya ekonomisinde bir dönüm noktası olup, insanların parayı algı ve kabul seyrini değiştirmiş; ancak Vespasianus’un yüce adı, hınzır Fransızlar tarafından 1834 yılında umumi helalara verilerek aşağılanmıştır. 

Halen Paris’te birkaç örneği antika kent mobilyası olarak hizmet veren üstü açık helalara, Vespasiunus’un hatırasına binaen, vespasienne, denilmektedir. 

Darısı bizim keneflerin başına.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* https://www.sozcu.com.tr/2015/gunun- icinden/nufusa-kayitli-en-ilginc-adsoyadlar- 798962/58/?_szc_galeri=1

Ne çok hain* - Işıl Özgentürk

Günlerdir AKP ve yandaşlarının yurdun dört bir yanında yaptıkları seçim suçlarını izlemekten ben utanıyorum ama onlarda utanma yok! Ekrem İmamoğlu’na mazbata vermemek için çevrilen dümenler faşizmin ayak seslerini daha da yükseltiyor. 
KHK sorunu gündeme getirilerek HDP adaylarının hakları gasp ediliyor. Türk-Kürt politikacılar arasında gerek duruşuyla gerekse mücadelesiyle herkese örnek olacak bir politikacı Ahmet Türk’ün hasta ve yaşlı olduğunu söyleyerek ikinci seçilen AKP adayına mazbatanın verilmesi istediniz. 
İşte benim de en sonunda tepem attı. Baktım ki yazdıklarım gazetemin başını ağrıtacak, ben de sevgili Ataol Behramoğlu’nun “NE ÇOK HAİN” şiirine sığındım. Zaten bir haftadır sürekli bu başlığı yineleyip duruyordum. 

Evet, ne çok hain! 
“Sizinle galiba arkadaş filandık/
Işıklı günlerinde gençliğimizin/
Hayalleriyle kanatlanırdık 
Gelecek, güzel Türkiye’nin. /
Fakat nasıl da değiştiniz birden/
Arınıp bütün o düşlerden/ 
Buzlu sularında bencilliğin. Ne çok hain. 
Hayır, belki de değişmediniz, /
Aslınız belki de buydu sizin. /
Sadece zamana ayak uydurdunuz/ 
Ortak ateşinde ısınıp gençliğin. /
Sonra neyseniz o oldunuz/
Asıl kimliğinizi buldunuz/ 
Uşağı oldunuz zalimin. /
Ne çok hain. 
Şimdi giydiğiniz her şey markalı/
Tadını aldınız zenginliğin. /O fotoğraflar parkalı markalı/ Uzak bir anısı oldu geçmişin. /Fakat yine de yeri geldikçe/El atıp eski albüme/Kullanıyorsunuz reklam için. /Ne çok hain. 
Aynı arsız kibir suratlarınızda/Erkeğinizin dişinizin. /İçim bulanıyor karşıma çıktıkça/Ekranlarında TV’lerin. /Kiminiz yeni yetme faşist çığırtkan/Kiminiz kaşarlanmış sırtlan, /Sanırsın kardeşi vampirin. /Ne çok hain. 
Yoksul aile çocuklarıydınız/Orta halli, belki zengin. /Soyluydu sizden anneniz babanız,/ Sade yurttaşları Cumhuriyet’in. /Siz hangi piç köklerden türediniz, /Kimsiniz, neden böylesiniz/ Nasıl boğuldunuz içinde ihanetin./Ne çok hain. 
Zaman geçer, devran döner/Yıkılır sarayı, zindanı zalimin/Efendi uşağını terk eder/Gereği kalmayınca hizmetin/Hele azıcık da diklendiniz mi/Yersiniz kaçınılmaz tekmeyi/Hadi, sıkıysa diklenin/Ne çok hain 
Kimliksizler, omurgasızlar/Hedefisiniz şimdi lanetin. /Ne hizmetinde olduğunuz iktidar/Ne sahte parıltısı şöhretin/Kurtaramayacak sizi bu lanetten, /Halkın içinde yükselen nefretten, /Artık hiç değilse susmayı deneyin. 
Ne çok hain.” 
* Ataol Behramoğlu

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Türkiye, Sudan, "darbe" ve iki fotoğraf!.. - Mehmet FARAÇ

Yaşamın sinsi çelişkileri nefes alınan her yerde kol geziyor...

Mücadelenin, kavganın ve kaosun yaşandığı her alanda, kendini tüm çarpıcılığıyla dışa vurmaya devam ediyor çelişkiler...

Dünyanın hazin halleridir bazen yaşamın içerisinde debelenen çarpık ve mesaj veren manzaralar... "Ders" doludur kimi zaman işte o sarsıcı görüntüler!..

Uygarlık çatışmasında; metropoller ile çöller arasındaki çelişkide, güç zehirlenmesinin gaflet çukurunda bocalayanların sonu gelirken, ortaya çıkan manzaralar bazen kahramanlar yaratıyor, bazen de tüm ihanetleri deşifre ediyor...

İşte tam bu sırada; zaman sahradan denizlere, metropollerden köylere ve kırsaldan uygarlığın tam merkezine kadar karşımıza öylesine ilginç figürler çıkartıyor ki, ne kimsenin ahı kimsede kalıyor, ne de kimse hak etmediği yerde durabiliyor!..

Baksanıza; bu "ders" verici manzaraların ortasında, kimileri polis araçlarında boynu bükük gözaltına gidiyor, kimileri de "çöl" ortasında parlayan bir ışık gibi topluma yol gösteriyor...

Velhasıl, "darbe" direnişinin ardından cemaate "hizmet" zanlılarıyla, uzaklardaki darbeye direnişin figürleri kendi yaşamlarının ortasında ya çöküyorlar ya da ayağa kalkıyorlar!..

İşte Türkiye ve Sudan'dan yansıyan "iki fotoğraf", tüm bu çelişkileri anlatması bakımından, hafızalara kazınmaktan da öteye gidiyor...


ÖSYM'DEN SIZAN HAZİN MANZARA!..
Yazının başlığında "Sudan, Türkiye ve darbe"ye dikkat çekilmesinin çok anlamlı işaretlerini gösteren o iki fotoğraf günlerdir medyada arz-ı endam ediyor...
Gençlerin kaderleri ile oynayanların fotoğraflarıyla toplumların kaderlerinin üzerine giden gençlerin görüntüleri yaşamın içerisinde derin bir çelişkiyi gösterse de, yenilgi ve zaferin en net gerçeğini tasvir etmekten geri durmuyor...
İşte Sudan, işte Türkiye... Konunun "darbe" kısmı aslında bu iki coğrafyayı da oldum olası çok ilgilendiriyor... Çünkü bu iki coğrafya da darbelerden kurtulamadı...

Gericiliğin ve dahası siyasal İslam'ın her zaman toplumu kuşatmaya çalıştığı bu coğrafyalarda, ülkelerin geleceği olan gençleri hezimete uğratanlarla vatanlarının özgürlüğü için direnen gençlerin arasındaki çelişki insanlığa "fotoğraflar" üzerinden ilginç manzaralar sunmaya devam ediyor...

Türkiye'den başlayalım... 15 Temmuz 2016'da Fethullahçıların "darbe" girişiminin ardından deşifre olan sosyo- politik ilişkiler birçok devlette hem bürokratik örgütlenmeleri kıskandıracak boyutta, hem de ekonomik yapılarla birçok ülkenin devlet bütçesini geride bırakacak nitelikteydi...

Olayın ekonomik yönü bir tarafa; bürokrasi içerisinde oynanan oyunlarda, en çok da "sınav" sahtekarlığını konuştu bu ülke...

Yetim hakkı yiyenler, mazlumların ahını alanlar cezaevlerinde...  Kaderleri ve gelecekleri ile oynananların acıları, ıstırapları ve günahları da işte bir cemaatin "sınav" oyunlarında figüran olanların üzerinde...

Askeriyeye, polise, devletin diğer birimlerine personel alımı sırasında, "sınav" sorularını cemaat müritlerine sızdıranlarla ilgili çok sayıda operasyon yapıldı, binlerce kişi cezaevinde, binlercesi de kamudan atıldı...

Ancak hiç bir operasyon eski ÖSYM başkanı Ali Demir'e yapılan kadar anlamlı değil... Çünkü gelecek nesillerin kaderlerinin çizildiği kurumun başındaydı ve orası şaibelerin merkezi haline getirilmişti...

Evet; çünkü sınavlarda, başarıyla başarısız arasındaki hak ve hukuku bulan kurumların başında ÖSYM vardı...

Ve ne yazık ki cemaatin etkin olduğu dönemlerde bu kurum üzerinden sınava giren milyonlarca insanın hakkı yenildi, "altın nesil" diye yutturulan molla- mürit kafalı çok sayıda FETÖ fedaisi de buralardan nemalanarak, yani önceden aldıkları soruları yanıtlayarak başarılıymış gibi devletin en kritik noktalarına sızdırıldı...

Birkaç gün önce gözaltına alınan eski ÖSYM başkanı Ali Demir'in hem iki polisin arasında, hem de bir polis aracında tüm acı serzenişi ile dışa vuran fotoğrafları toplumların ve gençlerin kaderleriyle oynayan bir yıkımın son çöküntüsü olarak ibret vericiydi...



ALAA SALAH'IN ÖZGÜRLÜK DANSI!..
Metropollerden çöllere uzanan çelişkilerin bir başka "portre"si de yine "darbe"lerle sarsılan, aynı zamanda bağnazlık, yoksulluk, açlık, sefalet, vurgun kıskacındaki Sudan'dan...

Yani, milyonların sokaklarda özgürlük naraları attığı sırada yansıdı medyaya oradaki muhteşem "fotoğraf..."

Bu ülkede yaşananlar sırasında, toplumun geleceği olan gençlerin önünü açan bir kadın, tüm dünya medyasının dikkatini çekti, milyonlarca kez paylaşıldı meydanlardaki coşkulu görüntüleri...

Sudan'da, ordunun yönetime el koymasının ardından muhaliflerin meydanlarda kutlamaları sürerken yıldızı parladı o genç kızın...

22 yaşındaki mimarlık öğrencisi Alaa Salah, okuduğu "devrim şiiri"yle gösterilerin sembolü oldu...

Salah, Sudan meydanlarında bir yandan adeta isyan şarkıları söylerken dans ediyor, diğer yandan da on binlerce insan ona alkışlarla eşlik ederken, bir özgürlük ateşi gibi parlıyordu...

Evet; bir yanda Türkiye gibi aydınanmanın gerisine atılmaya çalışılan bir ülkede, sözde "altın nesil" için cumhuriyet nesli "gençler"i feda edenlerin fotoğrafları…
Diğer yanda; sefalet ve gerciliğin esir aldığı Sudan gibi coğrafyada, bir "genç" kız üzerinden parlayan özgürlük ateşinin, bir Afrika ülkesinde gelecek nesiller için umut olmasının görüntüleri... Kim aslında çölde söyler misiniz?..

Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

13 Nisan 2019 Cumartesi

Havuz medyası kapalıysa Ardahanlı Fasbuk var - Miyase İlknur

Kim mi bu Ardahanlı Fasbuk? Aslında öyle biri yok, Üstelik Ardahanlı değil ABD’li. Ama bizim ahali onu da zamanın ruhuna denk düşecek şekilde yerli ve milli yapıvermiş. Maharetleri saymakla bitmez. Hayat da kurtarır, ölüme de sebebiyet verebilir. Garip kuşların yuvasını da yapar, nice yıllanmış yuvaları da dağıtır. Siyasetçileri vezir de yapar rezil de... Havuz medyasının kapılarını sıkı sıkıya kapattıklarında, o, kapılarını alabildiğine açar. Bir tıkla milyonlara seslenebilirsiniz. Daha önce adını sanını bilmediğiniz pek çok insanı fenomen yapar. 

Evet, anladınız Facebook’tan söz ettiğimizi. Bizim Onur, arkadaş buluşmalarının vazgeçilmez konuğudur. İşte bu Onur, askerliğini Artvin’de jandarma olarak yapmıştır. Jandarma karakolunda malum tarla sınırını aşan uyanık köylülerin davasından, Artvin’de pek ünlü olan boğa güreşlerinde boğadan çok sahiplerinin güreşlerine dönüşüveren kavgalarına kadar pek çok olayın takibi için jandarma olarak o köy senin bu köy benim koşturup durur. Günlerden bir gün, iki komşu ailenin birbirini darp etmesi olayından dolayı çok sayıda kadın ve erkek karakola doluşur. Efendim olay şöyle: İki komşu evden birinin evli barklı reisi, komşunun gelini ile Facebook’tan yazışmaya başlamışlar. İş biraz ileri gidince gelin korkmuş ve kocasına komşunun Facebook üzerinden kendisini rahatsız ettiğini itiraf etmek zorunda kalmış. Koca da o hiddetle komşunun kapısına dayanıp karısına Facebook’tan yürüyen adamın kafasını gözünü yarmış ama Facebook’taki yazışmalardan karısının da marifetlerini öğrenince onu da kapı dışarı etmiş. Komşusunu darp eden ve karısını baba evine yollayan adamla birlikte ailesi de karakola getirilmiş. İfadeler alınırken gelinin kaynanası dizlerine vurup “Kör olasın fasbuk yuvamızı dağıttın” diye ağlaşırken, aileye yakın kadınlardan biri meraklanıp sormuş: 
- Kız kimdir bu Fasbuk? Ben tanıyor muyum? Konuya vâkıf olduğu imajını vermek için yine aileye yakın olduğu belli olan bir başka kadın yanıtlamış soruyu: 
- Yok, sen tanımazsın Ardahanlıymış, buralardan değil.
 
İşte bu Ardahanlı Fasbuk, bu seçimlerde muhalefetin en etkili propaganda aracı oldu. Havuz medyası muhalefet adaylarına ekranlarını, manşetlerini ve köşelerini sıkı sıkıya kapattı. Ama seçmen de işte bu Ardahanlı Fasbuk’un gönüllü muhabiri olup sarıldı akıllı telefonlarına. Çektiği görüntüleri anında yaymaya başladı milyonlara. Seçim gecesi sandıklar açılınca iktidar yenildiği için onun safında mücadeleye girmiş olan havuz medyası da yenilmiş sayıldı. Ardahanlı Fasbuk ile onun gönüllü muhabirleri kazandı. 
31 Mart gecesi İstanbul Belediye Başkanı seçilen CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu, havuz medyası sahiplerine “Ailenizin adına leke düşürmeyin” diye hakkaniyetli olmaları konusunda uyarı yapınca, “İmamoğlu bizi tehdit ediyor!” diye feverana başladılar. 
Hadi ya? 
Gerçekten mi?
Reis size ayar verirken dut yemiş bülbüle dönen biz miydik? 
Telefonda fırçayı yiyince ağlayıp özürler dileyen benim babam mıydı? 

Birileri çıkmış, portakal mıdır, mandalina mıdır, narenciye midir nedir? Sokağa çağırıyor. Haddini bil haddini, bilmezsen haddini bu millet patlatır enseni” dediğinde meslektaşımıza şefkat tokadı mı atmıştı? 

Yılmaz Özdil ve Yazgülü Aldoğan’a “Gördüğünüz yerde yüzüne tükürün” demekle kalmayıp Aydın Doğan’a, “Şimdi ben soruyorum. Bu yazıyı yazanların patronları acaba bunları kendi gazetelerinde nasıl barındırıyorlar? Diyorum ki sen bir patron olarak aynı zihniyete mensupsun. Eğer bunları hâlâ tutuyorsan sen de aynı zihniyettesin” diye seslenmesi tehdit değildi, sadece dostça bir ricaydı öyle mi?

Soyadı Uysal, kendisi hırçın 
Son sözümüz de soyadıyla müsemma olmayan Mevlüt Uysal’a... Soyadın Uysal ama sen çok hırçındın be abim. Önce Sivas’ta insan yakan canilerin avukatlığını yaptın, sonrasında da siyasette hızla yükseldin. Başakşehir Belediye Başkanı iken atamayla İBB Başkanlığı koltuğuna oturunca İstanbul’un değil 7 tepesini, 77 tepesini sen yarattın sandın.
 
Muhalefetin belediye başkanlarının, grup başkanvekilinin randevu taleplerine nezaketen “Vaktim yok görüşemem” demeye bile tenezzül etmedin. Bak gördün mü ne oldu? Sen İmamoğlu’ndan randevu bile talep edemeyeceksin. Çünkü artık başkan da değilsin. Soyadlarından fal açmayı bırak da “Ben nerede yanlış yaptım?” diye düşün. Zira artık vaktin bol.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Seçim sonuçları, egemenlik ve iktidar - BARIŞ DOSTER

Yerel seçimlerin ardından sandık sonuçlarına yapılan itirazların bitmemesi, demokrasi çıtamızın daha da sorgulanmasına neden oluyor. Seçimleri, demokrasinin çok önemli gerek şartları arasında gören, ama demokrasiyi sadece sandıktan ibaret görmeyen yurttaşlar endişeliler. Hukuk devletini, düşünce özgürlüğünü, basın hürriyetini, demokratik katılımı, örgütlü toplumu, şeffaf - adil yönetimi, nitelikli - tarafsız bürokrasiyi dışlayarak demokrasiyi yalnızca sandığa indirgeyenlerin, kaybedince, seçim sonucuna da saygı duymadıklarını söylüyorlar. Haklılar. Yaşananlar, Birinci Meşrutiyet’ten (1876) bu yana iyi - kötü, ağır - aksak Meclis ve seçim geleneği olan ülkemizde, istediğimiz demokratik düzey için, çok çalışmak gerektiğini gösteriyor. 

Biliyoruz; demokratik rejimin yerleşmesi, demokratik kültürün kökleşmesi, belli unsurlar gerektirir. Tarihsel miras, siyasal kültür, laiklik, hukuk devleti, demokratik kitle örgütlerinin, meslek odalarının, sendikaların etkinliği, siyasal - yönetici seçkinlerin demokratik olgunluğu, kalkınma düzeyi, orta sınıfların büyüklüğü, halkın eğitim düzeyi, basın özgürlüğü bunlar arasındadır. Yurttaşların demokrasiyi benimsemesi, savunması, sorunların çözümünü demokratik yol ve yöntemlerde araması, demokrasiyi güçlendirir. Demokratik ilkelerin, değerlerin, davranış biçimlerinin ve kurumların kökleşmesi, iktidarların demokratik yollarla gelip gitmesi, rejim açısından önemlidir.

Ancak şu da gerçektir: Demokraside, kâğıt üzerindeki, yasalar önündeki eşitlik, gerçek yaşamda söz konusu olmaz. Yurttaşlar sadece yasalar önünde eşittir. Fiilen değildir. Ekonomik, politik güç olarak değildir. Liberal parlamenter demokraside temsilciler, yurttaşlardan çok, güç odaklarının, çıkar çevrelerinin, büyük sermayenin temsilcileridir. O nedenle vatandaşların demokratik haklarını kullanabildikleri tek yer, sandıktır. Gelir dağılımı adaletsizliği, sınıfsal eşitsizlik varsa, gerçek özgürlük yoktur. Demokrasi için, “kökleriyle beslenir, gövdesiyle yükselir, dallarıyla farklılaşır, yapraklarıyla,  çiçekleriyle renklenir” diyenler, aşiretlerin söz sahibi olduğu; din, mezhep, etnik köken farklarının öne çıktığı toplumlarda, demokrasinin gelişmesinin zor olduğunu da bilirler.

Egemenlik mi? İktidar mı? 
Ülkemizde sağcı partilerin kabullenmesi gereken öncelikle şudur: Demokratik bir düzende partiler, egemenliği değil, iktidarı alırlar. Egemenlik milletindir. Cumhuriyet, egemenliğin kime ait olduğunu saptar. Demokrasi, egemenliğin nasıl, kim tarafından, ne kadar, ne süreyle kullanılacağını belirler. Cumhuriyet, milletin ve yurttaşın bölünmez, vazgeçilmez iradesini; demokrasi iktidarın yönetim felsefesini yansıtır. Demokrasi, siyasal ve hukuksal eşitlikle ilgilenir. Cumhuriyet, bununla yetinmez. Toplumsal, ekonomik, eşitliği de önemser. Zorba, jandarma, piyasacı, işletmeci devlet istemez. Özgür bireyde, örgütlü toplumda, özerk kurumlarda ısrar eder. Sosyal devleti öncelemesi; yurttaşını çeteye, mafyaya, tarikata, cemaate, piyasaya, onların inisiyatifine ve insafına terk etmemesiyle de ilgilidir. O nedenle laiktir. O yüzden toplumsal eşitsizliklere karşıdır.

Kıssadan Hisse: Seçim sonrasında yaşananlar; Cumhuriyeti zayıflatarak demokrasiyi güçlendirmenin mümkün olmadığını bir kez daha göstermiştir.

Barış Doster / CUMHURİYET

12 Nisan 2019 Cuma

Bir sandık kalmıştı - ALİ SİRMEN

Demokrasilerde, siyasal krizler keskinleşmeye başlayınca çare olarak sandık yolu görünür. Eğer seçimle de sorun çözülemiyorsa ortada bir siyasal kriz değil, rejim bunalımı var demektir. 

31 Mart 2019 yerel seçiminin çözüm olmak şöyle dursun, bizzat kendisinin bir düğüm oluşturması ülkeyi kaosun eşiğine getirmesi, iflas belirtilerini de bağrında taşıyan bir rejim bunalımıyla karşı karşıya olduğumuzun kanıtıdır. “Cumhuriyetin son seçimi olmak” olasığını da içeren 31 Mart seçimlerinin yol açabileceği kaos ile Türkiye’nin her alanı kapsayan iflas tablosu, seçimleri hükümsüzleştirmek isteyenlerin çabalarıyla siyasi alanı da içine almıştır. 

Şimdiye kadar siyasal sistemden ortada bir tek sandık kalmıştı, yerel olan son seçimle o da gitti. Artık sen sağ, ben selamet!

***

Çok anlatılmaya çalışıldı, sandık demokrasinin zorunlu koşuluydu, ama yeterli koşulu değil, bir rejimin demokrasi olabilmesi için sandığın yanı sıra temel hak ve özgürlüklere saygılı, çoğulcu, katılımcı olması, kuvvetler ayrılığı ilkesine saygı göstermesi ve adil yargıyı da içermesi gerekirdi.

İktidara egemen olan düşünce ise “ben sandıktan çıktım ne istersem yaparım”dı. Bunun ne kadar sakat ve sonu toplumsal iflasa varan bir yol olduğunu 17 yıl yaşayarak gördük.
Tüm eleştiriler iktidar tarafından “kutsal sandık” defisiyle savuşturulmaya çalışılıyordu. 
AKP yutturmacasını baştan beri yememiş olanlar sandığın, ancak iktidarın lehine sonuç vermesi halinde kutsal sayıldığını aksine bir sonuçta onun da tanınmayacağını anlatmaya nafile uğraştılar. 

Ta ki 31 Mart seçimlerine kadar. O yerel seçimde, CHP İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Eskişehir, Mersin’i aldı, Bursa’yı da zorladı. 

AKP, bir aşk hikâyesi olarak sunduğu İstanbul’un rantı olmadan saltanat süremeyeceğinden, İstanbul’u kaybedince gerçek yüzünü gösterdi: 
- Benim adayım kazanmayınca, ben sandık mandık anlamam! Sonucu kabul etmem! 
Böylelikle adil, eşit ve özgür koşullarda yapılmasına rağmen “var işte” diye gösterilen seçimler de tarihe karışmış, “ben benden yana olmayınca milli irade falan tanımam!” dönemi başlamış oldu. 

Bu şimdiye dek askeri darbelerin bile tutmadıkları bir yoldu.
Kenan Evren bile, yasaklı ve kısıtlı da olsa seçim sonuçlarını tanımamazlık etmemiş, sandıktan çıkan Turgut Özal’a karşı koymamış, koyamamıştır. “Özal’ın arkasında Amerika vardı, sıkı mıydı, Evren’in karşı çıkması!” savı sonucu değiştirmiyor. Sonunda o ya da bu nedenle Evren dahi sandığa boyun eğmişti. Bugün 15 Temmuz darbe girişiminden iki buçuk yıl sonra, muktedirler “sandık sonucunu tanımıyoruz” diyerek darbe girişimi başarıya erişseydi, ne olacak idiyse onu gerçekleştirerek, o zamanlar, “demokrasinin çiğnenmesi için 15 Temmuz darbesine gerek yoktu, demokrasi zaten yoktu ki, çiğnensindi” diyenleri haklı çıkardılar.

***

Onlar, aynı zamanda şunları da söylüyorlardı:
- Türkiye’nin ekonomik sorunları, güven veren tam demokrasi olmadan çözülemez. 
- Ulusal bir tarım politikasını demokratik yollarla yaşama geçirmeden, bir zamanların tarım ülkesi Türkiye’de açlığın yaygınlaşması engellenemez. 
- Diplomatik gafları birbirini izleyen bu iktidar, içeride halkıyla bütünleşmesini sağlayacak demokrasiyi yaşama geçirmeden, içine düştüğü yalnızlık çukurundan kurtulamaz. 
- Kürt sorunu demokrasi olmadan çözülemez. 
- Türkiye’nin bekası demokrasi ile sağlanır. 
Yeni girmekte olduğumuz dönemde göreceksiniz bunlar da doğru çıkacak. Sonunda selamete ereceğiz ama ne yazık ki, bedeli çok ağır olacak.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

12 Eylül darbecilerinin 2005 sonrası mal varlığı, MASAK raporlarında - HAKAN DİRİK

12 Eylül darbecilerinin Mali Suçlar Araştırma Kurulu (MASAK) raporlarına yansıyan serveti Cumhuriyet’te.

Darbeci generaller ve yakınlarının 2005 yılı sonrası mal varlıkları ve para trafiğini içeren MASAK raporları, müdahil avukatların “tarihi ve vicdani sorumluluk” diyerek mahkemeye sunduğu dilekçeyle ortaya kondu. Mahkeme gözetiminde ve yeminli mali müşavir eşliğinde yapılan inceleme sonrasında hazırlanarak Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulan dilekçede, darbeciler ve yakınlarının maddi kazançlarına ilişkin hesap hareketleri ve elde ettikleri gayrımenkuller 52 başlık altında, uzun uzun maddelerle sıralanıyor. 

Cuntacı generaller Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın sanık olarak yer aldığı 12 Eylül yargılamasına Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde bugün devam edilecek. Generallerin mal varlıklarının “müsadere” edilmesi ve 12 Eylül mağdurlarına tazmin edilmesinin tartışıldığı, bu arada Yargıtay’a gidip gelen davada, mahkemeye gelen MASAK raporları, müdahil avukatlarınca da incelenebilmişti. Bu varlıkların bir bölümü iddia olarak geçmiş dönemde kamuoyuna yansısa da listelenmiş dökümü ortaya çıkmamıştı.

Tarihi ve vicdani...

Bugünkü dava öncesinde müdahil Muğla Barosu’nu temsil eden avukat Senih Özay, 26 Şubat 2013 günü yaptıkları MASAK raporları incelemesini, dilekçeye dönüştürerek mahkeme dosyasına sundu. MASAK raporunu “tarihi ve vicdani sorumluluk” gereği dilekçesine aldığını kaydeden Özay; gazetecilere, kitap yazacaklara, akademisyenlere ulaşması düşüncesiyle hareket ettiğini kaydetti. Yargılama sürecinde çuval ve klasörlerle mahkemeye gelen cuntacılara ilişkin MASAK raporlarının yalnızca 2005 yılı sonrasını içerdiğini, asıl önemli olanın bu tarihten öncekiler olduğunu vurguladı. Yine de yeminli mali müşavir eşliğinde inceledikleri raporların “aleniyet” kazanmasıyla “borcunu tamamladığını” söyledi.

Özay’ın dilekçesi, darbecilerin Türk Silahlı Kuvvetleri’nden çıkarılması, kendileri ve yakınlarının bu nedenle kazandıkları hakların geri alınması, elde ettikleri kazançların müsadere edilmesi, bu malların mağdur isteklerine tahsisini talep ediyor.

Tapu hareketliliği

Raporda yakınlara ilişkin Datça, Bornova, Muğla, Marmaris, Sarıyer, Şişli, Beşiktaş, Dikili, Çorlu, Bodrum, Antalya, Menderes, Pendik, Merzifon, Kadıköy, Darıca, Ataşehir’deki tapu alış ve satış hareketliliği tek tek isimler üzerinden ayrı ayrı maddeleniyor. 
Hisse senetleri ve banka operasyonları listelenirken de aynı yöntem izleniyor. 
Garanti Bankası’ndaki 5 ayrı hesaptan yapılan işlemler sıralanırken 880 bin dolarlık virman dikkat çekiyor. 
Ziraat Bankası’ndaki 10 hesapta dönemin parasıyla 676 bin TL’ye ulaşan hareket gözleniyor. Marmaris ve Kızıltoprak şubelerinden 671 bin 671 TL, 
Kızıltoprak Şubesi’nden 402 bin 332 TL’lik hareket dikkat çekiyor. 
Göztepe şubesinde sırasıyla 200, 100, 175, 100, 200, 100, 100 ve 400 binlik hareketler gözleniyor. İşbank Farabi şubesindeki 345 bin 728 dolarlık işlemin yanında 489 bin TL’lik transfer kaydediliyor. Nişantaşı şubesinde 205 bin dolar, 
Fenerbahçe şubesinde 800 bin TL, 
Yapı Kredi Özel Bankacılık’ta 320 bin 157 dolar, 
Akbank Merkez şubede 647 bin dolar, 
TEB Marmaris Şube’de 268 bin dolarlık hareketler raporda ilk göze çarpanlar arasında.

Araç filosu

Avukat Özay’ın dilekçesine göre MASAK raporlarındaki darbeci ve yakınlarına ait 21 araç, plakalarıyla veriliyor.

EV, ARSA, HİSSE, FON

- Yalıkavak’ta 1 ev
- Bodrum İslamhaneler’de 1 ev
- Bodrum Arnavutalan’da 1 ev
- Bodrum Türkkuyu’da 1 ev
- Beşiktaş’ta 2 ev
- Sarıyer’de 2 ev
- Çankaya Karataş’ta 1 ev
- Çankaya Aziziye’de 1 ev
- Manavgat’ta 1 ev
- Marmaris’te 1 ev
- Bodrum Bitez’de 15 bin 808 metrekare arsa
- Sarıyer Pınar mahallesinde arsa
- Bodrum Yeniköy’de arsa
- Bodrum İslamhaneler’de arsa
- Bodrum Yeniköy’de arsa
- Beşiktaş Arnavutköy’de arsa
- Beşiktaş Ortaköy’de arsa
- İstanbul Kadıköy 284-51 parselde 1012 metrekare 24-72 apartmanı, 1 No’lu daire
- Bodrum Kocataşdibi mevkiinde 61-30 paftada, 5 bin 683 metrekarelik arsada 9 adet üç katlı bina, arsanın 1-60 payı
- İstanbul Suaviye Kavisli mevkisinde 61-30 paftada bin 200 metrekarelik arsada 96\2831 pay ile 24 daireden biri
- İstanbul Küçükbakkalköy’de 2849\1 pafta, 1 parselde ....’ya ait mülkiyet görülmekte, Ziraat Bankası’na 90 ve 160 bin TL’lik iki ipotek gözükmektedir
n İstanbul Küçükbakkalköy’de 1884\1 paftada 240 otopark şerhi bulunan arazi, ... ait gözükmekte, 12 blok apartman içerdiği, 160\88468 pay bu kişilere ait görülmektedir
- İstanbul Kadıköy’de 60 paftada, 284 ada 51 parselde 1012 metrekarelik bahçeli apartmanın 38\472 payı ve daireler
- İstanbul Kadıköy’de 1282 metrekarelik arazinin 21 bin 120 payina tekabül eden daireler
- Ankara Çankaya’da 902 parselde 8 bin 450 metrekarelik tarla, tamamı ...’ne ait gözükmekte, üzerinde askeri güvenlik şerhi ve Bakanlar Kurulu’nun afet bölgesi karar şerhi bulunmaktadır
- Ankara 24. Noterliği’nde ...’ye Marmaris, Armutalan, Bakacak mevkii 20 pafta, 1436 parsel, bin metrekarelik intifası.... ait olmak üzere çıplak mülkiyeti ... ait arsaya bina için vekâlet verilmiştir
- İstanbul Şişli Cumhuriyet Mahallesi 994\53 paftada 16 bin 155 metrekarelik arazide, 208\192 bin payda 1 dairenin kayıtlı olduğu, 99 yıllığına TEDAŞ’a kiralandığı görülmüştür
- İstanbul Şişli, Mecidiyeköy 1997\29 paftada iş hanının 4\2 bin 400 payı, dükkân olarak
- İstanbul Beşiktaş’ta 1715\12 paftada 10 bin 745 metrekarelik 8 blokluk apartmanın 2\bin 760 paylı dükkanı
- İstanbul Beşiktaş 1419 paftada 522 metrekarelik arazinin 25\2 bin 400 payı
- İstanbul Beşiktaş Ortaköy mekviinde 1079\172 paftada 60\3380 paylı dubleks daire
- İstanbul Kadıköy Zühtüpaşa mevkii, 284\51 paftada bin 12 metrekarelik 24\472 paya tekabül eden daire
- İzmir Menderes Özdere’de 5208 parselde 4 ayrı mesken ve dükkân
- İzmir Menderes Özdere’de 5210 parselde 11 bin 275 metrekarelik arazide 22 \ 1122 paya tekabül eden dubleks daire
- Antalya Manavgat Çolaklı Köyü’nde 522\1 parselde 51 bin 513 metrekarede 47 apartman olarak 1\562’si
- Bazı şirketler, çeşitli banka ve şirketlere ait hisse senetleri ve fonlar


Hakan Dirik / CUMHURİYET