13 Mayıs 2019 Pazartesi

Dinozorun kuyruğu - ERGİN YILDIZOĞLU

Dinozor can çekişirken, kuyruğuyla etrafını yıkıp dökermiş. Hayır, hegemonyası çökmekte olan siyasal İslamın elinden kaçmakta olanı tutmaya çalışırken sergilediği fiziki ve simgesel şiddetin ülkede yarattığı “beka sorununa” değinmeyeceğim.
Daha çok, hegemonyasının çöküş sürecine adapte olamayan ABD yönetiminin,  Trump döneminde devreye sokmaya başladığı, ekonomik ve siyasi politikaların gündeme getirdiği felaket senaryolarını düşünüyorum.


Bir kez kırıldı mı...
Bir merkez altında kurulan hegemonya bir kez kırıldı mı, hegemon konumundaki ülke, hegemonyasını kalıcı olarak restore edemez, her restorasyon atılımı, bir öncekinden daha sarsıntılı gelişmelere yol açar, çöküşü hızlandırır. Bu gerçeği II. Dünya Savaşı ertesinde, Süveyş Krizi’nde, “9/11” ertesinde ABD, Bush yönetiminin ilan ettiği “Terörizme karşı küresel savaş” politikasıyla, bir imparatorluk düzenine geçme çabalarının sonuçlarında görmüştük. 

Şiddet bir imparatorluk düzeni inşa etmek bir yana gerileme sürecini hızlandırdı: Rusya toparlanarak kaybettiği nüfuz alanı bölgelerini geri almaya, Avrupa Birliği projesini, sağ popülist grupları destekleyerek aşındırmaya, AKP Türkiyesi’ni geleneksel müttefiklerinden, hatta NATO’dan kopartmaya başladı. Dahası şimdi, Rusya, artık ABD iç politikasına da müdahale edebiliyor. 

Bu sırada Çin, bir ekonomik teknolojik süper güç olarak yükseldi; Asya’dan Avrupa’ya, “Tek yol Tek kuşak” projesiyle, Afrika ve Latin Amerika’daki ekonomik/siyasi etkisiyle kendi “küreselleşme” sürecini, dolayısıyla potansiyel bir hegemonyanın maddi zeminini inşa etmeye başladı.

İkinci hamle
ABD, Trump döneminde, ikinci bir hamle yapmaya çalışıyor. Ancak bu kez bu hamleyi yöneten, belirgin bir “Büyük Strateji”den söz etmek zor. Üstelik, küresel ısınmayı, nükleer silahlanmayı önlemeye ilişkin uluslararası anlaşmalardan çıkmak, Birleşmiş Miletler örgütünü ve NATO’yu zayıflatmak, Almanya’yı “rakip güç” olarak tanımlamak gibi adımlar, geçmişte ABD’nin hegemonyasını ayakta tutan düzeni yıkıyor.
Bu ikinci hamle, bir tarafta Ortadoğu’da bir “büyük savaş” olasılığının, diğer taraftan küresel çapta büyük güçler arası gerginlikleri, bir Çin-ABD çatışması olasılığını güçlendiriyor. 

ABD bölgeye Patriot füze savunma bataryası, savaş gemisi, B-52 bombardıman uçakları gönderdiğini açıklarken İran devletinin Devrim Muhafızları örgütünü terörist ilan etti. Böylece, ABD “Terörizme karşı küresel savaş” kapsamında İran’a karşı fiilen savaş ilan etmiş oluyordu. Şimdi bölgede, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, İsrail ve ABD ekseni ile İran-Rusya (hatta Çin) ekseni karşı karşıya. Bugüne kadar “iki iskemleye birden oturmayaçalışan” AKP yönetiminin seçenekleri, yalnızca içerde değil uluslararası alanda da hızla tükeniyor. 

ABD politikaları, ekonomik alanda, Çin mallarına yüzde 25’e ulaşan ithalat vergileri getirirken, Çin’in de karşılık vereceğini açıklamasıyla, bizzat ABD liderliğinde inşa edilmiş uluslararası “liberal” ticaret sistemine büyük bir darbe vurdu; yeni bir mali kriz ve küresel resesyon olasılığını arttırdı. İronik olan şu ki, ABD ile Çin arasındaki ticaret pazarlıkları başarıya sonuçlansaydı, bu kez Dünya Ticaret Örgütü bu anlaşmanın dışında kaldığından, liberal ticaret sistemi yine büyük bir darbe yiyecekti. 

Kısacası, ABD yönetiminin (Trump’ın, hakkındaki soruşturmaların basıncını hafifletme arzusuyla da beslenen) dış politikası, yükselen rakip güçler karşısında gelişigüzel, rastlantılara tutsak reflekslere benziyor. Dolayısıyla dünya, birçok noktada, çok tehlikeli ve önceden tahmin edilmesi zor gelişmelere gebe, her an bir sıcak çatışmaya yol açabilecek, “Tükidides tuzaklarıyla” dolu bir döneme giriyor. 

Bu sırada, AKP’de temsil edilen siyasal İslamın iktidarda kalma çabasıyla, II. İstanbul yerel seçimlerini kazanmak için alacağı riskler, bölgede gelişen savaş ortamında (ülkedeki IŞİD varlığının, kangren olmuş “Kürt sorununun” da olası katkılarıyla) artmaya başlayan riskler, Türkiye’nin de büyük belirsizliklere gebe olduğunu düşündürüyor.

ERGİN YILDIZOĞLU / CUMHURİYET

DOĞU AKDENİZ:BÖLGESEL KRİZE DOĞRU(I-II) - Mustafa Kemal Erdemol

(I)

Doğu Akdeniz'de Türkiye'yi ne bekliyor?

EastMed projesinde boru hattının Türkiye karasularını kullanmaması amaçlanıyor. Proje bu haliyle Türkiye’yi dışlamış durumda. Başlangıç halindeki proje, bölgenin jeopolitiğindeki değişiklikleri yansıtacak şekilde yeniden düzenlenme fırsatına hâlâ sahip.
İsrail, Yunanistan, İtalya, Ürdün, Mısır ve Güney Kıbrıs tarafından oluşturulan Doğu Akdeniz Gaz Forumu kurulduğundan bu yana bölgede ciddi sorunların kaynağı haline gelmiş durumda. Lübnan’ın, Suriye’nin ve KKTC’nin yanı sıra Türkiye’nin de bu platformun dışında tutulması krizi derinleştiren bir olgu.

20 Mart 2019’da İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan arasında Kudüs’te 6’ıncısı yapılan Enerji İttifakı Zirvesi’ne ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun da katılması konuyu daha da önemli bir hale getirdi. Özellikle adı geçen üç ülkenin ortaklığı “Enerji Üçgeni”ni güçlendirmiş bulunuyor. Ancak bölgede var olan gazın Avrupa’ya taşınması amacıyla oluşturulan Doğu Akdeniz Boru Hattı da (EastMed) Türkiye proje dışında bırakıldığı için taşınma güzergâhının uzunluğundan ötürü hayata geçirilemedi henüz. EastMed, eğer hayata geçirilebilirse İtalya’daki ara bağlantı terminallerine ulaşmak için 1.250 mil uzunluğundaki bir boru hattı boyunca yılda 352 milyar metreküp doğalgaz taşınmış olacak.

EastMed projesi Türkiye ile ilişkileri bir hayli kötü olan Kıbrıs, İsrail, Yunanistan (ve Mısır) arasındaki stratejik bir ittifak. Siyasi anlaşmazlıklar bir yana bırakıldığında bölgedeki her ülkenin yararına olabilecek projede yer alanların Türkiye’ye, Türkiye’nin de proje mensubu ülkelere karşılıklı olarak ihtiyacı var kuşkusuz.

Doğu Akdeniz’de yeni keşfedilen 40 trilyon metreküplük doğalgazın, dünya piyasasını etkileyecek bir önemi pek yok aslında. Ancak siyasi yansıması böyle değil. Bu proje etrafında Doğu Akdeniz’de yeni konumlanmalar, yeni ittifaklar söz konusu.

EastMed’de, Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail arasındaki enerji konulu ittifak hiç de küçümsenecek bir ittifak değil. Yerel enerji tüketimi ve ihracat beklentileri göz önüne alındığında bu ittifak üç ülke için de ekonomik bir nimet. EastMed boru hattını Avrupa’ya ulaştırma konusundaki enerji temelli bu son yakınlaşmalar, rekabetin yoğun olduğu bölgede en güçlü işbirliğini yaratmış oldu.

Bölgeyi, bölge ülkeleri arasında bir kriz alanına dönüştürme potansiyeline sahip gelişme 2009’da İsrail kıyılarındaki Tamar ile Leviathan’da büyük oranda doğalgaz rezervi keşfedilmesiyle başladı. Uzmanlara göre bu devasa kaynak 40 trilyon metreküp doğal gaz içeriyor. Bu, İsrail’in bir yüzyıl boyunca mevcut doğalgaz ihtiyacını karşılayacak bir miktar. Araştırmalar sürdüğü için kaynakların gerçek boyutlarının ne olduğu tam olarak bilinmiyor. Ama ne olursa olsun bu miktar, İsrail ile Güney Kıbrıs’ın ekonomilerini ciddi boyutta olumlu anlamda değiştirecek.

Tabii kendi iç gereksinimlerini karşıladıktan sonra her iki ülke için ihracat da devreye girecek. En büyük alıcı ise kuşkusuz Avrupa. Avrupa Komisyonu’nun (AK) Enerji Yol Haritası 2050’de kıtadaki alternatif enerji kaynaklarına yönelmeyi içeriyordu. AK, doğalgazı kömür için alternatif olarak değerlendiriyor ama asıl endişe Rusya’nın Avrupa’nın gaz pazarındaki büyük payı. Bu nedenle Doğu Akdeniz’deki rezervlere büyük önem veriliyor.

Avrupa Komisyonu “Ortak Çıkar Projesi” olarak nitelediği EastMed için kesenin ağzını hem de bir hayli açtı. EastMed’in teknik çalışmaları için 34,5 milyon Euro (38,9 milyon ABD Doları) tutarında katkıda bulundu.

Gerçekleşmesi kolay mı?
Öyle görünmüyor. Defalarca ertelendiğini anımsayalım. Çünkü projenin başarısı siyasi konulardaki sorunların haline bağlı. Örneğin Türkiye ile Güney Kıbrıs arasındaki Kıbrıs sorunu projenin hayata geçirilmesini zorlaştırıyor. Bu sorun Doğu Akdeniz’deki enerji jeopolitiğinin merkezinde bir sorun. Türkiye’nin tutumu Kıbrıs Sorunu çözülünceye kadar bu projenin gerçekleşmemesi yönünde. Öte yandan projeye taraf olan ülkeler Türkiye’nin sondaj gemilerine müdahale edeceği konusunda endişeler dile getiriyorlar. Türkiye’nin Şubat 2018’de, Kıbrıs’ın güney sahilinde, İtalya’nın gaz şirketi ENI’nin sahibi olduğu sondaj platformunun bölgeye transferine engeller çıkardığı iddia edilmişti.

EastMed projesi halen başlangıç aşamasında. Dolayısıyla bölge jeopolitiğindeki değişiklikleri de yansıtacak şekilde yeniden düzenlemek için hâlâ zaman var. Ancak fiziksel altyapının oluşturulmasının zamanını ve maliyeti göz önüne alınırsa, boru hattı döşendikten sonra gelecekteki siyasi gelişmelere kolayca uyum sağlayamayacak.

Bu sorunun yaşanmaması için bölgenin büyük güçlerinden biri olan Türkiye’nin bu enerji alanında ortaklığa çağrılması zorunlu. Ancak proje mensupları bunu da kolay yapabilecek durumda değiller. Ayrıca projeye sürekli ekstra maliyetler de ekleniyor. Bunlar ciddi zorluklar.

Güney Kıbrıs’ın pazarlık kozu
Afrodit ve Calypso gemileri ile doğalgaz yataklarında sondaja devam eden Güney Kıbrıs için ise bu gelişme Türkiye karşısında önemli bir fırsatı kazandığı anlamına geliyor. Örneğin gazın ekonomik getirilerini Kıbrıslı Türklerle paylaşmayı yeniden birleşmenin gerçekleşmesine bağlıyor. Açıkça söylemiyor ama Kıbrıs görüşmelerinde bunu pazarlık unsuru olarak kullanıyor.

En kısa yol Türkiye üzerinden
Oysa enerji uzmanları ile diplomasi kaynakları siyasi anlaşmazlıkların bir yana bırakılması halinde coğrafi konumu ve altyapısı ile bölgenin enerji geliştirme projelerinde Türkiye’nin ideal bir ortak olabileceğini belirtiyorlar. Bu görüşe göre Kıbrıs çevresindeki ulusal gaz alanlarından Türkiye’deki mevcut boru hatlarına, gaz terminallerine doğrudan bağlantı, Avrupa pazarlarına daha ucuz, daha verimli bir yol yaratacak. Bunun Türkiye’ye de yararı artan enerji talebini karşılamak olacak.

Türkiye-İsrail ilişkileri genel olarak kötü durumda. Türkiye ve Yunanistan, NATO üyesi iki ülke ama buna rağmen ilişkiler çoğu zaman fırtınalı seyrediyor. En yakın tarihli gerilim gerekçesi, Türkiye’nin, 15 Temmuz darbe girişiminde Yunanistan’ın da parmağı olduğu iddiası. Zaten bu jeopolitik gerilimler nedeniyle, EastMed projesi Türkiye’nin karasularından kaçınmak için, boru hattını uzun yoldan geçirme üzerine kurulu ve Türkiye’yi özellikle dışarıda bırakma amaçlı.

Ancak bu tutumun sorunları değiştirmekten başka bir işe yaradığı söylenemez. Çünkü Türkiye, EastMed gibi bölgesel işbirliği çabalarının dışında tutulursa, Kıbrıs’ta çözüm de, Avrupa Birliği ile yapılan göç anlaşmaları da tehlikeye girebilir.

Ayrıca unutmamak gerekir ki, Türkiye’nin Rusya, İran ve Çin ile daha da güçlü olan ilişkileri nedeniyle eli bir hayli güçlü. Dış politikada “bağımsız” gibi tutum almasına rağmen Türkiye Batı için hâlâ önemli bir müttefik.

Mısır: En önemli ülke
Projenin taraflarından biri olan Mısır, 2015’de Zohr sahasında 800 milyar metreküpten fazla doğalgaz rezervi keşfetti. Bu 2012’den beri doğalgaz ithalatı yapan Mısır’ı enerji piyasasında çok çok önmeli bir aktör haline getirdi.

Doğu Akdeniz’de sahil şeridi en uzun olan ikinci ülke Mısır. Bu konumuyla, kurduğu yeni ittifaklarla Doğu Akdeniz’de bir hayli güç kazanmış durumda. Bölgeye dahil oluşu Güney Kıbrıs’la 2003 yılında imzaladığı Münhasır Ekonoik Bölge anlaşmasına kadar gidiyor. Türkiye de Mısır’la bu tür bir anlaşma yapmayı dış politikada öncelikli hedeflerden biri olarak görüyordu hep. Ancak, Mısır’da Müslüman Kardeşler destekli Muhammed Mursi’nin bir askeri darbeyle düşürülmesiyle birlikte iki ülke arasındaki ilişkiler tamiri zor biçimde bozuldu.

Mısır’ın Türkiye ile ilişkilerinin bozulması İsrail’e Doğu Akdeniz’de Mısır’la işbirliği yapma olanağı yarattı. İsrail, Tamar ve Leviathan sahalarından çıkaracağı yaklaşık 40 milyar metreküp oranındaki doğalgazın kendine yeten miktarı dışında kalanını Avrupa’ya olduğu kadar Arap ülkelerine de aktarmak istiyor. Bunun için de zaten Arap ülkelerine doğalgaz satışı yapan Mısır’la işbirliğine büyük önem veriyor. Çünkü İsrail de bölgenin doğalgaz dağıtan merkezlerinden biri olmayı hedefliyor.

Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklı bu durum özellikle Türkiye ile Yunanistan’ı bir kez daha karşı karşıya getirebilir.
TÜRKİYE NE KAYBEDİYOR?
Türkiye de proje dışında kalmaktan ötürü ciddi zararlar görebilir. Türkiye dışında bırakıldığı bu projenin kendisi olmadan yaşama geçirilmesine elbette razı olacak değil. Katılmaması diğer ortakların zararına da olacak belki ama Türkiye de proje dışında kalmanın zararlarıyla karşılaşacak. Örneğin yalnızca doğalgaz ithalatı için ucuz kaynak temin etme olanağını da Avrupa’ya gaz ihracı için transit bir rota görevi görmenin kazanımlarını da kaçırmış olacak. Malum, Türkiye’nin enerji ihtiyacı hızla artıyor. Yenilenemeyen kaynaklarının az olması nedeniyle Türkiye doğalgaz satın alımında yüzde 70 Rusya ve İran’a bağımlı durumda.

Türkiye’nin Rusya’ya ve İran’a enerji alanındaki bağımlılığı, Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail’in EastMed müzakerelerinde Türkiye’ye karşı bir avantaj sağlıyor. Bu boru hattının, Türkiye için ekonomik kazanımlar sağlayabilecek, temel ulusal güvenlik gereksinimlerini karşılayabilecek, önemli bir işbirliği gerekçesi olma potansiyeli var.

İttifak’a da kaybettiriyor.
Bununla birlikte, Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail de Türkiye’yi izole etmekle bu “Enerji Üçgeni” düzenlemesini ideal olmaktan uzak bir konuma itmiş oldular. Projenin maliyetini düşürmek ve bölgesel çatışma riskini azaltmak için Türkiye’yle işbirliği yapmaktan başka çareleri yok aslında.


ABD, hem Türkiye’nin ulusal güvenliği hem de Türkiye’nin ekonomik kalkınması için projenin faydalarını dile getirerek, Türkiye’nin yüzünü yeniden Batı’ya döndürmek için projeyi kullanma politikası güdüyor.

Ancak bu Türkiye’yi sorunlu olduğu ülkeler karşısında ciddi tavizler vermek zorunda bırakabilir. Bu da yerel seçimleri bile “milli beka” söylemi üzerine oturtan Recep Tayyip Erdoğan’ın eline iç siyasette kullanacağı yeni bir malzeme demek.



(II)

Türkiye’yi bekleyen tehlikeler

Doğu Akdeniz’deki mevcut durum Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki rekabet gücünü azaltabilir. Yunanistan’ın Mısır’la ortak münhasır ekonomik bölge ilanı, Türkiye’nin sahil şeridine sıkıştırılması demek. Proje nedeniyle İsrail- Güney Kıbrıs yakınlaşması Türkiye’nin güney sahillerinde savunmaya dönük daha fazla harcama yapması anlamına geliyor.
Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru hattı Projesi’nin (EastMed) destekçileri bölgedeki doğal gazın Avrupa’ya taşınmasının Rusya’nın Avrupa doğalgaz pazarını zayıflatacağını savunuyorlar. Karşıtları ise projenin gerçekçi olmadığı iddiasında.
Hangi iddianın haklı olacağını zamanla anlayacağız ama şu soru hâlâ önemini koruyor: Proje başarılı olabilir mi? Bugünkü koşullarda bu pek mümkün görünmüyor. Çünkü proje için gerekli olan altyapı halen yetersiz, bölgeye ilişkin politik kısıtlamalar da geciktirici bir faktör. Hat boyunca birden fazla noktada gaz bulunması, ortak ülkelerin uyumunu zorunlu kılıyor. Politik değişkenlikler bu konuda uzun erimli bir beraberlik sağlayamayabilir. Daha önce de belirtildiği gibi devasa maliyet artışı, bu artışın ortak ülkeler arasında nasıl pay edileceği konusunda soru işaretleri taşıyor.

Begin-Sadat Stratejik Araştırmalar Merkezi’nce yayımlanan bir belgede konunun uzmanlarından Dr. George Tzogopoulos, EastMed boru hattının pahalı ve zor olacağını savunuyor. Böyle düşünmeyenler de var tabii. Örneğin Yunanistan Doğalgaz Tedarikçisi DEPA’ya göre “proje teknik olarak mümkün”. DEPA, Cezayir ve İspanya arasındaki Medgaz boru hattının başarısını anımsatarak aynısının EastMed’de başarılabileceğini belirtiyor. İsrail Enerji Bakanı Yuval Steinitz de yapımda karşılaşılacak sorunlara rağmen EastMed’in 2025 yılına kadar tamamlanabileceğini öne sürüyor.

Eğer tamamlanabilirse dünyanın en uzun ve en derin boru hattı olacak olan EastMed için en büyük zorluk teknik açıdan uygulanabilir olup olmadığı. Örneğin hat Girit’e yaklaşırken derinlik daha da artıyor. Diğer bir zorluk, 4 milyar dolardan 7 milyar dolara kadar çıkacağı öngörülen maliyet. Bu sorunları giderebilmek için alternatif senaryolar var tabii. Kıbrıs’ta ya da İsrail’deki Sıvılaştırılmış Doğalgaz (LNG) tesisleri de kullanılabilir ki bu yeni inşaatların yapılmasını gerektirmeyeceği için maliyeti azaltabilir.

Zorluklar Türkiye ile aşılabilir
Ancak pratik olarak iki gerçek seçenek bulunuyor. Birincisi, İsrail sularındaki Leviathan rezervuarından başlayarak, Güney Kıbrıs sularından geçen ve Türkiye’nin güneyine ulaşan 550 km’lik bir denizaltı boru hattı inşa etmek. İsrail gazı daha sonra güney Türkiye’den mevcut ya da yeni inşa edilecek boru hattı ağları aracılığıyla Avrupa’ya aktarılabilir. Bu proje, EastMed’in maliyetinin yarısına veya muhtemelen yarısından daha azına mal olabilir. Ancak Kıbrıs Sorunu’ndaki tutumu nedeniyle Türkiye’nin alternatif bir seçenek olarak düşünülmesi zor. İkinci seçenek, Mısır’da zaten mevcut olan LNG tesislerini kullanmak.

Bir başka sorun da şu; İsrail’in Mısır’la ilgili çekinceleri var. Çünkü, Mısır’ın enerji sektöründeki Rusya’nın rolünden İsrail’in memnun olmadığı biliniyor. İsrail, Doğu Akdeniz’de enerji gelişimi için itici güç durumunda, bu konudaki seçimleri hem stratejik hesaplamalar hem de uzun vadeli ekonomik planlama açısından etkili olacak. İsrail, bu nedenle kendince “güvenilir, demokratik” ülkelerle işbirliği yaparak istikrarsızlık riskini azaltabilecek, kıtadaki müşterileri güvenceye alabilecek, nihayet AB ile ilişkilerini güçlendirecek.

Ankara’nın kaybı ne olur?
ABD’nin açıkça projenin yanında yer alması, Kıbrıs Sorunu’nda Güney Kıbrıs’ın avantajlı duruma geçmesi, Mısır’ın projenin en önemli oyun kurucu olması, yine Mısır’daki tesislerin devreye girerek projeyi Türkiye’ye muhtaç olmaktan çıkarması, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki rekabet gücünü azaltabilir.
Güney Kıbrıs’ın ilan ettiği münhasır ekonomik bölge politikası dengeleri değiştirecek bir önem taşıyor. Güney Kıbrıs’tan sonra Yunanistan da Mısır ile birlikte münhasır ekonomik bölge ilanına hazırlanıyor. Bu gerçekleştiği takdirde Türkiye’ye ait alanın 71.000 km2’si Yunanistan’ın münhasır ekonomik bölgesi olacak. Bu Türkiye’nin sahil şeridine sıkıştırılması demek. Bu münhasır ekonomik bölgeler yüzünden Türkiye balıkçılıkta da ciddi sorunlarla karşılaşabilir.

Hat, eğer yapılırsa, İsrail gazı Türkiye’ye ihtiyaç duyulmadan Avrupa pazarlarına aktarılabilir, böylelikle Türkiye’nin enerji dağıtım üssü olması projesi hayata geçemez.

Askeri alanda İsrail- Güney Kıbrıs yakınlaşması da Türkiye’nin işine gelmeyecektir. Bu Türkiye’nin güney sahillerinde savunmaya dönük daha fazla harcama yapması anlamına geliyor.

Rusya’nın dış politikasında enerji politikaları çok büyük yer tutuyor. Bütçe gelirlerinin neredeyse yarısı enerji kaynaklarından gelme. AB’nin doğalgaz ihtiyacını, yüzde 41 gibi bir oranda Rusya sağlıyor. Bu gelirlerin sürekliliği Rusya için yaşamsal önemde. Doğu Akdeniz gaz hattı, tabii ki Rus gazına bir alternatif. Rusya bu nedenle projede yer alan ülkelerle ilişkilerini geliştirmenin yolunu arayacak. Yine bu nedenle, yakın bir tarihte Rusya’nın Lukoil firması Mısır’a ait ZOHR sahasının yüzde 30’unu satın aldı. Suriye’nin kıyı kesiminde 25 yıllık sondaj hakkı Rus enerji firmalarında. Rusya, İsrail ile işbirliğini geliştirerek Tamar ve Leviathan sahalarındaki gazın bir kısmını sıvılaştırmış olarak Doğu Asya pazarına satmayı planlıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgedeki haklarını kabul etse de, doğrudan Türkiye’nin yanında tutum alması beklenemez. 

Bu Türkiye’yi iyice yalnızlaştıran bir durum. Türkiye’nin bölgede diyalog kuracağı tek ülke yok.

Rusya, Türkiye’ye destek olmak için projede yer alan ülkelerle kurduğu ikili ilişkilerden vazgeçmeyecek. Türkiye’nin bölgede sondaj yapmasına Rusya Dışişleri Bakanlığı karşı çıktı örneğin. Türkiye Doğu Akdeniz’de eğer Rusya desteğini almak istiyorsa, birçok taviz vermek durumunda kalacak. Örneğin S-400’ler konusunda ikircikli tutumunu bırakması gerekecek, Fırat’ın Doğusu’na yapılacak bir askeri harekatta Rusya’nın desteği gerektiğinde, Rusya bu desteği, Mısır, Güney Kıbrıs, Lübnan’la kurduğu ilişkileri tehlikeye atacak şekilde verecek mi bunun garantisi yok.

Mısır’la El Kaide destekli Muhammed Mursi’nin devrilmesi gerekçesiyle ilişkilerini bozması Türkiye’nin karşısında Doğu Akdeniz’de çıktı denebilir.

Mustafa Kemal Erdemol / CUMHURİYET

12 Mayıs 2019 Pazar

Fransa’da bir komün köy ve Fatsa ile dayanışma hikayeleri…- ÖZLEM YENİAY

Longo Mai’nin hikayesi, orada kurulan yaşam, gösterdikleri dayanışmanın gerçekten en güzel örnekleri, hepimiz, özellikle Türkiye’de görece yeni oluşmaya başlayan kolektif yapı deneyimleri için yol gösterici ve ilham verici.

1973 yılında on iki farklı ülkeden 30 kadar yoldaş bir araya gelerek, Marsilya’da içinde bugün üç yerleşim alanı bulunan 300 hektarlık bir araziye kavuşmuşlar. Konuyu daha yakından takip etmek için komünün ‘kolaylaştırıcıları’ Nicolas ve Martina ile haberleşip, gidebilmemiz için uygun zamanı ayarlaması ile misafir olduk. “Longo Mai” bölgenin yerel lehçesinde çok yaşa, uzun yaşa demek.
Vardığımızda Nick bizi ufak kırmızı bir arabayla, onca işinin arasında belki komünün radyosu Radyo Zinzine’den, belki haftalık toplantılarından ya da komün içinde koşturduğu işlerden birinden çıkıp, koşarak almaya gelmiş gibi. İnce, uzun, yaşı varsa ki var -ilerde anlatacağım Fatsa davalarına katılmaları hikayesinden çıkaracağız hep birlikte sanırım- gözleri ışıl ışıl ve bedenen oldukça dinç… 
Longo Mai Marsilya’nın Forcalquier komününe yarım saat mesafede. Üç yerleşime bölünmüş alan eğimli bir arazi üzerinde. Üçünde de küçük odaların oluşturduğu yan yana bina kompleksleri şeklinde yaşam alanları var. Komünde bizim ziyaret ettiğimiz dönemde yüze yakın insan vardı, ancak etrafta ve başka şehir ve hatta ülkelerdeki Longo Mai yaşam alanlarında yüzlerce yoldaş birlikte yaşıyorlar. Komünün emektarlarından olan ve kurucuları arasında yer alan Miguel ile bir öğle arası sohbeti esnasında kuruluş aşamasında 30 kişi olduklarını, önce bir kongre yaptıklarını ve o kongrede bir yer bulmaya karar verdiklerini söylüyor ve komünün işleyişine dair şunları anlatıyor:
“Komünün başlangıcından beri merkezi İsviçre ve orada bağımsız bir vakıf var. Bir anlaşma/sözleşme metnimiz var ve arazi mülkiyetleri bu vakıf üzerine. Buna göre mülkiyet kişilere devredilemiyor. Toprak sadece burada yaşayan ve çalışanlara ait. Ben o vakfa üye değilim ama ona bağlı derneğin üyesiyim. 1993 yılına kadar bir liderimiz vardı ancak o ölünce yapıyı değiştirdik. Liderlik ortadan kalktı ve eskiden hiyerarşi ve katı kurallar varken şu an daha esnek bir yapıya sahibiz. Komünden atılmak diye bir şey yok bunun gibi komüne katılmak için de özel bir mekanizmamız da yok. Mailleri takip eden bir ekip var örneğin, iletişim onlar üzerinden yürüyor. Yazışmaları onlar yapıyorlar, gelenlerin komüne katılıp katılamayacağına ise hep birlikte karar veriyoruz. Eğer komünün diğer sakinleri il bir uyum yakalayabilirlerse kalıyorlar. Ama gelen kişi herkes için uygun değilse senin için başka bir yer daha uygun olabilir diyoruz kendilerine.”
Benim aklımda katılım süreci, ayrılma süreci, emeklilik, ekonomileri, kooperatiflerin organizasyonal yapıları ve işleyiş biçimleri, gelir dağılımı, komün içi toplumsal adalet, uzlaşma mekanizmaları, eğitim, sağlık, çocuk bakımı vs. gibi onlarca soru olmakla birlikte hepsini bir haftada öğrenmek mümkün olmuyor. Ancak özellikle gelir dağılımı ile ilgili oldukça enteresan bir yöntem uyguluyorlar. Maaş ya da yevmiye gibi belirlenmiş bir emek değer mekanizması yok. Anlatılanlara göre herkes ihtiyacını belirten, “küçük kağıtlar” dedikleri, taleplerini muhasebe/finans birimine yazıyor ve haftalık toplantılarda bu talepler kabul ediliyor ya da reddedilmese bile negoşiye ediliyor. Ancak burada anlamakta oldukça zorlandığım nokta seyahat, kişisel ihtiyaçlar gibi kalemlerin düzenlenmesi ya da sınırlanmasına dair ilkelerden bahsedilmemesi. Başka bazı benzer yapılarda yıllık otobüs ve uçak yolculuklarının sayısının sınırlanmasına kadar belirlenmiş, üyeler arasındaki eşitliğin sağlanmasına yönelik çabalar olduğunu görmüştüm. Çünkü ihtiyaç sınırları belirsiz olduğu noktada biraz muğlak bir tanımlama olarak kalıyor. Özellikle Longo Mai gibi barınma ve beslenme ihtiyacının komün tarafından karşılandığı bir yerde. Örneğin eğitim komün içinde sağlanmıyor dolayısıyla çeşitli aşamalarda eğitim alan öğrencilerin ihtiyaçları neye göre değerlendiriliyor. Çeşitli şifa bitkileri yetiştirilmesine ve merhem vs. gibi takviye ilaçlar yapılmasına rağmen ciddi sağlık sorunları ortaya çıktığında ya da söylenildiğine göre isteğe bağlı olarak dışarıdaki sağlık kurumlarına başvuruluyor. Bunun dışında çocuk bakımının ortaklaştırılması ve kadınların bu alandaki duygulanımsal emek ve bakım emeği türünden özgürleştirilmesine yönelik bir mekanizma, pratik ve hatta tartışma maalesef yok. Dönmeden hemen önce Nick ve Martina ile kendi yerleşimlerindeki mutfakta hazırladıkları ve bizi davet ettikleri bir “özel” akşam yemeği yedik. 
Yemekte, ilk iş olarak yoldaş Rami’nin bizi bir gece takılmak için “Fatsa’ya gidiyoruz, gelsenize” diyerek davet ettiği, bizim biraz eblehçe ve tabi ki anlamayarak “Ne Fatsa’sı Rami, ne diyon” dediğimiz, ama sonrasında da ortak alanlardan birine ‘Fatsa Evi’ adının verildiğini öğrendiğimiz evlerini, Fatsa’yı sorduk. Ve anlatmaya başladılar;
“1982 yılında darbeden kaçarak Fransa’ya gelen Türkiye komünistlerle tanıştık ve European Comittee for the Defence of Refugees and Immigrants’ı (Avrupa İlticacı ve Göçmenleri Savunma Komitesi) kurduk. O zaman İsviçre Basel’de bir kültürel merkez vardı. Burada çoğunlukla erkek olan ve Devrimci Yol davasından ceza almış siyasi sığınmacılar festivaller yapıyor, ortak mutfaklarında çok güzel yemekler yapıyorlardı. Biz onların hikayelerini dinlemeye başladıktan sonra Türkiye’de neler olduğundan haberdar olduk ve hikayelerini yazmaya başladık. Dev-yol yerel yönetim deneyimi ve stratejileri ilgimizi çekmişti. Aynı davadan yargılananlara yüzlerce tutuklama ve yine yüzlerce idam cezası verilmişti. Bu esnada Fatsa, Yeni Çeltek Direnişi, ve Amasya Cezaevi’nden haberdar olduk. Fatsa Belediye Başkanı Fikri Sönmez’in yaptıklarından, oradaki yerel-yerinden yönetim deneyiminden çok etkilendik ve burada bu konuda toplantılar yaparken bir yandan Avrupa’daki belediyeleri dayanışma için örgütlemeye başladık. Londra, Lisbon ve Rotterdam gibi belediyelerin de içinde olduğu bu organizasyon yüzlerce mektup yazdı, grevler organize etti. Amacımız Avrupa’daki solcuların dikkatini çekip, yargılananlar ve tutuklularla dayanışarak onları yargılayan mahkemeler ve darbeciler üzerinde bir baskı oluşturmaktı. Özellikle geri gönderilme davalarını takip ettik. O zaman Amasya’ya gönderilen dört delege arasında İşçi Partisi genel başkanı Jeremy Corbyn de vardı. İrlanda’nın şu anki başbakanı Michael Higgins de yine o dört kişi arasındaydı. Amasya’ya gelen heyetin polis tarafından tartaklanması da söz konusu oldu ve Fatsa davası bir dönem Avrupa’da çok büyük gündem oluşturdu. Ancak 1983-84’e gelindiğinde delegasyonların gözlemciliğine izin verilmemeye başlandı. Avrupa’da yüzlerce belediyeyi örgütleyebilmiştik bu bizim için çok büyük bir başarıydı ama Türkiye’deki tutuklular üzerinde çok büyük etkisi olduğunu söyleyemem. Hapishanelerin durumu korkunçtu, ölüm cezaları ve işkence devam ediyordu.” 
Bu dönem sonrasında Fransa’ya iltica etmiş ve Longo Mai’de kalmış 10-12 Fatsalı inşa etmiş Fatsa Evini. Fatsa davasının onlar için ne kadar önemli olduğunu anlattıkları detaylar ve yemek sonunda bize verdikleri broşür ve kitapçıklardan, yaptıkları yayınlardan daha iyi anladık. Yılmaz Güney ve Kalan müzikle tanışmışlar sonraki yıllarda, Terzi Fikri’nin oğluyla görüşmüşler yanlış anlamadıysam 2010 yılında. Martina “Fatsa’dan ve Türkiye gündeminden uzak kaldığımız yıllar boyunca biz bir şeyler değişti sanıyorduk” dedi sonra.Longo Mai’nin hikayesi, orada kurulan yaşam, gösterdikleri dayanışmanın gerçekten en güzel örnekleri, hepimiz, özellikle Türkiye’de görece yeni oluşmaya başlayan kolektif yapı deneyimleri için yol gösterici ve ilham verici… Ve en az onun kadar Terzi Fikri ve Fatsa deneyiminin kendisi de öyle.
ÖZLEM YENİAY / BİRGÜN

Demokrasiyi hak etmek - Mine G. Kırıkkanat

Siyasal İslam öncesi Türkiye’de yetişen bizler, yıllardır eşit yurttaşlık haklarından kendi rızasıyla vazgeçen kadınlarımıza hayret ettik. Çocuk, insan ve hayvan haklarını tanımayan, zaten doğaya da düşman bir toplum kesitinin genişlemesini izledik.
Özgürlüklerinin kısıtlanmasını umursamayan, yurttaş bilinci gibi bir derdi olmayan, kulluktan hoşnut, el etek öpmekten gocunmayan nüfusun giderek artmasına şaşırdık...
Çoğumuz 1960’lı yıllarda 2019’dakinden çok daha uygar ve özgür yaşanan Türkiye’de demokrasinin nasıl olup da bir türlü aşı tutmadığını, toplumsal zihniyetin niçin ilerleyeceği yerde gerilediğine ilişkin bir saptamayı paylaştı: Demokrasi bu ülkeye tepeden indirildiği, uğrunda mücadele edilmeden verildiği için anlamı ve değeri bilinmiyor, zaten insan haklarından da hak edilmediği için kolayca vazgeçilebiliyordu.
Ama tepeden inmiş, tepsi içinde sunulmuş olsa da kapıp sahiplenmek mümkündü, özgürlüğün, eşitliğin ve uygarlığın sunduğu nimetleri... Oysa toplumun bir bölümü, elinin tersiyle itmişti hakkı olanı. 
Niçin?


Muktedirlerin çobanlık merakı
Türkiye’de iktidar olanın, muhalif rakibini bir ara, mutlaka “sürü bile güdemez” diye küçümsemesi boşuna değildir. 

Toplum tabanını eğitmeyen bir devlet, ne çocuğa ne de erişkine insanca bir yaşam sağlayamadığı gibi; nüfusu tıpkı davar güder gibi hotzotla yönetmek zorunda kalır.
Dolayısıyla Türkiye muktedirleri, her şeyden önce çobandır! 

Böyle bir devlet tarafından yönetilen toplumda da bireyin, yani insanın değeri yoktur...
Ölen ölür, kalan sağlar gütmeyi bilenindir. 

Baskıya alıştırılmış kalabalıkları gütmek içinse iki yöntem vardır yalnızca: Emir ya da iman sopasını kullanmak. 

Türkiye, eğitemediği vasıfsız kalabalıklarını gütmek için her ikisini de kullandı. Çünkü Cumhuriyet, Atatürk’ün ölümünden sonra eğitim seferberliğini boşlayıp; özellikle de bu ülkenin kaderini değiştirebilecek en etkili eğitim biçimi Köy Enstitülerini kapattıktan sonra bilinçlendiremediği bu kalabalıkları yönetebilmek için Osmanlı’dan gördüğünü sürdürmek gafletine düştü. Demokrasiye geçiş sürecini de önce emre karşı imanı kullanarak, iman azdığında emirle ezerek dengelemeye çalıştı.

Üçüncü bir yol hiç denenmedi
Ne emir, ne de imanla yöneten hiçbir hükümet, kalabalıkları sürü, kendilerini de çoban olmaktan çıkaracak üçüncü yolu; demokrasiyi özümseyip savunacak bilinçli yurttaşlar yetiştirmeyi denemedi. 
Tam tersine.
Türkiye’nin çobanlığına talip olanlar, seçimle işbaşına gelebilmek için demokratik olgunluğa erişmemiş toplum kesitinin tebaa güdülerine taviz verdiler. Yasaları çiğnediler ve çiğnettiler. Rüşvet dağıttılar. Haksız, vergisiz ve kolay kazanca alıştırdılar. Cumhuriyet değerleri, demokrasi bilinci, yurttaşlık ahlakının yerine; Diyanet ve İHL’ler aracılığıyla kutsal emre itaatten başka bir şey olmayan, üstelik mantığı tartışılamayan din kurallarını koydular. Hatta gerçek dinle ilgisi olmayan mübahlar, yasaklar uydurdular!
Sonuçta yeni bir sınıf yaratıldı, Türkiye’de. Yolsuzluğa, hırsızlığa idmanlı, yurttaş ahlakı olmayan, hatta iman ettiği dine saygısız bir tebaa.
Ama bu tebaa, asla Türkiye’nin çoğunluğu olmadı!

Tebaa değil, halk karar verecekGerçek çoğunluk, daha özgür, daha uygar bir ülkede yaşamak isteyen; çocukları için daha iyi yaşam hayalleri kuran halktı, tebaa değil.
Zaten AKP’yi de umutları olan bu halk iktidar yaptı.
Abayı ve sopayı görünce, yanıldıklarını anladılar.
Kimi toplumlar okuyarak eğitilir; kimileri yoksunluk, yoksulluk ve açlık çekerek öğrenir. Bugün Türkiye’de bilinçli olsun olmasın halkın büyük çoğunluğu ikinci yöntemle sınava çekiliyor ve artık başında çoban istemiyor.
Abaya da sopaya da doydu.
Kaybettiği demokrasiyi geri istiyor.
Demokrasi hak demek, hukuk demek, ama hakkı da hukuku da hak etmek gerek. Bir bedeli var: Uğrunda mücadele!
23 Haziran’daki İstanbul seçiminde, sandıkla gelip sandıkla gitmeyen bir iktidara karşı hakkı yeneni, adaleti savunmak için vereceğimiz mücadele, işte bu bedel olacak.
Tarihte ilk kez, demokrasiyi hak ederek kazanmak şansımız var!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Kafaları en çok karıştıran soru: HDP ne yapacak? - Mehmet Kuzulugil

HDP’nin 23 Haziran seçimlerinde nasıl bir yol izleyeceği çok merak edilen bir konu. Öcalan Mektubu ile “HDP ile AKP anlaşacak, hatta anlaştı” diyenler oldu ama hemen ardından HDP ve Kürt siyasetinden gelen açıklamalar bu doğrultuyu göstermiyor. soL’da aynı günlerde yayımlanan bir söyleşide gazeteci Erdal Emre HDP’nin AKP’ye destek vermesinin mümkün olmadığını ifade etti. Şimdi hem sonuç merak ediliyor hem de süreç.


HDP’nin, 31 Mart öncesinde bir iddia olarak ortaya attığı “kilit parti” konumuna yerleştiği en azından kendisinin durumu böyle yorumladığı anlaşılıyor. “AKP’ye açık destek” gibi bir ihtimalin olmadığını söylemek hiç yanlış olmaz. HDP’nin sosyalist bir parti olduğunu düşünmüyorum elbette, Kürt siyasetinin AKP ile “pazarlık” yürüttüğü dönemler de oldu ve bunun maddenin tabiatına aykırı olmadığı çok açık ama HDP’nin artık tek niteliği onun ulusalcı karakteri değil; belirleyici niteliğinin bu olduğu tartışılmaz ama örneğin Ortadoğu’da kartların yeniden karılıp ellerin yeniden dağıldığı bir yeni durum oluşana kadar, bu partinin sosyal demokrat kimliğini hırpalayacak adımlar atması zor. Üstelik, bu kimliğin hem Kürt gerçeği hem de Uluslararası siyasetin gerekleri ile ilgili temelleri de var.

Üstelik şunu da vurgulamak lazım. Türkiye’nin (ve bölgenin) bugünkü durumunda “kilit parti” türü sıfatlar çok tartışmalı. Daha büyük, sınıfsal öznelerin hareket halinde olduğu bir zeminde “oy kaymaları” ancak bir sonuç olabilir. Dolayısıyla HDP’nin oylarıyla seçim sonuçlarını belirlemesinden daha mantıklı olan seçim sonuçlarını belirleyecek bazı gelişmelerin HDP’nin oylarını etkilemesi olabilir.
Türkçesi, AKP’nin ve İmamoğlu’nun kaderini HDP’nin yapacağı tercih ve oyların belirleyeceği tersinden bir doğru da olabilir. “HDP, AKP’yle anlaşarak ona seçimi kazandırabilir” ya da “AKP’yle anlaşmayı reddeden bir HDP ona seçimi kaybettirebilir” gibi cümleler temelden zayıflık taşıyor. Türkiye’nin, AKP’nin ve Erdoğan’ın yakın ve orta vadeli “kaderini” belirleyecek kararlar alınırsa Kürt oylarıyla ilgili kesin (ya da kesin olmayan) tercihler ortaya çıkabilir.

TARTIŞMA SÜRÜYOR
Birgün aracılığıyla sızdırılan MYK toplantısında İmamoğlu’na tam destek kararı çıktığı haberi kısa sürede muteberliğini yitirdi. Görülüyor ki, HDP içinde tartışma sürüyor. Kabaca iki alternatif olduğunu varsayarsak (sonuçta seçim iki aday arasında!) her iki alternatifin de bu süreçten HDP ve Kürt siyasetinin en büyük yararla nasıl çıkacağını esas alarak değerlendirildiği görülüyor. Kürt siyasetinin yararcılığı devreye girdiğinde “matematiksel olarak iki seçenek var” cümlesi de biraz değişiyor tabii. İkisinin ortası da bir seçenek haline gelebiliyor!
AKP ve dolaylı olarak etkileyebildiği unsurlar (Barzanici Rudaw oldukça aktif) HDP'nin İmamoğlu'na kazandıracak adımlar atmasını önlemeye ya da sabote etmeye çalışıyor.

AKP de Millet İttifakı da HDP ve Kürt oylarına oynuyor ama aynı anda karşı tarafı da "PKK ile anlaşmakla" suçlayarak yıpratmayı ihmal etmiyor.

DTP eski eş Başkanı Nurettin Demirtaş'ın dün Rudaw’da haberleştirilen yazısı HDP'nin AKP'ye destek vermesi olasılığını korumak ya da bunu savunmaktan çok İmamoğlu'na verilecek bir desteğin karşılıkları olması gerektiğini hatırlatmak amacı taşıyor kanımca.

Her durumda HDP'nin AKP'yi açıktan desteklemesi ihtimali çok zayıf. Birincisi (ve en önemli olmayanı) AKP bunu sağlayabilecek ödünleri veremez. Sadece seçim hesapları nedeniyle değil, devletin ve egemen sınıfın tercihleri de şu anda Kürt siyasetini tatmin edecek ödünleri çok sınırlı hale getiriyor. Zaten bu cephede yapılan manevralar (Öcalan mektubu dahil) “Kapıyı ilerde bir gün açabileceğime dair söz verebilirim sözünden” başka bir ağırlık taşımıyor. Bu ağırlığın sıfır değer taşıdığı ya da Kürt siyaseti tarafından dikkate alınmadığı yine de söylenemez.
Ayrıca HDP bir nedenle AKP ile bir uzlaşma yolu bulsa bile bunu açık bir seçim desteği şeklinde yapamaz, yapmaz.

“Sadede gel, Kürt siyasetinin 23 Haziran seçimleri ile ilgili yapacağı ne olacak?” denilirse, tekrarlamak durumundayım:
Bir, Kürt siyasetinin seçim sonuçlarını belirleyeceği doğru değil. Sonuca dair veriler “büyük resimde” ortaya çıkarsa bu Kürt siyasetinin seçim tavrına son şeklini verebilir.

İki, Kürt hareketinin seçimlerde “hangi tarafı desteklediği” sorusunun yanıtı yapılacak açıklamalarla değil atılacak adımlarla ortaya çıkacak.
Üç, İmamoğlu’na açık ve aktif bir destek sonucu ortaya çıkabilir. Bu olduğunda açık pratiklerle görürüz. Aksi durumunsa “açık ve doğrudan” pratiklerle gözlenemeyeceğinden emin olabiliriz.

HDP'nin İmamoğlu'na desteğinin ölçütü yapacağı açıklamalar değil sahada yapacağı çalışma olacak.

Her şey bir yana, HDP'nin İmamoğlu'na desteğinin fazla güçlü şekilde dillendirilmesi AKP'ye İmamoğlu’nu yıpratma olanağı verebiliyor. Öyle ki, örneğin Bese Hozat’ın yaptığı açıklamanın İmamoğlu’nu desteklemek için değil AKP’ye koz vermek için yapıldığını ve “PKK İmamoğlu’nu destekliyor” şaibesi çıkartarak İmamoğlu’na oy kaybettirmeyi amaçladığını düşünen CHP’liler çok büyük bir kitleyi oluşturuyor. Bu görüş yanlış olduğu kadar saçma. Bese Hozat’ın görüşlerini yansıtan “video bildiri” daha çok örgütün tabanına verilmiş bir mesajdı ve zaten yayıldığı kanallar da buna göre seçilmişti. Ayrıca “aşırı siyaset” yüzünden kafası allak bullak olmuş muhalif kesimin, siyasetin Alice’in Beyaz Tavşanı’na yakışır karmaşık mantıklarla yapılmadığını anlaması lazım.

Esasen, HDP’nin 23 Haziran’da İmamoğlu’na vereceği olası desteğin işareti/kanıtı, bunun nasıl deklare edildiğinden çok İstanbul'da HDP'nin tabanını yönlendirmek için örgütlü bir şekilde ne kadar çalıştığı olacak.

Bu açıdan, örneğin HDP MYK toplantısı sonrası sızdırılan görüş ya da kararlar arasında asıl önemli olan unsur HDP milletvekili ve kadrolarının seçim döneminde İstanbul'a kaydırılması konusunda söylenenler. Bu gerçekleşirse, yapılacak onlarca açıklamadan daha etkili olur. Bu tür adımların isteksizce atılması ya da zayıflığı ise İmamoğlu'nun 31 Mart'ta topladığı HDP oylarını ciddi şekilde düşürür.

* * *

Bu yazı tamamlandığı sıralarda Bahçeli’nin Öcalan’a uygulanan tecritin kaldırılması için açlık grevinde olan Leyla Güven’den hanımefendi olarak söz ettiği açıklaması geldi.

Bu açıklamayı, AKP’nin Kürt oyları için yapacağı “açılıma” Bahçeli’nin de onay verdiği, dolayısıyla HDP’nin İmamoğlu desteğinin (varsa) zayıflayabileceğine ilişkin bir işaret olarak da yorumlamak mümkün.

Ama daha doğru bir yol, arka planda yürüyen çok özneli pazarlıkların Kürt meselesi ile ilgili çıktılar da üretebileceğini hatırlamak olabilir. Ki bu başta söylediğimiz yere ulaştırıyor bizi: Seçim sonuçlarını da oy kaymalarını da “seçim stratejileri” değil sınıfların stratejileri belirliyor.

Mehmet Kuzulugil / SOL

11 Mayıs 2019 Cumartesi

Yorgun demokrat - ORHAN GÖKDEMİR

“Kim bana demokrat derse, ben anama küfrettiğini düşünürüm. Ona cevabım şu olur: ‘ben de senin ananı’ derim.” Böyle diyordu Yalçın Hoca vaktiyle. “Pısırık, işe yaramaz, beş para etmez vatan satıcılarına demokrat deniyor şu an.” Hoca’nın küfre cevabının devamı böyledir ve çok ağırdır. “Sensin demokrat”dan daha ağır küfür olmaz.

“Kemalist askeri vesayete karşı” İslamcı AKP’yi desteklemekti son numaraları. İslamcılar vesayeti yıkacak, böylece ülkeye demokrasi gelecekti. Fakat İslamcılar Kemalist vesayeti yıkmakla yetinmeyip birbirlerini de yıkmaya kalkışınca demokratlarımız boşa düştü. Avrupa’ya kaçtı iriceleri, ufak tefekleri cezaevinde çile dolduruyor. Düşünün, Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak demokrat. Can Dündar, süper demokrat. Hasan Cemal, demokratın önde gideni. 
Nedir peki özellikleri? 
İktidarla iş tutmak, düzenle düz olmak. Cumhuriyetin, laikliğin, bağımsız yargının son kalıntılarının silinmesinde büyük katkıları var. 12 Eylül 2010’daki AKP darbesinin hık deyicileri hepsi. Sorsan, hepsi demokrat….
Tekelci düzende demokrat olmak ne? Alaylıları, mekteplileri 12 Eylül 2010’da birleştiler, “yetmez ama evet” çığlıklarıyla laik cumhuriyetin son kırıntılarını söküp attılar. Gerisi sınırsız sorumsuz tek adam rejimidir.

***

Peki nedir esası? 1789 Büyük Fransız Devriminde devrimciler kilise babalarının ve saraylı asalakların kellelerini koparınca bütün papazlar ve aristokratlar demokrat oldu. Monarşi kısa süre sonra geri dönünce Avrupa’yı baştan başa sallayan 1848 Devrimine kadar unuttular demokrat olduklarını.

1848’de, üçüncü sınıfın en alttakileri ayaklanmıştı. Bununla birlikte Büyük Fransız Devrimi’nin sıcağı da henüz hissedilmekteydi. Yeni Dünya’da Amerika Birleşik Devletleri, Fransız Devrimi’nin yoluna girmiş görünüyordu. Burjuva sınıfı gelmekte olan fırtınayı o gün sezdi, demokrat oldu. Fakat monarşi hala yerli yerindeydi, vazgeçti. 1871’de alt sınıf tekrar ayaklandı. Fransız-Alman ordusunun ağır top atışlarıyla yenilmese uzun bir demokrasi deneyinin eşiğinde bile sayılabilirdik. Ama komün acımasızca bastırıldı ve Avrupa için "la belle epoque" çağı için yol açılmış oldu. İki anlamı vardır; devrim korkusu bastırılmıştır ve işçi sınıfı yenilmiştir. Devrim korkusu yoksa ve işçi sınıfı yenilmişse burjuvazi için demokrat olmanın alemi yoktur.

Demek, “démocrate” kelimesinin Fransızca kaynaklı olmasına rastlantı sayamayız. Sert bir sınıf savaşının sonucu ve getirisidir.

Burjuvazinin bu uzun, mutlu ayrıcalıklı çağı 1. Dünya Savaşına yol açarak nihayete erdi. Monarşiler paylaşım savaşına giriştiler ve çoğu bu savaşın sonucunda tarihin çöplüğüne kaldırıldı. Savaştan mutsuz olmasalar bile o savaşın içinden çıkan Ekim Devrimi’nden pek mutsuz oldular. Yıkılan monarşilerden birinin içinden ödlerini patlatan devrim yeniden çıkagelmişti. Kendi “ulusal” işçi sınıfından da korkmaya başladılar haliyle, demokrat oldular.

Fransız Devriminin silindiği, Ekim Devriminin yenildiği, işçi sınıfının siyasal bir vaka olmaktan çıkıp sosyolojik bir vakaya dönüştüğü düzenlerde ve düzlemlerde demokrasiden söz edemeyiz. Burjuvazinin, iktidarını ona dayayan türevlerinin demokratlığı korku derecelerine bağlıdır. Korku demokrat yapar, korku yoksa burjuva düzeni açık bir diktatörlüktür.

Korkunun varlığını nereden anlıyoruz? 

Serbest seçim-açık oy kuralının işlemesini, parlamentonun mevcut olmasını ve çalışmasını bir işaret sayabiliriz. Parlamento var ve çalışıyorsa demek ki yürütme faaliyeti de denetlenmektedir. Yasama yürütmeyi ve daha iyisi yargı hepsini denetlemektedir. Bütün bunların tek anlamı devletin daha “yavaş” işletilmişidir. Devlet yavaş işliyorsa dolaylı bir sopaya dönüşmüş demektir, demokrasi diyoruz. Devlet doğrudan egemen sınıfın sopasıysa, yani denetimden çıkmışsa diktatörlükteyiz demektir.

Burjuva devletin demokrasisi kelebeğin ömrü kadardır, denge sapma, dengesizlik kuraldır, uzun diktatörlükteyiz.

Çünkü, Fransız Devrimi bir öksüz çocuktur. Ekim Devriminin bir daha geri gelmemek üzere yıkıldığına inanılmaktadır. Ve daha ağırı, işçi sınıfı siyasi gücünü bu devrimlerle birlikte yitirmiş görünmektedir. Bunlar yoksa, devrimler sönmüşse, demokrasi mümkün değildir.

***

“Demokrat”ın son açılışını ikinci büyük savaşa borçluyuz. Sovyetler Birliği savaştan umulmadık bir zaferle çıktı ve etki alanını genişletti. Emperyalist dünya, bu etkiyi kırmak üzere demokrat olmak gerektiğine karar vermişti. Demokrat olmak, açıkça karşı devrimin yanında saf tutmak anlamına geliyordu artık.

İkinci Dünya Savaşının ardından hızla örgütlenen karşıdevrim üzerine yazan ilk kişi, Herbert Marcuse’dü. Daha savaşın dumanı tüterken “Artık kapitalist sistemin savunulması karşıdevrimin ülke içinde ve dışında örgütlenmesini zorunlu kılar” diye yazmıştı. Kapitalizm bütün devrimler içinde en radikal olanın tehdidine karşı örgütlenmekteydi. Bu satırlar yazıldığında karşıdevrim çoktan bir kehanet olmaktan çıkmıştı. Komünizm korkusu, daha savaş bitmeden karşıdevrim için yeni ittifakların yolunu açmıştı. Nazi istihbaratçısı General Reinhard Gehlen sonradan karşıdevrimin en acımasız örgütü olacak olan CIA’nın temellerini atmaya başlamıştı. Amerikan imparatorluğu için bütün enerjisini yönelttiği tek bir hedef vardı artık; komünist yayılmanın durdurulması ve mümkünse yok edilmesi.

“Soğuk Savaş”la birlikte savaş ABD’nin ideolojik taarruzuna dönüşmüştü. Ama bu taarruzun asıl başarısı, yapılan her şeyin demokrasi için olduğuna geniş bir aydın kesimi “ikna” etmiş olmasındaydı.

II. Dünya Savaşının paltosundan çıkan, bir soğuk savaş gevelemesidir demokrat. Olmazsa olmazı ise “Sovyet Marksizmi”ne ve daha inceltilmiş bir biçimi olan “Stalinizme” yönelik eleştirel tutumdur. İddia ediyorlardı ki “Sovyet Marksizmi” ve “Stalinizm”, Marksizm’in Batı’da aslında barışçı bir evrim geçirmiş olan belli ideallerine ihanet etmiş, yozlaşmış biçimleriydi. Anti-Stalinizm, soğuk savaşın laboratuvarlarında imal edilmiş ve demokrasi sosuyla sindirilebilir hale getirilmişti. Bu zokayı yutanlara demokrat diyoruz!

***

“Bir sen kaldın geride
Ah akıp gidiyor hayat
Yüreğim anlıyor seni
Artık susma Yorgun Demokrat…”

“Yorgun Demokrat” bizim Ahmet Kaya’nın 12 Eylül karanlığında ürettiği şarkılarından biri. 12 Eylül darbesi burjuvazinin korkularını yatıştırmıştı ve geride umutsuz, yorgun demokratlar yığını kalmıştı. Solcular demokrat olduklarını sanıyorlardı ve demokrasiye ulaşamamaktan yorgun düşmüşlerdi. Sosyal demokrasi yeniden moda olacaktı o yıllarda. Yorgun demokratlar, SHP çatısı altında yorgunluklarını atacaklarını umuyorlardı.

Sosyal demokrasi, bir tuhaf icattır. Başlangıçta Marksizm’den esinlenmişti. Sonra arındı, komünizme karşı bir panzehre dönüştürüldü. Bir tür düzen aşısıydı artık. Komünizmin yayılmasını engellemek üzere, zararsız hale getirilmiş etkisiz solculuk icat etmek ve ezilenlere damardan zerk etmek anlamına geliyordu. Ancak bu aşı için de komünizm tehlikesinin mevcudiyeti şarttı. Komünizm tehlikesi yoksa sosyal demokrasi gereksizdir. Tehlike bastırıldığında faşizmin gelişini de rastlantı sayamıyoruz. Yolu genellikle sosyal demokratlar açmıştır.

O nedenle değişik versiyonlarını ürettiler. Batıda “Hıristiyan demokratlar” ortaya çıktı mesela. Bizde ucube “muhafazakâr demokrat” versiyonu var. “İslamcı demokrat” anlamını da içeriyor zorunlu olarak. Dinciden demokrat olur mu? Niye olmasın? Komünizm korkusunu bastırıyorsa bütün demokrat biçimleri makbuldür.

***

Demokratlarımız AKP’nin kuyruğuna takılıp “askeri vesayeti” yıkmayı başardı. Bitimsiz bir seçim ve ayrımsız çıplak bir kuvvetle karşı karşıyayız şimdi. Hukuk yok, anayasa rafta, yargı doğrudan saraya bağlı. Devlet müthiş bir hıza kavuştu haliyle.

Fakat, o arada akıp gitti hayat, geride biçare bir avuç yorgun demokrat kaldı. Diyorlar ki şimdi, Mart’tan Nisan’a çıkamadık ama Haziran’da her şey güzel olacak…

Ah akıp gidiyor hayat, yüreğim anlıyor seni… Fakat cevap verme mecburiyetimiz var: Sensin demokrat!

Orhan Gökdemir / SOL

CHP PM Üyesi İlhan Cihaner seçim krizini soL’a değerlendirdi: Oy için verilen mücadele YSK kararı için verilemedi - SOL

'Beni asıl şaşırtan niye şu soru sorulmuyor: AKP/MHP koalisyonu 23 Haziran’ı kazanırsa, biz kazandığımız 31 Mart’ı ne yapacağız? Çalınmış bir seçim sonrası, aynı eşitsiz koşullarda ve hukuk dışı hakemlikle yapılmış ikinci seçimi tanıyacak mıyız? İşte bu durum, bence seçimi çift taraflı Rus ruletine çeviriyor.'


CHP Parti Meclisi Üyesi İlhan Cihaner, YSK'nin İstanbul seçimini iptal etmesi sonrası gelişmeleri soL'a değerlendirdi. "Çok gergin günler geçecek. Provokasyon ve kırılganlıklara karşı uyanık olunmalı" diyen Cihaner, "Ayrıca seçimin her sonucunun açtığı fırsatlar ve riskler olacaktır. Ve asıl işimiz sonra başlayacak. Memleketin temel çelişki ve sorunları daha derinleşmiş olarak bizi bekliyor olacak. Yaşanan siyasallaşmanın, mücadelesini verdiğimiz değerlerle bağını kurmaya çalışmalıyız" ifadelerini kullandı.

Cihaner'in soL'un sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
-Haziran seçimlerinden sonra CHP, AKP ile bir ay boyunca hükümet kurma görüşmesi yapmış ama o bir ay boyunca AKP’nin anlaşmaya yanaşmadığını açıklamıştı. Sonuçta bu bir aylık oyalanma AKP’nin ülkeyi 1 Kasım seçimine taşımasına yardım etmişti. 31 Mart’tan sonra bir dejavu mu yaşıyoruz?
7 Haziran – 1 Kasım ile 31 Mart- 23 Haziran benzerliği çok kuruluyor. Her iki tarih aralığının rejimin kritik aşamalarından olduğu tartışmasız.  7 Haziran – 1 Kasım arası yaşananlar parlamenter demokratik sistemden kopuşun ilk kaba işaretlerindendi. Yüzlerce insanımızın yaşamına mal olan kanlı provokasyonlar ve bunun iktidar tarafından alabildiğine kötüye kullanıldığı günlerdi. Seçimden birinci çıkan AKP genel başkanı görevi iade ettikten sonra hükümeti kurma görevi muhalefete verilmeliydi. Oysa bu görev verilmedi ve 1 Kasım seçimi ilan edildi. Parlamenter sistemin/temsili demokrasinin en temel kuralı yok sayıldı, Anayasa ihlal edildi. Artık dönüp bakınca CHP birinci parti çıksaydı da hükümeti kurma görevi verilmeyecekti diyebiliriz! Yani iktidarın sandıkla/seçimle değişmesi kuralı ilk o zaman ihlal edildi. Görevi vermeyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, bunu “cumhurbaşkanının takdiridir" diyerek meşrulaştıran da Davutoğlu’ydu. Doğrudan kişisel inisiyatifle yapılan bu ihlal YSK eliyle yapılandan daha vahimdi. Mühürsüz seçim, ittifak yasası, YSK üyelerinin görev sürelerinin uzatılması gibi vahim uğraklardan sonra 31 Mart ve İstanbul seçimlerinin iptaline geldik. Oysa ilk mücadele hattını/mevziiyi 7 Haziran’da kursaydık şimdi sırtımızı demokrasinin asgarisi olan sandığa dayamamış ve AKP’ye aradaki adımları atma iznini vermemiş olacaktık. Süreçlerdeki benzerlik ve ayrılıklara gelirsek: İstikşafı’nın yerini YSK itirazları almış görünüyor. Her ikisinde de gören gözler için iktidarın kararı baştan belliydi. Haziran/Kasım arasındaki kanlı sürecin tekrarlanacağını sanmıyorum. Bunu göze alamayacaklarından değil, hissim bu. Seçmen bu kadar krediden sonra faturayı iktidara keser diye yaşanmaz o kanlı süreç. Kaba deyişle artık “yemezler!”. 

Bende dejavu hissi yaratan daha çok muhalefetin “kazandığı” için yeterince mücadele etmiyor izlenimi, iktidarı elde etmek için bir manivela olabilecek fırsatları kaçırması, demokratik ve siyasi tarihte yeri olan, sonuç alıcı ve devrimci başka yöntemlerle siyasete müdahale etmekten kaçınması. İktidarın çizdiği sınırlarda kalması. Bu sadece konformizm ve iktidar perspektifi yoksunluğundan mı, yoksa değişen rejime uyum iradesinden mi? Şu seçim fırtınası dinip siyaset konuşmaya, yapmaya başladığımızda göreceğiz, tartışacağız.

CHP ETKİLİ BİR TEPKİ VEREMEDİ
-AKP’nin seçimi iptal etmesinde CHP’nin hem AKP’nin oyalamalarına, hem de Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişimine yeterli tepkiyi göstermemiş olmasının büyük etkisi olduğu söyleniyor. Var mı etkisi? CHP’nin bu gelişmeler karşısındaki tutumunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Özellikle Genel Başkanımıza yönelik linç girişimine yeterince tepki örgütleyemediğimiz ve bunun iptal kararı için birilerini cesaretlendirdiği yorumuna katılıyorum. Seçim gündemi olmasa bile daha büyük tepkiler örgütlenmeliydi. Mesela aynı gün İstanbul’da hazır toplanmış bir kitle varken –tabii ki barışçıl ve demokratik- büyük bir tepki verilebilirdi. Sonrasında da örgütlenebilirdi. Sadece linç girişimi değil bazı seçilenlere KHK’lı olduğu için mazbata verilmemesine topyekûn bir karşı çıkış olsaydı, YSK’nın oyalama ve tepki ölçme niteliğindeki hukuk dışı kararlarına da yeterince tepki verilebilseydi bu iptal kararına cesaret edilemezdi diye düşünüyorum. Tepkiden kastım fiili ve siyasi tepki doğal olarak. Mesela Maltepe mitingi bir kutlama mitingi değil uyarı mitingi olmalıydı. Bu konuda yeterince yaratıcı ve etkili yol/yöntem bulunabilirdi.  

İstanbul’un ilçelerinde örgütümüzün tek bir oy için verdiği insanüstü mücadele YSK için verilmesi gereken siyasi mücadeleye yansımadı. Hatta bir ara YSK'ya güven duyulduğu bile telaffuz edildi. Oysa o itirazlar ve oyalamaların tamamı YSK’ya iptal için zemin oluşturmak amacını taşıyordu. Nitekim tüm iddialar çürütülmesine rağmen, zaten en başta herkesçe malum olan uyduruk bir gerekçe ile seçim gasp edildi. 

-CHP PM YSK’nin iptal kararının ardından yaptığı toplantıdan sonra seçimin sadece İBB’de değil bütün ilçelerde yenilenmesi gerektiği açıklamasını yaptı. Ne tür bir sonuç umuluyor olabilir iptali böylesine genişletme çabasından?
Hukuk dışı olan iptal kararının “mantıksal sonucu” böyle bir sonucu zorunlu kılmakta. Sanırım başka partiler ve Turgut Kazan da ilçe seçimlerinin ve 24 Haziran seçimlerinin de iptalini istediler. Başvuru yapan partilerin iptal beklediklerini düşünmüyorum. Daha çok YSK kararı ve AKP/MHP koalisyonunun iddialarının tutarsızlığını vurgulamak için yapılmış bir başvuru bence. Galiba iletişim ve propaganda olarak başarılı bir pratiğe de dönüştü bu başvuru. Zaten “hukuki aktivizmle” sonuç almak epeydir imkânsız ülkemizde. 

AKP/MHP KOALİSYONU “RUS RULETİ” OYNUYOR
-Haziran’daki seçimden yine İmamoğlu’nun zaferle çıktığını varsayalım, AKP’nin yeniden itiraz etmeyeceğinin ve yeniden seçim istemeyeceğinin bir garantisi var mı?
Garantisi yok ama sağlanabilir. Bu süreçte atılacak adımlar ve izlenecek politikalarla sağlanabilir. Mesela 31 Mart'la ilgili “şunlar yapılmalıydı” dediklerimiz yapılabilir. Net ve açık bir kazanımla sonuçlanmış ikinci seçimin sonucunun tanınmaması şimdiki gibi geçiştirilemez. Bu tepkiler siyasi aktörlerin kontrolünde de olmayabilir. Bu süreçte yaşanacak siyasallaşmayı da düşünürsek bu kadar kaba bir ihlal de olmaz sanki. Bunu rejimin açık faşizme geçip geçmediği tartışmasından bağımsız söylüyorum. Tamam AKP/MHP koalisyonu sandığı yok saydı ama kendi kitlesine de yeniden sandığı işaret etti. İktidar muhalefetin açık ve net bir seçim başarısını tekrar gasp ederse, kendi kitlesini bile elitleri hariç eskisi gibi mobilize edemez. Bunun için yapacağımız şeylerden birisi AKP/MHP seçmenine şimdiden sandık sonucuna saygıyı benimsetmeye/hatırlatmaya çalışmak. Elinde sadece zor aygıtı kalmış bir faşizm çok devam edemez. En kötü ihtimalle işaretlerini gördüğümüz kendi içinden yarılma oluşur. Bir anlamda AKP/MHP koalisyonu “Rus ruleti” oynuyor.

Beni asıl şaşırtan niye şu soru sorulmuyor: AKP/MHP koalisyonu 23 Haziran’ı kazanırsa, biz kazandığımız 31 Mart’ı ne yapacağız? Çalınmış bir seçim sonrası, aynı eşitsiz koşullarda ve hukuk dışı hakemlikle yapılmış ikinci seçimi tanıyacak mıyız? İşte bu durum, bence seçimi çift taraflı Rus ruletine çeviriyor. 

-CHP neden boykotu hiç gündeme getirmedi? Bunu talep edenler olduğu biliniyor ama partideki genel eğilim seçimlere katılma yönünde oldu. Bu tercihin nedeni ne?
Boykot tartışmasını artık geride bırakalım çünkü tartışma açması bile lince neden olabiliyor parti içinde! Ben başlangıçta boykottan yana olmakla birlikte, bu konjonktürde “üzerinde tüm aktörlerin uzlaştığı bir boykot yoksa bu kez tam tersi, büyük bir seçim seferberliğine girişilmesi gerektiği” görüşüne katılıyorum. Ek olarak boykot olacaksa bunun “aktif boykot” şeklinde yapılması ve hatta tüm siyasi ajanlarda iktidarı yalnız bırakma cesareti, iktidara gelinceye kadar mücadele azmi ve direnci yoksa da boykota girişilmemesi düşüncesindeyim. Yani bir yandan seçime girmeyip öte yandan TBMM’de yan yana çalışamazsınız. İBB seçimini boykot edip ilçede belediye meclisi toplayamazsınız. Ama anlaşılıyor ki bu devrimci ve oyun kurucu tercihe ana siyasi dinamikler uzak (Bu uzaklığı sonra tartışalım!).

Bu durumda bize düşen seçime tereddütsüz asılıp, AKP/MHP koalisyonunu bir kez daha yenilgiye uğratıp sonrasında da buna sahip çıkmak için elimizden geleni yapmak.   

YENİ FIRSATLAR VE RİSKLER ORTAYA ÇIKIYOR
-Sizce normal bir seçim süreci bekliyor mu bizi?
Sıradan olmayacağı açık. Hatta belki dünya siyasi tarihine geçecek özgün koşullarda yapılacak seçim. Bizim de bu sıra dışılığın hakkını vermemiz gerekecek. AKP/MHP koalisyonu yenilmez değil tabii. Daha önce yenildi. Ancak AKP/MHP koalisyonunun bu seçimin moral/siyasi sonuçlarını şansa bırakmama hesabı, kazanacakları kestirimi ve planı ile yola çıktığını, cüret, kabiliyet ve olanaklarının muhalefetten çok fazla olduğunu bilmeliyiz. O nedenle “AKP/MHP’liler rahatsız, bu kez yüzde altmışla alacağız” gibi söylemlerin rehavetine kapılmamalıyız. 

Baroların seçim sürecine dahil olmaları, sanatçıların seslerini yükseltmeleri gibi girişimler çok kıymetli. Mesela Latin Amerika’da seçim yolsuzluklarına karşı değişik dozlarda mücadele pratiği olmuş. Bir kısmı zaten seçimin doğasının yarattığı bizde de gelişen hareketler: Seçim hilelerini ispatlamak için etkinlikler düzenlemek, seçim bilirkişiliği, seçim müşahitliği seferberliği, yürüyüşler, oturma eylemleri, vs. Ama giderek seçim sonrasını ilgilendiren “halk meşruluğu” denilen gerçek sonuçları yürürlüğe koymak, gölge meclisler kurmak, koltuğa asıl seçileni oturtmak, vs. gibi daha ileri hareketler oluşmuş. Bu örnekleri sandık eksenli siyasallaşmanın önemini vurgulamak ve demokrasi için bazen daha fazla şeyin göze alınması gerektiğini hatırlatmak için verdim. 

Çok gergin günler geçecek. Provokasyon ve kırılganlıklara karşı uyanık olunmalı.
Ayrıca seçimin her sonucunun açtığı fırsatlar ve riskler olacaktır. Ve asıl işimiz sonra başlayacak. Memleketin temel çelişki ve sorunları daha derinleşmiş olarak bizi bekliyor olacak. Yaşanan siyasallaşmanın, mücadelesini verdiğimiz değerlerle bağını kurmaya çalışmalıyız.

SOL

10 Mayıs 2019 Cuma

Dilber Ay: Memleketimizin aynası - MURAT MERİÇ

Dilber Ay artık yok. Kim bilir ardından kaç yazı yazılacak? Benimki, bir hatırlatma denemesi. Türküsünü dinlediğimiz, çok eğlendiğimiz isim aslında memlekette yaşananların bir aynası.


‘70’li yılların önemli seslerinden biri olan Dilber Ay, geçtiğimiz hafta aramızdan ayrıldı. Adını yakın zamana kadar sadece sevenleri biliyordu, bir filmle bir anda bütün Türkiye’nin sevgilisi oldu. “Barak Kızı” namıyla maruf sanatçı, “Beynelmilel”de ve sonrasında başka filmlerde oynamasaydı ne olurdu bilinmez ama o film, onu hayal etmediği bir kitleyle buluşturdu. Şüphesiz bunca duyulmasında, yaptığı televizyon programının da katkısı var ama her şey bir yana, onu tanıdığımız şarkı, filmde seslendirdiği “Hacı Ağa”.

Aslında bir trajedinin kahramanı Dilber Ay. Çocukken hayata atılmış, çok çile çekmiş. Flash TV’de sunduğu efsane program “Kadere Mahkûmlar”da biraz da kendi hikâyesini anlatıyordu. Hapishaneyi bilenlerden. Almanya’da yaşadığı dönemde iki kere hapse girmiş. Birinde, kendine tecavüz etmeye kalkan adamı bıçaklamış, diğerinde bir kavgaya karışmış: “Herkes o olayı cinayet diye yazdı ama adamı sadece bıçakladım. Sahneye hazırlanırken kuliste bir adam sarkıntılık yaptı. Masanın üstünde meyve bıçağı vardı. Aldığım gibi bıçakladım. Yoksa namusum kirlenecekti. Namusumu korudum, sekiz ay yattım.” Mahkûmlarla arası iyi: “Delikanlı kadınım. Mert kadınım. Mahkûmlar da çok sever beni. Kaderine mahkûm olmuş her mahkûm benim evladımdır. Kimler evladım değil? Çocuk tecavüzcüleri, sevgilisi için evladını öldürenler, vatan hainleri… Bunlar asılsın! Sesim yanık, dobra konuşurum. Ondan seviyorlar.”
1 Ocak 1956’da Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinde doğmuş. Yörük ve Kürt bir aileden geliyor. Kökü Halep’te, Kureyşan aşiretinde. Nüfus kağıdını geç aldığı için ilkokulu bitirememiş. 
Dilber Ay, sanıldığının aksine gerçek adı. Dönemin diğer meşhur siması, Yeşilçam filmlerinde oynayan Dilber Ay –ki bu, takma. Onunla çok karıştırılmış, başı çok belaya girmiş. 2011 yılının 4 Aralık günü Helin Avşar’ın HaberTürk adına yaptığı söyleşide, meseleyi şöyle anlatıyor: “Barağın anası Dilber Ay’ım ben. O olay çıktığında mecmualar vardı. Bunların beyinlerine girerek ‘Seni şöhret yapacağız, soyun’ demişler. Benim de o zaman yeni türküm çıkmıştı, ortalığı kırıp geçiriyordum. Televizyon yok, Hey Mecmuası var. Onun müdürü Erol Aktuğ vardı. Beni ele almıştı: Gerçek Dilber Ay, sahte Dilber Ay, kadının soyunmuş hali, benim elimde mikrofonlu köylü kıyafetli halim… O zamanlar TRT’de çalışıyorum.”
TRT dediği, Ankara Radyosu. Düzce’den oraya gelmiş, programlar yapmış. Gelişi bir hayli trajik: Bir yarışmaya giriyor, sonucu beklerken onu evlendiriyorlar. Yarışmanın sonucu açıklandığında kocası onu karnında bebeğiyle babasının evine gönderiyor. Babası önce dövüyor, inanmak istemiyor ama sonra kabulleniyor. Asıl trajedi, Dilber Ay’ın bu sırada 13 yaşında oluşu. Kocası, 50 yaşında. Babasının onu verme sebebi, başlık parası. Ankara’ya gittiğinde çocuğu yanında değil. “Çocuğum var ama daha ben çocuğum,” diye anlatıyor o zamanları… 
Sırrı Süreyya Önder’le “Beynelmilel”de buluşmuş ama öncesinde bir başka buluşmaları var. Dilber Ay anlatsın: “[radyoda çalışmaya başladığım günlerde] Ankara’da sahne almaya başladım. O arada esmer bir genç geliyor programıma grup dışından. Kimse çağırmamış. Kim olduğunu sordum. ‘Talebeyim, sizin için çalacağım’ dedi. ‘Kimden izin aldın? Senin adın ne?’ diye sordum. Sırrı Süreyya. Meğer o sıralar okuyormuş, siyasi araması varmış. Garip, yoksul bir çocuk. Ben itekleyince, elinden ince sazı düştü, kırıldı. 5 lira verdim. ‘Git kendine saz al, bir daha da gelme buraya. Seni döverler. Hem iyi saz çalamıyorsun’ dedim. ‘Bir gün öğrenirsem gelir çalarım abla’ dedi.” Çalmamış ama yıllar sonra onu filminde oynatmış Sırrı Süreyya… Dilber Ay’ın kendi kitlesi dışındaki insanlarla buluşması bu film sayesinde. 
Film öncesi yapılan ilk buluşmayı şöyle anlatıyor: “Esmer, beyefendi bir adam geldi. ‘Beni tanıdın mı?’ dedi. Tanıyamadım. ‘Sazımı kırmıştın, ben Süreyya’ dedi. Gözlerim doldu. Utandım ondan.” 35 yıl sonra yaşanan bu karşılaşma, neredeyse olumsuz sonuçlanıyormuş: “Parada anlaşamıyoruz. ‘Herkes bedava oynuyor. Para isterim, ben Dilber Ay’ım’ dedim. Az para verdiler. Sırrı Süreyya dedi ki ‘Sen oyna, bunun ekmeğini yiyeceksin.’ Gerçekten yedim.”
Film sonrası çok tanınmış ama aslında bir dönem gerçekten meşhur. Sadece kasetleriyle değil, gazino programlarıyla da adından söz ettiriyor. Art arda yaptığı kasetlerin sayısı 60’ı çoktan geçmiş. Yevmiyesinin 35 lira olduğunu söylüyor. Bu, o günler için çok büyük para.
Babasını, “Hakiki kovboy gibi bir herifti babam; yanlış bir şey gördüğü vakit bıçak atıyordu bize” diye anlatıyor. Kendi de babasının yolunda: Çocuklarını katı kurallarla yetiştirmiş. “Ben evime koymam teknoloji falan… Bak şimdi, Dilber Ay’da internet bile yoktur,” diyor bir söyleşisinde. Çocuklar sorulduğunda “Kullanamazlar,” diyor: “Kullanmaya cüret ederlerse keserim hepsini. Cep telefonları bile yoktur. Büyüklerin ev telefonu var. Adam olana fazla bile.” Yine de her şeyi kısıtlamamış: “Televizyon var” diyor ama o da sorunlu: “Bazı dizileri izleyerek kızlar yoldan çıkıyor anam babam. Dikkatli olmak lazım…”
Kendi türkü söylemek için evden kaçmış ama çocuğu türkü söylediğinde yapmadığını bırakmamış: “Bir gün benim kız bulaşık yıkarken mutfakta türkü söylüyor. Çıktım sesine… ‘Niye türkü söylüyon sen?’ dedim, ‘o mereti ben söylüyorum, sen nasıl söylersin?’ Hastanelik ettim kızı. Böyle şeylere heveslenmesin diye… Bir eve bir deli yeter.” 
“Çamın özüyüm, alevin gözüyüm, aydın bir insanım,” diyor. Kocasına “herif” diye hitap ettiğini söylüyor ve kendine “hatun” demesini istiyor. “Sevgilim, hayatım, aşkım” gibi hitapları sahte buluyor: “Ben Osmanlı kadınıyım. Anadolu kadınıyım. Sahtelere kanmam.” 
Dobralığıyla herkesin sevgilisi. Ölümünden sonra KAOS GL’de yayımlanan Remzi Altunpolat imzalı yazıda rastladığımız şu ifadeler, bunu doğruluyor: “Pek bilinmez ama lubunya dostuydu. Gacıların çalıştığı barlarda o da çalıştı, onlarla oturdu, onlarla kalktı. İkiyüzlü cemiyetin dışına ittiği lubunyalar onun söylediği hüzün dolu uzun havalarda, türkülerde, baraklarda, güçlü sesinde şerhan şerhan kanayan yaralarına teselli buldu.”
Dilber Ay artık yok. Kim bilir ardından kaç yazı yazılacak? Benimki, bir hatırlatma denemesi. Türküsünü dinlediğimiz, çok eğlendiğimiz isim aslında memlekette yaşananların bir aynası. Ona, hayatına bakıp bugün yaşadığımız onlarca sorunu teşhis etmek mümkün. Gelip geçen karakterlerden biri ama oldukça güçlü. Sessiz sedasız gitti, unutulmasına müsaade etmeyelim.
MURAT MERİÇ / BİRGÜN