27 Mayıs 2019 Pazartesi

27 Mayıs'a Dair... - KEMAL OKUYAN

Ergenekon'dan tutuklu bazı üst düzey subayların 27 Mayıs'ın hemen öncesinde Harbiyeli yürüşüne katıldıkları saptanmış. Darbeci olacak çocuk o zamandan belli olurmuş. Liberal-gerici ittifakının değerli mensupları geçmişlerinde ne haltlar karıştırıyorlardı acaba?

Tutturmuşlar, ordunun siyasete müdahalesi diye...

Nasıl yani?

Ordu siyasete 27 Mayıs'ta mı müdahale etmiş? 
Tek parti döneminde "ordu ayrı, parti ayrı" düsturu gerçek mi kabul ediliyor? 
Üst düzey subayların bir bölümü Menderes tarafından Demokrat Parti'nin kadrolu elemanı haline getirilmemiş miydi? 
Daha kalabalık bir bölümü, sık sık bir araya geldikleri CHP lideri İsmet İnönü ile balık-rakı muhabbeti mi yapıyordu?

Denecek ki, müdahale dediğimiz, seçilmiş bir hükümetin silah zoruyla aşağı indirilmesi! 27 Mayıs o yolu açtı.

Güzel, elbette şu ya da bu biçimde "seçilmiş" bir iktidarın halkı ve ezilenleri silah zoruyla aşağıda tutması ile onun silah zoruyla aşağı indirilmesi arasında bir fark var.

Yasal fark var, siyasal fark var, toplumsal fark var.

Ama en mühim mesele, adına "darbe" denilen ve sayısız çeşit karşımıza çıkan askeri müdahalelerin temel hedefinin halkın aşağıda tutulması konusunda ek önlemler alıp almadığıdır. Daha basiti, bir darbede ilk sorgulanması gereken, darbenin ezilenlerin bastırılmasında mevcut burjuva yasallığının yetmediği, o yasallığın sınırlarının radikal bir biçimde değiştirilmesi gerektiği düşüncesiyle yapılıp yapılmadığıdır. Bu düşünce, halka karşı zor kullanımı ve şiddetin nitel ve nicel açıdan artması anlamına gelir.

Bütün darbeler bu nedenle yapılmaz. Bazı askeri darbeler bir devrim sürecine denk düşmüşlerdir. Beğenelim, beğenmeyelim, geride bıraktığımız yüzyılda kimi geri kalmış ülkelerde mümkün olan en ileri siyasal ve ekonomik ortam askeri darbelerin ürünü olmuştur. Portekiz'de 1974 Karanfil Devrimi'nin en kritik anı yine bir askeri darbedir.

İyi darbe-kötü darbe ayrımı yapmıyorum. "Darbe" kavramının her şeyden soyutlanarak öne çıkarılmasına itiraz ediyorum. Darbeler, tarih boyunca sınıflar mücadelesinin genel gidişatı içinde şu ya da bu yönde dengeleri değiştirme aracı olarak kullanıla gelmişlerdir. Ordular, bir kurum olarak büyük çoğunlukla, sömürücü sınıf ittifakının baskı aygıtı olduklarından, bu dengeleri emekçi sınıflar aleyhine bozmuşlardır.

27 Mayıs böyle değildir.

27 Mayıs'ın kendi başına Türkiye'de emekçi halk, sol, ezilenler açısından "daha baskıcı" ve "daha dışlayıcı" bir dönem açtığını söylemek, tarihle alay etmektir.

Buna cüret edenler var ama daha utangaç olanlar, yani henüz 27 Mayıs'a faşist darbe diyemeyenler, 27 Mayıs'ın TSK'nın sistem içindeki rolünü artırdığını, daha sonraki faşist darbelere zemin hazırladığını belirttikten sonra, "27 Mayıs'a karşı çıkılamadığı için 12 Mart yaşandı, 12 Eylül yaşandı" iddiasını ortaya atmaktadırlar.

Sol vardı ama pek etkisizdi. 27 Mayıs'a karşı çıkıp, Menderes için imza mı toplayacaktı? Hiçbir meşruiyeti kalmayan, halk düşmanı, gerici bir iktidarı "sivil otorite" adına destekleyip bir skandala mı imza atacaktı?

Yoksa Demokrat Partililer mi darbeye direneceklerdi?

27 Mayıs olmasaydı, "halamın bıyıkları olsaydı"dır... Bilemeyiz ama bazı şeyleri biliriz. Diyelim ki, 27 Mayıs'ı bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırdık, o zaman 12 Mart da, 12 Eylül de olmayabilirdi. Çünkü sol bu sıçramayı yapamayabilir, DP eliyle ülkenin adım adım hadım edilmesi için askeri darbelere gereksinim kalmazdı.

İlke ne? 

Burjuva da olsa, mevcut yasallığının her durumda korunması mı?

Ama o zaman Demokrat Parti'nin o yasallığın sınırlarını daraltma girişimleri ne olacak?

Oysa sınıf temelinden yaklaşırsak meseleye, tarihsel bir bağlama yerleştirirsek hükümet değişikliklerini ve darbeleri, daha sağlıklı tutum almak mümkün hale gelir.

Bu açıdan bakıldığında 27 Mayıs'la 12 Mart ve 12 Eylül arasında pek az koşutluk bulunabilir.

Ergenekoncularla 27 Mayıs arasındaki bağa gelince...

AKP ile DP arasındaki koşutluk çok daha güçlü, bu bir! 
Darbeci ekiplerin örgütsel sürekliliği konusunda koparılan yaygaranın hiçbir temeli yok, bu iki... 
İç ve dış koşulların tamamen değiştiğine değinmiyorum bile...

Bununla birlikte kimi benzerlikler var. Örneğin 27 Mayısçıların önceden şekillenmiş bir programları yok. Ergenekon'da da gerçekleşmemiş bir ittifak girişiminin parçalarına baktığımızda programatik ve ideolojik bir karmaşayla karşılaşıyoruz. Mesele şudur ki, Türkiye kapitalizmi artık "sonradan şekil vermeyecek" kadar gelişmiştir. Bugün AKP ile TSK'nın birçok başlıkta uzlaşmalarının temel nedeni, sistemin kendi çerçevesini dayatma ve sürdürme mekanizmalarının gelişkinliğidir. Sistemden anlaşılması gereken ise elbette sermaye egemenliği ve emperyalizm olgusudur.

Bu nedenle emperyalizm onay vermeden, sermayenin işareti olmadan "bulamaç" hedef ve ideolojilerle darbe yapmak mümkün değildir.

Bazı başlıklarda çok daha profesyonel olsalar da, "darbe girişimleri" ile anılan günümüz üst düzey subaylarının 27 Mayısçılar yanında pek acemi kalmalarının temel nedeni budur.

Bu ülkede bir daha 27 Mayıs olmaz. Bu ülkede bir daha askeri bir darbe sola "geçerken" alan açmaz.

Değişimin itici gücü her durumda ya emekçi yığınlar olacak ya değişim olmayacak!

Değişimin başarısı ise, başat kurumları çözebilmesine bağlı. Bu nedenle devrimci dönüşümlerin bir yerinde mutlaka "27 Mayısçı" bir damar olacak!

Kemal Okuyan / SOL
(28/05/2009)

Bir yıldönümü: 27 Mayıs - KORKUT BORATAV

Türkiye’nin bugünkü ortamı, bence, faşizme gidiş (veya “sürükleniş”) özellikleri taşıyor. Bu bozulma, bugüne özgü değildir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve Demokrat Parti (DP) iktidarı yıllarında benzer, karanlık dönemlerden geçtik. Bunlar, 12 Mart ve 12 Eylül darbe (“askerî faşizm”) yıllarından farklı olduğu için de bugünü andırmaktadır.

Geçen hafta bu köşede 1940’lı yıllara baktım. Bugün de 1950’li yılların ikinci yarısında yaşanan faşizme gidiş sürecini hatırlatmak istiyorum. Dönemin ayrıntılı, önemli incelemeleri Cem Eroğul’un (Demokrat Parti: Tarihi ve İdeolojisi, İmge) ve Şevket Çizmeli’nin (Menderes: Demokrasi Yıldızı?, Arkadaş) kitaplarında var.

* * *

Tek parti (CHP) iktidarının son yılları: Düşün ve siyaset alanlarında çokseslilik ortadan kaldırılmış yoğun bir anti-komünist söylem topluma egemen olmuş… Mayıs 1950’de DP iktidarı bu ortamı devraldı ve sürdürdü.

İktidara gelişinin ikinci ayında Menderes hükümeti, Kore savaşına asker yollamayı kararlaştırdı ardından NATO üyeliği için başvurdu. Bir buçuk yıl sonra Türkiye’nin NATO’ya katılması kesinleşti.

1950-1951’de, ABD siyasetini, Senatör McCarthy’nin başlattığı anti-komünist kampanya biçimlendirmekteydi. Emperyalizmle askerî ve siyasî bütünleşmenin Türkiye’yi de aynı raya oturtması kaçınılmazdı. Barışseverler Cemiyeti, hükümetin Meclis kararı olmaksızın Kore’ye asker göndermesini protesto edince Başkan Behice Boran ve arkadaşları tutuklandı yargılandı hüküm yedi.

Esasen DP’nin çok katı bir anti-komünist çekirdeği de vardı. Bir örnek Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’dir. Köy Enstitüleri’ni tamamen tarihe karıştıracak kampanyayı, büyük ölçüde “bu okullardaki komünist sızmalar” savına dayandırdı. Başbakan Menderes de işine geldiğinde “milli bünyemizi tehdit eden memleketin aleyhine ajanlık yapan solcular” söyleminden yararlanacaktı.

1951’de Ceza Kanunu değiştirildi. Ünlü 141-142. maddeler, komünist liderler için idam komünizm propagandası için ağır cezalar içererek ağırlaştırıldı. Sonraki on yıl boyunca eğitim, sanat, edebiyat, basın dünyaları saçma-sapan “komünist avları” ile renklenecekti. 6-7 Eylül olaylarının bir “komünist tertibi” olduğu Fuat Köprülü tarafından Meclis’te ileri sürüldü çok sayıda sicilli komünist (örneğin Aziz Nesin, Kemal Tahir) derdest edildi aylarca yargılanmadan gözaltında tutuldu.

* * *

Anti-komünizm elbette tek başına faşizm değildir. DP iktidarının temsilî demokrasinin asgarî kurallarını adım adım çiğnemesi, “faşizme gidiş” sürecini de başlatmış oldu.

Bu bozulmanın ardında, 1950’li yılların ikinci yarısında bir hayli etkili bir aydın muhalefetinin gelişmesi adım adım CHP ile dirsek temasına geçmesi yattı.

1950 ve 1954’te yüzde 53 ve 57’lik iki ezici seçim zaferi, Menderes ve çevresi için bu muhalefeti tasfiye etme rejim-dışına atma yetkisi olarak yorumlandı. Ana öğeleri sıralamakla yetinelim:
Memurların, yargıçların, üniversite öğretim üyelerinin yasal güvenceleri kaldırıldı “aykırı” gidenler görevden alındı emekliye sevk edildi. Ünlü ve muhalif çok sayıda öğretim üyesi üniversitelerinden uzaklaştırıldı. Basın kanunu değişti cezaevlerini tanıyan gazetecilerin sayısı hızla arttı.

Parlamenter muhalefetin hareket alanı giderek daraltıldı. Millet Partisi mahkeme kararıyla kapatıldı dokunulmazlıkları kaldırılan muhalif milletvekilleri, CHP Genel Sekreteri tutuklandı yargılandı kimileri hüküm yedi. Muhalefete, başta İnönü’ye dönük sokak saldırıları yaygınlaştı. Parlamenter siyasetin dışında “Vatan Cephesi örgütlemeleri” iktidar tarafından başlatıldı.

Son adım, 28 Nisan 1960’ta Tahkikat Komisyonu’nun yasalaşması ile atıldı. Milletvekillerinden oluşan bu Komisyon, hemen hemen sınırsız yargı yetkileriyle donanmaktaydı. İtiraz, temyiz yolları kapalı kılınmıştı. Yaygınlaşan görüşe göre, Komisyon önce CHP’yi kapatacak sonra da çok parti rejimine son verecekti.

Birkaç yıldan beri muhalif hocalar ile öğrenciler arasında yakın ilişkiler dayanışmalar oluşmaktaydı. Tahkikat Komisyonu’na ortaklaşa tepki, yaygın öğrenci protestolarına, çatışmalara dönüştü. 27 Mayıs 1960 darbesi bu ortamda gerçekleşti ve Türkiye’nin “faşizme geçiş” sürecini durdurdu.

* * *

Bu yazı, 27 Mayıs’ın elli dördüncü yıldönümüne yayımlanacak. Önceki kuşakların sosyalistleri, devrimcileri 27 Mayıs’ı istisnasız olumlu karşıladılar desteklediler. 

Örnek olarak Nazım’ın 28 Nisan’da öldürülen Vedat Demircioğlu’nu anan “Beyazıt Meydanındaki Ölü” şiirini Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanını hatırlatayım.

Haklıydılar. Nitekim, 27 Mayıs’la birlikte Türkiye’yi bir kez daha çoksesliliğe taşıyan sol ve sosyalist düşüncelerin yaygınlaşmasını mümkün kılan yirmi yıllık, sancılı, ama aydınlık bir dönüşüm de başlamış oldu. Her aşamada Türkiye’nin tutucu, gerici güçlerinin engelleriyle karşılaştı onlara rağmen ilerledi. Zira, faşizme geçiş sürecinin tamamlanması önlenmişti.

Korkut Boratav / SOL

26 Mayıs 2019 Pazar

Türkiye’nin bilet tekeli olarak Biletix - ANIL ABA

Greg Mankiw’in ekonomi ders kitaplarındaki palavraları boş verin. Serbest piyasa rekabeti kapitalizmin mantığına aykırıdır. Bir kapitalistin isteyeceği son şeydir tam rekabet piyasası…


Joss Stone konserinin 250 liralık biletinin “hizmet bedeli” 25 lira. Kurye bedeli 12 lira. Yani 250 liralık bilet, sepete gidene kadar 287 lira oldu.

Bir Delinin Hatıra Defteri oyununun 100 liralık biletinin hizmet bedeli 10 lira. Kurye bedeli 9,90 lira. Sepette 119 lira 90 kuruş.
Fazıl Say’ın 315 liralık biletinin “hizmet bedeli” 35 lira. Kurye bedeli 9,90 lira. Sepette toplam 359 lira 90 kuruş.
Hangi hizmetin bedeli bu? Etkinliği internet sitesine koyma hizmeti… Peki, bu hizmetin marjinal maliyeti ne kadar? Sunucunun yıllık kirası zaten belli. Yazılımcının ücreti de… Dolayısıyla her yıl milyonlarca bilet satan Biletix’in sattığı artı bir biletin marjindeki maliyeti en fazla bir liradır, iki değil… 25 lira, 35 lira, 60 lira nedir yani?
Kaldı ki bu sözüm ona ‘hizmet’ sabit bir hizmet değil mi? Yani 100 liralık biletin hizmet bedeli 10 lirayken 315 liralık biletin hizmet bedelinin 35 lira olmasının mantığı nedir? Pahalı etkinlikleri internet sitesine koymanın bizim göremediğimiz ilave bir maliyeti mi var da bu bedel yüzdelik oran olarak alınıyor?
Joss Stone biletinin kurye bedeli 12 lira iken Bir Delinin Hatıra Defteri biletinin kurye bedeli neden 9,90 lira? Hadi bunu geçtim, biz Biletix’in UPS ile 12 liradan anlaşmadığını zaten biliyoruz. Bu işin piyasası gönderi başına 5 liradır (yazıyla beş lira), imza ve takip numarası gibi özel hizmetler varsa 6 lira olur, hadi bir lira da benden 7 lira olsun (ki öyle bir dünya da yok, PTT bu işi 2 liraya yapıyor). Yani 12 liralık kurye bedelinin Biletix’e maliyeti taş çatlasın 7 lira, kalan en az 5 lira yine Biletix’in kasasına gidiyor.
12 liralık kurye teslimatını almayanlar için ise hızlı bilet ve cepte bilet diye iki seçenek var. İkisi de 3 lira 50 kuruş. İlkinde bilet e-posta hesabınıza gönderiliyor, siz çıktısını alıp gidiyorsunuz. İkincisinde cep telefonunuza barkod geliyor, onu okutup içeri giriyorsunuz. Bu işlemlerin Biletix’e maliyeti nedir? 0 lira. Yazıyla, sıfır lira. Bu saçmalığın kâr oranı matematikte tanımsız. Taş atıp kolunuz mu yoruluyor da e-posta yollamak için vatandaştan 3 buçuk lira istiyorsunuz?!
Diyeceğim, Biletix hem hizmet bedeli kisvesi altında vatandaşı kazıklıyor hem de kurye bedeli ve hızlı bilet ile haksız kazanç elde ediyor. Eskiden hizmet bedelinin üzerine ‘işlem bedeli’ diye başka bir avanta daha alıyordu. Şimdi işlem bedelini hizmet bedeli ve kurye bedelinin içine yedirmişler.
Üstelik bilet iadesi, memnun kalmama, vazgeçme vesaire gibi tüketici haklarınızın hiçbiri de yok!! Etkinlik iptali söz konusu olduğunda paranızı mecburen iade ediyorlar ama “taşıma maliyeti müşterinin UPS’e yaptığı ekstra bir ödeme” diyerek kurye bedelini iade etmiyorlar. Böylece, etkinlik iptal olduğunda bile, hiç değilse UPS ile yaptıkları anlaşmadaki fark yine Biletix’e kalıyor.

TEKEL = RANT = HAYAT PAHALILIĞI

Bir şirket böyle uydurma bedeller, fahiş kurye ücretleri ve saçma sapan iade politikaları ile nasıl iş yapabiliyor? Çünkü insanların başka seçeneği yok. Rekabetçi bir piyasa olmadığı için fiyat kıracak ya da müşteriye daha iyi hizmet verecek şirketler çıkamıyor. Online bilet dağıtımı yapan Biletino, Biletiva, Biletini Al vs. gibi başka siteler de var tabii ama pazar payları Biletix’e rakip sayılamayacak kadar düşük. Mesela bir ara TicketTürk vardı, direnemedi ve kapandı gitti. Diğerlerinin ne kadar dayanabileceğini zaman gösterecek.
Greg Mankiw’in ekonomi ders kitaplarındaki palavraları boş verin. Serbest piyasa rekabeti kapitalizmin mantığına aykırıdır. Bir kapitalistin isteyeceği son şeydir tam rekabet piyasası… Kapitalist, rekabeti ortadan kaldırmak için endüstriyel casusluk (industrial espionage) dahil yasadışı yolları bile dener. Kapitalistin öncelikli maksadı rakip şirketleri ortadan kaldırmak suretiyle tekel olabilmektir. Tekel demek, garanti getiri yani rant demektir. İnsanlar başka seçenekleri olmadıkları için Biletix’in farazi bedeller altındaki fahiş fiyatlarını ödemek zorunda kalıyorlar. Biletix yılda tahminen 6-7 milyon bilet satıyor. Yani sırf bileti e-postayla yollama işinden elde ettikleri gelir yılda 20 milyon lira, masrafsız. Nasıl zengin olunuyor görüyorsunuz değil mi?
Maaşınız insan gibi yaşamaya neden yetmiyor? Çünkü bir konsere gitmek istediğiniz zaman, Biletix sağ olsun, Ticketmaster’a takribî yüzde 20-30 fazladan rant ödemek zorunda kalıyorsunuz. Ya da sinemaya gitmek istediğiniz zaman, Cinemaximum sağ olsun, Mars Cinema Group sizden yüzde 20-30 fazladan alıyor. İnternet aboneliği, futbol ve sinema paketleri, cep telefonu tarifeleri, yedikleriniz, içtikleriniz vs. hepsinin fiyatları piyasa gücü nedeniyle şişiyor. Demem o ki kapitalizmdeki tekelleşme eğilimi hayat pahalılığınızın başlıca sebeplerinden biridir.

BİLET DAĞITIM SEKTÖRÜ REKABETE AÇILMALI MI?

Biletix gibi birbiriyle aynı ölçekte 20 tane bilet sağlayıcı site olduğunu düşünün. Ne yapacaksınız, her defasında site site gezip bilet mi arayacaksınız? Saçmalık… Ben etkinliklere göz atacağım zaman hepsinin tek bir sitede kategorik başlıklar altında olmasını tercih ederim. Böylesi herkes için daha pratiktir. Bakın mesela Biletino hizmet bedeli olarak bilet başı sabit 2 buçuk lira alıyor, 100 liralık biletten de 250 liralık biletten de… Üstelik bileti de e-posta adresine ücretsiz olarak gönderiyor. Ama çoğunuz Biletino’yu duymamıştır bile. Popüler etkinliklerin tekeli Biletix’te olduğu sürece Biletino’ya neden bakasınız ki?!
Dolayısıyla bilet dağıtım piyasasında tam rekabet zaten manasızdır. Fakat tekel özel bir şahsa ait olunca bu bir iş olmaktan çıkıp birkaç vampirin hesabına yatan garanti rant haline geliyor. Bunlardan ötürü, bilet dağıtımı kâr amacı gütmeyen bir halk tekeli olmalıdır. Bunun mevcut sistem içinde iki yolu vardır. Birincisi, halkçı bir iktidarın yasayla özel tekeli devletleştirip biletleri tek bir site/uygulama üzerinden marjinal maliyetine satmasıdır. İkincisi ise, eğer iktidar devletleştirme yapmıyorsa, bilet sağlayıcılığı yapan bir işçi kooperatifi kurmaktır. Fakat Biletix’in hali hazırda bir ilk-hamle avantajı var, zaten bu yüzden tekel oldu. Kooperatif fiyat kıracak olsa dahi (ki zaten diğer bilet sağlayıcılar daha düşük komisyonla çalışırlar) Biletix’in yıkıcı fiyatlandırma uygulayarak rakibini kolayca saf dışı edebilecek ekonomik ve siyasi forsu var. Biletino’nun Biletix’in tekelini kıramadığı bir piyasada bir işçi kooperatifinin kırması pek kolay olmasa gerek.
Serbest piyasa kapitalizmi, vatandaşın değil dev şirketlerin lehine tasarlanmıştır. Zira Biletix, Rekabet Kurumu’nun 2013 yılında yürüttüğü soruşturmadan herhangi bir ceza almadan çıkmıştı. Bir rekabet hukuku düşünün ki Türkiye’de tekel denince belki de akla gelen ilk şirket olan Biletix’in tekel olmadığı sonucuna varsın. Midyat, Seyfo!! Gülün…
ANIL ABA / BİRGÜN

Biri yer biri bakar kıyamet bundan kopar! - Işıl Özgentürk

Yani inadına mı yapıyorsunuz, bilmiyorum Meclis Başkanı Mustafa Şentop Meclis’in şeref holünde eski ve yeni milletvekillerini toplayıp iftar yapıyor. En az yirmi kişinin oturduğu yuvarlak masalarda, iftariyelikler, şerbetler, ardın­dan ara sıcaklar, ardından et ya da balık, ana ye­mek, ardından tatlı, ardından Türk kahvesi, çay.

Afiyet olsun gözümüz yok ama gönlümüz rahat değil. Çünkü tam şuramda, kalbim sıkışıyor ve mendil satan iki küçük çocuğun, nasıl olmuşsa olmuş, alanın yan tarafındaki korkulukların yanına gelmiş, iftariyeliklere, kızarmış ete, mis gibi pas­tırmalı böreklere yutkunarak bakışını görüyorum. 

Yahu siz nesiniz? Meclis başkanı, sonuçta kendi kesenizden değil, okul, fabrika, yurt yapılması için bizim vergilerimizle biriken devlet bütçesinden bu hovardalığı yapıyorsunuz. Evet, hovardasınız ama bu hovardalığı benim paramla yapıyorsunuz. Bir söz vardır halk arasında neyse söylemeyeceğim, anlayan anlar. Siz de anlarsınız. Yurttaşlarının oruç açacak dört tane zeytin ve bir pideyi almakta zor­landığı bir ülkede nedir bu kendine bonkörlük!

Tek eksiğiniz misafirlere “diş parası olarak yarım al­tın” vermemişsiniz. Ayıp etmişsiniz, belki de Saray’ın sahibi bu konuda size bir uyarı yapmıştır: “Diş parası sadece benim davetlerimde verilebilir” diye.

Fakat bu hovardalığı yaparken, belli ki, dikkatiniz dağılmış, çünkü hiçbir aklı başında iktidar yolsuz­lukların tek tek açıklandığı bu zamanda böyle ho­vardalıklar yapmamalıdır. Çünkü biri yer biri bakar, kıyamet bundan kopar!

Sizi muhteşem iftarınızla bırakıp, bir kadın olarak, bir anne olarak yüreğimi sıkıştıran başka konulara geçelim. İktidar eliyle bireysel silahlanmanın teşvik edildiği bu zamanda, nisan ayı içinde, yani 30 gün­de tam 34 kadın öldürülmüş. Öldürülen kadınların 7 tanesi devletten korunmalarını talep etmiş. Bu korunma meselesinde de bir tuhaflık var, biraz bun­dan söz etmek istiyorum. Koruma verilen kadınlar, korumanın yemek ve yol parasını karşılamak zorun­daymışlar. Yani kadın zaten mağdur, çok parası da yok ama emir büyük yerden; vereceksin! Kadınları sevmediğiniz öylesine belli ki, ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Zaten bu korumalar da kadını koruya­mıyor. Silahını, bıçağını çeken karısını, sevgilisini öl­dürüyor ve dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayacak savunmalar yapıyorlar: “Sevdiğim için öldürdüm”, “Benimle yeniden birlikte olmadığı için öldürdüm”, “Onuruma dokundu öldürdüm”, “Şeytana uydum öldürdüm”. 

Say saya bildiğin kadar, mazeretten bol ne var. Peki ya hâkimler, şimdi şu hâkim indirimden söz etmenin tam zamanı. Türk Ceza Kanunu’nda insan öldürmenin cezası belli. Amma velakin işte tam burada hâkimler tarafından uygulanan bir iyi hal indirimi söz konusu. Hâkimler de bu indirimleri bol keseden uyguluyorlar. Memlekette kadın öldür­mek neredeyse suç değil, çocuklara tecavüz etmek suç değil, yolsuzluk yapmak suç değil ama bu yazı­da olduğu gibi gerçekleri söylemek suç!

Vallahi doğru konuşuyorum, bir örnek, birileri oturmuş benim yazılarımı gözden geçirmiş ve dört yıl önce Cizre’de bir sağlıkçının keskin nişancı ta­rafından vurulduğunu anlattığım bir yazımı bulup, “Terör örgütü propagandası yapmak”, “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” iddiasıyla beni basın savcılığına ihbar etmiş. Tabii hemen soruşturmaya çağrıldım. Paşa paşa gittim bakalım ne olacak? 

Şimdi Meclis Başkanı, sayın hâkimler bana kızabilirler, kızsınlar da! Bu arada bir arkadaşım önemli bir kitaptan söz etti, Amerikalı bir yazarın, Prof. Martha Stout’nun “Yanı Başınızdaki Sos­yopat” adlı bu kitabında dünyada oldukça önemli bir miktar insanın doğuştan sosyopat (anti-sosyal kişilik bozukluğu) olduğundan söz ediyor. 

Sosyo­patlar (genetik olarak) insana ait en önemli şeyden, duygudan yoksun olarak doğuyorlarmış. Asla acı duymuyorlarmış, merhamet onlardan çok uzakmış, asla üzülmüyorlar, asla paylaşma duyguları yok ve sevmeyi bilmiyorlar. Bu ara bu konuda epey mal­zeme biriktirdim, basit bir örnek, intihar etmek için apartmanın damına çıkan bir insana “atla, atla” diye bağırmak ve alkış tutmak bir sosyopat davranışıy­mış. 

Çok örnek var ama yazmıyorum, çünkü birileri durup dururken gocunabilir. Şimdilik kısadan hisse.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

25 Mayıs 2019 Cumartesi

İpin ucu hergelenin elinde!..- Miyase İlknur

Tarihe ikinci “31 Mart Vakası” olarak geçecek olan 31 Mart yerel seçimlerinin İstanbul Belediye Başkanlığı sonucunun YSK kararıyla iptali, iktidar blokunda yeni bir umut kaynağı olsa da korkularını gidermiş değil. Ya İmamoğlu yeniden kazanırsa diye ek önlemler ve hamleler şimdiden planlanıyor. YSK’nin İstanbul seçimlerinin iptaline ilişkin gerekçeli kararını okuyan, hukuktan anlamasa bile ortalama zekâya sahip bir insan, ortaya konan gerekçelerin “üfürükten teyyare” olduğunu anlıyor. 

YSK’nin iptal kararının da, 200 sayfalık gerekçeli kararının da asıl müellifinin karara imza atan 7 üye değil, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yakın çevresi olduğunu kendi yandaşları bile farkında. O nedenle gerekçeli kararın yazılması bir hayli uzadı. Gerekçe yazılacak ama ortada gerekçe yok. “Çalmavar” dediler ortada çalmaya ilişkin bir eylem ve bu eylemi gerçekleştiren failler yok. Gerekçe diye sundukları argümanlar da seçim sonucunu etkiyelecek müessir filler değil. Ergenekon ve Balyoz kumpas davalarındaki gibi çok laf kalabalığı yapıp sayfalar dolusu yazarak bunu gizlemeye çalışsalar da olmamış. Enini boyuna uyduramamışlar. Çünkü ipin ucu başkalarının elinde.
 
Adamın biri palavracılıkta hayli nam salmış. Oğlu da babasının bu palavralarından utandığından bir gün oturup kendisini uyarmış. 
- Baba birileriyle konuşurken palavralarında endaze tanımıyorsun. Annemle birlikte ele güne rezil oluyoruz. Bu huyundan vazgeç artık. 
Babası da bu durumun elinde olmadığını söyleyince, oğlu bir formül bulmuş. Birileri kendilerine misafirliğe geldiğinde babasının ayak başparmağına bir ip bağlayacak, babası atmaya başladığında ipi çekecekmiş. Oğlu ipi çektiğinde babası yine palavra atmada ölçüyü kaçırdığını anlayıp susacakmış. Birkaç gün sonra evlerine konuk geleceğini öğrenince, oğlan anlaştığı gibi babasının ayak başparmağına ipi bağlamış. Konuklar geldiğinde, ikram faslından sonra muhabbet başlamış. Baba komşularına yeni aldığı tarlayı anlatırken yine başlamış palavra sıkmaya.
- Komşular yeni bir tarla aldım. Boyu 2 bin metre. Eni ise... 
Baba sözü bitirmeden oğlan ipi çekivermiş. 
- Eni ise 2 metre, deyip susmuş. Komşulardan biri eni boyu orantısız tarlaya itiraz etmiş. 
- Yav, öyle tarla mı olur? Sen tarla değil galiba yol almışsın. Enini boyuna uyduramadın komşu.. 
Baba boynunu bükerek süklüp püklüm yanıt vermiş. 
- Enini boyuna uyduracaktım ama ipin ucu bizim hergelenin elinde, deyivermiş.
 
Bizim YSK üyeleri de gerekçeli kararı yazarken enini boyuna uyduramamışlar. Çünkü iptal için hukuken geçerli bir kanıt yok. Öne sürülenler ise seçimin iptali için yeterli değil. 

AKP, seçim iptal kararından sonra başta küskün seçmenlerini ve muhafazakâr Kürtlerin bir kısmını yanına çekmek için hamle üstüne hamle yapıyor. Ya olmazsa, ya yine sandıktan galip çıkmazlarsa? O zaman yeni kartları sahaya sürecekler. 

Bu kartlardan bir tanesini daha YSK iptal kararını vermeden önce planlamışlardı. FETÖ üyeliğinden tutuklanan ve aralarında Beylikdüzü Belediyesi’nin de bulunduğu bazı CHP’li belediyelere geçmişte danışmanlık hizmeti veren Erkan Karaaslan’ı itirafçı yaparak İmamoğlu hakkında iddianeme düzenleyip görevden almak ve yerine İBB Meclisi’nde sayısal çoğunluğu bulanan AKP’nin meclis grup başkanvekillerinden  Göksel Gümüşdağı başkan seçtirerek İstanbul Belediyesi’ni yönetmek. 

Hesap buydu ama Bağdat’tan daha doğrusu Erkan Karaaslan’ın bulunduğu Hatay T Tipi Cezaevi’nden döndü. Onu itirafçılığa ikna etmek için gönderilen Aydınlı yerel gazeteci Serhan Seyhan’la aralarında geçen konuşmalar Karaaslan tarafından açıklanınca, plan da yattı. 

Olsun, AKP’de plan çok. Şimdi başka bir planı devreye soktular. Mülkiye müfettişlerini Beylikdüzü Belediyesi’ne göndererek geriye dönük çok özel teftişe tabi tuttular. 

İmamoğlu döneminin didik didik incelendiği bu özel teftiş sonucunda aynı YSK’nin tartışmalı kararı gibi bir karar bulup 23 Haziran’da seçilse de İmamoğlu hakkında iddianame hazırlatıp onu görevden alarak Gümüşdağı İBB Başkanlık koltuğuna oturtacaklar. Ha olur mu? Bu ülkede olmaz olmaz diye bir şey yok. Enini boyuna uyduramasalar da hesap soracak merci olmadığı için yapar mı, yaparlar.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Yine bir vakıf kardeşliği yine İBB - Murat AĞIREL

Günlerdir yazıyorum.
Belgelerle anlatıyorum.
İstanbul seçimlerinin yenilenme nedeni İBB'yi rant kapısı haline getirenlerin işidir.
Bugün size yine içinde vakıf, para ve tuhaf ilişkilerin yer aldığı ihaleden bahsedeceğim.

İBB Destek Hizmetleri Şube Müdürlüğü (2018/562797 ihale kayıt numarası ile) "İstanbul Geneli Muhtelif Organizasyonlar ile tanıtım duyuru çalışmaları ve baskılı işlerin hizmet alım işi"ni (13.12.2018 tarihinde) ihale etti.
İhale iki ana başlıktan oluşuyor.
Tanıtım ve promosyon hizmetleri ile sergi, fuar ve kongre organizasyon hizmetleri…
Bu iki başlığın altında ise 133 kalem iş var. Uçak bileti temini, ayakkabı temini, konfeti makinesi temini, çocuklara yönelik şişme ve kostüm karakterler, halı kaplama gibi iş kalemleri bulunuyor.

İlgimi çeken ve garibime giden durum bu nasıl bir organizasyon ki 1 milyon adet kumanya temini, 15 milyon adet el ilanı basımı, 115 bin adet USB bellek alımı, 650 bin adet şapka temini, 5 milyon balon, 500 bin bez çanta, 5 milyon adet el bayrağı hazırlanıyor.
Mesela iş kalemleri arasındaki USB bellek alımı çok dikkat çekici.
Neden mi?
Anlatayım…
Sözleşmede 115 bin adet ancak nasıl oluyorsa bu adet daha sonra 250 bin adede çıkarılıyor. Bunun için de firmaya (11.01.2019 tarihinde) 6 milyon 360 bin TL daha sonra (28.02.2019 tarihinde) 1 milyon 590 bin TL olmak üzere 7 milyon 950 bin TL ödeme yapıldı.

USB bellek ile ilgili bilgi sahibi olduğum için yurt dışı bir USB satıcısı firma ile bağlantıya geçtim ve 250 bin adet USB için fiyat teklifi aldım. 8 ve 32 GB kapasiteleri için… Gelen teklif ortalaması 9,5-10 TL arasında. Uçak, gümrük ve nakliye maliyetlerini de hesaplattırıp ekleyince bedel 14-15 TL rakamlarına geldi.
Firma kaça fatura etmiş?
26 TL!
Peki bu ihalenin toplam bedeli ne kadar dersiniz?
181 Milyon TL!
İhaleyi kim almış?
M. Raif İnan'ın sahibi olduğu PlanB Organizasyon Tic. Ltd.Şti adlı firma.
Araştırdım tabi.

M. Raif İnan çok başarılı bir iş adamıdır kuşkusuz. Kendisi Tiyatral Sanatlar Akademisi Vakfı kurucusu aynı zamanda Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'ın kurduğu Kartal Eğitim Vakfı yönetiminde. Vakıf kurucusu Bilal Erdoğan, TRT Genel Müdürü İbrahim Eren gibi isimler var.

Ne var bunda diyebilirsiniz.

Açıklayayım hemen.

M. Raif İnan'ın sahibi olduğu bir şirket daha var. A23 Medya ve Yapım Hizm. A.Ş. Bu ismi nereden tanıyoruz? Hani TRT de yayınlanan Vuslat dizisi var.
Hah işte onun yapımcısı.

Sayın İnan ile TRT Genel Müdürü ve Bilal Erdoğan aynı Vakıfta arkadaş. Dizi TRT'de yayınlanıyor falan hani içime kuşku düşmüyor değil.

Bu nedenle Sayın Raif İnan'a cevaplamasını ümit ederek bazı soruları yazıp mail attım. Cevap hakkını kullanmasını dileyerek kamuoyunun aydınlatılmasını talep ettim. Fakat yazım baskıya girene kadar herhangi bir açıklama olmadı.

Gönderdiğim sorular ise şu şekildeydi:
- İhaledeki kalemlerden biri olan USB alım işi 115 bin adet iken hangi gerekçeyle 250 bin adede çıktı?
- İhale ile ilgili 15 milyon basılacak el ilanı ve bayrak hangi etkinlikte kullanılacaktı?
- Cumhurbaşkanımızın oğlunun kurucusu olduğu Kartal Eğitim Vakfında nasıl bir görev yapıyor?
- TRT Genel Müdürü Sayın Şahin ile birlikte yönetim kurulunda bulunmuş mudur?
- TRT'ye verilen bu dizinin satışında Sayın Bilal Erdoğan ve Sayın Şahin ile olan vakıf arkadaşlığı ya da okul arkadaşlığının etkisi olmuş mudur?

Çünkü piyasa değerinin çok üstünde verilen maliyetlerle gerçekleştirilen ihalelerden hep iktidar üyeleri ya da onlara yakın isimler çıkıyor.

Şöyle bir iki adım geri çekilip baktığımda, diğer yazdığım yazıları düşündüğümde hep ama hep karşıma tek bir tablo çıkıyor.

İktidar ve şürekâsı diyebileceğimiz, yaklaşık bin kişilik bir grup, İBB aracılığıyla milletin üzerinde öyle bir kambur yaratmış ki "seçimler tekrarlansın"  feryadını en çok bunlar tekrarlıyor.

Aylardır yaşadığımız sürecin özeti aslında şu cümle: "Adama, kişiye, kişilere, gruplara, cemaatlere, vakıflara, derneklere hizmet işi bitti.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

24 Mayıs 2019 Cuma

Sakatların, piçlerin ve kırık şeylerin hikayesi: Game of Thrones - Kültigin Kağan Akbulut

Sadece kadınlara dair anlatı açısından değil, GoT bütün sakatların, piçlerin ve kırıkların hikayesini yeni baştan anlattı. Ötekilerin hikayelerinin çok kritik bir noktada yer alabileceğini ve hikayeye yön verebileceklerini gösterdi. Önümüzdeki yıllar boyunca referans verilecek karakterler yarattı.
Yazmaya değer tek şey insan kalbinin kendi içindeki çelişkisidir. 
William Fulkner

2011 yılında yayınlanmaya başlayan ve bu hafta final bölümü yayınlanan Game of Thrones dizisi birçok açıdan sinema ve dizi sektörünü büyük dönüşümlere uğrattı. Bu sekiz yıla baktığımızda televizyonculuğun önemli bir dönemeçte olduğunu görebiliriz. TV’nin icadından bu yana gelen teknoloji ve alışkanlıklar artık değişiyor. Bu süre zarfında Netflix hızla yükseldi, ABD’de kablolu kanallar dışında online streaming kanalları genişledi ve dizi sektörü alanı kaplamaya başladı. 2011’de ABD’de yayına giren dizi sayısı 266’yken, geçen yıl yüzde 86 artışla 495 dizi yayına girdi mesela.
George R. R. Martin’in Buz ve Ateşin Şarkısı isimli roman serisinden uyarlanan Game of Thrones dizisiyse bu dönüşümün en büyük ayaklarından birini oluşturdu. Bu sekiz yıl boyunca birçok kaliteli dizi izledik, ancak GoT’un yarattığı dönüşümün bu açıdan ayrı bir yerde olduğunu ortaya koymak gerek. Dizinin kablolu kanaldan yayın yapan HBO’nun en popüler dizisi olduğunu ve dijital izlemelerle birlikte bölüm başına 30 milyon kişinin izlediği resmi olarak kayıtlı. Bunun yanında GoT’un torrent indirilme rekorları kırdığı da birçok kez açıklandı. GoT’un bazı bölümleri için harcanan bütçe küçük bir ülke sinemasını kalkındıracak cinsten. Apple, Amazon, Netflix, Hulu gibi platformlar da benzer bir dizi arayışında, ancak yanına yaklaşan henüz olmadı.
Bunun sebebi de aslında ne harcanan paranın büyüklüğünde ne de izleyiciyi kendine bağlayıp rekorlar kırmasında. GoT’un getirdiği aslında hikaye anlatımına dair dönüşüm ve asıl bunun üzerinde durmak gerek. Diğer platformların GoT’un yerini alması istenen dizilerinin başarısız olmasının sebebi de bu asıl meseleyi kaçırmalarında.
Dizinin baş karakterlerinden Tyrion Lannister son bölümün kritik sahnelerinden birinde, en büyük şey hikayelerdir, dedi. Devamında da şunları söyledi: “Halkı buluşturan nedir? Ordular mı? Altın mı? Bayraklar mı? Hikayelerdir. Dünyada iyi bir hikayeden daha iyi bir şey yoktur. Hiçbir şey onu durduramaz. Hiçbir düşman onu durduramaz.” GoT’un en büyük başarısı da hikaye anlatıcılığına getirdiği yeniliklerdi.
George R. R. Martin yola çıkarken Hollywood’un tipik iyi ile kötünün savaşı anlatısının karşısında durarak başlamıştı. Uzun yıllar sektör içinde çalışmaktan sıkılan Martin’in kendini bu kitap serisine adamasının sebeplerinden biri de klişe anlatıların dışına çıkmasına pek izin verilmemesiydi. Her ne kadar Yüzüklerin Efendisi serisinin ve J. R. R. Tolkien’in hayranı olduğunu belirtse de mutlak iyilerin ve mutlak kötülerin olduğunu düşüncesini kırıp attı Martin. Savaşta kahramanlık gösteren birinin çok kötü biri olabileceğinin veya kötü olarak gösterilen bir karakterin başka alanlarda çok iyi bir insan olabileceğinin altını çizdi.
Martin ayrıca savaşın gerçek yüzünü güçlü bir şekilde ortaya koydu. Hollywood’da dizi senaryosu yazdığı dönemde devamlı aksiyon sahnesi isteyen yapımcıların, aksiyonun gerçek sonuçlarını göstermekten de imtina ettiğini vurguluyor bir röportajında Martin. Bir araba kazası olduğunda çıkan ses korkunçtur, insanlar ölür ama klişe bir anlatıda çarpışan görkemli metaller görürüz. Ya da klişe bir savaş sahnesinde ortada pek fazla parçalanan insan, kan ya da ölürken altına eden insanları görmeyiz. Ancak gerçeklik budur. GoT serisinde ortalıkta kılıç sallayıp kötüleri öldüren şövalyeleri değil savaşın tüm kötü yönlerini görüyoruz. Bunun kökenlerini de Martin’in Vietnam Savaşı sırasında vicdani retçi olmasına ve hayatı boyunca vicdani reddin savunuculuğunu yapmasında bulabiliriz.
Mutlak iyi ve mutlak kötü nasıl yoksa, bir hikayenin nasıl akacağını da bilemeyiz. Martin’in serideki güçlü yönü de hikaye anlatıcılığındaki en büyük geleneği, güveni kırması. İlk sezonun sonunda en sevilen karakterlerden Net Stark’ın öldürülmesiyle her şeyin bambaşka olacağını görmüştük zaten. Sonraki sezonlarda da sevilen karakterlerin kaderinin pek de iyi olmayabileceği düşüncesiyle izledik.
GoT edebiyat ve film tarihinin gördüğü en güçlü, en kompleks kadın karakterleri yarattı. Savaşçı, kraliçe, prenses, hükümdar, suikastçı ya da cadı… GoT feminist bir anlatı mı, tartışılır. Kadın karakterlerine iyi davrandı mı? Kesinlikle değil. Ancak hangi karakterine iyi davrandı ki? Bunların dışında kadınlara dair en güçlü anlatılardan biri. Bunun sırrı da serinin yaratıcısının bir röportajda verdiği cevapta. Kadın karakterleri nasıl bu kadar başarılı yazdığı sorusuna Martin, “Kadınları her zaman insanlar gibi değerlendirdim,” diye cevap veriyor. “Ana mesele empati. Ben olsam nasıl hissederdim, diye sormak. Karakterin temelde bir insan ve insanlığın temel bir yapısı var. Kadın karakter yazabilirsiniz, cüce karakter yazabilirsiniz ya da başka bir şey. Temelden başlamalısınız. Benden farklı cinsel organlara sahipler. Ama aşk ve şeref için savaşmak gibi eski hikayeye sahipler. Hepimiz hayattan benzer şeyleri bekliyoruz. Bu da karakterleri gerçekçi yapıyor.” Bu kadar basit. Bundan sonra karton kadın karakterler yazmak o kadar kolay olmayacak.
Sadece kadınlara dair anlatı açısından değil, GoT bütün sakatların, piçlerin ve kırıkların hikayesini yeni baştan anlattı. Ötekilerin hikayelerinin çok kritik bir noktada yer alabileceğini ve hikayeye yön verebileceklerini gösterdi. Önümüzdeki yıllar boyunca referans verilecek karakterler yarattı.
Zeynep Tüfekçi Scientific American dergisine yazdığı “Hayranların Game of Thrones’un Son Sezonundan Nefret Etmesinin Gerçek Nedeni Ne?” başlıklı yazıda serisinin sosyolojik öykü anlatımı tarzına vurgu yaptı. (Son sezonun sosyolojik öykü anlatımından psikolojik öykü anlatımına kaydığını ve bu yüzden hüsran yarattığını vurguladı.) Tüfekçi’nin bu yorumundan hareket edersek GoT’un tarihi film anlatısına da yenilik getirdiğini söyleyebiliriz. Kralların sinek gibi öldürüldüğü bir çağın politik atmosferini başarıyla yansıttı GoT.
GoT’u aynı zamanda TV tarihinin ikinci altın çağının son örneği olarak da görebiliriz. GoT’un yayınlandığı kanal olan HBO yakın zamanda Çernobil dizisine başladı mesela. Heyecan dozu yüksek ve politik atmosferi çok iyi örülmüş bir dizi. Ancak GoT’un yakaladığı başarıya ulaşabilmesi mümkün görünmüyor. Ya da geniş bir açıdan bakarsak, GoT’un yarattığı kırılma aşılabilir mi? Yakın zamanda mümkün görünmüyor.
Kültigin Kağan Akbulut / duvaR

AVRUPA SANDIĞA GİDİYOR.(IX) - SOL

'YKP emekçi halkın sesi, YKP sermayenin kârlılığını artırma politikalarıyla mücadele ediyor'


Geçen yılki büyük orman yangını felaketinin de yaşandığı, Atina'yı da kapsayan merkez bölge Attika için belediye başkan adayı olan, Yunanistan Komünist Partisi (YKP) Siyasi Büro üyesi Yannis Protulis, soL’un sorularını yanıtladı.
YKP, belediye seçim kampanyasında halkın güncel sosyal ihtiyaçlarının giderilmesi için bir karşı saldırı çağrısında bulundu. “Her merkezde güçlü bir YKP” ve “gerçek halk muhalefeti sergilemek” ne anlama geliyor?
Tek gerçek halk muhalefeti YKP, çünkü YKP emekçi halkın sesi, YKP halkın yaşamına el koyarak büyük sermayenin kârlılığını artırma politikalarıyla tutarlı bir biçimde mücadele ediyor.

2018 yılında yaşanan ve Attica’nın hala yasını tuttuğu sel ve yangınlarda 127 yurttaşın yaşamını yitirmesi bir doğal afetin sonucu değildi. Yunan halkı işsizliğe, ciddi bir biçimde azalan işçi ve emekli maaşlarına, acımasız vergilere, sağlık ve eğitim sistemindeki bozulmalara, sosyal harcamalarda kesintilere ve yetersiz altyapıya katlanırken, egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda halkların birbirleriyle savaşması için NATO cephaneliğine 4 milyar avro verilmesinin bir sonucuydu.

Son yıllarda kentsel dönüşüm için 500 milyon avroyu, Attica’nın sahil şeridine “Attica Riviera” adını verdikleri bir projeyi inşa ederek, tur işletmelerinin, gemi sahiplerinin, turistik gemilerin, hava yollarının, kapitalistlerin kârlarını arttırmak için harcadılar. Ölümcül yangınların ardından orman bakımı ve itfaiye hizmetlerine neler verdiklerini sorduğunuzdaysa, bir felaket yaşanması halinde halkı bilgilendirecek bir bilgisayar uygulaması geliştireceklerini söylüyorlar... Halkı hiçbir şekilde umursamıyorlar! Amerikalıların ve Trump’ın en iyi öğrencileri halini aldılar. Kendi elçiliğinden çok Attica Belediye Ofisleri’nde ve Bakanlıklar’da zaman harcayan ABD elçisinin çabaları boşa gitmemiş.

YKP’nin beş belediye başkanı, geçtiğimiz yıllarda, Avrupa Birliği’nin (AB) burjuva hükümetine karşı halk muhalefetinin nasıl yapılacağını ispatladı. Bir azınlığın kârlarına değil, halkın ihtiyaçlarının tatmin edilmesine öncelik verdiler, sağlık merkezleri ve hastaneler için mücadele verdiler, çatılarının öğrencilerin tepesine çökmesine engel olmak için okulları tamir ettirdiler, insanların evlerine haciz gelmesine engel olmak için, grev hakkının savunulması için mücadele ettiler. Halk düşmanı kanunlara ve Avrupa talimatlarına meydan okudular ve burjuva mahkemelerince suçlu bulundular!

Halk muhalefeti ülkemizi dev bir NATO uçakgemisine çevrimeye direnmek demektir. Komşularımızla barış içerisinde yaşamak için mücadele edeceğiz. Emperyalist savaşların mağduru mültecilerin insanca yaşayabilecekleri koşullar için mücadelede öncülük edecek, ulaşmak istedikleri yerlere gidebilmelerine yardım edeceğiz. SYRIZA tarafından açılan, 70.000 insanın hapseden toplama kamplarını kapatmak için mücadele edeceğiz. Ülkemizde bulundukları sürece sömürünün mağduru olmamaları için, uygun yaşam koşullarına sahip olabilmeleri için, çocuklarının okula gidebilmesi için mücadele edeceğiz.

“Laiki Syspeirosi”nin adayı olarak seçimlere giriyorsunuz. Laiki Syspeirosi adayları kimler, ne için mücadele ediyorlar?
Laiki Syspeirosi’nin adayları, deneyimli mücadeleciler. İşçi sınıfına, halka kapitalist kriz koşullarında daha da fazla yük olmamak için mücadelelerde öncülük rolü üstlendiler.

Tekel karşıtı, kapitalizm karşıtı mücadelenin umut vaad ettiğini, aynı gücün SYRIZA gibi idarecilerinin değişmesinin bir sonuç yaratmayacağını anlattılar.
Halkın kaybettiklerini kazanmak için, halkın ihtiyaçlarının giderilmesi için mücadele ettiler. Kapitalist gelişmenin kırıntıları ile uzlaşmayacaklar. Halk için tüm boyutlarıyla çağdaş hakları talep ediyorlar.

Laiki Syspeirosi’nin adayları farklı siyasi geçmişlere sahip olsalar da mücadele içinde, hareket içinde ve seçimlerde YKP’ye katılmış insanlar.

Laiki Syspeirosi, halk katmanları içerisinde bir “toplumsal ittifak” ihtiyacıyla ilişkili olarak mı kuruldu?
Halka gelecek belediye, bölgesel ve Avrupa Parlementosu (AP) seçimlerinde, seçim dönemlerinde ortaya çıkacak halk düşmanı politikalara karşı çıkmak, meydan okumak ve engellemek için emekçi halk güçleriyle direniş merkezlerinin güçlerini çoğaltmak için, YKP’yi ve “Laiki Sysperiosi” adaylarını destekleme çağrısında bulunuyoruz.

Halkı, işçileri, işsizleri ve çocuklarını özgürleştirmek için, haklarının takipçisi olabilmek için, onların güçlerine güvenerek, onların taleplerini onların ihtiyaçları düzeyine çıkarabilmek için...Karşı saldırıya geçebilmek için, kapitalizmin yok edilmesi, AB, NATO ve tüm diğer emperyalist oluşumlarla bağları koparmayı hedefleyen güçlerin bir araya getirilebilmesi için.

4. YKP Yunanistan’da Syriza ve Yeni Demokrasi arasında değişen iki partili bir sistemin ortaya çıkması konusunda uyarıda bulunuyor. Bu yeni durumun halk açısından sonuçları nedir? Faşist partiler bu tabloda nereye oturuyor?
İyi bilinen “düello”larıyla, Syriza ve Yeni Demokrasi (YD), aslında ikisinin de büyük sermayenin çıkarlarını savunduklarını gizlemeye uğraşıyor. Bu nedenle birinci ve ikinciye çok daha kötü bir üçüncü memorandum eklediler, krizin yükünü halka yüklemek ve sermayeyi herhangi bir sorumluluktan kurtarmak için. Patronların önünde onların çıkarı için gerekli halk düşmanı reformları hangisi daha iyi uygular,  onun kavgasını yapıyorlar. YD geleneksel burjuva partisi. Syriza ile birlikte, muhalefette kalmış olsa da, tüm emek düşmanı yasaları geçirdiler: Grev hakkının yasaklanması, ücretlerin dondurulması, yeni NATO askeri üslerinin kurulması, büyük vergi sahiplerinin azledilmesi… YD yeni doğan kardeşiyle ilgileniyorlar diye kendisiyle ilgilenmeyen anne babası için yaramazlık yapan şımarık bir çocuğa benziyor!

Syriza ise solun ideallerini, hayallerini, değerlerini çarpıtıyor, tutumunu değiştiriyor, oy toplamak için Yunan halkına yalan söylüyor. Çipras Sibiu, Romanya’ya gitti ve orada tüm aşırı sağla, faşistlerle -Orban’la, Kurtz’la, Salvini ile- bir kınama oyu imzaladılar. Sağa, aşırı sağa, faşizme karşı mücadele adı altında, şimdiye kadar kimsenin önemsemediği “Demir Perde”den bahsederek, sosyalizme destek olanlara karşı bir "kınama oyu"... Onların faşizm karşıtlığı, aşırı sağla mücadelesi tamamen sahte.

Syriza önceki hükümetlerle birebir aynı politikayı izliyor. Büyük gemi sahiplerine, gemi şirketlerine milyarlar verirken aynı zamanda emekçi mahalleler ihmal ediliyor, büyük oranda işsizler, ne kamusal alanlar ne çocuk bakım merkezleri var, ve evlerin dibine insanlara kanser yayan çöpleri gömüyorlar.

Syriza ve YD icralar için birlikte oy kullandılar. 2022 ile birlikte 120 bin aileyi işsizlik ve ücret kesintileri vuracak, evlerinden atılacaklar. 2019'da bu şekilde 30 bin aile olacak.

Syriza hükümeti, diğer partilerle birlikte, Nazi katilleri destekledi. Genç bir adamı bıçaklamaktan yakalanmalarına rağmen mahkemeleri bugün 4 yıldır ertelenmiş durumda. Syriza hükümeti Atina Belediye Meclisi'nin faşist katillere ön seçim hakkı vermeme kararını iptal ettirme noktasına kadar gitti! Devlet kanalı ERT, yani emekçilerin ve halkın vergileriyle çalışan kanal, Nazilerin reklamlarını alıyor, onlara televizyonda propaganda hakkı veriyor.

Nazi katillerini yalnızca üçüncü partilikten atmak için değil, onlardan sonuna kadar kurtulmak için mücadele ediyoruz. Halkın protestolarından kaçacak tek bir delikleri kalmasın diye...

Faşizmin siyahına karşı ancak kızılla kavga verilir. Sosyalizmin kızılı Nazi canavarını mağarasında ezdi. Bugün bile, AB içinde kimse Yunanistan'da YKP'nin güçlenmesi çağrısını bulandıramaz. Nazi Altın Şafak'ı üçüncü sıradan edelim ve sandıkları Laiki Syspeirosi'nin kırmızı karanfilleriyle, YKP oylarıyla dolduralım.
Faşizme karşı mücadele yıllarca aşırı sağ ile koalisyon ortaklığı yapmış Syriza ile verilemez! Tek bildikleri şey halkın mücadelesini kendine mal etmeye çalışmak ve seçimlerin arifesinde umutlanmalarını engellemek.

Hazırlayanlar: Burçak Özoğlu, Ali Somel,  Nükhet A. Bordignon, Aynur Gümüş, Erdal Akmaz, Tevfik Taş
SOL

Çok zoruma gidiyor - ÖZDEMİR İNCE

20 Mayıs sabahı Can Ataklı’nın (Tele1) programında Sabah gazetesinin birinci sayfası iki manşetiyle dikkatimi çekti: “19 Mayıs Birlik Ruhu”, “Samsun İttifakı”. İkisinden de yapaylık akıyor. Gazeteyi satın alıp okudum. AKP’nin stadyum gösterilerini yasakladığı 19 Mayıs Bayramı’nda “Birlik Ruhu” mu olur? 

Devlet nezaketi gereği Samsun törenlerine katılan CHP ve SP ile MHP, BBP, VP, ANAP genel başkanlarının Cumhurbaşkanı ile çekilmiş fotoğrafının üzerine “Samsun İttifakı” diye yazmışlar. Keramete kıç attırmadan, böyle bir hatıra fotoğrafından siyasal mesaj çıkarmak mümkün değildir. Böyle derseniz, birisi de çıkıp “Cumhur İttifakı, Cumhuriyetçi demokrat halka yağ çekmek için bukalemunluk yapıyor” demez mi?

***

Sabah gazetesi, “Başkan Erdoğan Samsun’dan seslendi” diye yazmış. “Başkan” Erdoğan neyin başkanı? Nasıl seslenmiş, ne demiş? “19 Mayıs, 23 Nisan, 29 Ekim ruhu 82 milyon nüfusuyla ülkemizin her köşesinde yaşıyor” demiş. Doğrudur! Cumhuriyet ruhu, AKP ve MHP’ye karşın, Türk halkının ruhunda ve kafasında hâlâ yaşamakta, yaşıyor. Giderek güçlenerek yaşayacak! DNA’sına eklendi!

***

Gazete, R.T. Erdoğan’ın konuşmasını 5 konuda özetlemiş. Ben de işimi yapıp değerlendireceğim: 
1- NASIL ki, Gazi Mustafa Kemal işgale boyun eğenlere itibar etmeden mücadelesini yürüttüyse biz de öyle hareket ediyoruz. 
- Bunun en iyi kanıtı(!): Düşmanla işbirliği yapanların adlarını hastanelere, okullara, üniversitelere, caddelere ve sokaklara vermek; tabutlarını Türk bayrağıyla örtmek; hainlerin izinden gitmek! 
2- FIRSAT bulduklarında bizi içimizden bölmeye dışarıdan kuşatmaya çalışıyorlar. Kurulan tuzakları bir bir bozuyoruz
- Doğrudur! Bütünlüğümüzü oluşturan Türk ulusunu Türk, Kürt, Laz, Arap, Arnavut, Boşnak, Pomak, Çerkes etnisitelerine bölüp uhuyla yapıştırıyorlar. 
3- DAHİLİ bedhahlara rağmen Türkiye’yi dimdik ayakta tutuyor ve 2023 hedeflerine adım adım yaklaşıyoruz. 
- Türkiye’nin kötülüğünü isteyenler kim? Söyleyin ki bilinsin, milletin gözü açılsın? FETÖ’yü besleyip iktidar ortağı yapanlar mı? PKK ile açılım senaryoları yazanlar mı? Milletin 2023 hedefi demokratik parlamenter Cumhuriyet rejimine geri dönerek ihanete son vermek. Sizinki ne? 
4- GENÇLER 19 Mayıs ruhunu, 23 Nisan ruhunu ilk günkü heyecanla yaşatmaya ve sürdürmeye var mısınız? 
- Gençleri işsiz bırakanların; resmi bayramlarını, özgürlüklerini yasaklayanların böyle sorular sormaya hakkı olabilir mi? 
5- 15 TEMMUZ’DA olduğu gibi, istiklal ve istikbalimiz uğrunda gerekirse canınız pahasına mücadeleye var mısınız? 
- 15 Temmuz, iki ortak arasındaki hesaplaşmanın tarihidir. 19 Mayıs, 23 Nisan, 29 Ekim’in yanına koyamazsınız. Yurt savunması idealine değil, ancak alacak-verecek davasına girer!
***


İşte zoruma bu gidiyor: İktidar otoritesini ve devlet aygıtını arkalarına alıp halka enayi, aptal, budala muamelesi yapıyorlar; Cumhuriyetin yarattığı bütün maddi değerleri üç kuruşa satıp yok ediyorlar; kurucu değerlerin içine tükürüyorlar; TBMM’yi ıskartaya çıkarıyorlar; kuvvetler ayrılığını tersine çeviriyorlar; Cumhuriyetin anayasal ve yasal temellerini, Devrim Yasaları’nı dinamitliyorlar; sonra bir fotoğrafla halkın gözünü külleyeceklerini sanıyorlar... 

İnsanların adlarından, insanların kılık-kıyafetinden, hal ve gidişlerinden, jest ve mimiklerinden siyasal eğilimlerini anlıyorlar. Pek yakında, “Biz insanlara baktık, çoğunluk bizden; seçim yapmanın gereği yok!” diyebilirler.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

İstanbullu Ermeni komünist bir ressamın sürgün yolculuğu - Burak Abatay

15 Mayıs’ta NHKSV’de açılan ‘Hoş Geldin Kardeşim’ sergisinde Jak İhmalyan’ın Anadolu’ya dair özlemini derinden görebilir, sürgün hayatını ve Nazım’a tanıklık edebilirsiniz

Jak İhmalyan, İstanbul’da doğmuş Ermeni bir ressam ve komünist. Sürgünlerle, cezaevleriyle devam eden hayatı İstanbul’dan Beyrut’a, oradan Varşova’ya, Çin’e ve en son Moskova’ya kadar uzandı. Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile başladığı politik hayatını gittiği her yerde sürdürdü.

Çizdiği resimlerde Anadolu insanı önemli bir yer tutarken, renkler hiçbir zaman parlak olmadı. Bu belki de Anadolu insanının refahıyla da alakalıydı. 1912 doğumlu olan İhmalyan, resmin ciddi bir şey olduğunu ilk kez Abidin Dino’dan öğrendi. 1942’de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde Resim Bölümü Bedri Rahmi atölyesinde okudu. Akademi’de birinci sınıfı sınavla atladı. 1944 te İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi diploma kursu öğrencisiyken tutuklandı. 
Bu ilk tutuklanışı idi (Reşat Fuat ve arkadaşları davasıydı). İkinci tutuklanışı ise 1946’daydı (Bu olay Dr. Şefik Hüsnü’nün Emekçi Partisi davası olarak biliniyor). Tutukluluğu yaklaşık üç yıl sürdü. 1948’de, tutukluluğu sona erdiğinde, resim yapı, şiir yazdı. Çocuk magazin dergisi «Bartez» de resim yaptı (“Bahçe” anlamına gelen Ermenice bir çocuk dergisi) ve Ermenice “Nor Or”da (Yeni Gün) çalıştı. 1949’da pasaport almadan Suriye yoluyla Beyrut’a gidip yerleşti. İstanbul’dan tanıdığı Mari Abacigil ile evlendi. Oğlu doğdu. Lübnan’da yedi yıl kadar kaldı. Orada bazı okullarda resim öğretmenliği yaptı. 1956’da Polonya’ya geçerek Varşova Radyo Komitesinde sonra çizgi filmler stüdyosunda çalıştı. Afişler yaptı. Nâzım Hikmet’in “Güneşi içenlerin Türküsü” adlı yapıtının Leh dilindeki çevirisini resimledi. Nazım Hikmet’in yakın dostlarından oldu. 1 Nisan 1978’de Moskova’da ölen İhmalyan, Erivan’da yakıldı.
Bugünlerde ise Nâzım Hikmet Kültür Sanat Vakfı (NHKSV) tarafından Jak İhmalyan’ın resimleri İstanbul’da sergileniyor. “Hoş Geldin Kardeşim” isimli sergi 15 Mayıs’ta Şişli Belediyesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Evi’nde açtı. Metin Deniz’in yerleştirmesini yaptığı, üç kata yayılan ve 70’in üzerinde resimden oluşan serginin açılışını sanatçının Moskova’da yaşayan oğlu Vache İhmalyan, vakıf yönetim kurulu üyesi Hülya Arslan ve Şişli Belediye Başkan Yardımcısı Halil Özer yaptı.
Ressamın Moskova’da yaşayan oğlu Vache İhmalyan ile sergi açılışı öncesinde bir araya geldik.
Beyrut’ta doğan, sonra Varşova’ya taşınan Vache, 8 yaşından beri Moskova’da yaşıyor. Kendini artık Rus saydığını belirterek, iyi derecede Türkçe de konuşuyor. Kendisinin babası gibi resimle ilgilenmediğini söyleyen Vache, “Babamın resimleriyle uğraşıyorum. Sergilerini gösteriyorum dünyada” diyor.

NAZIM İLE BABAM KADER ORTAĞIYDI

Babasının Nazım Hikmet’le olan tanışıklıklarını soruyorum Vache Bey’e. “Her ikisi de aynı kaderi paylaştılar. İlk olarak Polonya’da tanıştılar. Ortaklıkları sanat ve komünistlik oldu. Aziz Nesin’in bir kitabı vardır, “Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim”. Orada da yazar ki, ‘Polis Jak’a iki kere kızardı. Birincisi komünist diye, ikincisi Ermeni diye.’ Beyrut’ta evlenirler annemle. Sonra Varşova’ya giderler. Nazım Hikmet’le tanışmaları da oraya denk düşer. Moskova’da da devam eder. Moskova’da babam Sovyet Ressamlar Birliği üyesi iken Nazım da Yazarlar Birliği üyesi. Hayatları aşağı yukarı aynı. Her ikisi de Moskova’ya yerleşip erken yaşta gurbette hayatlarını kaybediyor.”
Jak İhmalyan’ın resimlerindeki Anadolu çizgisi ilk görüşte dikkat çekiyor. Yoksul kadınlar ve adamlar, tarla, geleneksel kıyafetler… Moskova’da çizdiği dönemde de dahi bu çizgi ve renk sürüyor. Bu tespitimi şöyle anlatıyor Vache Bey: “Doğru söylüyorsunuz. Ben de getirdiğim resimleri öyle seçtim ki, hepsinde Türkiye havası olsun. O kadar memleket hasreti vardı ki babamın, tüm resimlerinin yüzde 90’ı Türkiye ile ilgili. Ailemde benden gayri buralı. Babamın babası Konyalı, annesi Kayserili. Bir tek ben Beyrut’ta doğdum.”
Nazım Hikmet’in Moskova’da sık sık evlerine geldiğini söyleyen Vache Bey, “Moskova’da yaşarken sık sık bize gelir giderlerdi. Bir gün de beni almışlardı yanlarına. 8 yaşındaydım ve Türkçe bilmezdim. Evde Ermenice konuşurduk. Nazım’a dair hatırladığım şey, kedileri çok severdi. Koltukta oturup kedilerle oynardı. Ailecek Nazım’ın evine giderdik” diyerek Nazım’la olan anılarını anlatıyor.
Elinde Nazım ve babasına ait olan bazı belgeler ve yazışmalarının olduğunu söyleyen Vache Bey, bu belgelerin hepsini Türkiye’de bırakacağını söylüyor. Annesinin bu belgelerin çok kıymetli şeyler olduğunu söylediğini hatırlatıyor. Hatta o belgelerden birisi ne mi dersiniz? Vache Bey şöyle anlatıyor: “Nazım’ın Polonya’da çıkan bir kitabı için sayfalardaki çizimleri babam yapmıştı. Nazım da sayfada babama teşekkür eder ve der ki: “Günün birinde bu resimlere layık şiir yazmaya çalışacağım.” Başka fotoğraflar falan da var tabii.”
Gurbette yaşayan bir anne babanın oğlu olmak zordur. Hele ki sürgünse daha da zordur. Vache Bey de bunu yaşıyor. Ama dolaştığı her yere uyum sağladığını aktarıyor. Şöyle diyor: “Nereye gittiysem dili öğrenebiliyordum. Polonya’da Lehçe, Çin’de Çince konuşurduk ama aile biraz bunu zorlaştırırdı. Evde Ermenice konuşmamızı söylerlerdi. Kendimi göçmen hissetmezdim ben. Moskova’da babam çok fazla politikayla ilgilenmedi. Annem, Türkiye’yi terk ettileri için biraz pişmandı. Ama babam çok şikayet etmezdi.”

YOKSULLAR İÇİN KOMÜNİST OLDU

Jak İhmalyan’ın resimlerini en iyi Türklerin anladığını söyleyen Vache Bey, Fikret Mualla’nın Fransa döneminde yaptığı resimler ile babasının Moskova döneminde yaptığı resimleri mukayese ediyor. Ona göre babası her daim buralı oldu. Hatta annesinin daha büyük pişmanlıkları bile vardı anayurdundan uzak olduğu için. Babasının bu tutumunun politik kimliğinden ayrı değerlendirilemeyecek olduğunu belirterek, “Onun resimleri Türkiye ile ilgili. Babamın resminde Türkiye’nin yoksul yüzü vardır. Zaten onun için de komünist oldu. Yoksullara yardım edebilmek için TKP’ye girdi. Filantrop bir havası vardı babamın” diyor.
Böylesine bir portreyi Jak İhmalyan’ın oğlundan dinlediğim için kendimi şanslı hissediyorum. Daha büyük şansım ise Türkiye’de yaşayan Ermeni bir komünistin sanatının satır aralarına bakabilmek oldu. Siz de bu resimleri görmek isterseniz sergi 15 Haziran’a dek Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Evi’nde açık olacak.
Burak Abatay / BİRGÜN