28 Temmuz 2019 Pazar

Ölümsüzlük iksiri - MEHMET KUZULUGİL


Dünyanın en yaşlı başbakanı Mahathir Muhammed. 
1925 yılında, henüz bir İngiliz sömürgesiyken Malezya’da dünyaya gelmiş.
Öyle pek zengin ve soylu bir aileden gelmiyormuş. Annesi Malay, babası ise Hint kökenli. Politik kariyerinde bu Hint ata fazla öne çıkmamış ama King Edward VII Tıp Koleji’ni bitirmesini de sağlayan disiplin ve çalışkanlığı babasından aldığı söyleniyor.

Mahathir, İkinci Dünya Savaşı sırasında Japon işgaliyle birlikte okumaya ara verip küçük ticaret işleri yapmış. Kahve, muz filan satmış. Savaştan sonra doktor olmuş ve kısa sürede özel şoförlü lüks bir limuzine sahip olacak kadar zenginleşmiş.
Hikayeyi çok uzatmayalım.

Sonuçta 1950’li yıllardan itibaren Malezya siyasetinde kendini göstermiş, 1974’te bakan, 1976’da başbakan yardımcısı, 1981’de ise başbakan olmuş birisi Mahathir Muhammed.

Dile kolay: 94 yaşında!

94 yıllık ömrüne bir Özal, bir Demirel, bir Tansu Çiller sığdırmış diyebiliriz.
Lafın gelişi değil. 

Malezya’da özelleştirme fırtınasını o estirmiş.

Eski bir İngiliz sömürgesi olarak, ABD’nin bölgedeki sevgili kullarından Malezya. En büyük yabancı yatırımcı ABD, ordusu yapılan ikili anlaşmalar çerçevesinde ABD’de eğitiliyor.

İslamcı partiyle rakip de olmuş, müttefik de.

İnişleri olmuş, çıkışları olmuş. 1981'de oturduğu Başbakanlık koltuğundan 2003 yılında kalkmış. 2018'de 93 yaşındayken tekrar oturmuş.

Ülkesinin İngiliz sömürge egemenliğinden orta halli bir kapitalist ülke olmaya giden yolunda esnek, becerikli, piyasacı, Amerikancı ve gerici bir siyasetçi olarak yer tutmuş.

Unutuyordum: 2003 yılında 8 aylığına Bağlantısızlar Hareketi Genel Sekreterliği bile yapmış.

Mahathir Muhammed’e Yeni Osmanlı’nın son medar-ı iftiharı, islamcı militarizmin alamet-i farikalarından Baykar’ı gezdirdi reis. 

Çokomelsiz damat Selçuk Bayraktar’ın teknik müdürlük yaptığı şirketi. İHA'lar filan yapıyor. Savaş pazarının, büyük silah tekellerinin boşluk bıraktığı (ya da sunduğu) kısmında kendince gelişmekte olan ithal girdisi çok (kimin değil ki!) milli şirket.

Cumhuriyet nişanı verdi!

Bu arada havadan İstanbul'u gezdirdiği söyleniyor. Söyleniyor diyorum çünkü medyada yayılan "gezdirme" fotoğrafları bana çok acayip geldi. Uçak penceresinden aşağıya bakmışlığı olmayan birisi değilim. Fotoğraflardaki görüntülerse sanki pencerelere büyütülmüş kartpostal fotoğrafları yapıştırılmış da önünde poz verilmiş gibi duruyor. 

Muhammed’in reise sunduklarını daha sonra göreceğiz.Ölümsüzlük iksirini vermiş midir? Sanmıyoruz.
Reis’in şu sıralar bu iksiri elde etmekten çok hazırlamak için bazı girişimleri var. Malzeme topluyor.

Davul tozu, yarasa kanadı, S-400 gölgesi...
Reçete böyle gidiyor.
94 yaşında Muhammed de bir ucundan katılmıştır reçeteye.
İyi karıştırmak lazım ama...
Oldukça karışık bir reçete çünkü.

Mehmet Kuzulugil / SOL

27 Temmuz 2019 Cumartesi

ABD yaptırımları ve bedelli askerlik - BARIŞ DOSTER

Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi almasına tepki olarak bir dizi yaptırımı gündeme getiren ABD, bu yönde adım atmadı henüz. Belli ki, yaptırımları Türkiye’nin tepesinde “Demokles’in Kılıcı” gibi sallandıracak. Yaptırım kararı alınca da sert, geniş kapsamlı değil, yumuşak, dar kapsamlı yaptırımları devreye sokacak. 

Türkiye’ye başka araçlarla baskı yapacak. Ekonomik açıdan yüklenecek. Doğu Akdeniz’de, Ege’de, Kıbrıs’ta, Suriye’de, Irak’ta sıkıştırmaya çalışacak. NATO’nun Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) temsilcilerini toplantılara davet etmesi, ABD’nin GKRY’ye 30 yıldır uyguladığı silah ambargosunu kaldırması, bu yöndeki ilk adımlar.
ABD’nin ardından Avrupa Birliği de, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji sondajlarını gerekçe gösterip GKRY’nin egemenliğini ihlal ettiğini öne sürerek, yaptırım yapabileceğini açıkladı. Onun yaptırımları da sert olmayacak. Çünkü Türkiye’yle iktisadi, siyasi bağları var. Suriyeli sığınmacılar konusunda Türkiye’ye mecbur. AB’nin olası yaptırımları da şöyle: Havacılık Anlaşması’nı askıya almak; AB yardımlarını kısmak; Avrupa Yatırım Bankası üzerinden verilen kredilerde kesintiye gitmek.

Bir musibet bin nasihatten evladır
Türkiye’ye çok yönlü baskı yapan ABD, dünyadaki savunma harcamalarının tek başına yüzde 40’a yakınını yapıyor. Savunmaya 750 milyar dolar (kendisini takip eden 8 ülkenin toplamı kadar) ayırıyor. Emperyalist bir güç olarak, ürettiği gelişmiş silahları hem saldırı ve işgallerde kullanıyor hem satıp para kazanıyor. Zaten silah satışından elde ettiği gelirde de açık ara birinci.

Peki, Türkiye ne yapmalı? 

Yerli ve milli savunma sanayisinde ileri teknolojiye sahip olana dek ortak üretimi, teknoloji transferini öncelemeli. İthalat yaparken tedarikçilerini çeşitlendirmeli. Savunma harcamalarına en çok kaynak ayıran 15 ülkeden biri olarak sanayisini, teknolojisini, eğitimini, akademisini aklın ve bilimin ışığında yapılandırmalı. Savunma sanayisinde eşgüdüm, örgütlülük, hızlı karar alma ve uygulamanın önemini kavramalı. Çok başlılığı, eşgüdüm eksikliğini, dağınıklığı, karmaşıklığı ortadan kaldırmalı. Dev şirketlerin ve keskin bir rekabetin öne çıktığı bu alanda, kamunun, özel sektörün, yabancı ortaklı özel şirketlerin ve yabancı şirketlerin ürünlerini kullanırken ve kıyaslarken, teknolojiyi önemsemeli. Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında ders çıkardığı gibi, son dönem yaşadıklarından ders çıkarmalı. 

Atatürk’ün, eğitim, ekonomi ve savunmanın özellikle milli olmasını istediğini unutmayalım. Bedelli askerliğin kalıcılaşmasının yaratacağı sorunların, savunma sanayisinde atılacak adımlarla giderilemeyeceğini bilelim. Ordunun halk ordusu kimliğine, ordu millet özdeşliğine gölge düşürmeyelim. 


Mustafa Kemal Paşa’nın şu sözlerini hiç akıldan çıkarmayalım:
“Eski ordumuz Mütareke’den sonra silahsızlandırılarak dağıtılmıştır. Bu ordu sultanın ordusu idi; onun iradesini yerine getirir, yalnızca onu tanırdı. Yeni orduyu tamamen yeni prensipler ve temeller üzerine kurduk. Bu ordu, eski ordunun, halkın davasına, vatan savunmasına sadık kalmış kısımlarından ve emekçi köylü kitleleri arasından toplanan kişilerden oluşturulmuştur. Biz yeniorduyu kurarken, yalnızca bir tek amaç güttük. O da, bu ordunun sultan ordusu değil, halk ordusu olmasıdır; ayrı ayrı şahısların değil, bütün halkın çıkarlarını savunmasıdır.”

Barış Doster / CUMHURİYET

Afrika’da yeni inşa edilen demiryolları neye işaret ediyor? - ERHAN NALÇACI

Bu yaz sıcağında bilmiyorum okuyucunun aşağıdaki haritayı incelemeye hali var mı, ama dünya demiryolu ağlarını gösteren bu harita çok şey söylüyor. Adeta dünyada kapitalizmin tarihini özetliyor. Dünyanın eşitsiz gelişimi, sömürgeciliğin ve emperyalizme bağlılığın izleri haritada izlenebiliyor.


              Şekil 1: Dünya demiryolu ağının yoğunluğunu gösteren harita.

Bu arada -konumuz değil ama- Türkiye’deki demiryolu ağı yoğunluğunun ne kadar zayıf olduğu gözden kaçmıyor.

Eğer bir ülke sosyalizme geçmemiş ise ülkeler arasında sömüren/sömürülen ilişkisi demiryolu ağının yoğunluğunu belirliyor. Örnek olarak Afrika’nın çıplaklığı sömürgecilik tarihinin kanıtı gibi utanç veriyor.

Ancak sömürgecilikten emperyalizme geçişte demiryolları üzerinden gelişen siyaset kendine özgü özellikler gösteriyor.

Uzağa gitmeye gerek yok, Osmanlı Demiryollarının hikayesine bakmak bu konuda fikir verecektir.

İngiltere ve Fransa 1850’lerden itibaren, bir sivrisineğin hortumu gibi Türkiye’nin verimli ovalarına sokulan, hammaddeyi hızlıca limanlara taşıyan ve bir coğrafyayı pazarlaştıran demiryollarını Osmanlı’da inşa etmeye başlar.

Aşağıdaki haritada kısmen izleniyor, İngiliz şirketler tarafından yapılan 1851’de İskenderiye-Kahire, 1856’da İzmir-Aydın, 1860’larda İzmir-Turgutlu demiryolları sömürgeci mantığının ürünüdür. 


Şekil 2: Osmanlı demiryolları haritadan izleniyor. 1800’lerin ikinci yarısında Ege’de inşa edilen yollar bir enjektör gibi ülkeye saplanmıştır. Buna karşılık Almanların imtiyazını aldığı Bağdat Demiryolu farklı bir emperyalist politikaya işaret eder. İstanbul’dan Konya’ya, oradan Adana’ya uzanan demiryolu Halep’e kadar ulaşabilmiştir.

Almanya tarafından 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başında gündeme getirilen Bağdat Demiryolu ise farklı bir siyasi yaklaşımı içerir. Geç kapitalistleşen Almanya emperyalist rekabette hızla yükselmekte ve dünyanın yeniden paylaşılmasını talep etmektedir. Güçlü İngiliz donanmasının toplarının uzanamayacağı bir yoldan Hint okyanusuna ulaşmaya çalışmaktadır. Bu projenin ürünü Bağdat Demiryolu olacaktır. Ayrıca Osmanlı'yı Almanya’ya daha yollar döşenirken bağımlı hale gelecektir. 

Almanya bu projeye Osmanlı'yı ikna ederken, “Biz İngiltere’den farklıyız, hiç Müslümanlara karşı bir suç işledik mi?”, der. Bu diplomatik ve yumuşak üslupla Osmanlı'nın da kazanacağını ileri sürerler.

Şimdi Afrika demiryollarında Çin’in oynadığı role gelebiliriz.

1976’da Tanzanya-Zambia Demiryolu Çinli emekçilerin canı pahasına tamamlanır. Bu demiryolu Çin’in bir devrimci iddia taşıdığı dönemin ürünüdür ve uluslararası işçi sınıfının şu veya bu şekilde dayanışmasını yansıtır.

Ancak aşağıdaki haritaya bakarsanız, Çin’in 2010’dan sonra inşa ettiği, kredi sağladığı, limanlarla bütünleştirdiği hatlar artık işçi sınıfı dayanışmasının değil, bir hegemonya projesinin ürünü olarak gözükmektedir. ABD donanmasının toplarından uzak veya korunabilen her yere Çin sokulmaya çalışmaktadır.


Şekil 3: Çin tarafından inşa edilen veya planlanan demiryolu, liman ve doğalgaz hatları izleniyor.

Afrika’dakilere bakarsanız, tıpkı İzmir-Turgutlu Demiryolu gibi nasıl Afrika’nın derinliklerinden limanlara uzandığı fark edilir. 2016’da Çinli şirketler Etiyopya’nın başkenti Adis Ababa’yı Çin’in askeri üssü bulanan Cibuti’ye demiryoluyla bağladı. 2017’de Kenya’nın Mombasa’sından Nairobi’ye demiryolu Çinliler tarafından tamamlandı.

Şimdi Uganda, Ruanda, Güney Sudan’ı birbirine bağlayacak demiryolu ağından bahsediliyor. Hatta bütün Afrika’yı kat ederek Atlantik ve Pasifik'in birbirine bağlanması söz konusu.(1) Çin’in Angola, Nijerya ve Güney Sudan’dan petrol, Zambiya ve Kongo’dan bakır, Kongo’dan özellikle kobalt, Nambiya’dan uranyum temin ettiğini bilmeyen yok. 

Çin her geçen gün Afrika’ya daha fazla nüfuz ediyor. Afrika’ya 110 milyar dolara ulaşan sermaye ihracına, 22 Afrika ülkesinde 29 Konfüçyüs Enstitüsünün kurulması ve binlerce Afrikalı gencin eğitim için Çin’e gitmesi eşlik ediyor.

Çağımızdaki emperyalist etkinlik 21. yüzyılı çok şeye gebe hale getiriyor. Bir yandan uluslararası sömürü katmerleniyor ama öte yandan dünya sosyalizme çok daha hazır hale geliyor. 

Erhan Nalçacı / SOL

(1) Daha ayrıntılı bilgi için; Elçin Solmaz ve Ali Somel, Afrika için bir dönemlendirme denemesi, Gelenek, 143:60-81, 2019.

Melih Gökçek'in 15 Temmuz öncesi yaptığı ilginç satış. - Murat AĞIREL

Melih Gökçek döneminde Ankara Büyükşehir Belediyesi'ndeki helikopter yolsuzluğu haberini hatırlıyorsunuz. Ankara Büyükşehir Belediyesi biri tek diğeri çift motorlu helikopter kiralama ihalesi açmış, ihaleyi Belediye iştiraki Belka almıştı. Aynı dönemde ASKİ de helikopter kiralama ihalesi açmış onu da Belka kazanmıştı. Ancak ASKİ'nin kiraladığı helikopter ile Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin kiraladığı helikopterlerin aynı olduğu ortaya çıkmıştı.

Belka'nın kiralama yaptığı şirket olarak da Güneydoğu Havacılık bilgisini sizlerle paylaşmış, firma hakkında bazı bilgiler vermiş ve bazı sorular sormuştum. Firma sahibi Hasan Sarıdağ ile görüştüm.

Kendisi ile yaptığımız görüşmede sorularımı yönelttim.

- 1999 yılında TBMM gündemine soru önergesi olarak gelen ''helikopter kiralama işi ile ilgili kardeşinizin firmasının iş takibini ve görüşmelerini yaptığınız doğru mu?''
Hasan Sarıdağ: Öncelikle şunu belirtmem lazım. Güneydoğu Havacılık İşletmesi 1996 yılında kurulmuş ve yetki almış bir havacılık firmasıdır. Kurulduğu günden beri profesyonelce özel uçak, helikopter sahibi gerçek ve tüzel kişilere bakım, operasyon, yedek parça temini vb. hizmetleri verir. Bu konuda hizmet ettiğim onlarca firma mevcut. Belediyeye bağlı Belka A.Ş de, sahip olduğu çift motorlu helikopter için "işletme ve bakım sözleşmesi" yaparak hizmet ettiğimiz bir kurumdur.

Sorunuza gelince; evet doğru. Bu görüşmeleri yaptım. Amacım bildiğim güvendiğim bir konuda yardımcı olmaktı. Diyarbakır'a tayin oldum. Sonra da Güneydoğu Havacılık Şirketi'ne geçtim.

- Peki... Belka A.Ş helikopterleri sizden mi kiraladı?
H.S: Belka bahse konu dönemde şirketimizden de 1 adet tek motorlu helikopter kiralamıştır. 1 saatlik uçuş kira bedeli 900 Euro'dur.

- Nasıl olur? İhale iki helikopter kiralaması ile ilgili değil mi?
H.S: Evet öyle ama biz tek helikopter kiraladık.

- Kaça kiraladınız peki?
H.S: Siz de faturaları var 86 bin Euro falan... (Kur o gün 2,77 lira)

- Burada bir sorun ortaya çıkıyor. 86 bin Euro'ya kiralanan bir helikopter başka kuruma neden 1,7 milyon TL bedel ile kiralanır ki? Peki, aynı helikopterler ASKİ'ye de kiralanmış. Bu konuda ne dersiniz?
H.S: Ben ASKİ'ye herhangi bir helikopter kiralamadım. Bana, işveren pozisyonunda Belka A.Ş. olduğu için sadece uçulacak gün, saat ve uçacak kişi hakkında bilgi gelir. Ben gerekli izinleri alarak uçuşları planlar, uçarım. ASKİ'ye bir kiralama hizmeti yapmadım.

- Yani siz Belka'ya kiraladınız Belka ASKİ'ye kiraladı. Siz ihale detaylarını bilmiyorsunuz?
H.S: Hayır bilmiyorum

- Peki Melih Gökçek'in bu ihaleden haberi var mı?
H.S: Melih Gökçek'in Ankara'da ki herhangi bir ihaleden haberinin olmaması mümkün mü? Bu paraları kendisine sormalısınız.

- Ortada bir gariplik yok mu sizce?
H.S: Dediğim gibi ben bilemem. ASKİ neden bu kadar yüksek maliyet ile kiraladı. Sermaye transferi mi oldu bilmiyorum.

- Peki, nerelere uçtunuz? Hangi görevlerde bulundunuz?
H.S: Bu bazen, bir hasta yaralı nakli, bazen imar denetimi, park bahçe, kaçak yapılanma baraj ve içme suyu havzalarının kontrolü olduğu gibi, zaman zamanda toplantı ve gösteriler olabilir.


- Toplantı? Gösteri? Yani miting mi? AKP mitingi mi?
H.S: Evet

- Bu sizce normal mi? Ankara halkına harcanması gereken para AKP mitingi için nasıl harcanır.
H.S: Ben bunun kararını veremem. Bana işveren konumundaki kurum anlaşma gereği nereye görev verirse onu yerine getirmek ile görevliyim.

- Peki ASKİ ile birlikte kurduğunuz okul işi nedir? İrfan Kaya ile ilgili bağınız nedir?
H.S: Konuşulan tüm projelerin maliyeti maalesef benim üzerimde kaldı. Yeni yönetim ödemediği için de mahkemeye verdim kazandım. Ancak istinafa müracaat ettiler bekliyorum.
İrfan Kaya ile arkadaşlıktan öte bir ilişkim olmadı. Arkadaşlığımız da havacılık sevdasından kaynaklandı. Kendisi etkili ve yetkili bir yere gelince, hem şehre hem ülkeye havacılık alanında katkı sağlamak maksadıyla, uçuş okulu kurulması fikrini tartıştık. Geçmişte de gündeme geldiği gibi, Gölbaşı'nda genel maksat ve sportif havacılık maksatlı hava araçlarının kullanılması için, iniş kalkış şeridi, hem de yeterli donanıma sahip hava araçlarının alımı işini başlattı.

Ancak, Melih Gökçek ve adamlarının ASKİ ile ilgili bir takım işlerine taş koyduğu için, "daha Gökçek görevdeyken, bizzat Gökçek tarafından görevden alındı" yerine EGO'dan atanan Genel Müdür, Gökçek'in tüm işlemlerini yaparak, uzaklaştırıldı.

EGO'dan atanan Necmettin FETÖ mensubu, sahte doktora yaptığı bilinir. Keşke İrfan Kaya kalsaydı ve düşünülen projeler gerçekleşseydi. 15 Temmuz sonrası ordudan atılan pilotların yerine yetiştirilecek pilotları uçuracak okul, pist ve uçak sıkıntısı ortaya çıktı. Eğer, proje devam etseydi, en azından kamu eli ile yine kamu ihtiyaçları kolaylıkla karşılanacaktı.

- Hasan Bey, belediyenin sahip olduğu helikopter dediniz. Kaç adet helikopteri var belediyenin? Duruyorlar mı? Çünkü şu anda envanterde bu yok diye biliyorum…
H.S: Sadece Helikopter değil, uçak, gyrocopter, ultralight uçak vardı. İlginç olan daha 15 Temmuz olmadan Ankara Büyük Şehir Belediyesi'nin havacılıktan çıkması ve sahip olduğu tüm hava araçlarını, (helikopter, uçak, gyrocopter, ultralight) borcuna karşılık olarak vermesidir. Sanki 15 Temmuz'un olunacağı biliniyormuş gibi hem pist kapatılmış hem de hava araçları elden çıkarılmıştı.
Evet değerli okuyucular. Ben de sizler gibi şaşkınım.

Ben gazeteciliğin etik gereği Güneydoğu Havacılık Şirketi'nin sahibi Hasan Sarıdağ'a cevap hakkını kullandırdım ve sorularımı sordum. Cevapları yukarıda yazılı...

Sonraki yazılarım Helikopter, gyrocopter, ultralight uçaklar...


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

26 Temmuz 2019 Cuma

Küba Devrimi'nin işaret fişeği: 26 Temmuz Moncada Kışlası Baskını - SOL

Bugün Küba Devrimi'nin en önemli dönemeçlerden birisi olan Moncada Kışlası Baskını'nın 66. yıl dönümü.


26 Temmuz, Fidel'i, Che'yi, yoldaşlarını ve Küba halkını Batista rejimine karşı zafere götüren sürecin önemli uğraklarından birisi. Küba halkı 26 Temmuz tarihini “Ulusal İsyan Günü” olarak kutluyor.

Bugün Moncada Kışlası Baskını'nın 66. yıl dönümü... Bu tarih Küba halkı ve Küba Devrimi için özel bir gün olarak kabul ediliyor. 26 Temmuz aynı zamanda devrimi yapacak hareketin de ismi.

Fidel Castro ve arkadaşları işbirlikçi diktatör Batista'yı devirmek için 26 Temmuz 1953 günü Moncada Kışlası'na bir baskın düzenledi. Girişim başarısız oldu ve tutuklandılar. 16 Ekim günü mahkemeye çıkarılan Fidel, "Tarih beni haklı çıkaracaktır" başlıklı meşhur savunmasını yaptı. Savunma elden ele çoğaltılarak paylaşıldı ve hareketin en güçlü propaganda araçlarından birisi haline geldi.
Batista halkın tepkisini yumuşatmak için cezayı sürgüne dönüştürmek zorunda kalınca, Meksika'da bir araya gelen Fidel ve yoldaşları mücadelelerini yeniden örgütlediler. Moncada Kışlası baskınına atıfla, kendilerine "26 Temmuz Hareketi" adını verdiler.

Meksika'dan Küba'ya ayak basan 82 kişinin öncülük ettiği iki yıl süren gerilla mücadelesinin ardından diktatörün ordusunu yenilgiye uğratarak 1 Ocak 1959 günü yönetime el koydular. 26 Temmuz böylelikle bir yenilgi değil, büyük bir zafer olarak tarihe geçti.

26 TEMMUZ'DA NE OLDU?
26 Temmuz 1953 günü 125 kadın ve erkek sabah saat 5.15'de Ada'nın 2. büyük askeri garnizonu olan Moncada Kışlası'na saldırmak üzere harekete geçti. Hedef cephaneliği ele geçirerek silah sağlamak ve aynı zamanda cephaneliği ordunun kullanımına kapatmaktı. Diğer grup ise radyoyu ele geçirerek halkı ayaklanmaya çağıracaktı. Plan en ufak ayrıntısına kadar tasarlanmıştı, ancak Santiago Karnavalı'nın kalabalığı planlarını gerçekleştirmelerini engelledi. Baskın planlandığı gibi gerçekleştirilemedi. Çatışmada ölenlerin sayısı fazla değildi ancak isyancıların büyük bir bölümü daha sonra işkenceyle öldürüldüler. Dağlara kaçmayı başarabilen Fidel ve beraberindeki 18 kişi ise 1 hafta sonra yakalandı. Yakalananlar hızla yargılanarak 5 ila 15 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldılar. 100 kişilik asker ablukası altında mahkeme salonunda savunmasını Fidel "Beni mahkum edin, bunun hiçbir önemi yok. Tarih beni haklı çıkaracaktır!" sözleriyle tamamladı.

Fidel bu yargılanma sonrasında 15 yıl hapse mahkûm oldu ancak 3 yıl hapis yattıktan sonra çıkarılan genel af sonucu 5 Mayıs 1955'te tahliye oldu. Fidel, tahliye olduktan sonra baskını gerçekleştiren grup olan Moviemento'nun 26 Temmuz Hareketi adını alması kararlaştırıldı. 26 Temmuz Hareketi bütün ülkede devrime kadar sürecek olan toplumsal hareketin, yer altı direnişlerinin ve mücadelenin örgütleyicisi oldu.26 Temmuz Hareketi'nin Moncoda kışlası baskının gerçekleştirirken en öenmli amaçları ise ülkede Batista rejimine karşı duyulan tepkinin ortaya çıkmasını sağlamaktı. Baskın, devrime giden yolu tetiklemişti. Fidel ve beraberindekiler Meksika'ya geçerek 1956 yılında Che Guevara ile birlikte Granma teknesiyle Oreinte Bölgesinde Las Coloradas'a çıktılar. Küba devrimi Ocak 1959'da gerçekleşti.

26 TEMMUZ HAREKETİ
“26 Temmuz Hareketi alt tabakaların, alt tabakalar için ve alt tabakalarla oluşturulan devrimci örgütüdür.

26 Temmuz Hareketi hiç kimsenin politik fitne veremeyeceği Küba işçi sınıfının kurtuluş umududur, ataları tarafından özgürleştirilen topraklar üzerinde paryalar halinde yaşayan köylünün toprak umududur, göçmenlerin, üzerlerinde çalışamadıkları ve yaşayamadıkları topraklarına geri dönüş umududur, açlara ekmek ve unutulmuşlara adalet umududur.

26 Temmuz Hareketi bu mücadelede 10 Mart 1952’den beri düşenlerin davalarını sürdürür ve sükûn içinde ulusa, onların eşlerine, çocuklarına, ailelerine ve kardeşlerine, devrimin mağdurları tehlikeye atmayacağını beyan eder.

26 Temmuz Hareketi yakın saflara sıcak bir davetiyedir, kolları Küba’nın tüm devrimcilerine, ufak tefek partizan farklarını ve daha evvel yapılan hiçbir ayrımı gözetmeksizin açıktır.


26 Temmuz Hareketi ülkemizin canlı ve sağlıklı geleceğidir, halka sözü verilmiş onurdur, vaat yerine getirilecektir.”

Fidel Castro Ruz
19 Mart 1956"

SOL

Günde 4 milyon sensör üretiyor - ÖZLEM YÜZAK

Kadıköy’de Beşiktaş vapuruna yetişmek için hızlı adımlarla yürürken Özsüt işçilerinin eylemine rast geldim. Rıhtımdaki işletmenin önünde oturmuşlardı. İçlerinden biri elinde megafonla 2.5 aydır maaşlarını alamadıklarını ve haklarını sonuna kadar arayacaklarını haykırıyordu. Durup biraz konuştum. Evlerinin kirasını ödeyemediklerini, sersefil olduklarını ve işletmenin sürekli onları oyaladığını, dayanacak gücü kalmayanların işten ayrıldıklarını anlattılar. 

İşleri zor.

Bir yandan giderek derinleşen mali kriz, öte yandan bunu bahane olarak kullanan işverenler, emeğin ayaklar altında olduğu bir düzen. Bakıyorum, özellikle gıda üzerine faaliyet gösteren işletmeler, restoran, kafeler ağırlıklı olarak yabancı işçi çalıştırıyor. Türkmen, Özbek, Afgan, Suriyeli... Çok daha düşük ücret ve çok daha uzun saatlere gık çıkarmadan boyun eğen bir kitle varken işletmeler neden bundan yararlanmasınlar ki... 

Üstelik hazır doğru dürüst bir denetim ve hesap soran yokken...

Bosch’un dönüşümü
Beşiktaş’ta katıldığım toplantı ise günümüz dünyasının diğer yüzü. Yapay zekânın, dijital teknolojilerinin yaşamı nasıl dönüştürmekte olduğunun... Sürücüsüz otolar, akıllı evler. Akıllı kentler, tüm makinelerin birbirleri ile iletişim içinde olduğu bir dönüşüm. Bosch Türkiye ve Ortadoğu Başkanı Steven Young, günde 4 milyon sensör ürettiklerini anlatıyor. 

Bu çok yakın geleceğin olmazsa olmaz ürünü ve bu rakam 10 yıl sonra saatte 4 milyon üretime çıkacak. 2050 yılına gelindiğinde dünyada her 3 kişiden 2’si mega kentlerde yaşıyor olacak. Yani nüfusu 10 milyonun üzerinde olan kentler. Ve akıllı olmayan kentler varlıklarını yitirecek. Hava kalitesi, trafik, temiz su, kentsel tarım önümüzdeki yıllarda çözüm bekleyen en önemli sorunlar olacak. Akıllı telefonlar aynı zamanda bu çözümlerin de birer parçası haline gelecek. En kısa yol, en yakın otopark hangisi söyleyecek, hatta ödemeyi bile yapacak. 

Aslında bunlar başladı bile.

Young anlatıyor: 2023’te 60’tan fazla elektrikli araç markası piyasaya çıkacak. Önümüzdeki yıl nesnelerin internetinin piyasa değeri 250 milyar dolar olacak.
Bundan 6 yıl sonra 2025’te akıllı internet sayısı 55 milyar adet olacak. 2030’a kadar bu sektöre 15 trilyon dolar yatırım yapılacak. Almanya’nın siber vadisi olarak bilinen Tübingen’de 700 yapay zekâ uzmanının çalışacağı bir merkez olacakmış. Böylelikle dünya genelinde Bosch’un, ikisi Almanya, ikisi ABD, biri Hindistan ve biri İsrail’de olmak üzere 6 yapay zekâ merkezi olacak.

Young’un belirttiğine göre, Bosch ve Daimler dünyada bir ilke birlikte imza attı. Almanya’da Baden-Württemberg eyaleti insan gözetimi olmadan bir aracın tamamen kendi kendine, sürücüsüz park etmesinin yani otonom vale parkın yasal ilk iznini verdi.
Bosch’un altyapıyı, Daimler’in ise araç teknolojisini sağladığı otonom park sistemi, otomobili tamamen bağımsız bir şekilde alıyor ve geri getiriyor. Uygulama önce Stuttgart’ta bulunan Mercedes-Benz Müzesi’nin otoparkında günlük kullanıma sunulacak.
Bosch her yıl cirosunun yüzde 10’u kadar Ar-Ge yatırımı yapıyor. Ve Young, dünya genelinde yazılım mühendisi bulmakta zorlandıklarını söylüyor.
Peki, ya başta yazılım mühendisleri olmak üzere bu kadar beyin göçü veren Türkiye? Young, “Türkiye’de yazılım yapan çok kaliteli şirketler var ancak bunlar çok küçük. Bir şekilde ölçeğin büyütülmesi öncelikli olmalı” diyor. Ya yerli sermaye ile ya yurtdışından fonlarla... Bir şekilde ölçek büyütüldüğünde arkası gelir ve beyin göçünü tersine çevirebilirsiniz” diye ekliyor. 

Bosch 1972 yılından beri Türkiye’de üretim yapıyor.
Manisa’da kombi üretimi yapan termoteknik fabrikası ve Bursa’da yeni nesil hidrolik pompa üretimi ve buradan yapılan ciddi bir ihracat... Avrasya Tüneli’nin güvenlik sistemleri, Bosch Bina Entegrasyon Sistemi üzerinden çalışıyormuş. Tünelde 500 Bosch kamerası ve 5 bin 500 yangın alarmı bulunuyor. 

Young, 2018 yılında dünya otomotiv firmaları için çalışmak üzere İstanbul’da tasarım merkezi kurduklarını söylüyor. Merkezde sistem tasarımı ve aplikasyon/ kalibrasyon alanlarında çalışmalar yapılıyor. Şimdilik 14 mühendis varmış ancak bir yıl içinde 57’ye çıkacakmış sayı. Geçen yıl Türkiye’den 75 patent başvurusu yapılmış.

‘Türkiye’de yatırım yapmanın en iyi zamanı’Konu, Volkswagen’in yatırım için Bulgaristan’ı mı yoksa Türkiye’yi mi seçeceğine geliyor. Young, “Bizim Bosch olarak yatırım kararlarımızı 5 kriter belirler” diyor:
“Üretim performansı, bölgenin pazar fırsatları, yerlileştirme oranı yani yan sanayinin yetkinliği, nüfus, üniversite ve meslek liselerinin eğitim kalitesi... Türkiye bu ölçütlerin hepsine uyuyor. Üstelik Türkiye’de yatırım yapmanın en zamanı, çünkü piyasa hayli dipte...” 

Evet Türkiye’de piyasa dipte, işsizlik had boyutta, nitelikli beyinlerin ülkeyi terk etmesi de... Öte yandan teknoloji ile yapay zekâ ile hızla dönüşen bir dünya, ekonomi, işkolları.. 

Acaba ne zaman, neresinden yakalayabileceğiz?

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

1923 Temmuz’da ‘Lozan’ın Kadınları’ - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar -verilen arayla birlikte- yaklaşık dokuz ay süren “Lozan Barış Konferansı”nın görüşmelerinde, masada tek bir “kadın delege” görülmese de, o günlerin Lozan’ının sokakları, kahvehaneleri, gazinoları, özellikle de bol karlı kış günlerinin buz pistleri, delegelerin eşleriyle “şen, şakrak”, renkli mi renkli bir görünüme bürünmesi, İsviçre basınında genişçe yer alırdı.

En çok ilgi çeken de, İtalyan Başdelegesi Marki Garroni’nin, çok genç, cıvıl cıvıl eşi Markiz Garroni’ydi; buz pistinin kraliçesi olduğu yazılıp çiziliyordu.
Delegelerin büyük çoğunluğu eşleriyle birlikte gelmişti Lozan’a; kısa bir süre sonra ötekiler de geldi.

Eşleriyle birlikte gelen delegeler, gün boyunca çok çetin geçen oturumların sıkıntılarını, Lozan’ın göl kıyısındaki ünlü kahvehanelerinde, lokantalarında geç vakitlere dek oturup gerginliklerini attıkları, Lozan’ın iki sayfalık yerel gazetesinde günü gününe, bolca resimlerle Lozanlılara duyuruldu.

İngiltere’nin Başdelegesi ve Lozan oturumlarının Başkanı Lord Curzon’un eşi Grace Curzon, Lozan’a gelmemişti, dolaysiyle Curzon’un görüşmelerde yaşadığı sıkıntıları eşine yazdığı uzun mektuplarla hafifletmeye çalıştığı bilinir; Başdelegemiz İsmet Paşa (İnönü) ile ilgili yakınmaların bu mektuplarda, genişçe yer aldığı, mektuplar yayımlandığında görüldü.

Soyunun İngiltere Krallığı’ndan daha eskilere dayandığından söz eden “Marki Curzon of Kedleston”, İsmet Paşa ile konuşmanın, hele hele kendisine, “Hayır!” demenin zorluğunu, Mısır’daki “Keops Piramidi” ile tartışmaya benzetmesi de eşine yazdığı mektupta yer almıştı. 

Ayrıca, en yaşlı delege olan Yunanistan’ın Başdelegesi Venezilos’un kendi gibi yaşlı eşi de Lozan’a gelen delege eşlerindendi. 


Peki, Türkiye’nin başdelegesi İsmet Paşa’nın, öteki görevlilerin, kısaca Türk Delegasyonu’nun eşleri neredeydi?

Türk delegelerinin eşleri, görüşmelerin ikinci bölümünde Lozan’a geleceklerdir Başdelegemiz İsmet Paşa’nın eşi Mevhibe Hanım’ın gelmesi de söz konusudur.
İsviçre basını, bu haberi büyük bir ilgiyle karşılamış, ayrıca bu gelişmeyi okuyucularına bütün ayrıntılarıyla, saati saatine ulaştırabilmek için hazırlıklara başlamıştı; ne ki bu bağlamda ilk atılım basından değil, başka bir kaynaktan gelecektir. 

Lozan’ın ünlü bir emlakçısı, İsmet Paşa’ya, tatillerde “eşleri” ile birlikte gelip, rahatça oturabilecekleri “20 odalı bir saray yavrusu”nu, mülk edinmesini önerir... 

Lozan’da görüşmeler boyunca, başta Curzon olmak üzere, tüm delegeler yeni Türkiye’yi, Osmanlı Devleti’nin nasıl bir uzantısı olarak görüyorlarsa emlakçı Mösyö Toeger de bu önerisiyle, İnönü’yü eski “Osmanlı Paşaları” ile karıştırdığını ortaya koymuş oluyordu.

Ne ki, kısa bir süre sonra Başdelegemiz İsmet Paşa’nın ve öteki delegelerimizin eşlerinin Lozan’a geleceği duyulunca, başta İsviçre basını olmak üzere, görüşmelere katılan ülkelerin -ABD’nin debasını, onlarla birlikte Lozanlılar da, delegelerimizin kaldığı “Lozan Palas” otelinin önünde oldukça büyük bir kalabalık oluşturup yoğun bir merakla beklemeye başlarlar.

Bir süre sonra, otele gelmeye başlayan Türk delegelerinin eşlerinin de tıpkı öteki ülke delegelerinin eşleri gibi yüzlerinin, başlarının açık olduğunu, onlar gibi giyindiklerini görüp, ayrıca “tekeşli” olduklarını da anlayacaklardı...

Flaşlar daha çok, İnönü’nün eşi üzerinden yanıp sönüyordu; Mevhibe Hanım koyu renkli bir takım giymişti, kuşkusuz yüzü, başı açıktı; delegelerimizin eşleri de tam bir “çağdaş kadın” görünümündeydi... 

Kadınlarımızın gözler önüne serdiği bu tablo, kurulacak “Yeni Türkiye”nin daha ilk adımda, “çağdaş dünya”nın, yirminci yüzyıl dünyasının bir üyesi olacağının, yadsınamaz bir göstergesini oluşturuyordu.

Demek ki artık yapılması gereken, “cinsel eşitsizliği” tanıyan, “temel” olan “Dinsel Yasalar”ı (şeriat) kökünden silip atmak, başta kadın erkek eşitliğine dayanan, çağın gereksinmelerine, önlenemez değişimlerine, dönüşümlerine yanıt verebilecek yasaları düzenleyip yürürlüğe koymaktı; böylece ilk adım atılacak, “Türk Medeni Kanunu” yola çıkacaktı... 

Evet değerli dostlar, “24 Temmuz 1923 günü, Lozan’da ‘Kadınlar’ da vardı!”...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Kaynaklar: Lozan Barış Antlaşması, İnönü Vakfı, 1994; G. Bilgehan, “Mevhibe”, Bilgi Yayınevi, 1995.




Dış finansman sorunları - KORKUT BORATAV

Türkiye’nin krizi dış kaynak akımlarında sert bir durma ile tetiklenmişti. Sonraki aşamalarında da dış finansman sorunları öncelik taşımaktadır. 

Bu yazıda bu konuya odaklanacağım: Krizin ilk yılı dolarken, cari işlem açıkları ve “geçmiş güzel günler”den devralınan dış borçların ödenmesi, döndürülmesi nasıl seyrediyor? Tümünü oluşturan dış finansman yükü hafifliyor mu; ağırlaşıyor mu? 
Son yıla bu çerçeve içinde göz atalım.


Dış borçlar ve dış finansman gereksinimleri 
Aşağıdaki tablo, krizin arifesinde (Mart 2018’de) ve kriz içinde (2019’da) bu sorunlara ışık tutan nicel bilgileri (milyar dolar ve millî gelire oranlar olarak) vermektedir. Son sütunda 2019’a ait en son (Mart, Nisan, Mayıs’a ait) veriler kullanıldı. Yüzde hesaplarında kullanılan 2018 ve 2019’un dolarlı millî gelir (GSYH) verileri, IMF’ye aittir.

Tablonun ilk iki satırında, ekonominin brüt dış borç stoku yer alıyor. Toplamı, doğrudan krizle ilgili değildir: Geçmişin mirası olan dış bağımlılık yükünü temsil eder. Dış borç stokundaki değişmeler ise, krizin seyrine ışık tutar.

Tablonun sonraki (3.-8.) satırları ise, ekonominin kısa dönemli dış finansman gereksiniminin farklı boyutlarını yansıtıyor. Önce on iki ay içinde vadesi gelen borç toplamı (satır 3-4); sonra ekonominin dışa dönük cari işlemlerinin açığı (satır 5-6) yer alıyor. Son iki satır ise, banka-dışı şirketlerle ilgili bir stok bilançosudur: Şirketlerin tüm döviz yükümlülükleri ve varlıkları arasındaki net döviz açığı…   
  
Türkiye, kronik dış açık veren bir ekonomi olduğu için, “normal” dönemlerde vadesi gelen borçların döndürülmesinde, cari açığın ek dış kaynak girişleriyle sürdürülmesinde güçlük çıkmaz. Bugünkü gibi bir kriz ortamı ise, acil  dış finansman sorunları doğurur; ülke dışına net borç ödemesi zorunlu olur. Aksamalar, olağan-dışı yöntemleri gerektirebilir.  
   
Dış borçlar daralıyor; yükü ağırlaşıyor… 
Kriz arifesinde ve sonrasında (milyar dolar olarak) hem dış borç stoku (467,1 → 453,4); hem de 12 ayda vadesi gelen dış borç ödemeleri (181,8 → 175,3) düşmüştür (Satır 1 ve 3).  

Ne var ki, bu düzelmeye rağmen, dolarlı millî gelire oranladığında dış borç stokunun (%60,9 → %64,2) ve kısa dönemli dış borç ödemelerinin (%23,7 → %24,8) göreli ağırlığı yükselmiştir (Satır 2  ve 4).  

Nasıl açıklanabilir? 
IMF, 2019’da dolarlı GSYH’nin, 2018’e göre 60,2 milyar dolar düşeceğini tahmin ettiği için… Bu sayı, 2019’un ortalama dolar fiyatına, ekonominin reel küçülme ve enflasyon oranlarına ait öngörülerden türetiliyor. 

IMF’nin 2019 ortalama dolar fiyatı öngörüsü, 5,70 TL’dir. 2018’deki 1 dolar=4,83 TL ortalamasını yüzde 18 aşmaktadır ve ulusal enflasyon tahmininin üzerindedir.
Ekonominin sabit fiyatlarla (tahminen) yüzde 2,5 oranında küçülmesi, doların reel olarak pahalılaşması ile birleşiyor. Sonuç iki yılda GSYH’nın milyar dolar olarak (766,4 → 706,2) yüzde 7,9 oranında düşmesidir. 

Bank of International Settlements’in verilerine göre Ocak-Haziran 2019’da ortalama dolar fiyatı, 5,63 TL’dir. Yıl sonu ortalaması 5,70 TL’ye çıkacak mı? IMF’nin dolarlı GSYH tahmini tutacak mı? Göreceğiz…

Kamu sektörünün dış borçları yükseliyor
Toplamı 13,7 milyar dolar daralan dış borçların bileşiminde ne gibi değişmeler gerçekleşti? 

Özel sektör dış borçlarının payı AKP’li yıllarda hemen hemen kesintisiz tırmanmış; kriz öncesinde yüzde 70 eşiğine yerleşmişti. Kriz, özel dış borçların payını hızla aşağıya çekti; yüzde 66’ya indirdi. Mart-2018-Mart 2019 arasında özel sektörün 25,5 milyar dolarlık net dış borç ödemesi sayesinde… Bu yük tümüyle bankalar tarafından üstleniliyor.

Bu hesaplardan ilginç bir bilgi çıkıyor: Toplam dış borçlardaki düşme (13,7 milyar dolar), özel sektörün (25,5 milyar dolarlık) net dış borç ödemelerinden azdır. Niçin? Kriz aylarında devletin (merkezî, yerel yönetimlerin ve TCMB’nin) dış borçları 11,8 milyar dolar arttığı için… 

Nasıl yorumlanabilir? İki açıklama akla geliyor: Batık şirketlerin dış borçlarının dolaylı olarak devlet ve TCMB tarafından üstlenilmesi mi? Tırmanan kamu açıklarının dış borçlanmayla finansmanı mı? 

İki olasılık da döviz krizinin yükünü, sermaye çevrelerinden kamu sektörüne farklı yöntemlerle aktarmak anlamına gelir. 

Cari işlem açığındaki “rahatlama”…
Dış finansman sorunlarında en çarpıcı “düzelme”, cari işlem açığında Mart 2018-Mayıs 2019 arasında gerçekleşti: 12 aylık dış açık 55 milyar dolardan 2 milyar dolara indi; millî gelirdeki payı sıfıra yaklaştı.

Bu dönüşüm, Türkiye ekonomisinin dış finansman gereksinimlerine büyük bir rahatlama getirdi. Boyutu, tablodan hesaplanabilir. Kriz arifesinde (Mart 2018’de) 12 aylık dış borç yükümlülükleri ile cari işlem açığını (satır 3 ve 5’i) toplayın: 237,2 milyar dolar… GSYH’nin hemen hemen yüzde  31’i. 

Türkiye ekonomisinin acil (bir yıllık) dış finansman gereksinimi, kriz arifesinde sürdürülemez boyuta tırmanmıştı. 

Nitekim sürdürülemedi. Cari işlem açığının sıfıra yaklaşması, millî gelir üzerindeki bu yükü, 2019’da neredeyse 6 puan aşağı çekti. 

Büyük ölçüde ithalat daralmasından kaynaklanan bu “rahatlama”, doğrudan doğruya krizin ürünüdür; ekonominin küçülmesinden ve halkın yoksullaşmasından kaynaklanmıştır. Geçen hafta ayrıntılarına girmiştim.

Şirketlerin döviz riskleri bankalara aktarılıyor
Şirketlerin net döviz açığı ise, kriz içinde hem milyar dolar (221,0 → 188,1) olarak, hem de millî gelire oranla (%28,2 → %26,6) daralıyor. Nasıl? 

İstatistiklerin ayrıntısına baktığımızda şirketlerin döviz risklerini yerli bankalara aktaran bir “operasyon” ortaya çıkıyor: Mart 2019-Nisan 2019 arasında şirketlerin döviz kredi ödemelerine bakalım: Doğrudan yabancı bankalara sadece 1 milyar; ulusal bankalardan alınmış döviz borçlarına ise 19 milyar dolarlık net ödeme… 
İktidarın kamu bankaları üzerindeki nüfuzu rol oynadı mı? Riskli döviz alacakları yapılandırıldı mı? Boyutları nedir? Bilmiyorum. Bankalar ise şimdilik (sendikasyon kredileri ile) dış borçlarının sadece yüzde 80’ini döndürebilmektedir. 

Sonuçta, şirketlerin döviz risklerinin önemli bölümleri bankalara kaydırılmış oluyor. İspanya, Fransa, Alman bankalarının Türkiye bankalarından alacaklarının boyutu ve olası riskler üzerinde Claudio Grass ayrıntılı bilgi veriyor (Eurasia Review, 23 Mayıs).

Moody’s Haziran’da, Fitch Temmuz’da Türkiye’nin önde gelen bankalarının kredi puanlarını indirdi. Gerekçeleri açıklayan bilgi notlarında ve önceki Türkiye raporlarında, bankaların dış borçlarıyla ilgili riskler vurgulanmaktaydı. Bu kuruluşların ve uzantılarının lekeli sicillerini daha önce vurguladım. Ama görüşleri göz ardı edilemez; zira, ekonomi için hayatî önem taşıyan “suyun başında” duruyorlar. 

7186 sayılı Torba Yasa, AKP beslemesi burjuvazinin iç borç bunalımını alaturka yöntemlerle hafifletmeyi hedefliyor. Temel açmaz olan dış finansman sorunları açısından derde deva değildir. 

Batılılara bakılırsa Türkiye krizinin son perdesine henüz geçilmedi. Olası bir dış borç krizinin önde gelen iki tarafı, borçlu Türkiye bankaları ile alacaklı Batı bankaları olacaktır.

Korkut Boratav / SOL

25 Temmuz 2019 Perşembe

Hangi damat: Berat mı, Selçuk mu? - BARIŞ TERKOĞLU

Silivri Cezaevi’nde yan koğuştaki Yalçın Küçük ile her sabah telefonla konuşurduk. Telefon deyince aklınıza ahizesi olan bir alet gelmesin. Her avlunun ortasında kanalizasyonla birleşen rögarların kapakları olurdu. Bu kapağa sert bir cisimle vurulunca öteki koğuştan duyulur, telefon çalmış olurdu. Bir kişi kanalizasyon boşluğuna doğru seslenirken öteki kulağını boşluğa uzatır, karşılıklı konuşma gerçekleşirdi. Kimi zaman çekilen sifonlarla kanalizasyonda hareketlenme olur, “hatlar dolu” diyerek konuşma kesilirdi.

Yalçın Hoca her gün gazeteleri erkenden okur, kupürleri keser, bir hikâyede buluşturur, sabah telefonunda da anlatırdı. Magazin haberlerini ayrıca önemserdi. Magazin haberlerine dudak bükenlere “magazin” kelimesinin etimolojisini anlatırdı.

“Magazin”in “mağaza” ile ortak kökten geldiğini aktaran Yalçın Hoca, bir aydının teorisine göre “mağaza”dan istediğini alabileceğini söylerdi. Sahiden bahsettiği magazin hikâyeleri sonunda hep politikaya bir şekilde bağlanırdı.
Baştan söyleyeyim. Bugün “mağaza”da magazin var.

Berat mı, Selçuk mu? 
Davutoğlucuların en çok okuduğu Karar gazetesinin ekonomi sayfalarında gördüm. Krize rağmen başka yöne giden bir sanayi kalemi vardı. Mayıs ayında ulaşım araçlarının imalatı yüzde 115 artış göstermişti. Yazar İbrahimKahveci’ye göre bu araç, son dönem büyük gelişme gösteren İHA, yani “insansız hava aracı”ydı.

İHA deyince herkesin aklına doğal olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar geliyor. Haliyle ekonomide kötü gidişattan  Damat Berat Albayrak sorumlu tutulurken, öbür damadın adı krize rağmen yaşanan üretim patlamasıyla 
anılıyor. 

Aynı ailenin içinde yaşanan bu ekopolitik sarkacı düşünürken olayı magazinleştiren Erdoğan’ı desteklediğini bildiğim arkadaşım oldu. Söze girişti: “Zaten partinin tabanında da hep ‘Berat mı, Selçuk mu’ soruluyor.” 

“Nasıl yani” dedim?

Artık saklanacak hali kalmamıştı. Parti tabanının başarısızlıkların sorumlusu olarak gördüğü Berat Albayrak’a karşı duyulan alerji günden güne artarken, Selçuk Bayraktar’a duyulan sempati de katlanarak büyüyordu. Bu da iki damadın zihin terazilerinde tartılmasına neden oluyordu.

“Mesela” dedim? Demez olaydım. 

Bir sürü kriter varmış. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve çocuklarının Kısıklı’da birbirine yakın villaları vardı. Berat Albayrak da eşiyle burada oturuyordu. Buna karşın Selçuk Bayraktar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “izin verirseniz benim evimde oturalım”  diyerek rıza almış ve İstanbul’un başka bir semtinde kendi evine taşınmıştı.
Tabii efsaneler başladı mı bitmiyor...

Dünürlerin farkı 
Berat Albayrak, İslamcı bir ailede yetişmişti. Sadık Albayrak’ın oğluydu. Selçuk Bayraktar’ın babası Özdemir Bayraktar da milli görüş kökenliydi. Ancak Bayraktar ailesi de, Selçuk ailesi de, daha çok milliyetçi muhafazakâr kimliğiyle öne çıkıyordu.
Berat Albayrak’ın “İslamcı mütefekkirler” arasında sayılan babası FETÖ davaları sürecinde “kandırılmıştı”. Balyoz kumpas belgelerinin ardından askerlerin aleyhinde FETÖ’cü savcılara şikâyet dilekçesi vermişti. Selçuk Bayraktar’ın babası ise yıllardır TSK personeliyle iyi ilişkileriyle biliniyordu. 28 Şubat döneminin ardından bile askeri projelerde TSK ile sorunsuz çalıştı. Şirketlerinde birçok emekli askere görev vermesi bir yana, Balyoz davasında tutuklanan askerlerin Silivri’deki ziyaretçilerinden biriydi. 

Mahkemeleri takip ediyor, cezaevine gidip hatırlarını soruyordu. Öyle ki tahliye oldukları gün cezaevi kapısında karşılayanlar arasındaydı.Balyoz kumpasında hedef alınan Ahmet Yavuz, “O hep benim yanımdaydı. Sadece benim için değil,Hasan Iğsız General için de, Ergin Saygun General için de, diğer arkadaşlarım için de çabaladı” diye anlatıyordu. Bu bilinmeyen ilişki nedeniyle Selçuk-Sümeyye Bayraktar’ın düğününde kumpas mağduru askerlerden bazıları davetliler arasındaydı. 

Biri Cumhur İttifakı öbürü Pelikan
Damat Berat, çoğu zaman FETÖ okullarındaki geçmişiyle sıkıştırılıyor. Meclis’te eleştirilere “35 sene içerisinde cemaatin yüzlerce okulunda okuyan yüz binlerce, milyonlarca gencin bir tanesiyim” diyerek yanıt verdi. Selçuk Bayraktar ise Robert Kolej mezunuydu. 

Berat Albayrak, lisans sonrasında tezine ya da danışmanına dair etik tartışmalarıyla gündeme geldi. Selçuk Bayraktar ise burs kazandığı prestijli MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) yaptığı çift yüksek lisansla, Georgia Institute of Technology’deki doktorasını İHA projesi için yarım bırakmasıyla hatırlanıyor. 

Berat Albayrak, kariyerini tartışmasız Cumhurbaşkanı’na borçlu. Selçuk ise başarı hikâyesini kendisi yarattı. Bu nedenle Berat için “damat”, Erdoğan için “Selçuk’un kayınpederi” ifadesi daha çok kullanılıyor. 

Selçuk, kasıtlı bir şekilde gündelik siyasetten uzak duruyor. Yalnızca eleştirilere yanıt veriyor. Öte yandan Berat, siyasetin tam ortasında. Çoğu zaman siyasi polemikleri elindeki medya ve bürokrasi gücüyle başlatan isim. 

Selçuk, ideolojisi nedeniyle parti tabanına göre “Cumhur İttifakı”nı simgeliyor. Berat Albayrak ise her zaman AKP içindeki Pelikan hizbi ile anılıyor.

Devlet ile ilişkileri
İstanbul seçiminin yenilenmesinin ardından yazdık. Berat Albayrak’a verdiği destekle bilinen sermaye grubu ihalelerden ya da yardımlardan besleniyor. Selçuk Bayraktar’ın Mütevelli Heyeti Başkanı olduğu T3 Vakfı “kurucu ve yöneticileri dışında kimseden bağış kabul etmediğini” açıklıyor. Vakfı büyük oranda Bayraktar’ın İHA üreten şirketi finanse ediyor.
 
Berat Albayrak taraftarları görünür şekilde devlet içinde kadrolaşırken, Selçuk Bayraktar’ın kadroları yok. 

Berat Albayrak parti içinde sık sık “kibirli” eleştirilerinin muhatabı oluyor. Selçuk Bayraktar ise sıradan insanlarla rahat diyalog kuruyor.
 
Karşılaştırma uzadıkça uzadı... 

Konuştuğum partilinin anlattıkları AKP tabanının herhangi bir mensubunun ruh halini de özetliyor. Nitekim geçen hafta bakanlara yönelik yapılan anketlerde Berat Albayrak’a verilen desteğin düşük çıkması da bunun kanıtı.
 
Bir de şu var ki Cumhurbaşkanı’nın damatları AKP’nin siyasi ittifakları ve ideolojik eksenindeki dönüşümle de kesişiyor. Çözüm süreci ya da FETÖ kumpasları devam ederken PKK’ye en çok zarar veren İHA’ların mucidini belki de bugün olduğu yerde göremezdik. 

Bir siyasi magazin dersi: Damat, belki de damattan çok daha fazlasıdır.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET