25 Ağustos 2019 Pazar

Uğurlar olsun Mine Sirmen / Mine G. Kırıkkanat

Devlet gibi kadın, dediklerindendi. 

Daha doğrusu, olması gereken bir devlet gibiydi: Dürüst, yüce, adil ve tavizsiz. 
Karadeniz’in inatçı uşağıydı Mine Sirmen

Ama Ege’nin de gözü kara efesi, Akdeniz’in yörük kızı, Anadolu’nun çilekeş direnişçisi, İstanbul’un hanımefendisi; velhasılı Asya’dan gelip Avrupa’ya bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin onur ve zarafet adına nesi varsa, kişiliğinde buluşturan eğilmez başlarından oldu. 

Eşini ve dostlarını zindana, Türkiye’yi karanlığa tıkan darbeci komutanların karşısında dağ gibi duran, hatta bazılarını mum gibi hizaya dizip selama durduran zorlu avukattı.
 
Varlığını sevdiklerine adayan, bilmeden kırdığını vicdan yarası olarak taşıyan, kırıldığını ise kendisine saklayan, doğası gereği anaç bir dost; ama her şeyden önce 54 yıl birlikte büyüdüğü, ağladığı, güldüğü, yaşadığı ve birlikte yaşlandığı eşe, Ali Sirmen’e âşık bir kadındı.

İki kalp, tek yürek 
Hangisi daha ilkeliydi, ötekinden daha dürüst, daha iyiydi, ayırt etmekte zorlanıyorum. Ama sanıyorum, birbirlerine duydukları saygıdan dolayı örnek insan oldular. Ağacın yaşken büküldüğü çağda tanıştılar ve birbirlerine dayanarak dik durdular. 

Onlarınki kimsenin sarsamayacağı bir dayanışma, anılarla örülüp iki bedene giydirilmiş tek bir yaşam öyküsüydü. 

Ümit Aslanbay’ın Bir Eski Cumhuriyet İçin* kitabında Ali Sirmen, 1960 yılında İÜ Hukuk Fakültesi’nde tanışmalarını şöyle anlatır: 
“Her yerde, okulda özgürlük havası vardı. Nâzım’ın eserleri de piyasaya çıkmaya başlamıştı. Politik açıdan hareketliydik. Bir grubumuz vardı. 
İşte o zaman âşık oldum. Mine’nin kuzeni, annemin öğrencisiydi. 1960 Eylül ayında tanıştık. Hukuk’a birlikte kayıt yaptırdık. Başta bana pek yüz vermezdi. Daha çok Güzel Sanatlar’a gitmek istiyordu, ama Hukuk’u tercih etti. Mine beni ilk kez, sahnede görmüştü. Füsun Erbulak, Ani İpekkaya, Mehmet Ulusoy ile birlikte oynuyorduk.”

Filinta gibi Fabiano Fabiani 
Mine Sirmen, öyküyü şöyle tamamlar: 
Kuzenim Ali’yi tanıyordu, tiyatroya birlikte gittik. Galatasaray Lisesi’nin tiyatro salonuydu. Ali, Marie Tudor piyesinde Fabiano Fabiani rolünü oynuyordu. O zaman şimdiki gibi değildi ki, gençlik… İpincecik, filinta gibi delikanlıydı. Kulis kapısından başını uzattı, bize ‘Merhaba!’ dedi. Ben onu orada görüp vurulmuşum, öyle diyor. Yok öyle bir şey! Beraber Hukuk’a girdik. Birbirini izleyen numaralar aldık. Bazı dersler, mesela Anayasa Hukuku, hocaları farklı olurdu. Numaraları sıralı yaptık ki, hocalar aynı olsun, aynı derslere girelim. Böyle böyle arkadaş olduk.” 

1960’ta tanıştılar. 1963’te nişanlandılar, Hukuk Fakültesi’ni bitirdikleri 1965’te evlendiler. Mine Barlas, Sirmen oldu.

Motosiklet aşkı 
Oğulları Devrim’in motosiklet tutkusu, ana karnından hatıradır. Çünkü az kaldı Fransa’dan Almanya’ya giden bir motosiklet terkisinde dünyaya geliyordu! 

Sirmenler’in aşkına siyasal kavgalar, mutluluğuna çileler, sevinçlerine yoksunluklar ve bazen de mahpushaneler eşlik etti. Çok acı çektiler, ama çok da güzel yaşadılar. Birlikte geçirdikleri yarım yüzyılda hiç mi hiç, birbirlerinden sıkılmaya, bıkmaya zamanları olmadı.

Şimdi Ali Sirmen, iki kişilik bir yaşamın tek vârisi. 

Bizlere kalan, hiç unutulmayacak cömertlikte bir kalp ve onun güzel öyküsü. Uğurlar olsun can kardeşim, adaşım, sırdaşım, ışıklara katıl Mine’m.

İstanbullum 
Bir simidin temsilciliğinde bile 
Soylu bir iradenin ifadesiydi
Domateslerinin Prensesi 
Nedimesi kabakgillerin hanımefendisi 
Zeytin ağaçlarının Kraliçesiydi
Sık sık Yüzbaşı olur 
Albaylara itaat düşer 
ve mahallesindeki 
“Martılara sardalya, 
Kedilere ciğer, 
Köpeklere kemik iliği” 
tayını hiç aksamazdı.
Ne Sirmen bir İngiliz unvanı 
Ne de Mine, Bizanslı bir zabıt kâtibi
Ama bizlere insanlığı anımsatırdıBir kız kardeş kaydı 
Hüzünle daralanve anılarla paramparça yüreğimizden. 
Güle güle, Mine Sirmen!
Daniel Colagrossi

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

___________________________
(*) İmge Kitabevi Yayınları, 2017

24 Ağustos 2019 Cumartesi

Türkiye’nin İdlib’deki açmazı ne? - BARIŞ DOSTER

Suriye ordusu, Rusya’nın da desteğiyle İdlib’e yöneldi. Bu arada Türkiye’nin kurduğu gözlem noktalarını vurdu. Türk konvoyuna ateş açtı. Rusya lideri Putin’in, Türkiye’yi Soçi mutabakatındaki yükümlülükleri konusunda uyardığı, Türkiye’nin ise aynı günlerde ABD ile güvenli bölge ve müşterek harekât merkezi konusunda uzlaştığı dikkate alındığında, Rusya destekli Suriye’nin İdlib’e yönelik harekâtının zamanlaması, kapsamı ve hedefi daha da netleşiyor. Türkiye, yanlış Suriye politikasının artan maliyetiyle yüzleşiyor. Komşularımızın toprak bütünlüğünün, aynı zamanda kendi toprak bütünlüğümüzün güvencesi olduğunu bir türlü anlamamak, ülkemizi çok boyutlu olarak baskı altına alıyor. 


Denklem çok basit oysa. Komşunuzun güvenliği, sizin güvenliğinizdir. İkisi birbirinden bağımsız değildir. Ülkelerin ulusal güvenlikleri, gerek coğrafi nedenlerle, gerek ittifak ilişkilerinden ötürü, diğer ülkelerin ulusal güvenliğinden ayrı düşünülemez. Birbirine bağlıdır. Uluslararası ilişkiler ve güvenlik üzerine çalışanların yakından bildiği bir bilim insanı olan Barry Buzan, bu basit denklemi, “güvenlik bütünlüğü” olarak tanımlar. 
Türkiye, coğrafi konumuyla da, tarihsel ilişkileriyle de, üye olduğu ittifaklar nedeniyle de böyle bir ülkedir. Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu’daki gelişmelerden doğrudan etkilenir. Hem güvenlik endişesi yaşar hem kitlesel göçle yüzleşir. Dahası, hem tarihsel kimliği, hem devlet olarak iddiası, hem de NATO üyesi olması nedeniyle, ister istemez müdahil olmak durumunda kaldığı, taraf olduğu olaylar vardır. Kıbrıs’tan Dağlık Karabağ’a, Ege’den Doğu Akdeniz’e, Bosna’dan Afganistan’a kadar örneği çoktur.

Sınır komşularımız değişirken 
Türkiye, kendi hatalarının da etkisiyle, Irak ve Suriye’de, büyük güçlerle komşudur artık. Irak’ın kuzeyinde ABD’yle, Suriye’nin kuzeyinde ise ABD ve Rusya’yla. Bu iki ülke, farklı gerekçelerle de olsa, Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığına karşıdır üstelik. Dahası ikisi de PKK terör örgütünün Suriye’deki uzantılarıyla yakın ilişkidedir. Türkiye ise bölgedeki gelişmeleri etkileme kabiliyet ve kapasitesinden daha çok, bölgedeki gelişmelerden etkilenen bir bünyeye sahip olduğundan, ABD ve Rusya arasında denge tutturmaya çalışmaktadır. Ve zorlanmaktadır...

 
Sorun şu: Her ikili ilişki, her ittifak üyeliği, her coğrafi yakınlık, tarafları aynı oranda etkilemez. Kimin, ne kadar etkileneceği, gücüyle, direnciyle ilgilidir. Her ilişkide olduğu gibi, uluslararası ilişkilerde de daha çok kazanan, daha az kazanan; daha çok alan, daha az alan; daha çok ödün koparan, daha az ödün koparan; daha çok risk alan, daha az risk alan; daha çok sorumluluk üstlenen, daha az sorumluluk üstlenen vardır. Misal, NATO’da ABD’nin aldığı sorumlulukla Romanya’nın aldığı sorumluluk aynı olmadığı gibi, Türkiye’nin karşılaştığı risk ve tehditlerle Hollanda’nın karşılaştığı risk ve tehditler de aynı değildir. 


Görmek gerekiyor: Ülkeler, sınır komşularıyla sorun yaşayınca ikinci kuşak komşularıyla daha çok yakınlaşırlar. Bu yolla hem sınır komşularına mesaj vermek hem bölgesel düzlemde etkili olmak isterler. Türkiye, Ortadoğu’da yalnızlaştığı için bunu da yapamıyor. Sınır komşularıyla da, ikinci kuşak komşularıyla da sorunlu. 


Bu sorunları aşmanın yolu, Atatürk’ün dış politikasını izlemekten geçiyor.

Barış Doster / CUMHURİYET

23 Ağustos 2019 Cuma

Zefirion... Halikarnassos... Petrium... Bodrum... Bedroom!(I-II-III) - ÖZGEN ACAR


(I)

Türkiye’de bazı kentler, tarih boyunca, bolca ad değişikliklerine uğramışlardır! Herhalde bunların en başında, Muğla’nın Bodrum ilçesi olmalı!

***

Arkeolojik yerleşmeleri görmek için Ege boyunca otostop yaparak, son durağım olan Bodrum’a da, ilk kez Temmuz 1963’te gitmiştim. Bırakın kolayca otel bulmayı, güç bela bir pansiyon bulabilmiştim!
70’li yılların 2. yarısında, 6.5 yıl görev yaptığım Bodrum’dan 1980’de ayrılırken, kentin girişinde ilçeyi gösteren yönlendirme direğinde, kentin nüfusu 5 bin 500 yazılıydı!
***
Bodrum’un nüfusu, resmi kayıtlara göre 31 Aralık 2018’de, 171 bin 850 kişi oldu. Herhalde bugün 200 bini bulmuştur! Kitlesel iletişimlerde, Bodrum’un nüfusunun 2 milyona yaklaştığından söz ediliyor! Yine aynı açıklamalara göre Erzincan, Gümüşhane, Tunceli gibi 15 kenti geride bırakıyor! 
2019’da Bodrum’da yaşayan ya da geçici giden 2 milyon kişi, acaba Bodrum’un tarihini biliyorlar mı?

***

Türkiye’de, “gökyüzünün yılın 180 günüyle, en açık ilçesi” oluşu, Antik Yunan söylencelerinde “güneş tanrısı Helios inancının yaratıldığı bu yöreye” yerleşen Perslerin de bu simgeyi benimsemelerinin acaba başka nedenleri olabilir mi?
Yöreye gelen ilk insanın, Bodrum Yarımadası’na İÖ 3. bin yılda yerleştiği yere Zefirios’un adından dolayı, ilçeye de Zefirion (rüzgâr)” anlamında, “ilk ad” olarak verilmişti! 
Yöreye İÖ 2. bin yılda Karlar ile Leleglerin geldiği biliniyor.

***

Pers Kralı Kirus,“dünyanın en zengin insanı” kabul edilen Kroiesos’u(Karun)” yenerek, Karların “Halikarnassos’unu (Bodrum’un 2. adı)” da, İÖ 546’da ele geçirdi. 
“Tarihin babası” Bodrumlu hemşerimiz Heredotos’un doğduğu yıllarda, Pers Kralı Kiserhas, Yunanistan’ı İÖ 480’de işgale gittiğinde, Bodrum Yarımadası Perslerin deniz üssüydü! 

Tarihin ilk kadın amirali unvanını alan “Halikarnassoslu” 1. Artemisia da donanmasıyla yanında yelken açmıştı. Denizci gelenekten gelen 1. Artemisia “savaşın yenilgiyle sonuçlanacağınıöngörmesine” karşın Kiserhas Yunanistan’a yüklenmiş, ancak Salamis’teki deniz savaşında yenilmişti. 
Donanmasını orada bırakıp çekilirken de 1. Artemisia hakkında Kiserhas, “Bugün erkekler kadın, kadınlarerkek gibi savaştı!” itirafında bulunmuştu. 
“Erkek gibi kadın” sözcüğü, her halde Bodrum’da doğmuş olmalı! Bodrum’da bulunan Halikarnassos yazılı bir mozaiğe göz atalım! Acaba Halikarnassos’un simgesi bundan dolayı mı kadın?

***

Karya’nın ilk Pers “satrabı (valisi)” Milas’lı Hyssaldomus’dur. Ardından oğlu Hekatomnos İÖ 397’de (!) satrap oldu. İranlı değil, Milaslı idiler...
Böylece Persleri Anadolu’da, “ilk yerel hanedan” temsil etmeye başladı. Hekatomnos’un üç erkek Mausseolos (Mavzolos okunur), İdrieus (sonraları herhalde İdris’e dönüştü), Piksodaros ve iki kızı 2. Artemisia ve Ada olmak üzere beş çocuğu vardı. 
Mavzolos, İÖ 377’de “satrap” olduktan sonra Karya’nın başkentini İÖ 367’de Bodrum’a taşıdı, kız kardeşi 2. Artemisia’yı eş aldı! 
Mausseolos, ölünce ne oldu? 
Eşi, 2. Artemisia ve öteki kız kardeşi Ada, başlanan “anıtsal gömüt” inşaatını sürdürdü. 36 sütunlu yapının ikinci katındaki 24 basamaklı piramidin tepesinde, dört atın çektiği arabada “karı- koca/ağabey-kız kardeşin” heykelleri ile tüm yüksekliğinin 55 metreye ulaştığı sanılıyor.

***

Bodrum, eskiden günümüzde kalenin bulunduğu yerde bir ada idi. Sonra karayla birleştirilince kent iki yöne yayıldı. Savunması kolay, ticaret ve denizciliğe elverişli bir yer olduğundan sonradan adı Halikarnassos” olarak hızla gelişti. 
Yapının “günümüzdeki 22 katlı bir gökdelene eşdeğer bir yükseklikteolduğunu” söyleyebiliriz. Örneğin Ankara’da Kızılay’daki gökdelenin 24 kat olduğunu da anımsamakta yarar var.

***

Öyle bir anıtsal gömüt ki sonra “dünyanın yedi harikasında biri” kabul edildi. Sonraları, AtatürkLincoln ve Lenin’in dahil, tüm görkemli anıtsal gömütlere Bodrumlu Pers valisi Mavzolos’un “adından” dolayı “mozole” denildi.

***

Atatürk’ün, Lincoln’ün ya da Lenin’in “mozolesine” çiçek koyan, ziyaret eden Türk ve yabancılardan acaba kaçı, bu sözcüğün Bodrum’dan geldiğini biliyordur? 

(II)
Tatillerini Bodrum’da geçiren 2 milyon kişi için kentin tarihine devam ediyoruz. 
Milas’tan Bodrum’a göçen, yerel Pers Satrapı (valisi) Mavzolos, İstanköy ve Rodos adalarını fethetmiş, Likya’ya da egemen olmuş, ağır vergiler koymuş, “uzun saçlıları bile” vergiye bağlamıştı! Anlaşılan o tarihlerde hippiler de varmış! 
Belki, kendisinin uzun suçlarının başkalarında olmasını kıskanmış da olabilir! “Mozele’sinin” yapımında, toplanan vergilerle, antik dünyanın en ünlü heykeltıraş ve mimarlarını da Bodrum’a çağırmıştı…

***

Ünlü sanatçıların yaptıkları “Heracles”in (Herkül) yolculuğu ya da “tek göğüslü kadın savaşçı” Amazon’ların Yunanlarla savaşını yansıtan kabartmaları da altın yaldızla boyanmıştı! 
Güneşin çeşitli açılardan yansımasıyla, altın yaldızın, anıtta nasıl bir kutsal etki yarattığını da düşleyebilirsiniz! 
Mavzolos’tan sonra eşi 2. Artemisia İda Ö 351’de ölünce, “erkek kardeşi” İdrieus “kız kardeşi” Ada ile evlenip “satrap” olmuştu! 2 bin 355 yıl önce Bodrum’da “kardeşler arasında evlilik” yönetimsel bir kural olarak geçerliydi! “Kız kardeşle evlilik”, dünyada Mısır firavunlarında ve Polinezya adalarında kral aileleri dışında da bilinmiyor!

***

Bodrum, İÖ 60’a doğru yoksullaşmıştı! Roma’da İÖ 43’te, Julius Sezar, kendisini öldürmeye girişenlerin en yakını olanına,“Sen de mi Brütüs?” demişti. 
Marcus Junius Brütüs, suç ortağı Gaius Cassiu Longinus ile Roma’dan kaçıp Bodrum Yarımadası’nın en ucundaki, antik kent Mindos’a (Gümüşlük) sığınıp karargâh yaptıklarında, Bodrum’a da oldukça zarar vermişlerdi. 
Bu yaz, Bodrum’a gelen 2 milyon kişiden, tatillerini Gümüşlük’te geçirenler, Brütüs’ün adını duymuş olabilirler, ama orada yaşadığını ya da bu yörenin geçmişini acaba kaçı biliyordur?

***

Hıristiyanlığın, resmi din olarak kabul edilmesinden sonra Bodrum’un bugünkü Ortakent köyü ya da eski adıyla “Müsgebi”“piskoposluk” olmuştu! Yerleşmenin adı, bugün sanıldığı gibi “mis gibi”den değil “episkop”luktan devşirmedir.

***

İS 11. yy son çeyreğinde Bizans, 1. Haçlı Seferi’nde (1096-1099), Anadolu’ya egemen oldu! 
İki yüzyıl sonra Menteşe Beyliği, Bodrum’da ilk kaleyi yaptı. 1402’de Yıldırım Beyazid Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilince Aziz Yuhannes’in şövalyeleri, Mehmet Çelebi’den, Anadolu kıyılarında Osmanlılara ait bir yerde kale yapımını istediler. Mehmet Çelebi Bodrum’u verdi! 
Menteşe Beyi İlyas’ın karşı çıkmasına karşın şövalyeler, Bodrum’un ilk kurulduğu yer olan ve “Zefiryon (rüzgârlı)” adı verilen, eskiden bir adayken yarımadaya dönüşen, tam “Salmakis (Bardakçı)” Koyu’nun hemen karşısındaki noktada bugünkü kaleyi 1415’te inşaya başladılar. 
Papa, kalenin yapımına katkıda bulunanlara “cennetin anahtarını (!)” da vaat etti. Mozolenin sütunları, kabartmaları, heykelleri, çevre duvarının kalıntıları kale yapımında dolgu malzemesi olarak kullanıldı. 
Uzmanların tanımlamalarına göre anıtsal “Mozole gömütünün” taşlarının üçte biri kalede, geri kalanı Bodrum’daki konutlarda kullanılmış! 
Bir an, Bodrum Kalesi’nin üç katı büyüklüğünde, bir yapıyı göz önüne getirirseniz “mozolenin” neden “yedi harikadan biri” olduğunu daha iyi algılayabilirsiniz.

***

1503’te tamamlanan Bodrum Kalesi’nin o tarihlerde adı Aziz Peter’den dolayı “Petrium” oldu. Zamanla “P” harfi, ağızda söylene söylene “B” harfine dönüştü, kent “Bodrum” adını aldı. 
Tıpkı komşu “Pedessa”nın da, günümüzde “Bitez”e ya da “Poli”nin, “Bolu’ya” dönüşmesi gibi…

***

5 Ocak 1523’te, Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos’u fethi ile Bodrum Osmanlı İmparatorluğu’na yeniden katıldı. 
1770’te Rus donanması, Bodrum’u top ateşine tuttu. 1824’te Yunan isyanı sırasında Osmanlı da Bodrum’u, Persler gibi “deniz üssü” olarak kullandı.
Osmanlı amirali Turgut Reis’in “Bodrum’da doğduğunu”, yarımadanın denizci geleneğinin, yakın tarihlere kadar Libya’dan Lübnan’a kadar yelken açan “sünger avcıları” ile sürdüğünü de unutmayalım.

***

Charles Thomas Newton, bulduğu kabartmalar ile heykelleri, yine British Müzesi’ne gönderdi. Bunlar arasında Mavzolos ile “eşikız kardeşi” 2. Artemisia’nın heykelleri de bulunuyordu. 
Newton’un bulduğu heykeller arasında yapının çatısındaki dört attan biri ve aslanlar da British Müzesi’nde sergileniyor. 
Kabartmalardan ancak iki tanesi, son yıllarda Kale’nin duvarları arasında bulunmuş olup Bodrum Müzesi’nde sergileniyor.

***

1. Dünya Savaşı sırasında 26 Mayıs 1915’te Fransız Dupleks zırhlısı, Bodrum’u bombalayıp asker çıkarmak istedi. Bodrumluların karşı koymaları üzerine, pek çok ölü verince savaş gemisi geri çekildi. 
Osmanlı, 1. Dünya Savaşı’nda yenilince, İtalyanlar 12 adalar gibi, Bodrum’u da 2 Mayıs 1919’da işgal etti. İtalyanlar kaleyi karargâh olarak kullandılar. Türklerin, İstiklal Savaşı’nı kazanmaya başlamaları üzerine İtalyanlar, 5 Temmuz l921’de Bodrum’dan çekildiler.
 
Görüldüğü gibi Bodrum, yalnız turizmin, doğanın değil, tarihin de yoğun izlerini taşıyor…

(III)

ABD’nin 6. Filo’sunun Akdeniz’de 20. yüzyıldaki güç gösterisinin geçmişteki benzerini, 1850’lerde sergileyen İngiliz donanmasının amirallerini, Halikarnassos’un ve Knidos’un görkemi büyülemişti. 
Ayrıca, “admiralty (amirallik)” haritalarına Batı ve Güneydoğu Anadolu kıyılarının tarihsel yörelerini de işaretlediklerini asla unutmayalım! “Mavi Yolculuk” yapanlara, teknelerde kullanılan 150 yıl öncesinin bu haritalarına göz atmalarını öneririz...

***

Son yazımızda Sir Charles Thomas Nevton’dan söz etmiştik. Bugün biraz daha yakından tanıyalım! 
1846-57 yılları arasında, İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Lord Stratford de Redcliffe döneminde, Londra British Müzesi’nin Yunan- Roma bölümü sorumlusu, arkeolog Sir Charles Thomas Nevton Midilli Adası’na “konsolos yardımcısı” olarak atandı! 
Dikkat! Bir “arkeolog”, neden bir “konsolos” olarak Ege’de bir adaya atanır ki? 
O dönemde Midilli’ye, İngiliz turistlerinin gelmediğini, Ege’de bugünkü gibi yoğun deniz ticaret trafiğinin olmadığını düşünürsek, insanın aklına ister istemez “Bir arkeologun, neden diplomat yapıldığı” sorusunu getiriyor!

***

Lord Stratford, Osmanlı’dan aldığı izinle, 12 parçalık Mozole kabartmasını British Müzesi’ne göndermekle kalmamış, Bodrum’da depremle yıkılmış görkemli anıtsal gömütün daha da yağmalanması için Nevton’un “konsolos yardımcısı” atanmasının da mimarı olmuştu! 
Bu heykel ve mermer kabartmalar, dönemin dört ünlü yontucusu LeohharesBryakisSkopasTimotheos’un yapıtları idi. 
İşin ilginç yanı 1. Abdülmecit, bu kabartmaların gidişine izin vermekle yetinmemiş, “taşıma harcamalarını” da yüklenmişti! 
Sir Nevton, 1862’de Londra’da “A History of Discoveries at Halikarnassos,Cnidus and Branchide (Bodrum, Knidos, Didim’de Keşiflerin Tarihi!)” adlı bir kitap yayımladı. 
Kitap, kendisinin hangi kabartmaları götürdüğünü, bu alan dışında kentte başka nerelerde kazılar yaptığını, çeşitli planlar ve kalenin çizimleri ile önemli bir belge olarak önemli bilgiler veriyor...

***

Sir Nevton, bulduğu kabartmalar ile heykelleri yine British Müzesi’ne gönderdi. Bunlar arasında Satrap Mavzolos ile “eşi-kız kardeşi” 2. Artemisia’nın heykelleri de bulunuyordu... 
Giydiği tuniğin, Yunan giysisi olmayıp Pers modasına uygunluğu, saçı, kırkılmış sakal ve bıyığının yanı sıra kalın dudakları, yaygın yanak kemiği ile heykelin Satrap Mavzolos olduğu kabul edilmiştir.

***

Satrap Mavzolos, İÖ 353’te ölünce yerine geçen “eşi-kız kardeşi” 2. Artemisia da, ölümüne değin iki yıl iktidarda kaldı. 
2. Artemisia, “ağabeyi-eşi” zamanında başlanan “anıtsal gömüt” inşaatını sürdürdü. 36 sütunlu yapının ikinci katındaki 24 basamaklı piramidin tepesinde, dört atın çektiği arabada, “karı-koca/ ağabey-kız kardeşin” heykelleri ile tüm yüksekliğin 55 metreye ulaştığı öngörülüyor. 
“Arkeolog, müzeci, konsolos” Sir Nevton’un bulduğu heykeller arasında ayrıca yapının çatısındaki dört attan biri ve aslanlar da British Müzesi’nde sergileniyor. 
Bu arada, mozole dışındaki alanlardan çeşitli dönemlerden çıkarılıp British Müzesi’ne bazı mozaikleri de götürdü. Ardından “arkeologmüzeci- konsolos” Sir Nevton, Ege Denizi’ndeki adalardan sek sek atlayarak 1857’de Batı Anadolu kıyılarını tarayıp Knidos’u da yağmalamaya başlamıştı.

***

1970’lerde Danimarkalı arkeolog Prof. Dr. Kristian Jeppesen mozolenin kalıntıları arasındaki kazılarında, kurban edilmiş hayvan kemiklerini temelde bulmuştu...

***

2017’de düzenlenen “Uluslararası Mausoleum Çalıştayı’nda” yayımlanan bildiri doğrultusunda, “Mozolenin yeniden canlandırılması” çalışmalarına başlanmıştı. Kültür ve Turizm Bakanlığı da destekliyordu. Mozolenin aslına uygun olarak, eskisi gibi ancak “taştan” değil, “cam ve alüminyumdancanlandırılabileceği” düşünülmüştü! 
Fakat değişik tepkiler geldi. Bunlar arasında “Bodrum’un günümüzdekigörünümünü bozmasın, çakma olmasın!” gibilerden eleştiriler de vardı... Henüz bir gelişme yok! 
(sürecek)

Özgen Acar / CUMHURİYET

21 Ağustos 2019 Çarşamba

ABD ile iş tutulmaz - İBRAHİM VARLI


İçeride dışarıda yeni savaş/çatışma/kriz politikaları devrede. Seçim yenilgisinin ardından siyasi türbülansa giren siyasal İslamcı iktidar, ekonomik krizin derinleştiği, doğa talanına, adaletsizliğe karşı toplumsal muhalefetin ayağa kalktığı bir süreçte, kendi bekası için kayyum atamaları, Fırat’ın doğusuna operasyon, güvenli bölge hamleleriyle bütün ülkeyi rehin alma hazırlığında.
İç içe geçen her üç sorun da birbirini besleyen özelliklere sahip. Krizi krizle perdeleme gayretkeşliğindeki iktidarın yanlış politikalarının neticesi olarak iç politika dış politika ayrımı çoktan kalmadı. Savaş iklimine sürüklenmek istenen ülkede, ABD emperyalizmiyle girişilen işbirlikleri ülkeye daha fazla kaos ve sorun olarak geri dönecek. Fırat’ın doğusuna yönelik operasyon hazırlıkları ve inşa edilecek güvenli bölge, Suriye krizini daha da büyüteceği gibi, bunun Türkiye'ye yansıması da her anlamda olumsuz olacak.

KRİZ ÜSTÜNE KRİZ
Suriye çoktan bir dış politika sorunu olmaktan çıktı. Her anlamıyla bir iç sorun artık. İdlib'iyle, Fırat'ın doğusuyla, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarıyla oluşturulan tampon bölgeleriyle. Yeni Osmanlıcı hevesler uğruna müdahil olunan savaş, ilk günden bu yana ülkeyi esir aldı. Sadece güvenlik boyutuyla değil, sığınmacı akını ve ekonomik yönüyle de. “Suriyeliler defolsun” söyleminde vuku bulan ırkçı refleks katmerleşirken, İstanbul valiliğinin kentte kaydı olmayan Suriyelilere tanıdığı süre bugün resmen doluyor. Zorla göndermeler başlayacak.

İdlib’te TSK konvoyu Suriye ordusu tarafından bombalandı. En az üç kişi yaşamını yitirdi. Binlerce yeni sığınmacı bir kez daha sınıra yığılmış durumda. Suriye merkezli her türlü gelişme sadece bir dış politika meselesi değil bu nedenle. Güney sınırlarında yaşanan her gelişme bugüne kadar iç siyasette derin etkiler yarattı. Yeni müdahaleler bu etkiyi daha da derinleştirecek.
Fırat nehrinin doğusunda ABD ile birlikte oluşturulacak “güvenli bölge” çalışmaları hız kazanırken, bölgenin derinliği konusundaki anlaşmazlık giderilmiş değil. Buna rağmen çapı, derinliği, zamanı ve yönetimi konusundaki anlaşmazlığa rağmen güvenli bölge çalışmaları başladı. Ortak Müşterek Harekât Merkezi kurulması için ABD askerlerinin sınırda çalışmaları sürüyor.
Fırat'ın doğusuna yerleşen ABD bir taraftan Türkiye ile iş tutarken, diğer taraftan da Suriye Kürtleri ile işbirliğini geliştiriyor. NATO müttefiki Türkiye'nin tüm itirazlarına rağmen... ABD emperyalizminin yaptığı esasında çok basit bir strateji. Bütün yumurtaları aynı sepete koymadan her bir aktöre ayrı ayrı ama değişen miktarlarda yatırım yaparak denklemi kontrol altında tutmak.

HER BAĞIMLILIK TEHLİKELİDİR
Ortadoğu, küresel güç odakları ve emperyalist aktörlerle işbirliğinde dikkatli olmanın ne kadar da elzem olduğunun tarihidir aynı zamanda. Bölgenin siyasi tarihi herhangi bir ülke, etnisite veya topluluğun büyük bir güce yaslanmasının trajik örnekleriyle dolu. Irak, Suriye, Lübnan örnekleri bunun somut göstergeleri. Bölgedeki bütün halkların; Türklerin, Kürtlerin, Arapların yaşananlardan çıkaracak çokça dersi var.

ABD ile ortaklık ülkeyi tehlikeli yeni maceralara sürükleyecek. Gazetemizde yayımlanan BirGünce’den alıntılarsak, “ABD, Türkiye-Suriye sınırının her iki yanında askeri olarak var olmayı, TSK ve SDG/YPG’yi birbirinde uzak tutarak emperyalist hedefleri doğrultusunda her iki “müttefikini” de dengede tutmayı amaçlıyor. Türkiye’deki iktidar bloku ise hem milliyetçi konsolidasyonla ömrünü uzatmayı hem de Kürt siyasetindeki fay hatlarını harekete geçirmeyi planlıyor. Tarafların ABD emperyalizmi ile arasına mesafe koymaması durumunda, önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak sıcak gelişmelerin bölgeye barış getirme ihtimali ise mümkün görünmüyor.”

Bölge sıcak bir sonbahara hazırlanırken, dikkatli olmakta yarar var. İçeride, dışarıda savaş politikalarını boşa düşürmekten, ABD emperyalizminin politikalarını reddetmekten başka çıkar yok. 

Yoksa “bir mermi kaç para” diye meydanlardan seslenen siyasi zatın yarattığı karanlığa teslim olunur.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Türkiye Kayyım Cumhuriyeti / MİNE SÖĞÜT

Artık net bir şekilde kayda geçsin. Bu ülkede bir Kürt-Türk sorunu yoktur. Dünüyle bugünüyle birbirine göbekten bağlı korkunç bir iktidar sorunu vardır. 
Ve barış isteyen Türklerin de Kürtlerin de; 
Her dönem ayağına dolanan... 
Kafasını gözünü kıran... 
Aklını ve kalbini parçalayan... 
Herkesi çıkmazlara sokan bu legal ve illegal iktidarlar;
Kendi bekaları için halkların seslerini bastıran ve gerçekleri çarpıtan sisli ortamlar yaratmakta hep ustadırlar.
O ortamlarda gerçekten göz gözü göremez ve kim kimi neden öldürüyor hiç kimse bilemez. 
Bu sayede katil elini kolunu sallaya sallaya aramızda dolaşır... 
İnsanlık tarihi de o katilin kayda geçirdiği yalan yanlış gerçeklerle oyalanır. 
Bu coğrafyada, yaşanan bunca acıdan ve deneyimden sonra; 
Düzenli ordularla düzensiz ordular arasında süren ve hiç bitmesin diye kâh kurulan tuzaklarla kâh atılan çelmelerle desteklenen korkunç bir savaşın ceremesini çeken onca insan... 
Nicedir mezarların başında ayrı dillerde ağıtlar yakarken... 
Ve çocuklarını öldüren bir diğerine kendi dillerinde lanetler yağdırırken... 
Aslında aynı dili konuşmakta ve aynı acıyla kavrulduklarını fark ede ede birbirlerine yakınlaşmaktadırlar. 
Bu yakınlaşmanın gölgesinde filizlenebilecek ufacık bir zeytin dalını bile kendi bekasına tehdit olarak gören matruşka iktidarların sabotajlarıyla yıkılıp duran irili ufaklı barış kulelerinin altında kala kala öğrenmemiz gereken şey... 
Mutlak bir çözüm için iktidarların çelmelerinin üzerinden atlayabilmek... 
Kazdıkları tuzakları tespit edebilmek... 
Ve barış istemekte ödünsüz inat etmektir. 
İktidar istediği belediyelere kayyım atayabilir. 
Dilediği yöneticiyi gözünü kırpmadan yerinden edebilir. 
O yere dilediği kişiyi memur dikebilir. 
Ama gerçeklere kayyım atayamaz. 
Gerçekler olduğu gibi kayda geçer. 
Yapabildikleri, sırf bunları yapabiliyorlar diye, onları haklı çıkarmaz. 
Bu ülkede asla barış inşa etmek istemeyen irili ufaklı iktidarların laneti var. 
O iktidarlar, Kürt hareketinin, zaten kendi içinde de sancılı olan siyasallaşma çabalarını boşa çıkarmak için olağanüstü gayret sarf ediyorlar. 
Ellerindeki tüm güçleri, barış ihtimalini yerin dibine gömmek için kullanıyorlar. 
Uzlaşma zeminlerini kasten sabote ediyorlar. 
Sorunların barışçıl çözümü için çaba sarf eden herkesi teker teker yok ediyorlar. 
Adliye önünde darp edilen avukatlar... 
Hapislere atılarak gözdağı verilen gazeteciler...
İşlerinden atılan akademisyenler, öğretmenler... 
Gözaltına alınarak terbiye edilmeye çalışılan edebiyatçılar... 
Yapılan haksızlıklara karşı sessiz kalmamayı sonuna kadar savunan ve başlarına gelebilecek her şeyi göze alan insanlar... 
Kayyım atanması mümkün olmayan bir evrende gerçek bir adaletin ne olduğunu... 
Ve barış isteme inadının gücünü haykırmaktalar... 
Bugün Güneydoğu’daki belediye başkanlarını teker teker görevden alanlar ve yerlerine kayyım atayanlar... 

Daha dün HDP milletvekillerini tutuklayıp cezaevine attılar. 
Daha dün HDP eş genel başkanlarını tutuklatıp cezaevine attılar. 
Daha dün barış sürecinde sarf edilen yazıları, söylemleri, haberleri bahane ederek insanlara dava üzerine dava açtılar. 
Tüm bunları rahat rahat yaptılar. 
Çünkü... 
Bu ülkeye en büyük kayyım olağanüstü koşullarda yapılan bir seçim nihayetinde başkanlık sistemiyle atandı. 

Ülke hâlâ buna tam uyanmadı.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Bir "Beraber yürüdük biz bu yollarda" öyküsü daha - Murat AĞIREL

Bir önceki yazımda İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski Genel Sekreteri Hayri Baraçlı hakkında bazı tuhaf gördüğüm durumları sizlere aktarmıştım. Daha önceki yazımı okuyamayan dostlar için konuyu kısaca tekrar hatırlatmam gerekir; Hayri Baraçlı İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreterlik görevinden önce İETT Genel Müdürlüğü görevinde bulundu. Baraçlı bu görevinden önce ise Yıldız Teknik Üniversitesi'nde öğretim görevlisiydi. Üniversitedeki görevinden ayrılıp İETT'de görev almıştı. Ne var bunda diyebilirsiniz. İlgimi çeken husus üniversitede görevli iken okuttuğu öğrencilerden bazılarının kendisini İBB de görev yaparken de  yalnız bırakmamaları.

Bu isimlerden birisi Atakan Genç'ti. Genç bir çok üniversite mezununa nasip olmayacak şekilde ''şanslı'' biri. Düşünseninize kaç üniversite okuyan kişi mezun olduktan sonra üniversite hocasının görev yaptığı yerde şirket kurup milyonluk ihaleleri alabilir ki?

***

Bahsettiğim Atakan Genç'in ortağı olduğu firma ''ABE MEDYA ''
Sahibi ve aynı zamanda ortağı Atakan Genç gözüküyor. Atakan Genç, Yıldız Teknik Üniversitesinden Hayri Bey'in öğrencisi. Hatta Genç'in tez danışmanı da Baraçlı. Baraçlı'nın kitaplarının yayıncısı da ABE Medya.ABE Medya, Yıldız Teknopark'ın, İBB, İSTAÇ, İETT, İSPARK, BİMTAŞ, AĞAÇ PEYZAJ, İstanbul Enerji gibi bir çok belediye şirketinin ve kamu kurumlarının işlerini yapıyor. Şirkete ait internet sitesini incelediğiniz zaman referanslar bilgisini görebilirsiniz.

ABE Medya, Baraçlı İETT'de görevli iken 239 bin TL değerinde iki ihale almış. İBB Genel Sekreteri olunca ise toplamda 12 milyon değerinde 14 ihale daha almış. Son ihalesini 31 Mart seçimlerinin 3 gün öncesinde 2019/140702 ihale kayıt numarası ile almış. ABE Medya'nın adresi "Şişli/Kuştepe"de bir adres gözüküyor.

***

Ne var bunda değil mi?
Peki,  ben size bu adreste başka bir şirket daha var ve bu şirkette sayın Baraçlı'nın akrabalarının şirketi var desem?
Evet.
ABE MEDYA'nın aynı adresinde bir şirket daha var adı da Stratejik Kurumsal Danışmanlık. Sahipleri kim peki?

Hanife Baraçlı, Abidin Cüneyt Baraçlı, Sait Sağlam, Zekeriya Yüksel ve Atakan Genç.
Hanife Baraçlı, Hayri Baraçlı'nın eşi. Abidin Cüneyt Baraçlı ise Hayri Baraçlı'nın kardeşi, AKP İl Başkanlığı Disiplin Kurulunda görevli!..
Peki bu firma İstanbul Büyükşehir Belediyesinden iş almış mı?
Almaz olur mu, BİMTAŞ, İDO, İGDAŞ ve AYEDAŞ olmak üzere toplamda 2 milyon TL'lik iş almış.

***

Bugün ekleme yapacağım durum ise bu genç arkadaşların diğer şirketleri ve aldıkları işler.. Bu şirketlerden birisi Organik İnsan Kaynakları.. Bu firma ABE medya ve Stratejik Kurumlar gibi yine Şişli/Kuştepe'de aynı adreste faaliyet gösteriyorlar. Firma kuruluş sahibi yine Atakan Genç ve Sait Sağlam Gözüküyor. Sait Sağlam da yine Yıldız Teknik Üniversitesi mezunu.

Organik İnsan Kaynakları adlı firmanın faaliyet alana ticaret sicilde yer alan bilgilere göre ''Gerçek ve tüzel kişiler için  personel istihdam sağlamak ve kurumlara hizmet vermek''. Ancak bu firmanın yapmadığı iş yok gibi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bağlı bütün iştiraklerinden iş almış bu firma... İSKİ, İstanbul Enerji, İSTAÇ, İstanbul Otobüs A.Ş., İstanbul Spor, BİMTAŞ ve Orman Su işleri Bakanlığı olmak üzere 33 ihale almış, toplam bedeli ise tam 42 Milyon TL !
Peki Hayri Baraçlı'nın öğrencilerinin, eşinin, kardeşinin İBB den ihale alarak iş hayatında yaşadığı başarılar bu kadarla mı sınırlı? Hayır tabii ki.. Başka firmalardan daha bahsedeyim size.

Bahsedeceğimi firma ise İNFOLOJİ..
İnfo Fuarcılık, İnfoloji Kurumsal Danışmanlık, İnfoloji Teknoloji.. Sahipleri yine Baraçlı'nın öğrencileri Sait Sağlam ve Muhammed Atilla Sevim..
Bu firmalar yine şaşılacak derecede çok başarılı bir iş hayatı geçirmiş. Başarı merdivenlerini birer birer değil üçer beşer atlayarak büyümüş. Sanırsam tesadüf olsa gerek bu arkadaşlar da yine Baraçlı'nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi görev süresi içerisinde muhteşem başarılı işler yapmışlar.

İnfo Fuarcılık,  2016 ve 2018 yılları arasında Metro Ulaşım A.Ş, İETT, BİMTAŞ, İBB Ulaşım, İSKİ başta olmak üzere toplam 8 Milyon TL ilk ihale almış.

İnfoloji Kurumsal Danışmanlık ile BİMTAŞ, İETT, Ağaç Peyzaj, İBB Gençlik ve Spor, İBB Veteriner, İSTAÇ başta olmak üzere 2013-2018 yılları arasında tam 35 Milyon 616 bin TL lik ihale almış, İnfoloji Teknoloji ile 135 Bin TL lik ihale almış..

Yani Hayri Baraçlı'nın Yıldız teknik Üniversitesi'ndeki 3 öğrencisi eşi ve kardeşinin şirketleri Baraçlı'nın görev yaptığı dönem içerisinde toplamda tam 91 Milyon TL lik ihale almışlar..

Hayri Baraçlı'nın eşi, kardeşi,öğrencileri tabii ki iş yapacak. Hatta bir çok kişiden daha başarılı da olmaları söz konusudur. Ancak bu durum hiçbir surette etik ve ahlaki değildir. Şayet ben Baraçlı ile görüşmesem ve ''benim bu firmalar ile organik bir bağım yok'' demese aklıma ilk gelecek olan sanki Hayri Baraçlı bu şirketlerin asıl sahibi, işleri o yönlendiriyor, öğrencileri de Baraçlı'nın sayesinde başarıdan başarıya koşuyor algısı olacaktı.

Tabii yorumlamaları yapmak bizim görevimiz değil ancak yaşanan bu etik olmayan durumları kamuoyuna aktarmak bizim görevimiz.

Ancak şunu öğrendik ki, atalarımız ''Dağ dağ üstüne olur,ev ev üstüne olmaz'' demişler. Şimdi öyle şeyler yaşıyoruz ki artık bu söz AKP döneminde ''Ev ev üzerine olmaz, şirket şirket üzerine olur'' olarak değiştirilmiştir.

Kamuoyunun takdirine..


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

18 Ağustos 2019 Pazar

Yumurta - Mine G. Kırıkkanat

İngiliz yazar Lawrence Durrell ile kendisinden on yaş büyük olduğu için değil, dehasından etkilendiği için “ustası” saydığı Amerikalı yazar Henry Miller arasında dünya edebiyatına yansıyan 45 yıllık bir yazışma ve sarsılmaz bir dostluk vardır. 

Yakınlaşmaları, Lawrence Durrel’in çok beğendiği Yengeç Dönencesi’ni okuduktan sonra Henry Miller’e yazdığı bir mektupla 1935 yılında başlar ve 1980’e kadar sürer. 


Her ikisi de sıra dışı karakterler olan Miller ve Durrel’in en benzeştikleri özellik, anayurtlarına değgin besledikleri aşk ve nefret çelişkisidir. Miller, iliklerine kadar Amerikalı olmasına karşın ABD’de duramamakta; her gittiği yerde Büyük Britanya’nın dışişleri bakanlığına hizmetten geri kalmayan Durrel de “ölü” diye nitelediği İngiltere’de yaşayamamaktadır.

Yıl 1939, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına birkaç ay kalmıştır. Henry Miller, 9 yıldır yaşadığı Paris’i terk edip dostu Lawrence Durrel’in daveti üzerine Korfu Adası’na gider. 
Ömrü boyunca Akdeniz’i mesken tutan, Kıbrıs’ta, İskenderiye’de ilham arayan ve bulan “vatansız” Lawrence Durrel, ailesiyle birlikte 1935’te Korfu’ya yerleşmiştir.

Yöresel tatlarda yoksulluk 
Henry Miller’in Korfu’da başlayıp Girit, Peleponez ve Attik’e uzanan bir yıllık Yunanistan yolculuğu, yazarlığı için bir dönüm noktası olup, “en iyi kitabım” dediği Marussi Devi’nin (The Colossus of Maroussi) esin kaynağıdır. 

Yunanistan gezisinde Miller’in yolu, bir ara kuş uçmaz kervan geçmez bir köye düşer. Köyün tek pansiyonu, yaşlı bir kadının evine yerleşir. 

Yazışmayı sürdürdüğü Lawrence Durrel de birkaç günlüğüne kendisini görmeye gelir. 
Dul kadının tek geliri pansiyon ve tek müşterisi Miller’dir. Eski taş evde boş oda boldur, bir odaya da Durrel yerleşince, yaşlı kadın çok sevinir.

Savaş henüz başlamamış, ama kıtlığı başlamıştır.
 
Tüm ülkeler gibi Yunanistan’da da halk açlık çekmektedir ve turistler için bile yiyecek bulmak kolay değildir. Ancak köylerde durum biraz daha iyidir. 

Pansiyon sahibi kadın, Tanrı’nın kendisine lütfettiği iki varsıl müşterisine “yokluğu” hissettirmemek için bulup buluşturuyor, öyle lezzetli yemekler yapıyordur ki, Miller ve Durrel tabaklarına konulan alaşımlardaki unun çokluğu, yağın ve etin yok denecek kadar azlığını, “yörenin mutfak alışkanlıklarına” bağlıyorlardır. 

Mevsimlerden kış, ama hava ılıktır ve kunt köy evinin ısıtılmadığı da pek fark edilmez.

Rafadan koşturmaca 
İki dost günlerini yazarak, söyleşerek ve her ikisinin de temkinli davranıp yanlarında getirdikleri içkileri pansiyon sahibinin un çorbası ve sade böreklerine, bazen de zeytinyağlı sebze yemeklerine katarak geçinip giderler. 

Bardaktan boşalırcasına yağmur yağan bir sabah, Henry Miller’in canı fena halde “rafadan yumurta” ister, kahvaltıda. Yaşlı kadın, sipariş edilen rafadan yumurtayı getirir, ama yumurta buz gibidir. 

Miller, “Rafadan yumurta soğuk yenmez!” der kadına. “Lütfen yeni bir yumurta pişirin ve sıcak getirin!” 

Gıkı çıkmaz kadıncağızın. Yeni bir yumurta pişirmek üzere kaybolur ortadan. Ne zaman sonra geri gelir, ancak yumurta yine soğumuştur.

Henry Miller, sinirlenir. Pansiyon sahibine iyi bir zılgıt ve rafadan yumurta nasıl yenilir konulu nutuk çeker, üçüncü bir yumurta emreder. 

Miller, yeni rafadan atılımının sonucunu beklerken, Lawrence Durrel’in pencereye gidip dışarı bakacağı tutar. 

Yaşlı kadın, bir elinde şemsiye ötekisinde yumurta tenceresi, köyün çamurlu yollarında koşarak gelmeye çalışıyordur.
 
Durrel ne olup bittiğini kavramış, altüst olmuştur. Henry Miller’i pencereye çağırıp, “Bak!” der, “Yumurtalar bu yüzden soğuk geliyor...” 

Evde odun bitmiş, mutfağın ateşi de sönmüştür.
 
Müşterisini memnun etmek isteyen yaşlı kadın, yumurtaları pişirebilmek için çamurlara bata çıka köyün öteki ucundaki ekmek fırınına gidiyor, ama rafadan yumurtalar dönüş yolunda soğuyordur.


Aferin almak uğruna 
Henry Miller, yaşlı kadını köyün bir ucundan diğerine koşturan anlamsız kaprisinden çok utanmıştır. Üçüncü soğuk yumurtayı sessizce yer ve bir daha da rafadan yumurta, diye tutturmaz ev sahibine. 

İki yazar, Akdeniz insanlarının “aferin almak” ve konukseverlik uğruna yaptıkları fedakârlığa bağlıyarak düşünürler hep bu olayı. Öyle de yazar, Miller.
 
Ama ben yıllar önce okuyup unutamadığım bu anekdotu başka türlü yorumluyorum. 
Geçmişte Yunanistan’daki köyün bir ucundan ötekine koşturan yaşlı kadın, bugün ikinci yumurtayı Miller’in suratının ortasına patlatır. Keza zengin ülkelerin tamamında daha birinci yumurtayı beğenmezliğinizde kapı dışarı edilirsiniz. 

Ama Türkiye’de, Arnavutluk’ta, Romanya’da vb. hâlâ bulabilirsiniz varsıllardan “aferin almak” için çabalayan yoksulları… 

Çünkü yoksulluk, aynı zamanda ezikliktir. 

Eziklik ise geri kalmışlığın en açık göstergesi. 

Ve Türkiye’nin kanını iliğini sömürerek semiren muktedirler; emdikleri kemiği halka atarak, ülkeyi büyüttüklerini iddia edebilmektedirler! Oysa yarattıkları biat kültüründe, ancak eziklik büyür. Ezerek semirenler bile toplumsal ezikliğin, ortağı, paydası ve tutsağıdırlar.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET