1935 yılında kurulan Tan Gazetesi özellikle 1938 yılında Zekeriya ve Sabiha Sertel’in gazetenin sahibi olmasıyla birlikte muhalif yayınlarıyla dikkat çekmeye başlamıştı.
Gazete İkinci Dünya savaşı sırasında, savaş karşıtı ve anti-faşist bir yayın politikası izliyordu. Dönemin iktidarının Nazi Almanyası'na yakınlaşmasına karşı çıkıyor ve Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurulmasını savunuyordu. Bu tavır, hem CHP yönetimini hem de Nazilere sempatiyle bakan islamcı, milliyetçi-ırkçı kesimleri rahatsız ediyordu. Sağcı kesimler gazeteyi Sovyetlerin maşası olmakla suçluyordu. 1945 yılında doruğa çıkan tepkiler, 4 Aralık 1945’te baskınla noktalandı. Beyazıt’tan hareket eden ve gitgide genişleyen bir grup, ellerinde balyozlarla matbaanın önüne geldiler ve ne var ne yoksa yağmaladılar.
Saldırgan güruh Tan gazetesini yağmaladıktan sonra durmamış aralarında Görüşler Dergisi’nin de olduğu ve solcu olduğu bilinen gazete, dergi ve kitabevlerine saldırmışlardı. Yıllar sonra saldırgan grubun içinde Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi isimlerin de yer aldığı iddia edilmiş, Süleyman Demirel saldırılarda yer aldığını itiraf etmişti.
Aziz Nesin, 4 Aralık 1945'teki Tan matbaası baskınından sonra 'Ey Türk Faşisti' başlıklı satırları yazdı:
soL yazarı Mehmet Bozkurt, Tan baskınına ilişkin dikkat çekici bir anekdot aktarmıştı:
İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin Başbakanıydı Churchill. Savaşın hemen ertesinde 1946’da, “akil adam” olarak gittiği Amerika’da, bir üniversitede yapmış olduğu konuşmada Polonya’dan İtalya’ya doğru inen bir hat çizdi hayalinde. Baltık Denizi’nden Adriyetik Denizi’ne doğru uzanan bir hat… Bu hatta “demir perde” adını verdi. Hattın doğusunda kalan topraklar komünizan topraklardı, ”mutsuz esir halklar dünyası”; batısında kalanlar” neşeli hür dünya” halkları…
Eğer Soğuk Savaş içinde tehdit barındıran sürekli gerginlik hali, bir sinir savaşı ise ve muradı bir komünizm tehlikesi icat edip ülkeleri silahlanma yarışına itmek öte yandan korku salıp “Hür dünyanın” şeflerine orada burada alan açmak ise, soğuk savaşın başlangıç tarihini biraz daha geriye çekmek mümkün olabilirmiş gibi geliyor bana.
Mesela Hiroşima diyebiliriz. 1945 Ağustos’unda Hiroşima halkına savaşın “sıcak” hali şurada kalsın, cehennem halinin yaşatıldığını biliyoruz. Temmuz ayında, Japonya’nın teslim olmasına ve savaşın sonucunu kabullenmesine rağmen tepesine atom bombası atılmasını neye bağlayacağız?
Bunu Amerikalıların bilime olan meraklarına bağlamıyorsak, yani Amerika’nın yeni icadı “ Küçük Oğlan”ın, tahrip gücünü ölçmek için Hiroşima’yı laboratuar; üstünde yaşayanları da fare olarak gördüğünü ihtimal dışı bırakıyorsak, geriye “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kalmıyor mu? Burada “gelin” Sovyetler Birliği’dir. Yani savaşın en “sıcak” anında başlatmıştır Amerika soğuk savaşı...
Türkiye mi?
Savaşın sıcak haline fiili olarak katılmadı. Bunu İsmet Paşa’nın “tilkiliğine” verip, başarı hanesine kaydedenler olduğu gibi; savaştan kaçınmasını, “Türk’ün erkekliğinin yok edildiği” çizgisine kadar çekip Paşa’ya ver yansın edenlerin sayısının da azımsanmayacak çoklukta olduğu biliniyor. İsmet Paşa, şimdi “kıvırmak” sözcüğü ayıp kaçacak ama, o kadar çok, hadi “yan çizdi” diyelim, yan çizdi ki Alman faşist ordusunu Berlin’e kadar kovalayacak olan bizim Stalin’i bile resmen fıtık etti.
En son Türkiye’nin Japonya ve Almanya’ya karşı savaş ilan ettiği 23 Şubat 1945 tarihinden kısa bir süre önce, 4 Şubat 1945’te artık savaşın kazananları belli olduğuna göre Avrupa topraklarını verilecek yeni şekle dair Yalta’da düzenlenen “üç büyükler” toplantısında Stalin, Paşa’nın “yan çizmelerinden” o kadar bıkmış olmalı ki bazı kaynaklarda, Türkiye nihayet savaşa girecek diyen Churchill’e dönüp “Paşa yine kaçmasın” diye dalga geçtiği yazılıdır.
Bu defa kaçmadı. Yalta’da alınan kararlardan birinin 1 Mart 1945 tarihine kadar Almanya’ya savaş ilan eden ülkelerin San Fransisco’da yapılması planlanan Birleşmiş Milletler toplantısına katılabilecekleri ve “kurucu” üye sıfatını kazanabileceklerini öğrenen Türkiye, sürenin dolmasına bir hafta kala alelacele Almanya’ya savaş ilan etti. Sağlam olsun demeğe getirdi, Japonya’yı da er meydanına davet etti! Böylece “Kurucu üye” sıfatını kazandı ancak “güvenilmez ülkeler” sıralamasında en üst sırada olan yerini de kimseye kaptırmadı.
Bu defa edindiği tecrübe ile alttan alta yürütülen soğuk savaşın en ön saflarına kendisini attı. Sıcak olana giremeyen Türkiye soğuk olanın bayraktarlığına soyunuverdi. İyi de soğuk savaş anti komünizm demek ve Türkiye’de rejimi tehdit edecek ölçekte bir komünist hareketi ara ki bulasın.
Türkiye bu, düpedüz “imâl” etti…
Şöyle; Yalçın Küçük üç büyük cumhuriyet kadınından söz eder: Doğum tarihlerine göre yazıyorum; Halide Edip Adıvar, Sabiha Sertel, Behice Boran… Türkiye’nin soğuk savaş tetikçiliğini bu savaşkan üç kadından biri olan Sabiha Sertel üzerinden başlatıldığını ileri sürer.
4 Aralık 1945 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin bastığı bir fotoğrafı ve fotoğraf altı haberi Yalçın Hoca’nın “Türkiye Üzerine Tezler” kitabından öğreniriz. Aktarıyorum ve arsızca bir komünist imâl etme oyunudur:
“Dün bir okuyucumuz ‘Görüşler’ mecmuasıyla birlikte idarehanemize geldi. Mecmuayı masanın üzerine yaydı. Başlığını ters çevirerek parmağını üzerine bastı. O şekilde ki başlıktan bir harf değil, bariz bir orak resmi kaldığını hayretle gördük. ‘Böyle (G) harfi olmaz, bu kasten böyle çizilmiştir’ dedikten sonra sordu ‘ya bunun çekici nerede?” Sustuk, cevabını gene kendisi verdi: ‘Okuyunca anladım, içinde imiş”(1979, İkinci Kitap, s.320)
Sabiha Sertel anılarını yazdı. Anıları ölümünden(1968) bir yıl sonra kızı Yıldız Sertel’in “Önsöz”üyle yayımlandı. Benim elimdeki ikinci baskı, 303’üncü sayfada “Görüşler” dergisinin kapağı da basılmış. Yani şimdi o Cumhuriyet okuyucusuna hak vermekle beraber o kadar da basit değil.
Biraz zekâ istiyor ve tam olarak şöyle: Bir parmağınızla o masum harfin içe dönük kıvrımını kapatıp, söz konusu masum harfin üst sağ ucuna ,nasıl desem,tava sapı hayal edin, ancak küt ve kısa olanını, monte ettikten sonra kafanızı dar açıyla sağa omzunuza doğru eğip, otuz kırk santim kadar geriye doğru kaykılın ve gözlerinizi kısarak bakın. İlk bakışta masum görülen o (G) harfinin hain görüntüsü kendini ele verecektir.
Şart olsun orak! Çekici ne yaptım ne ettim kapakta olsun,iç sayfalarda olsun aramalarıma rağmen ben de bulamadım ancak kapakta bir sonraki sayının yazarlarına yer verilmiş,şunlar var: Celal Bayar 1950’ de Cumhurbaşkanı; Adnan Menderes 1950’de Başbakan; Fuat Köprülü, 1950’de Dışişleri Bakanı;Tevfik Rüştü Aras eski Dışişleri Bakanı ve saydıklarımla birlikte 1946 Demokrat Parti kurucusu…
Şimdi Sabiha Sertel’den aktarıyorum:
“Akşam Zekeriya(Sertel) ile beraber Beyoğlu’nda Degüstasyon denilen bir lokantaya gitmiştik.Sadrettin Celal’in bu lokantada hususi bir masası vardı. Her zaman o masaya oturur,orada çalışırdı. Bizim girdiğimizi görünce bizi masasına çağırdı” Sadrettin Celal(Antel) 1920 başlarında Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Parti’si üyesi, Sorbon çıkışılı,pedagoji profesörü, karı-koca Sertellere “Haberiniz var mı, Görüşler mecmuasının başındaki (G) harfini orağa benzetmişler,orak çekiç başlığı altında çıkmış diye rivayetler salıyorlar ortalığa”(s.300)
Karı-koca şaşırıyor, Ankara’dan yeni dönmüşler matbaaya uğramışlar ve “Görüşler”in ikinci baskısının yapıldığını öğrenmişler sevinç içindeler. “G” nin başına gelenleri Sadrettin Celal’den öğrenmiş oluyorlar. Sabiha Hanım devam ediyor:
“Kapağın yazısını İhap Hulusi yapmıştı. İhap Hulusi’nin sosyalistlikle,komünistlikle hiçbir ilgisi yoktu. Zengin bir aileye mensup, hayatının çoğunu Avrupa’da geçiren bir ressamdı. Tesadüfen o da lokantaya geldi. Dergi elindeydi.Kendisine çıkarılan rivayeti anlattığımız zaman güldü; ‘öküzün altında buzağı arıyorlar’ dedi.(s.301)
Buzağı dananın küçüğüdür. Öküzün altında ne işi olabilir. Kulüp rakısının şişesindeki o ünlü etiketin de çizeri olan İhap Hulusi çok saf olmalı, Hüseyin Cahit Yalçın var, Tanin Gazetesi’nin başyazarı, ayıplanmayı göze alarak yazıyorum; bizatihi öküz!
Kime benzetebiliriz Hüseyin Cahit’i; günümüzde, şu anda diyorum; tevelerde, gazetelerde, dergilerde köşe kapmış olanların birçoğuna ama ezici bir çoğuna benzetebiliriz. Ben Cem Küçük diyorum ve dönüp devam ediyorum: Hüseyin Cahit “Kalkın ey ehli vatan” diye başlıyor. Bir gün önce Tan’da Sabiha Hanım’ın Türk-Sovyet dostluğunun önemine işaret eden ve bunun hükümetçe desteklenmesi gerektiğini ileri süren bir yazısını okumuştur. Hüseyin Cahit gençliği “vatanı korumaya” davet ediyor. Durmuyor, Tan’dan Görüşler’e geçiyor. Burada Sabiha Hanım’ın “Zincirli Hürriyet” yazısını okuyor ve bir “Vatan Cephesi” kurulmasının vaktinin geldiğine iman ediyor. Şunlar var, Sabiha Hanım, Hüseyin’den aktarıyor:
“Görüşler Dergisi’ni açıp da Bayan Sertel’in Zincirli Hürriyet makalesini okuduğum zaman, sayfayı süsleyen bu kıpkızıl demirlerle bize nasıl bir hürriyet hazırlamak istediklerini derhal anladım. Bayan Sertel şöyle diyor: ‘Hür insanlar cemiyetinin en büyük şiarı,geniş halk kitlelerinin menfaati için icap ederse,şahsi menfaatlerini feda etmelidir. ’Komünist edebiyatla meşgul olmamış olanlar bu satırların altında gizlenen manayı gözden kaçırabilirler. Geniş halk kitlelerinin menfaati namına hürriyetlerin feda edildiği yer Rusya’dır.”Sertel,306)
Sonrası şöyle:
Kışkırtılan üniversite gençliği ayaklanıyor. Tan Gazetesi ve Görüşleri basan Tan Matbaası, hazır başlamışken Sabahattin Ali’nin kitaplarını basan La TurGuie Matbaası, sol yayınları satan ABC ve Berrak Kitapevleri yerle bir ediliyor.
Nasıl mı?
Yaşamını boydan boya demokrasi mücadelesine adamış yiğit Sabiha’nın anlattıklarına göre o günlerin en modern makinelerine sahip olan Tan Matbaası kelimenin tam anlamıyla tuzla buz ediliyor. Bunları yazarken aklına gelen ve pek güldüğü bir hadiseyi de aktarıyor, hani “gülmek devrimci bir eylemdir” deniliyor ya, sahi öyle mi ne, aktarırken gülüyor ve güldürüyor:
“Karaköy’deki Tan mezecisi Petro, baştaki (T) harfinin üzerine yağlı boya ile (C) harfini yazmış Tan mezecisi Can mezecisi olmuştu.”(Sertel,311)
Uzadı,biliyorum ama Yalçın Küçük’le bitirmem gerekiyor:
Yalçın Küçük 8 Aralık 1945 tarihli, Cumhuriyet Gazetesi’nde Amerikan Radyosu’nun yayınına yer verildiğini yazıyor. Sahiden pek öğretici:
“Evvelki gün büyük bir nümayiş yapan İstanbul gençlerinin Amerikan elçiliği binası önünden geçerken ‘Yaşasın hür Amerika’ diye bağırdıkları haber verilmektedir…”(Küçük,s.331)
Amerikan radyosu Tan baskınını radyodan duyuruyor ve Cumhuriyet sevinçle yazıyor: “Yaşasın hür Amerika!”
Tan baskını, Türkiye gericiliği tarafından “hür dünya”ya bir hediye olarak sunulmuş oluyor. Ya da sıcak olanından kaçarak güvenilmez ülkeler sınıflandırmasında birinciliğe oturan Türkiye’nin , bu defa soğuk olanına katılabilmek için “hür dünyaya” verdiği bir rüşvet olarak da görebiliriz Tan yağmasını!
Mehmet Bozkurt-SOL(13/12/2015)