8 Aralık 2019 Pazar

Tarihi eseri korumak pahalıya patladı: CHP'li belediyeye 7 milyon lira ceza! - CUMHURİYET

Antalya'da Konyaaltı Belediyesi, tarihi Roma Hamamı'nı dış etkenlere karşı korumak için 10 yıl önce etrafını tel çitle çevirdi. Tarihi yapının da içinde bulunduğu arsanın sahiplerinin, özel mülklerine müdahale edildiği gerekçesiyle açtığı dava sonrası belediye, tazminata mahkum edildi. Tazminatın faizleriyle birlikte 7 milyon lirayı bulduğunu söyleyen Konyaaltı Belediye Başkanı Semih Esen, “Bu korumayı yapmamız gerekiyordu, fakat hukuki düzen içindeki birtakım çelişkiler nedeniyle böyle olumsuz bir sonuç çıktı" dedi.

Konyaaltı Belediyesi, ilçe sınırlarında yer alan, 3'üncü yüzyıla ait Roma Hamamı'nın dış etkenlerden zarar görmesini önlemek için 10 yıl önce etrafını tel çitle çevirdi. Ancak tarihi yapının içinde bulunduğu arazinin sahipleri, alanlarına müdahale edildiği gerekçesiyle belediye aleyhine tazminat davası açtı. Yaklaşık 10 yıldır devam eden davada mahkeme, mülk sahibinin rızası dışında araziye müdahale ettiği için belediyeyi tazminat ödemeye mahkum etti. Tazminat miktarının, faizleriyle birlikte 7 milyon lirayı bulduğu kaydedildi.
'TEMİZLİK ÇALIŞMASI BİLE YAPAMIYORUZ'
Konyaaltı Belediye Başkanı Semih Esen, atıl durumda bırakılan başıboş arazilerde temizlik çalışması bile yapamadıklarını söyledi. Bu tür arazilerde temizlik yaptıkları takdirde mülk sahipleri tarafından belediyeye yüklü miktarda tazminat davası açıldığını belirten Esen, birileri girip tahrip etmesin diye tarihi Roma Hamamı arazisi etrafına çit yapıldığını anlattı. Esen, mülk sahiplerinin, araziye müdahale edildiği düşüncesiyle Konyaaltı Belediyesi'ni yaklaşık 7 milyon lira tazminata mahkum ettirdiğini, kamu kullanımına ayrılmış özel mülkiyete ait araziler için yasal bir düzenleme getirilmesi gerektiğini söyledi.
ARAZİNİN 4'TE 1'İ BELEDİYEYE AİT
Tarihi Roma Hamamı'nın da içinde yer alan 5 bin metrekarelik arsanın dörtte birinin belediyeye ait olduğunu belirten Esen, geriye kalan diğer hisselerin özel mülk sahiplerinin olduğunu söyledi. Semih Esen, “Roma Hamamı'nın bulunduğu arazi imar planlarında aslında ilkokul diye planlanmış. Kamusal alanlardaki vatandaş hisseleri nedeniyle çoğu hizmet yapılamıyor. Pazar yerleri alanlarında da aynı sıkıntıyı yaşıyoruz. Semt pazar yerleri olarak ayrılmış yerlerde vatandaş hisseleri var. Böyle bir durumda ya o alanları kamulaştırmak zorundasınız ya da bağış yoluyla pazarları kurmak zorundasınız. Arazinin çok kıymetli olmadığı yerlerde bu sorunlar kamulaştırma yoluyla hallolabilir. Ama Konyaaltı gibi yüksek bedelli arazilerde bunu yapmak her zaman mümkün olmuyor" diye konuştu.

'TAHRİBATA AÇIK BIRAKMAMIZ MÜMKÜN DEĞİL'
Roma Hamamı kalıntısının tarihi özelliği nedeniyle alanın korunması gereken bir bölge olduğunu belirten Başkan Esen, “Başıboş alanlara girip temizlik bile yapsak, el atma sorunuyla karşılaşıyoruz. Belediyenin bu tarihi yapıyla tasarrufu olabilir mi? Bu kamunun, insanların vicdanını yaralayan bir durum. Bizim böyle tarihi bir eseri yok sayıp, görmezden gelip her türlü deformasyona ve tahribata açık bırakmamız mümkün değil. Bu korumayı yapmamız gerekiyordu fakat hukuki düzen içindeki birtakım çelişkiler nedeniyle böyle olumsuz sonuç ortaya çıktı" dedi.
'MÜLKİYET SORUNLARINA YASAL DÜZENLEME GETİRİLEBİLİR'
Kamunun kullanımına tahsis edilmiş alanların, ilkokul, ortaokul, cami, sağlık merkezi, pazar alanı gibi değerlendirilmesi gerektiğini anlatan Esen, “Kamulaştırma bedellerinin aşırı yüksekliği nedeniyle bu alanların içerisindeki özel mülkiyetleri kamulaştıracak bütçeler birçok belediyede yok. Bunun bir an önce çözülmesi gerekiyor. TBMM yasal bir düzenleme yapabilir ama biz sorunu yerinde yaşayan yöneticileriz. Buralardaki hisselerin, vatandaşlar da mağdur edilmeyerek, eşdeğer başka hazine arazilerinin takası yoluyla buraların kamunun kullanımına açık hale getirilmesi mümkün. Eğer bu yapılmazsa pek çok yer insan sağlığını, hatta can güvenliğini tehdit eder vaziyette duruyor. Ve birçok belediye de buralarda bırakın herhangi bir tasarrufta bulunmayı, temizlik faaliyeti bile yapamıyor. Yaptığı zaman başına gelecek olan şey yüklü bir tazminatla karşı karşıya kalmak" diye konuştu.
'BİR ÇELİŞKİYLE KARŞI KARŞIYAYIZ'
Semih Esen, tazminatlara ilişkin yasada sınır olduğunu belirterek, şöyle konuştu: "Bu tip tazminatlara bütçeden ayırabileceğiniz rakam, toplam gelirin yüzde 2'sidir. Yani belediye kasasında o bütçe olsa bile o bütçenin yüzde 2'sini aşıyorsa, o parayı ödeyemezsiniz. Diğer taraftan da alacaklılar bu tazminatı almak için belediyelerin hesaplarına, araçlarına haciz koyuyor. Bir tarafta yüzde 2'nin üzerinde ödeyemezsiniz gibi bir yasal düzenleme varken diğer tarafta alacaklıların tazminatı alabilmesi için her türlü icra yolu başvurularının önü açık. Böyle bir çelişkiyle karşı karşıyayız. Yasal bir düzenlemeyle kamu kullanımına ayrılmış yerlerdeki vatandaş hisselerinin başka yerlerdeki hazine arazileriyle takas edilerek buraların kamunun kullanımına uygun hale getirilmesini talep ediyoruz."
CUMHURİYET

7 Aralık 2019 Cumartesi

Çukurova’nın 'Ayasofya'sı olarak biliniyor: Tepki çeken restorasyon - CUMHURİYET

Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde bulunan ve 'Çukurova’nın Ayasofyası' olarak bilinen bin 800 yıllık tarihi Ala Camii'ye demir, çelik, alüminyum ve özel malzemelerden çatı eklendi. Uzay mekiklerini andıran tarihi camiye yapılan restorasyona her kesimden tepki geldi.


Roma döneminde Ayasofya Camii'nden yaklaşık 2 asır önce yapılan, yapıldığında kilise olarak kullanılan, ardından da Bizans döneminde bazilika eklenip manastır olarak kullanılan, bölgenin 15. asırda Dulkadiroğlu Beyliği hakimiyetine geçmesinin ardından Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in dedesi Alaüddevle Bozkurt Bey'in kiliseye minare ekletmesi ile cami yapılan ve Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar ibadete açık olan tarihi Ala Cami restore edildi.

2014 yılından bu yana yapılan restorasyon çalışması sonucu tarihi caminin üzerine demir, çelik, alüminyum ve özel malzemelerden çatı eklenmesine tepki gösteren Tarihçi Yazar Cezmi Yurtsever, “Tarihi neredeyse 2 bin yıla uzanan Ala Cami'de bir restorasyon rezaleti var. Ala Cami Romalılarda tapınaktı, Bizans zamanında kiliseydi, Dulkadiroğlu Beyliği ve Osmanlı zamanında ise minare eklenerek cami olarak kullanıldı. Yavuz Sultan Selim’in dedesi Alaüddevle Bozkurt Bey bu yeri camiye çevirdi. Yüzyıllardır bu cami kendi özelliğini korudu. Şimdiki zamanımızda ise caminin minaresi ve çatısı bir çelik kafes içerisine alındı. 

Caminin tarihi dokusuna dokunulmuş ve tahrip edilmiş. Bu tarihe saygısızlıktır. Buna seyirci kalamayız. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan yakın zamanda Kozan ilçesine geldiğinde tarihi Hoşkadem Camisine geldiğinde orada pvc malzemesi kullanıldığını görüyor, yanlış yapıldığını söylüyor ve aslına uygun yeni baştan onarılmasını istiyor. Cumhurbaşkanımıza seslenmek istiyorum. Bu bir bilim, sanat ve insanlık faciasıdır. Bu Mimar Sinan’dan bu yana devraldığımız İslam kültür inancına ters bir durumdur. Buraya müdahale yapılmasını ve buranın aslına uygun bir şekilde onarılıp kamuoyuna açılmasını bekliyoruz” şeklinde konuştu.

(CUMHURİYET)

Robert De Niro kariyerindeki en zor rolü açıkladı.(YENİÇAĞ)

Son olarak Martin Scorsese’nin The Irishman’de Frank Sheeran karakteriyle hayranlarının karşısına çıkan Robert De Niro, 50 yıllık kariyerinde hazırlanması en zor rolünü açıkladı.


76 yaşındaki oyuncuya, The Hollywood Reporter’la gerçekleştirdiği bir görüşmede hazırlığı en zor filminin hangisi olduğu soruldu. De Niro, yönetmenliğini Scorsese’nin üstlendiği Jake LaMotta’nın hayatını anlatan 1980 tarihli filmi kastederek, “Sanırım Kızgın Boğa (Raging Bull). Epeyce kilo almam vs. gerektiği için” diye yanıtladı.

Bu projeyi üstlenmek için Scorsese’yi kendisinin ikna edip etmediği sorusuna ise ünlü oyuncu şu yanıtı verdi: "Onu ikna etmedim; (ortak zemin bulma konusunda) kendi tarzlarımız var. O dindar, ben değilim ama ortak çıkar içeren konularda anlaşıyoruz."

De Niro, dünya orta siklet şampiyonu profesyonel boksör LaMotta’yı canlandırdığında 30'lu yaşlarının sonundaydı.

Filmdeki rolü oyuncuya Baba II’deki (The Godfather II) rolüyle aldığı En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü'nden sonra En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'yle ikinci Oscar’ını kazandırmıştı.(YENİÇAĞ)

6 Aralık 2019 Cuma

Çin'den Çorum'a 'Olağanüstü Bilimsel Sonuçlar Ödülü' - duvaR

Çorum'un Boğazkale ilçesindeki Hitit Medeniyeti'nin başkenti Hattuşa'da sürdürülen kazı çalışmaları, Çin Halk Cumhuriyeti Bilimler Akademisi'nce, "Olağanüstü Bilimsel Sonuçlar Ödülü"ne layık görüldü.


UNESCO’nun “Dünya Mirası” ile “Dünya Belleği” listelerinde yer alan tek antik şehir unvanına sahip, Çorum’un Boğazkale ilçesindeki Hattuşa antik kentinde 113 yıldır sürdürülen arkeolojik kazı çalışmaları, Çin Halk Cumhuriyeti Bilimler Akademisi’nce verilen, “Olağanüstü Bilimsel Sonuçlar Ödülü”nü almaya hak kazandı.

Çorum Valiliğinden yapılan açıklamada, Kültür ve Turizm Bakanlığının izinleri çerçevesinde Çorum Valiliği, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ile koordineli yürütülen Hattuşa kazısının, Çin Halk Cumhuriyeti Bilimler Akademisine bağlı Shanghai Archaeology Forumu tarafından iki yılda bir verilen “SAF Research Award”a (Olağanüstü Bilimsel Sonuçlar Ödülü) layık görüldüğü belirtildi.
Kazı başkanı Prof. Dr. Andreas Schachner’in, ödülü, 13-18 Aralık’ta Çin’in Şangay kentinde düzenlenecek törende alacağı kaydedilen açıklamada, “UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Hititler’in Başkenti Hattuşa kazıları ile bilim dünyasına her yıl yeni bilgiler sunan Boğazköy Kazı Başkanı Andreas Schachner ve kazı ekibini başarılı çalışmalarından dolayı kutlarız” ifadelerine yer verildi.
AMAÇ FARKINDALIK SAĞLAMAK
Açıklamada, Shanghai Arkeoloji Forumunun, 2013 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin Bilimler Akademisi bünyesinde kurulan, dünya çapında araştırmaları destekleyen ve dünya arkeoloji mirasını korumaya ve değerlendirmeye çalışan bir kuruluş olduğu belirtildi.
“SAF ödülleriyle, günümüz ve geleceğe ışık tutan yeni bilgi üreten, yenilikçi metotlar kullanan olağanüstü başarılı araştırmalar yürüten bireyler ve kurumlar ödüllendirilmektedir” ifadesinin yer aldığı açıklamada, ödüllerin amacının, arkeolojik araştırmaların yenilikçiliği ile toplumsal farkındalığı sağlamak, arkeoloji, kültür varlıklarının korunması yönünde uluslararası ortak çalışmaları desteklemek olduğu vurgulandı.
HATTUŞA: 113 YILDIR KAZILAN BAŞKENT
“Tarihi Milli Park” olarak ilan edilen Boğazkale ilçesindeki Hititler’in başkenti Hattuşa, antik şehri çevreleyen 6 kilometrelik surları, anıtsal kapıları, 71 metre uzunluğundaki yer altı geçidi, Büyükkale’deki sarayı, bugüne kadar açığa çıkarılan 31 tapınağı, kentin kuzeydoğusundaki Büyükkaya sırtlarında açığa çıkarılan çok büyük boyuttaki buğday siloları ve Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı ile görülmeye değer mekanlar arasında yer alıyor. Hattuşa; şehir kalıntıları ile Aslanlı Kapı, Kral Kapı ve Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı’nın büyük bir sanatsal başarıyı temsil etmesi, M.Ö. ikinci ve birinci bin yılda Anadolu ve Kuzey Suriye’deki medeniyetler üzerinde önemli hakimiyet kurması, saray, tapınak, ticaret merkezlerinin başkentin kapsamlı görüntüsünü oluşturması, yıkılan Hitit medeniyetinin tek şahidi olması, kral sarayı, tapınaklar ve temellerden oluşan bazı yapı ve mimari toplulukların kusursuz biçimde korunması nedeniyle UNESCO tarafından 28 Kasım 1986’da “Dünya Mirası Listesi”ne dahil edildi.
Bilinen en eski Hint-Avrupalı dili temsil eden Hattuşa’nın çivi yazılı tablet arşivleri de 2001 yılında UNESCO tarafından “Dünya Belleği Listesi”ne alındı. “UNESCO’nun her iki listesindeki tek antik şehir” unvanına sahip Hattuşa, M.Ö. 1280’de Hititler ile Mısırlılar arasında yapılan ve tarihte bilinen ilk yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşması’nın da imzalandığı başkent. Halen Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Prof. Dr. Andreas Schachner başkanlığındaki ekip tarafından sürdürülen kazı çalışmalarında, bugüne kadar binlerce eser gün ışığına çıkarıldı. (duvaR)

5 Aralık 2019 Perşembe

74. yılında Tan baskını: Neler olmuştu? - SOL

İktidarda CHP, sokaktaki saldırganlar arasında Süleyman Demirel ve Turgut Özal vardı. 4 Aralık 1945 yılında dönemin solcu gazetesi Tan'ı hedef alan saldırı ülke sağının bir bütün olarak solu sokakta hedef aldığı ilk büyük provokasyonlardan biri olarak tarihte yerini alacaktı...

1935 yılında kurulan Tan Gazetesi özellikle 1938 yılında Zekeriya ve Sabiha Sertel’in gazetenin sahibi olmasıyla birlikte muhalif yayınlarıyla dikkat çekmeye başlamıştı.


Gazete İkinci Dünya savaşı sırasında, savaş karşıtı ve anti-faşist bir yayın politikası izliyordu. Dönemin  iktidarının Nazi Almanyası'na yakınlaşmasına karşı çıkıyor ve Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurulmasını savunuyordu. Bu tavır, hem CHP yönetimini hem de Nazilere sempatiyle bakan islamcı, milliyetçi-ırkçı kesimleri rahatsız ediyordu. Sağcı kesimler gazeteyi Sovyetlerin maşası olmakla suçluyordu. 1945 yılında doruğa çıkan tepkiler, 4 Aralık 1945’te baskınla noktalandı. Beyazıt’tan hareket eden ve gitgide genişleyen bir grup, ellerinde balyozlarla matbaanın önüne geldiler ve ne var ne yoksa yağmaladılar.

'ÇIRILÇIPLAK SOYUP İŞTE KIZILLAR DİYE SERGİLEYECEKLERDİ'
4 Aralık günü olanları Zekeriya Sertel hatıralarında şöyle anlatıyor:

4 Aralık 1945 gününün sabahı üniversiteli faşist gençler ellerinde önceden hazırladıkları baltalar, balyozlar ve kırmızı mürekkep şişeleriyle matbaaya saldırdılar. Orada bekleyen polisler olup bitene seyirci kaldılar. Görevlerini yapmaya kalkmadılar. Göstericiler, baltalarla matbaa kapısını kırıp içeri girdiler. Makinaları balyozlarla kırdılar. Binanın camlarını indirdiler. İçindeki eşyayı kırıp döktüler. Sonra ellerinde kırmızı boya şişeleriyle “Serteller nerede” naralarıyla bizleri aramaya koyuldular. Amaçları, bizi çırılçıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve akabinde önlerine katıp sokaklarda “İşte kızıllar” diye sergilemekti.

TURGUT ÖZAL DA DEMİREL DE ORADAYDI...
Saldırgan güruh Tan gazetesini yağmaladıktan sonra durmamış aralarında Görüşler Dergisi’nin de olduğu ve solcu olduğu bilinen gazete, dergi ve kitabevlerine saldırmışlardı. Yıllar sonra saldırgan grubun içinde Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi isimlerin de yer aldığı iddia edilmiş, Süleyman Demirel saldırılarda yer aldığını itiraf etmişti. 

Saldırıların ardından Tan gazetesi kapanırken Sabiha ve Zekeriya Sertel yargılandı ve beraat ettiler ancak ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. 

AZİZ NESİN: EY TÜRK FAŞİSTİ
Aziz Nesin, 4 Aralık 1945'teki Tan matbaası baskınından sonra 'Ey Türk Faşisti' başlıklı satırları yazdı:

Ey Türk Faşisti!
Birinci vazifen Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara saldırmaktır. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli, gazeteleri çamurlara serip, üzerlerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel partinin hazinesidir..
Bir gün nümayiş yapmak için emir alırsan, bütün polisleri yanı başında bulacaksın.
Meydanlarda, kitaplarını yaktığın, namuslu insanlar, bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye tabi tutulabilirler. Emniyet müdürlüğümüzde dövülebilir. Demir ahmet tarafından sövülebilir. Bütün malları mülkleri zaptedilmiş, matbaaları yakılmış, gazeteleri kapatılmış, evleri tarumar edilmiş , çoluk-çocuğu dağıtılmış , haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş olabilir.

CUMHURİYET GAZETESİ'NİN KUTLADIĞI SALDIRI
soL yazarı Mehmet Bozkurt, Tan baskınına ilişkin dikkat çekici bir anekdot aktarmıştı:
Yalçın Küçük  8 Aralık 1945 tarihli, Cumhuriyet Gazetesi’nde Amerikan Radyosu’nun yayınına yer verildiğini yazıyor. Sahiden pek öğretici:
“Evvelki gün büyük bir nümayiş yapan İstanbul gençlerinin Amerikan elçiliği binası önünden geçerken ‘Yaşasın hür Amerika’ diye bağırdıkları haber verilmektedir…”(Küçük,s.331)

Amerikan radyosu Tan baskınını radyodan duyuruyor ve Cumhuriyet sevinçle yazıyor: “Yaşasın hür Amerika!”

SOL

Gericiliğin 'hür dünyaya' rüşveti: Tan baskını.
(Mehmet Bozkurt-SOL)

İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin Başbakanıydı Churchill. Savaşın hemen ertesinde 1946’da,  “akil adam” olarak gittiği Amerika’da, bir üniversitede yapmış olduğu konuşmada Polonya’dan İtalya’ya doğru inen bir hat çizdi hayalinde. Baltık Denizi’nden Adriyetik Denizi’ne doğru uzanan bir hat… Bu hatta “demir perde” adını verdi. Hattın doğusunda kalan topraklar komünizan topraklardı, ”mutsuz esir halklar dünyası”; batısında kalanlar” neşeli hür dünya” halkları…

Eğer Soğuk Savaş içinde tehdit barındıran sürekli gerginlik hali, bir sinir savaşı ise ve muradı  bir komünizm tehlikesi icat edip ülkeleri silahlanma yarışına itmek öte yandan korku salıp “Hür dünyanın” şeflerine  orada burada alan açmak ise, soğuk savaşın başlangıç tarihini biraz daha geriye çekmek mümkün olabilirmiş gibi geliyor bana. 

Mesela Hiroşima diyebiliriz. 1945 Ağustos’unda Hiroşima halkına savaşın  “sıcak” hali şurada kalsın, cehennem halinin yaşatıldığını biliyoruz. Temmuz ayında, Japonya’nın teslim olmasına ve savaşın sonucunu kabullenmesine rağmen tepesine atom bombası atılmasını neye bağlayacağız? 

Bunu  Amerikalıların bilime olan meraklarına bağlamıyorsak, yani Amerika’nın  yeni icadı “ Küçük Oğlan”ın, tahrip gücünü ölçmek için Hiroşima’yı  laboratuar; üstünde yaşayanları da fare olarak gördüğünü ihtimal dışı bırakıyorsak, geriye “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kalmıyor mu? Burada “gelin” Sovyetler Birliği’dir. Yani savaşın en “sıcak” anında başlatmıştır Amerika soğuk savaşı...

Türkiye mi?

Savaşın sıcak haline fiili olarak katılmadı. Bunu İsmet Paşa’nın “tilkiliğine” verip, başarı hanesine kaydedenler olduğu gibi; savaştan kaçınmasını, “Türk’ün erkekliğinin yok edildiği” çizgisine kadar çekip Paşa’ya ver yansın edenlerin sayısının da azımsanmayacak çoklukta olduğu biliniyor. İsmet Paşa, şimdi “kıvırmak” sözcüğü ayıp kaçacak ama, o kadar çok, hadi “yan çizdi” diyelim, yan çizdi ki Alman faşist ordusunu  Berlin’e kadar kovalayacak olan  bizim Stalin’i bile resmen fıtık etti. 

En son Türkiye’nin Japonya ve Almanya’ya karşı savaş ilan ettiği 23 Şubat 1945 tarihinden kısa bir süre önce, 4 Şubat 1945’te  artık savaşın kazananları belli olduğuna göre Avrupa topraklarını verilecek yeni şekle dair Yalta’da düzenlenen “üç büyükler” toplantısında  Stalin, Paşa’nın “yan çizmelerinden” o kadar bıkmış olmalı ki bazı kaynaklarda, Türkiye nihayet savaşa girecek diyen Churchill’e dönüp  “Paşa yine kaçmasın” diye dalga geçtiği  yazılıdır.

Bu defa kaçmadı. Yalta’da alınan kararlardan birinin 1 Mart 1945 tarihine kadar Almanya’ya savaş ilan eden ülkelerin San Fransisco’da yapılması planlanan Birleşmiş Milletler  toplantısına katılabilecekleri ve “kurucu” üye sıfatını kazanabileceklerini öğrenen Türkiye, sürenin dolmasına bir hafta kala alelacele Almanya’ya savaş ilan etti. Sağlam olsun demeğe getirdi, Japonya’yı  da  er meydanına davet etti! Böylece  “Kurucu üye” sıfatını kazandı ancak  “güvenilmez ülkeler” sıralamasında en üst sırada olan yerini de kimseye kaptırmadı. 

Bu defa edindiği tecrübe ile alttan alta yürütülen soğuk savaşın en ön saflarına kendisini attı. Sıcak olana giremeyen Türkiye soğuk olanın bayraktarlığına soyunuverdi. İyi de soğuk savaş anti komünizm demek ve Türkiye’de rejimi tehdit edecek ölçekte  bir komünist hareketi ara ki bulasın.

Türkiye bu, düpedüz “imâl” etti…

Şöyle; Yalçın Küçük üç büyük cumhuriyet kadınından söz eder: Doğum tarihlerine göre yazıyorum; Halide Edip Adıvar, Sabiha Sertel, Behice Boran… Türkiye’nin soğuk savaş tetikçiliğini bu savaşkan üç kadından  biri olan Sabiha Sertel üzerinden başlatıldığını ileri sürer. 

4 Aralık 1945 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin bastığı bir fotoğrafı ve fotoğraf altı haberi Yalçın Hoca’nın “Türkiye Üzerine Tezler” kitabından öğreniriz. Aktarıyorum ve arsızca  bir komünist imâl etme oyunudur:
“Dün bir okuyucumuz ‘Görüşler’ mecmuasıyla birlikte idarehanemize geldi. Mecmuayı masanın üzerine yaydı. Başlığını ters çevirerek parmağını üzerine bastı. O şekilde ki başlıktan bir harf değil, bariz bir orak resmi kaldığını hayretle gördük. ‘Böyle (G) harfi olmaz, bu kasten böyle çizilmiştir’ dedikten sonra sordu ‘ya bunun çekici nerede?” Sustuk, cevabını gene kendisi verdi: ‘Okuyunca anladım, içinde imiş”(1979, İkinci Kitap, s.320)

Sabiha Sertel anılarını yazdı. Anıları ölümünden(1968) bir yıl sonra kızı Yıldız Sertel’in “Önsöz”üyle yayımlandı. Benim elimdeki ikinci baskı, 303’üncü sayfada  “Görüşler” dergisinin kapağı da basılmış. Yani şimdi o Cumhuriyet okuyucusuna hak vermekle beraber o kadar da basit değil. 
Biraz zekâ istiyor ve tam olarak şöyle: Bir parmağınızla  o masum harfin içe dönük kıvrımını kapatıp, söz konusu masum harfin üst sağ ucuna ,nasıl desem,tava sapı hayal edin, ancak küt ve kısa olanını, monte ettikten sonra kafanızı dar açıyla sağa omzunuza doğru eğip, otuz kırk santim kadar geriye doğru kaykılın  ve gözlerinizi kısarak bakın. İlk bakışta masum görülen o (G) harfinin hain görüntüsü kendini ele verecektir.

Şart olsun orak! Çekici ne yaptım ne ettim kapakta olsun,iç sayfalarda olsun aramalarıma rağmen ben de bulamadım ancak kapakta bir sonraki sayının yazarlarına yer verilmiş,şunlar var: Celal Bayar 1950’ de Cumhurbaşkanı; Adnan Menderes 1950’de Başbakan; Fuat Köprülü, 1950’de Dışişleri Bakanı;Tevfik Rüştü Aras eski Dışişleri Bakanı ve saydıklarımla birlikte 1946 Demokrat Parti kurucusu…

Şimdi Sabiha Sertel’den aktarıyorum:
“Akşam Zekeriya(Sertel) ile beraber Beyoğlu’nda Degüstasyon denilen bir lokantaya gitmiştik.Sadrettin Celal’in bu lokantada hususi bir masası vardı. Her zaman o masaya oturur,orada çalışırdı. Bizim girdiğimizi görünce bizi masasına çağırdı”  Sadrettin Celal(Antel) 1920 başlarında Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Parti’si üyesi, Sorbon çıkışılı,pedagoji profesörü, karı-koca Sertellere “Haberiniz var mı, Görüşler mecmuasının başındaki (G) harfini orağa benzetmişler,orak çekiç başlığı altında çıkmış diye rivayetler salıyorlar ortalığa”(s.300) 

Karı-koca şaşırıyor, Ankara’dan yeni dönmüşler matbaaya uğramışlar ve “Görüşler”in ikinci baskısının yapıldığını öğrenmişler sevinç içindeler. “G” nin başına gelenleri Sadrettin Celal’den öğrenmiş oluyorlar. Sabiha Hanım devam ediyor:
“Kapağın yazısını İhap Hulusi yapmıştı. İhap Hulusi’nin sosyalistlikle,komünistlikle hiçbir ilgisi yoktu. Zengin bir aileye mensup, hayatının çoğunu Avrupa’da geçiren bir ressamdı. Tesadüfen o da lokantaya geldi. Dergi elindeydi.Kendisine çıkarılan rivayeti anlattığımız zaman güldü; ‘öküzün altında buzağı arıyorlar’ dedi.(s.301)


Buzağı dananın küçüğüdür. Öküzün altında ne işi olabilir. Kulüp rakısının şişesindeki o ünlü etiketin de çizeri olan İhap Hulusi çok saf olmalı, Hüseyin Cahit Yalçın var, Tanin Gazetesi’nin başyazarı, ayıplanmayı göze alarak yazıyorum; bizatihi öküz!
Kime benzetebiliriz Hüseyin Cahit’i; günümüzde, şu anda diyorum; tevelerde, gazetelerde, dergilerde köşe kapmış olanların birçoğuna ama ezici bir çoğuna benzetebiliriz. Ben Cem Küçük diyorum ve dönüp devam ediyorum: Hüseyin Cahit “Kalkın ey ehli vatan” diye başlıyor. Bir gün önce Tan’da Sabiha Hanım’ın Türk-Sovyet dostluğunun önemine işaret eden ve bunun hükümetçe desteklenmesi gerektiğini ileri süren bir yazısını okumuştur. Hüseyin Cahit gençliği “vatanı korumaya” davet ediyor. Durmuyor, Tan’dan Görüşler’e geçiyor. Burada Sabiha Hanım’ın “Zincirli Hürriyet” yazısını okuyor ve bir “Vatan Cephesi” kurulmasının vaktinin geldiğine iman ediyor. Şunlar var, Sabiha Hanım, Hüseyin’den aktarıyor:
“Görüşler Dergisi’ni açıp da Bayan Sertel’in Zincirli Hürriyet makalesini okuduğum zaman, sayfayı süsleyen bu kıpkızıl demirlerle bize nasıl bir hürriyet hazırlamak istediklerini derhal anladım. Bayan Sertel şöyle diyor: ‘Hür insanlar cemiyetinin en büyük şiarı,geniş halk kitlelerinin menfaati için icap ederse,şahsi menfaatlerini feda etmelidir. ’Komünist edebiyatla meşgul olmamış olanlar bu satırların altında gizlenen manayı gözden kaçırabilirler. Geniş halk kitlelerinin menfaati namına hürriyetlerin feda edildiği yer Rusya’dır.”Sertel,306)

Sonrası şöyle:
Kışkırtılan üniversite gençliği ayaklanıyor. Tan Gazetesi ve Görüşleri basan Tan Matbaası, hazır başlamışken Sabahattin Ali’nin kitaplarını basan La TurGuie Matbaası, sol yayınları satan ABC ve Berrak Kitapevleri yerle bir ediliyor. 

Nasıl mı? 

Yaşamını boydan boya demokrasi mücadelesine adamış yiğit Sabiha’nın anlattıklarına göre o günlerin en modern makinelerine sahip olan Tan Matbaası kelimenin tam anlamıyla tuzla buz ediliyor. Bunları yazarken aklına gelen ve pek güldüğü bir hadiseyi de aktarıyor, hani “gülmek devrimci bir eylemdir” deniliyor ya, sahi öyle mi ne, aktarırken gülüyor ve güldürüyor:
“Karaköy’deki Tan mezecisi Petro, baştaki (T) harfinin üzerine yağlı boya ile (C) harfini yazmış Tan mezecisi Can mezecisi olmuştu.”(Sertel,311)  

Uzadı,biliyorum ama Yalçın Küçük’le bitirmem gerekiyor:
Yalçın Küçük  8 Aralık 1945 tarihli, Cumhuriyet Gazetesi’nde Amerikan Radyosu’nun yayınına yer verildiğini yazıyor. Sahiden pek öğretici:
“Evvelki gün büyük bir nümayiş yapan İstanbul gençlerinin Amerikan elçiliği binası önünden geçerken ‘Yaşasın hür Amerika’ diye bağırdıkları haber verilmektedir…”(Küçük,s.331)
Amerikan radyosu Tan baskınını radyodan duyuruyor ve Cumhuriyet sevinçle yazıyor: “Yaşasın hür Amerika!”

Tan baskını, Türkiye gericiliği tarafından “hür dünya”ya bir hediye olarak sunulmuş oluyor. Ya da sıcak olanından kaçarak güvenilmez ülkeler sınıflandırmasında birinciliğe oturan Türkiye’nin , bu defa soğuk olanına katılabilmek için “hür dünyaya” verdiği bir  rüşvet olarak da görebiliriz Tan yağmasını!

Mehmet Bozkurt-SOL(13/12/2015)



4 Aralık 2019 Çarşamba

Vay 'kitapsız' üniversiteler vay! - Tayfun Atay

Zaman, üniversitelerin öğrencisiyle-yöneticisiyle kitap ve kütüphane ile muteber olmaktan çoktan çıktığı, neredeyse birer minyatür AVM olmaya hevesli hale geldikleri bir zaman…

Altı yıla yakın süre Londra Üniversitesi'nde okudum; SOAS'ta (School of Oriental and African Studies). Aradan çeyrek asır geçti ve dönüp ne kaldığına baktığımda Londra'da yüksek-lisans ve doktora ile geçen o günlerden geriye, zihnimde en çok iki mekân, hem de gözlerimde yaşlarla beliriyor.
Birisi SOAS kütüphanesi…
Diğeri, SOAS'ın iki adım ötesinde (Üniversite'nin Rektörlük binası denilebilecek) Senate House'ın kütüphanesi.
Ağır bir çalışma programının parçası olarak sözlü sunumlar-yazılı ödevler hazırlama derdinde veya sınıfta hızla akıp giden zaman içinde not edemeyip anlayamadıklarımı telafi yolunda ders öncesinde-sonrasında, sabahtan akşama, hafta sonları da dâhil, vaktimi, hatta neredeyse ömrümü bu iki mekânda geçirdim ben…
"Bilgi tapınağı" bu iki mekânda…
* * *
Kütüphaneler bilgi tapınaklarıdır; duvarlarında ibadetinizin öznesi olarak kitapların durduğu tapınaklar…*
Bana Londra'nın kokusunu soracak olsanız, yukarıda sözünü ettiğim iki kütüphanenin havasında soluduğum ahşap-kâğıt-cilt harmanından çıkan kokudur diyebilirim!..
Kırk yıllık üniversite yaşantımın en zor, en unutulmaz, en eşsiz, en meşakkatli ve/fakat en muhteşem dönemiydi. Üniversitenin "kitap ve kütüphane" olduğunu, kitapsız-kütüphanesiz üniversitenin bir hiç olduğunu iliklerime kadar deneyimlediğim yıllardı.
Bu deneyimin daha özel anlam ve önemi, bahsettiğim kütüphanelerin, yabancı bir ülkede yalnızlık, kaybolmuşluk, yetersizlik hislerime ve başarısızlık kaygılarıma sessiz-sedasız hem kulak vermiş, hem de bunların zamanla aşılmasında cesaretlendirici rol oynamış birer sığınak olmalarıyla da bağlantılıdır!..
Kuşkusuz Türkiye'de 1970'lerin sonundan itibaren başlayan üniversite serüvenim de kütüphanesiz akıp gitmiş değildir. DTCF Kütüphanesi, ODTÜ Kütüphanesi, Hacettepe'nin Beytepe Kütüphanesi… Onlar da kütüphane ve kitabın, üniversitenin olmazsa olmaz bileşenleri olduğu gerçeğini bana hissettirmişlerdir.
Beytepe-Antropoloji Bölümü'ndeki odasında kendisiyle tanışmamıza vesile ilk diyaloğumuzda bir konu hakkında bilgisine başvurduğum hocam Prof. Bozkurt Güvenç'in şu cümleleri de dün gibi aklımda: "Kütüphaneye git, GN raflarını bul, aradıkların o raflarda dizili kitaplarda bol miktarda karşına çıkacak!.."
SOAS'ta "bilgiye iman"ın mabedi olmanın yanı sıra bana adeta birer "ruhsal terapi ünitesi" olmuş kütüphaneler, ülkeme döndükten sonra da akademik serüvenimin ayrılmaz parçası olageldi tabii ki. Ankara'da Bilkent Kütüphanesi'nin neredeyse SOAS'ı aratmayacak bir kapasite ile karşıma çıkmasından da nasıl büyük bir heyecan ve mutluluk duyduğumu hiç unutmuyorum!
* * *
Sözün özü, üniversite, kütüphaneyle-kitapla muteberdir. Kitapsız üniversite olmaz.
Öyle mi?!
Hayır, öyleyken böyle ki geçen hafta Birgün gazetesinden Mustafa Kömüş'ün, "YÖK 2018 İzleme ve Değerlendirme Raporları" temelinde hazırladığı dehşet habere göre bu ülkedeki 104 üniversitede öğrenci başına düşen kitap sayısı 5'in altında!..
Ve bu ülkede tabelalarında "üniversite" yazan 4 "yapı"da öğrenci başına bir kitap dahi düşmüyor.
Bunlardan Akdeniz Üniversitesi'nde okuyan öğrenci Yunus Yanık, "Ödevlerimiz için araştırma yapmak istediğimizde kitap bulamıyoruz; herhangi bir konuyu merak edip kütüphaneye bakmak istesek bile yetersiz kalıyor" demiş.
* * *
Tabii bu, madalyonun bir yüzü ve Yunus gibi bir öğrenci bulunca öpüp başımıza koyacak noktada olduğumuz da bir gerçek.
Çünkü madalyonun bir yüzünde öğrenci başına 1-2 ya da 3-4 kitap düşen üniversiteler varsa, diğer yüzünde de hayatı boyunca bir kitap dahi okumamış, kitapla hiç mi hiç işi olmayan "üniversite öğrencileri" var.
Bizzat şahidim, ders verdiğim vakıf üniversitesinde bir sosyoloji bölümü öğrencisinin, hazırlanmasını istediğim seminerler için kitap önerileri karşısında, "Ben şu kitap okumayı bir türlü sevemedim gitti" diye tepki verişine…
Bir başka akademisyenden de onun çalıştığı eğitim fakültesine gelmiş bir öğrencinin kendisine, "Ben kitap okumakla bir şey olacağına inanmıyorum" dediğini duymuşluğum var.
Ve nihayet, yukarıda da bahsettiğim hocam, ömrü kâğıt-kalem, kitap, öğrenme ve öğretme ile geçmiş Prof. Güvenç'in üniversiteye son noktayı nasıl talihsiz şekilde, bir öğrencinin şu sözlerine muhatap olarak koyduğunu daha önce de aktarmıştım:
"Hocam biz buraya kitap okumaya değil, diploma almaya geldik."
* * *
Zaman, üniversitelerin öğrencisiyle-yöneticisiyle kitap ve kütüphane ile muteber olmaktan çıktığı, neredeyse birer minyatür AVM olmaya hevesli hale geldikleri bir zaman…
Mesela bir mütevelli heyet başkanının, tanıtım programında kendisine üniversitesinin imkanlarıyla ilgili sorulan soruya, "Bizde Starbucks var" cevabı vermişliği vakidir!..
Bakıyorum şimdi o üniversiteye, öğrenci başına düşen kitap sayısı 2,5 dolaylarında…
"Starbucks"ıyla övünen, kitapla ilişkisi "iki-buçukluk" üniversiteler!..
Önceki yazımda açıklama anahtarı olarak kullandığım kavramı burada da işlerliğe sokmak gerekirse, "simülatif" üniversiteler…
Yani, olmayan bir şeyin var gibi gösterildiği üniversiteler…
Öyle ya, yukarıda aktardık; kitabın olmadığı yerde üniversite olur mu? Yok, olmaz.
"Amma ve lakin bizde Starbucks var!.."

* * *
Listeye bakıyorum, Hacettepe, Gazi gibi köklü üniversitelerin kitap sayısı bakımından şaşırtıcı-ürpertici durumunun yanı sıra, iktidarın göz boyamak, sayısal cazibe yaratmak için "üniversite" adı altında açtığı bir dolu "inşaat" art arda karşımızda.
Bana çok acınası gelen bir başka nokta da bu "binalar" isimlendirilirken "milli-manevi" etki ve izlenim yaratma yolunda kullanılmış şahsiyetlerin adlarının yanında, adeta onların kemiklerini sızlatacak mahiyette karşımıza çıkan "kitapsızlık" hali…
Söz gelimi "Atatürk" Üniversitesi'nde öğrenci başı kitap sayısı 2,9.
"Alaeddin Keykubat"ta 2,7… "Adnan Menderes"te 2,0… "Celal Bayar"da 0,8… "Mehmet Akif" ve "Süleyman Demirel"de 2… "Necmettin Erbakan"da 3… "Sütçü İmam"da 1,9... "Hacı Bektaş"ta 2,5... "Bülent Ecevit"te 4,5…
Nihayet, en taze örnek olarak, 15 Temmuz kanlı darbe girişiminde hayatını kaybeden ve iktidarın alabildiğine simgesel suistimale uğrattığı Ömer Halisdemir'in adıyla açılmış olanda da 1,8.
Sonuç gayet açık. Üniversitelerimiz de simülasyon, milliyetçiliğimiz de maneviyatımız da…
Tayfun Atay / T24

* Bilgi tapınakları" tabirini, Ahmet Ertuğ ve Friedrich Krinzinger'in tipografik olduğu kadar fotografik bakımdan da muhteşem bir içerikle karşımıza çıkan şu çok kıymetli eserlerinin adından hareketle kullanıyorum: Temples of Knowledge: Historical Libraries of the Western World, 2009.


3 Aralık 2019 Salı

Emek Platformu ve programı - OĞUZ OYAN

"Emek Platformu" 1999 yılında kuruldu ve 2008'de kendiliğinden sönümleninceye kadar Türkiye'de iktidar ile emek örgütleri ilişkilerini bir biçimde etkiledi. Kurucu sendikal konfederasyonların ve demokratik kitle örgütlerinin sayı ve niteliğine bakıldığında eşsiz temsil gücüne sahip bir emek cephesi oluşmuş gibiydi. 

Soldan sağdan bütün işçi ve kamu çalışanları konfederasyonları (Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK, Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen) yanında ikisi işçi emeklilerinin biri Bağ-Kurluların olmak üzere üç emekliler derneği, altı meslek birliği (TMMOB, TTB, Türk Diş Hekimleri Derneği, Türkiye Eczacıları Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği ve TÜRMOB), yani toplamda 15 örgüt güçlerini birleştirme kararını açıklamışlardı.

Daha fazla ilerlemeden bir gönderme yapalım. Emek Platformu (EP) Programının ortaya çıktığı tarihte EP sözcülüğünü yapan TMMOB'nin YK Başkanı olan Kaya Güvenç, geçtiğimiz günlerde "Emek Platformu Belgeleri" başlığı altında oldukça kapsamlı bir çalışmayı tamamlayarak kamuoyuna sundu. Şimdilik TMMOB sitesinden ulaşılabilen (ama kitap olarak yayınlanması da planlanan) bu değerli kaynak, konu üzerinde en kapsamlı çalışma niteliğindedir. Bu yazıda da bu çalışmadan yararlanılmıştır.

EMEK PLATFORMU IMF PROGRAMININ DA ÜRÜNÜDÜR
EP'nin faaliyette bulunduğu dönem, IMF programlarının yürürlükte olduğu 1998-2008 dönemiyle çakışmaktadır. EP'nin en yoğun eylemlilik dönemi ise 1999-2002 yılları arasındadır. 

Bunun iki temel nedeni vardır: 
Birincisi,  IMF'nin en yoğun program dayatma dönemi de bu ilk dönemle çakışmaktaydı. IMF ve DB telkinleriyle 1998'de hazırlıkları yapılan yeni sosyal güvenlik düzenlemesiyle emeklilik yaş sınırı Türkiye'nin gerçekleriyle örtüşmeyecek şekilde 65 yaşa yükseltiliyor ve bu nedenle "mezarda emeklilik" suçlamalarına konu oluyordu. Esasen üç işçi sendikası konfederasyonun 19.12.1998'deki ortak açıklaması, sonra 29.1.1999'da üç işçi ve üç memur konfederasyonun ortak toplantı ve açıklaması bir EP kurulmasının habercileri gibiydi. Nisan 1999'da iktidar olan Ecevit koalisyonunun, tepkileri yok sayarak, 1999 Temmuz başında Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısını Meclis'e sunması üzerine süreç hızlanacaktı. 14 Temmuz 1999'da yukarıda sayılan örgütler bir araya gelerek Emek Platformunu kuracaklar ve TÜRK-İŞ'in 24 Temmuz için hazırlığını yaptığı büyük işçi mitingine destek vereceklerdi. 400 bin emekçiyi Kızılay'da bir araya getiren bu "basın açıklaması" formatındaki miting, tarihi bir olaydı. 

Daha sonra 9.12.1999'da IMF'ye verilen Niyet Mektubu ile çok sıkı bir stand-by düzenlemesine gidilerek emeğin tüm kazanımlarının hedeflenmesi bardağı taşıran damlaydı. Kasım 2000 ve Şubat 2001'de IMF programının da katkılarıyla patlayan büyük iktisadi krize karşı iktidar IMF'ye daha fazla teslim olmak dışında seçenek sunamayınca, EP alternatif bir program oluşturma çalışmalarına girişecekti. Bunun hazırlayıcısı olan bir sempozyum 24-25 Mart 2001 tarihinde gerçekleştirilecek, Program da 28 Mart'ta kamuoyuna açıklanacaktı. 

Yazım sürecine Fikret Şenses ve Aziz Konukman ile birlikte benim de katkıda bulunduğum bu Program, EP bileşenleri tarafından kabul edilecek ve yaygın bir dağıtıma konu olacaktı. Bu sırada platformun dönem sözcülüğünü yapan TMMOB'nin ve başkanı Kaya Güvenç'in bu Programın ortaya çıkmasındaki katkıları kuşkusuz asıl belirleyici öğe olacaktı. TMMOB ile yakın temas halinde ama arka planda rol oynayan Bağımsız Sosyal Bilimciler ile Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin katkılarını da kuşkusuz ihmal etmemek gerekir.

EP'nin asıl eylemlilik döneminin 2002'de bir kırılma yaşamasının ikinci nedeni, Kasım 2002 seçimleriyle AKP'nin tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu elde ederek ve bu arada neoliberal idelojiye tam angaje olarak iktidara oturmasıydı. Önce Fazilet Partisi, 2001 sonrasında ise AKP ile ideolojik bütünlük içinde olan Hak-İş ve Memur-Sen yöneticilerinin, siyasi görüşlerinin iktidar olması hatta aralarından bazılarının AKP saflarından Meclis'e girmesi üzerine, iktidarın IMF/DB güdümünde neoliberal programı tam bir katılıkla uygulamasına karşı tavır alamaz duruma gelmişlerdi. EP, bu iki konfederasyonu bünyesinde taşımaya devam ederek, aslında platformun giderek dağılmasına seyirci kalmış olacaktır.

Bu bakımdan Kaya Güvenç'in "Emek Platformunun Belgeleri", s. 28'deki şu yorumuna katılmamak olanaksızdır: 
"EP bileşenlerinin siyasal alandaki farklılıkları ise siyasal yelpazenin tümünü kapsamaktadır. Bu açıdan bakıldığında EP aynı zamanda tam bir zıtlıklar dünyasıdır! Bu durumun, yani siyasi görüş farklılıklarına karşın bir araya gelebilmenin önemli bir güç oluşturduğu şeklinde yaygın bir kanı oluşmuştu. Ben bu durumun EP’nin en zayıf halkası ve EP’nin dağılmasındaki temel etken olduğunu düşünüyorum. EP bileşenlerinin siyasi oluşumlarla ilişkileri olması yadırganacak bir durum değildir. Ancak iktidar partileriyle siyasal yakınlığın yıkıcı sonuçları oldu".

Şu saptamayı da ekleyelim: EP, zayıf bir iktidar koalisyonuna karşı kurulabilmiş ve eyleme geçebilmiş bir platformdur. Bünyesinde yeni iktidar (AKP) yanlısı bileşenler olmasaydı dahi, 366 milletvekiliyle Meclis'e girmiş ve arkasına yerli sermaye ve medya yanında uluslararası finans kuruluşlarının, ABD ve AB'nin tüm desteğini almış bir iktidar biçimi karşısında direniş gösterebilmesi için, çok daha kararlı ve radikal bir yapıya sahip olabilmesi gerekirdi.

EMEK PLATFORMU PROGRAMI
EP'nin bugüne kalan en önemli mirası EP Programı olmuştur. Neoliberal programdan keskin bir kopuşu öngören bu 11 sayfalık Program, emek kesiminin gerçek çıkarlarını seslendirmesine karşın, egemen ideolojinin ve siyasetin etkisindeki konfederasyonların sağ kanadının fazla benimseyebileceği bir nitelik taşımamıştır. Buna karşılık Program, meslek birliklerinde olduğu kadar işçi ve memur sendikaları konfederasyonlarının tabanında da olumlu yankılar bulmuş ve bu nedenle de Programa topluca sahip çıkılıyor görüntüsü verilmek durumunda kalınmıştır. Gerçi Mart 2001 itibariyle iktidarda olan DSP-MHP-ANAP koalisyonudur. EP bileşenleri arasında, Türkiye Kamu-Sen/MHP ilişkisi hariç, iktidarda bir karşılığı olan örgüt yoktur. 

Muhalefete gelince, o sırada AKP kurulmamıştır (14 Ağustos 2001'de kurulacak) ama Fazilet Partisi'nin kapatılması (22 Haziran 2001) dört gözle beklenmekte ve yeni parti hazırlığı yapılmaktadır. Dolayısıyla siyasal İslam çizgisine yakın EP bileşenleri için o dönemde iktidarın yıpratılması önceliklidir ve bunun için her türlü ittifak mübahtır. AKP ise hem dış ve iç destekleri çoğaltarak kendi toplum projesinde yol almak derdinde olduğundan, üstelik hem kendi felsefesine uygun gördüğünden hem de özelleştirmeler üzerinden büyük bir talan hazırlığı içinde olduğundan, Özal ve Çiller'den bile daha radikal bir neoliberalizm uygulayıcısı olacaktır.

2002 seçimlerinde Meclis'e giren iki partiden biri olacak olan CHP ise, başlangıçta EP Programından görece etkilenmiş bir siyasi formasyon görünümündedir ve nitekim seçim bildirisinin ilk versiyonu bunu yansıtmaktadır. Ancak İsmail Cem'in kurduğu Yeni Türkiye Partisi'ni rakip olmaktan çıkarmak için oradan Kemal Derviş'in CHP'ye transfer edilmesiyle birlikte bu seçim bildirgesi Derviş'e göre yeniden şekillendirilmiş ve EP Programından iyice uzaklaşılmıştır.

EP Programının bugün bile sistem içi partilerce benimsenmesi zordur. Programın temel ilkeleri ve politika önerileri arasında, "devletin küçültülmesi saplantısından vazgeçilmesi", "özelleştirmelerin derhal durdurulması", "planlama yetilerinin yeniden kazanılması", "sosyal devlet uygulamalarının tartışmasız bir biçimde hayata geçirilmesi", "ekonomik krizin hızla aşılabilmesi için iç ve kısa vadeli dış borç ödemelerinin uzun vadeye yayılması", "kısa vadeli yabancı sermaye girişleri ve çıkışlarının kontrol altına alınması" ve pek çok sayıda diğer köklü dönüşüm önerileri yer almaktaydı. Bunların pek çoğunun, örneğin son iki önerinin, bugün bile ancak sistem içi olmayan sol partiler tarafından savunulabileceği açıktır. 
EP Programı 2001 yılında siyasal formasyonların önüne emekten ve ülke bağımsızlığından yana radikal bir program seçeneği koymuştu. Ancak bu programın alıcısı olabilecek iktidar perspektifli bir siyasal oluşum ortada yoktu. 

Asıl sorun ise, bu programı gerçekten benimsemiş ve siyasi iktidar adaylarına dayatma gücünü harekete geçirebilmiş bir Emek Platformu'nun aslında hiç varolmamış olmasıydı.

Oğuz Oyan / SOL

2 Aralık 2019 Pazartesi

Yerbilimci Profesör Naci Görür’den Kanal İstanbul uyarısı.GÖÇER - YENİÇAĞ

Yerbilimci Prof. Dr. Naci Görür, Kanal İstanbul projesi için yapılacak kazıda, yaklaşık 1-1,5 milyar metreküp malzeme çıkacağını belirterek, bu durumun Marmara içerisinde adacıklar oluşturacağına işaret etti. Heyelan ve göçmeler yaşanacağına dikkat çeken Görür, “Marmara’nın içerisindeki aktif fay sistemi düşünülürse bu iş son derece riskli olacaktır.” dedi.

İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Naci Görür, tartışmalı Kanal İstanbul projesinin yol açacağı sonuçları madde madde sıraladı. Prof. Görür, depremde riskin artacağı ve Marmara Denizi’nin büyük zarar göreceği uyarısında bulundu.

Prof. Görür, Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, “Değerli izleyicilerim. Bugünlerde Kanal İstanbul projesi tekrar konuşulmaya başlandı. Ben bugün sizleri aydınlatmak için bu projeyi yerbilimleri ve deprem açısından kısaca değerlendireceğim” dedi ve şunları sıraladı:

1 – PROJENİN AMACI: İstanbul Boğazında gemilere geçiş kolaylığı sağlamak, kazaları önlemek ve gelir sağlamaktır.

2- GÜZERGAH: Küçükçekmece-Terkos Gölü arasındaki vadi boyunca kazılacaktır. Tek bir geminin geçebileceği genişlik ve derinlikte olacaktır.


3-ZEMİN (Jeoloji): Kanal Küçük Çekmece yöresinde Miyosen ve daha genç, görece daha sorunlu zemini (çökelleri) kesecek ve kuzeye gittikçe Eosen-Oligosen yaşlı birimlerin içerisine girecektir. Bu zemin yer yer çok sert kireçtaşları ile görece daha yumuşak kiltaşı, silttaşı, kumtaşı ve marnlardan oluşmuştur. Kanalın Karadeniz’e girişi de çürük zeminden ibarettir. Bu kanal kazılırsa şu olumsuzlukların olması kaçınılmazdır:

a) Yaklaşık 1-1,5 milyar m3 malzeme kazılacaktır. Bu malzemenin kazılması yıllarca sürecek, kazıda iş makinalar ve patlayıcı kullanılacak dolayısıyla vadi ve çevresindeki ekosistem, fauna ve flora büyük ölçüde tahrip olacaktır.

b) Bu boyuttaki bir malzemenin herhangi bir yere serilmesi mümkün değildir. Bir ihtimalle Marmara içerisinde adacıklar oluşturulacaktır. Marmara’nın içerisindeki aktif fay sistemi düşünülürse bu iş son derece riskli olacaktır.

c) Kanalın kazılması esnasında zemin özelliklerine göre fazla kayma, heyelan ve göçmeler olacaktır.

d) Deniz seviyesine kadar kazılınca kanal bir drenaj sistemi olarak çalışacak ve kanal çevresindeki yeraltı su rezervuarlarını tahrip edecek ve yörede tuzlanmaya neden olacaktır.

e) Kanal ile Boğaz arasındaki bölge bir ada haline gelecek dolayısıyla tüm ulaşım sistemleri değişecek ve zorlaşacaktır. Özellikle Kanalı üstten geçecek yapılar irtifa, zemin koşulları nedeniyle daha riskli ve maliyetli olacaktır. Bu adanın Trakya’dan ayrılması askeri açıdan da riskli olabilecektir.

f) İstanbul deprem beklemektedir. Beklenen deprem gerçekleşirse Kanal’ın Marmara ağzı 9-10 şiddetinde etkilenebilecektir. Kanal gibi yatay ve düşey harekete sıfır toleranslı bir yapının bu depremden (veya sonrakilerden) ciddi hasarlar görmesi mümkündür.

g) Yetkililerin ifadesine göre Kanalın etrafında en az 3 milyonluk bir şehir oluşacaktır. Bu da deprem riskini artıracaktır. Fazla nüfus fazla can ve mal kaybı demektir.

h) Kanal dünyanın en kirli denizlerinden biri olan Karadeniz ile şu anda can çekişmekte olan Marmara’yı birleştirecektir. Orta Avrupa’nın tüm sanayi kirliliği bu vesile ile Marmara’ya dolacaktır.

I) Marmara’nın oşinografik sistemi bozulacak ve bu denizde oksijen tüketimi daha da hızlanacaktır. Bu da yaşam koşullarını daha da zorlaştıracaktır. 

Görüldüğü gibi böyle bir projenin getirisinden çok götürüsü vardır. Kaldı ki milyarlarca dolara mal olacak bu proje yerine ülkenin çok daha elzem olan işleri yapılabilir. Bu günün teknolojisi ile Boğaz’da trafik çok daha güvenli bir şekilde gözetim ve denetim altına alınabilir. Bu hem daha ucuz hem de ülke yararına olur.


YENİÇAĞ