5 Şubat 2020 Çarşamba

Borsada yatırım lideri Katar oldu - Mehtap ÖZCAN ERTÜRK

ABD’li yatırımcıların borsada yabancılar içindeki payı yüzde 25.8’e gerilerken, Katarlıların payı yüzde 25.9’a yükseldi. Böylece borsanın en büyük yabancı yatırımcısı Katarlılar oldu. Katarlı yatırımcıların portföy büyüklüğü 77.3 milyar TL’ye ulaştı.


Son yıllarda Türkiye'de bankacılıktan turizme, gıdadan perakendeye pek çok alanda faaliyetlerini artıran Katar sermayesi borsada da zirveyi ele geçirdi. Katar sermayesi ocak ayında Borsa İstanbul'da hisse senetlerinin yarısına sahip 10 ülke arasında birinci sıraya yerleşti. 

Borsa İstanbul'da yatırımın başını çeken ABD'li ve İngiliz yatırımcıları geride bırakan Katarlıların portföy büyüklüğü 2019'da 58.6 milyar TL'ye ulaştı. Katar'da ikamet eden 6 hesabın 2019 Haziran sonunda portföy büyüklükleri 16 milyar TL iken, yıl sonunda yüzde 266 artış görüldü. Alnus Yatırım Araştırma Müdürü Yunus Kaya'nın analizine göre, bu artışta Mayhoola'nın Boyner Perakende'de kalan payları alması ve Katar Ulusal Bankası'nın yüzde 99'una sahip olduğu QNB Finansbank'ın piyasa değerinin artması etkili oldu.
İNGİLİZLERİ YERİNDEN ETTİ
Kaya, “QNB Finansbank'ın ocak ayında yüzde 31 daha değer kazanmasının da katkısıyla ocak ayı sonunda 4 Katarlı hesaptaki MKK payı toplamı 77.3 milyar TL'ye yükseldiği görüldü. Bu rakam, Borsa İstanbul'daki en büyük yabancı yatırımcının Katarlılar olmasını sağladı” dedi. Yunus Kaya, QNB Finansbank'ın önümüzdeki dönemde ikincil bir halka arz yapması ya da borsadan çıkması ihtimalinin de olabileceğini hatırlattı. 
Analize göre, 2017 sonunda ABD'li yatırımcılar borsadaki yabancılar içinde yüzde 33 paya sahipken, bu yatırımcıları yüzde 16 payla İngilizler takip ediyordu. 2019 Haziran sonunda yüzde 30.5 paya sahip ABD'lilerin en yakınında yüzde 13 ile yine İngilizler vardı. Fakat 2019 sonunda yüzde 25.9 paya sahip ABD'lileri bu kez yüzde 20.2 ile Katarlılar takip etti. 2020'nin ilk ayı sonunda ise Katarlıların borsadaki yabancılar içindeki payı yüzde 25.9 ile liderliğe geçerken, ABD'liler yüzde 25.8 ile ikinciliğe geriledi. Bu arada son 6 ayda 68 ABD'li ve 2 Katar'lı yatırımcının borsadan çekildiği de gözlemlendi. 2019 Haziran'da yüzde 13 paya sahip İngilizlerin de son iki aydır yüzde 13.7 paya çıktığı ama yine de üçüncü sırada kaldığı görülüyor.
BAE LİSTEDEN ÇIKTI
Borsadaki yabancı yatırımcılar içinde 2019'da ilk defa ilk 10'a giren Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), yıl sonunda yüzde 7 paya ulaştı. Bunda Rus Sberbank‘ın yüzde 99.85 hissesini BAE'li Emirates NBD'ye devretmesi etkili oldu. Denizbank'ın kottan çıkmasıyla BAE, ocak ayı itibarıyla borsadaki ilk 10 yatırımcı listesinden çıktı. Lüksemburglu yatırımcıların payı ise ocak ayında yüzde 4.7'ye düştü.

Yabancı payı yüzde 59.5

Borsa İstanbul pay piyasasında 400'ü aşkın şirketin 412 hissesi işlem görüyor. Borsa İstanbul verilerine göre şirketlerin toplam piyasa değeri 31 Aralık 2019 kapanış itibariyle 1.1 trilyon TL olup o günkü dolar kuru 186 milyar dolara seviyesindeydi. 
MKK, günlük olarak yerli-yabancı payları raporu yayınlıyor. MKK verilerine göre yabancıların payları 2017 sonunda yüzde 65 iken, 2018'de yüzde 65.1 seviyesinde kaldı. 2019 Haziran ayı sonunda bu oran yüzde 64.8 olurken 2019 sonunda yüzde 61'e gerilediği görüldü. Aylık istatistiklere göre 2020'nin ilk ayı sonunda ise yüzde 59.5 olarak görülüyor. Borsa İstanbul verilerine göre 2019 yılında yabancı yatırımcılar 583 milyon dolar net satım gerçekleştirdiler.
Mehtap ÖZCAN ERTÜRK / SÖZCÜ

3 Şubat 2020 Pazartesi

Kimliğin mekânı ve mekânın kimliği: Rant, risk ve İstanbul Kanalı - Anıl Al-Rebholz

Günümüzde öngörülemez ve hesaplanamaz risklerin damgasını vurduğu risk toplumlarında yaşadığımızı savunan Alman Sosyolog Ulrich Beck’e göre geleneksel toplumlara kıyasla ekonomik, teknolojik, bilimsel açıdan çok daha dinamik çevresel yenilenme ve müdahalelerde bulunan sanayi toplumları, ileri gelişme aşamalarında giderek belirsizlik ve denetlenemezliğin tahakkümü altına girerler.

Aile ve akraba ilişkileri, toplumsal cinsiyet, etnik, dini, kültürel ve ulusal aidiyet ve günümüzde giderek önemli hale gelen sosyal medya (ya da daha geniş anlamda dijital topluluklar) kullanımı üzerinden tanımladığımız kimliklerin oluşumunda çok önemli rol oynayan bir başka bileşen de mekândır.

Büyüdüğümüz mahalle, gittiğimiz okul, gezindiğimiz park, takıldığımız kafe, spor yaptığımız kulüp, çalıştığımız bina, ilk öpücüğümüzü deneyimlediğimiz yer vb. Almancadaki deyimiyle identitätsstiftend (kimlik doğuran) kaynaklar işlevini görür. Mekân, bütünlüklü anlatıların gerçekleştirilebilmesi için gerekli kolektif ve bireysel hafızanın oluşumuna da asıldır. Ve mekân, her zaman fiziksel bir mekânın ötesinde toplumsal ilişkilerin ürünü olarak biçimlenmiş toplumsal bir mekândır.

Mekânın kimlik oluşturmadaki rolü o kadar temeldir ki yaşadığımız, alıştığımız, hatıralarımızın gömülü olduğu mekânlara diğer kurum ve aktörlerin müdahalesi kentsel hareketlere, dirence, isyanlara, dönüşümlere yol açabilir. Mekâna rant üretmenin aracı olarak bakan yaklaşımlar mekânın bu kimlik ve bellek oluşumundaki payını göz ardı eder. Henri Lefevbre’in somut ve soyut mekânlar ayrımı ya da mekâna kullanım değeri mi yoksa değişim değeri üzerinden mi yaklaşıldığı bunu belirler. Lefebvre’e göre kapitalist toplumlarda mekânın, “günlük yaşam pratiklerini gerçekleştirdiğimiz, yaşadığımız, ihtiyaçlarımızı karşıladığımız” kullanım değerinden çok değişim değeri önemlidir (Al-Rebholz, 2017). Sadece değişim değeri, yani kentsel dönüşümde olduğu gibi inşaat şirketlerine dönüşümün getirisi, ya da şimdilerde İstanbul Kanalı’nda tartışıldığı gibi “Türkiye’ye” getireceği gelir değerlendirilir bu tür yaklaşımlarda. Kâr ve rant aracı olarak değerlenen mekânın bu anlamda ne tarihselliği ne de kullanımının ve sosyal değerlerinin önemi vardır: Tarihi Emek sinemasında, Haydarpaşa garında ya da yerine Neo-Osmanlıcı bir nostalji ile bir kışlanın ve alışveriş merkezinin kurulması istenen Gezi Parkı’nda olduğu gibi… Birbirinden farklı mekânları sadece değişim değerine indirgeyen kapitalizm aracılığıyla soyut mekân homojenliğe yönelir ve farklılıkları, tikellikleri azaltılır (Al-Rebholz, 2017). Aslında farklılığı yücelten ve pazarlayan küreselleşmenin ve küresel kentler arasındaki kimlik rekabetinin mantığına da ters düşer bu, bir anlamda kapitalist rasyonalite kendi bindiği dalı da kesmiş olur.

Toplumsal ve siyasal pratikler tarafından denetim, tahakküm ve hegemonya altına alınmaya çalışılan mekânın kendisi de toplumsal ve siyasal pratikler doğurur (Lefebvre, 2014). Yani kent, Lefebvre’e göre çatışmaların, yüzleşmelerin ve çelişkilerin mekânıdır. Günümüzde insan yapısı çevreler olarak Türkiye’de kentsel mekân ve son olarak da İstanbul Kanalı üzerine süregelen çekişmelere bu açıdan bakılması gerektiğini düşünüyorum.

ÇED raporu onaylanan İstanbul Kanalı projesinin yol açabileceği ekolojik ve jeolojik risklere, kentsel, demografik, sosyolojik, hukuksal, diplomatik, ekonomik ve kültürel açıdan öngörülemeyecek sonuçlarına birçok uzman tarafından dikkat çekildi. Son olarak İBB Yayınları İstanbul Bülteni’nde Ayşe Kahveci ve Koray Çalışkan tarafından hazırlanan yazı da çarpıcı rakamlarla bu çekinceleri iyice göz önüne seriliyor. Bu sonuçlardan en dikkat çekici olanlardan birisi de yukardaki mekân-kolektif/bireysel hafıza-kimlik oluşumu çerçevesinde anlaşılması gereken Arnavutköy’deki Baklalı, Roman, Yeniköy mezarlıkları ile Küçükçekmece, Başakşehir, Altınşehir ve diğer mezarlıkların taşınmak zorunda kalınması. Kamusal alanlar, anıtlar gibi mezarlıkların da toplumsal hafızanın oluşmasındaki yeri yadsınamaz.

Ekonomik açıdan da kanalın getirisinin tartışmalı olmasının ötesinde kime getirisi olacağı sorusu daha önemli. 1983 yılında dönemin hükümeti tarafından yapılan yanlışın–boğazdan geçiş için gemilerden ton başına alınan Frank altınının 2,8 dolara sabitlenmesi-düzeltilmesi halinde devletin kasasına girecek gelirin kat be kat artacağına dikkat çeken görüşlerin aksine bu gelirden vazgeçiliyor (Bkz. Ozan Gündoğdu, Birgün; Mahfi Eğilmez, t24). “Devlet neden bu gelirden vazgeçmek ister, neden bu gelirin kendi kasası yerine özel bir şirketin kasasına girmesini yeğler” sorusu neoliberal düzende devletin dönüşümü açısından değerlendirilebilecek başka bir yazının konusu. Yine de burada hatırlatmadan geçemeyeceğimiz başka bir nokta var: 2002’de iktidara gelen AKP’nin önemli meşruiyet kaynaklarından birisi de merkeziyetçi otoriter modernleşmenin aktörü olarak görülen cumhuriyetçi modelin yerine âdem-i merkeziyetçi bir anlayışın getirilmesi, yani merkezi irade dışında bizzat yerel belediyelere yönetimde hak ve özgürlüklerin verilmesi idi. O zamanlar böyle bir yerelleşmeyi bizzat savunan bir iktidarın, bugün hem TOKİ uygulamalarında hem de özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve merkezi yönetim arasındaki çekişmede ve diğer birçok başka söylem ve politikalarında görüldüğü üzere, iktidara geldiği dönemlerdeki duruşuna ters düşmüş olması ve yerel belediye ve aktörleri süreç dışı bırakması çok dikkat çekicidir.

Rant ekonomisinde doğa, insan istismarına açık kaynaklarından sınırsızca faydalanabilecek atıl bir nesne olarak görülüyor. Halbuki ekolojik ve eko-feminist yaklaşımların ortaya koyduğu gibi doğa ve uygarlığı iki ayrı ve birbirine karşıt olgular olarak görüp bu iki karşıtlık üzerinden çıkarımlarda bulunmak yanlış. Küresel ısınma ve en son olarak da bu yılın, son yüzyıl içinde yaşanan en sıcak yıllardan birisi olması sonucu yaşanan afetlerin gösterdiği gibi dünya ekolojik sisteminin kendine ait dinamikleri var ve bu dinamiklere insan müdahalesinin ne şekilde sonuçlanacağı hiçbir şekilde öngörülemiyor.

Günümüzde öngörülemez ve hesaplanamaz risklerin damgasını vurduğu risk toplumlarında yaşadığımızı savunan Alman Sosyolog Ulrich Beck’e göre geleneksel toplumlara kıyasla ekonomik, teknolojik, bilimsel açıdan çok daha dinamik çevresel yenilenme ve müdahalelerde bulunan sanayi toplumları, ileri gelişme aşamalarında giderek belirsizlik ve denetlenemezliğin tahakkümü altına girerler. Risk toplumları sanayi toplumlarından çok önemli bir şekilde ayrışır. Örneğin sanayi toplumlarında zenginliğin dağıtımı belli iken (üst tabaka ve elitler en yüksek payı alırlar), artık küreselleşmiş dünyada ortaya çıkan risk toplumlarında riskin dağıtımı coğrafi sınır, sınıf, grup topluluk tanımaz aynı Çernobil’de afetinde olduğu gibi.

Yine Beck’e göre risk toplumlarında geleneksel toplumlara kıyasla uzmanlara olan ihtiyacımız çok daha fazla artmıştır. Fakat uzmanların bilgi ve yetkinlikleri bile ileri sanayi toplumunda karşılaşılabilecek riskleri denetim altına alınması ya da öngörülebilmesine yetmez. Riskler ancak deneyerek öğrenilebilir. Bu durumda uzmanların rolü ancak risklerin kabul görmesi ya da meşrulaştırılması olur. İstanbul Kanalı ÇED raporu da bu anlamda basit bir kandırmaca, siyasal yanlılık ya da dolandırıcılık değil aslında artık çok ayrışmış uzmanlık alanlarının birbirlerine tercümelerinin zorlukları olarak okunabilir. Aynı zamanda bu tür uzman raporları uzmanların dilinin oluşturabileceği tuzakları ve uzman tartışmalarının kamuoyuyla paylaşılsa bile örneğin konuyla ilgili birtakım ögelerin öne çıkartılarak diğerlerinin üstünün örtülmesi gibi basit yollar ile riskin ne dereceye kadar meşrulaştırılabileceğini göz önüne serer.

Ulrich Beck her şeye rağmen risk toplumu hakkında kötümser değildir. Risk toplumlarından öz-eleştirel toplumlar bile çıkabilir ona göre. Yeter ki siyasetçiler, tüketiciler, üreticiler, bilim insanları, uzmanlar vb. özgür bir ortamda biraya gelip birbirlerini eleştirebilsinler ve risk kaderine karşı gelebilsinler. Süregiden tartışmalara rağmen İstanbul Kanalı hakkında rantın ötesinde ekolojik dengeleri gözeten, riski kaderimiz yapmayacak öz-eleştirel bir karara varılabilmeli, bunu sağlayacak özgür ve eşitlikçi bir tartışma ortamı yaratılabilmeli.

Anıl Al-Rebholz - Sosyolog ve Siyaset Bilimci / BİRGÜN



Kaynaklar:

Anıl Al-Rebholz (2017): “Kent Kuramları: Klasikler ve Çağdaşlar”. Lisans yayıncılık, Kent Sosyolojisi içinde.
Ayşe Kahveci & Koray Çalışkan: “Ya Kanal ya İstanbul”. İstanbul Bülteni Ocak 2020
Henri Lefebvre (2014): Mekânın Üretimi, Sel Yayıncılık
Mahfi Eğilmez: “Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Kanal İstanbul”. T 24, 02.01.2020
Ozan Gündoğdu: “Özelleştiremeyince Kanal Açıyorlar”, Birgün 22.12.2019
Ozan Gündoğdu: “Kanal İstanbul’da Yalanlar ve Gerçekler, Birgün 16.12.2019
Ulrich Beck, Risk toplumu, Anıl Al-Rebholz “Güncel Tartışmalar” ders notları

Davos’ta kafalara dank etmiş (I-II) - ERGİN YILDIZOĞLU

(I)

Dünya Ekonomik Forumu (DEF) Davos toplantısına katılanların nihayet kafasına dank etmiş. Hem demokrasiyi hem de kapitalizmi aynı anda kurtarmak mümkün olacak gibi görünmüyor. Toplantılara katılabilmek için en az 19 bin doları gözden çıkarmak gerekiyor. Ben panellerdeki tartışmaları internet üzerinden izliyorum. Tabii, 300-600 bin dolar aidat vererek, arka odalarda yapılan toplantılara katılma hakkı kazananların ne konuştuğunu bilmek olanaklı değil. 
Adını koymak zor
Davos’ta, finansal kriz günlerinde, örneğin 2008’de tam anlamıyla bir şaşkınlık hâkimdi: Katılımcılardan “Yıllardır bize, ‘merak etmeyin piyasalar riskleri dağıtarak azaltıyor ve kaynakları optimal düzeyde dağıtarak ekonomileri dengeliyor. Devletlerin ekonomiye karışmasına gerek yok’ diyordunuz. Şimdi ne oldu” gibisinden öfkeli sorular geliyordu. Ana toplantıda adeta kavga çıkmıştı. 
Bu yıl bir şey “kafalara dank etmiş” gibiydi. Panellere katılanlar, iklim krizi, gelir dağılımında aşırı bozulma, göçmenler ve vatandaşlık kurumundaki aşınma, demokrasi ile kapitalizm, ekonomi ile devlet, uzun dönemli toplumsal sorunlarla şirketlerin ve siyasetçilerin kısa dönemci bakışları, finansallaşma ve reel ekonomi gibi ikilemlerdeki çelişkileri görüyorlar ama çözüm üretmeye gelince her kafadan bir ses çıkıyor. 
Örnek olarak, “Demokratik kapitalizm: Bir çıkmaz sokak mı yoksa ortak bir kader mi?” (23 Ocak) başlıklı, ilginç paneli alabiliriz. Kolaylaştırıcı Ngarie Woods, Oxford, Princeton, IMF, UNDP. Paul Polman, Unilever CEO’su (2009-2018), IMAGINE adlı STK’nin kurucusu, BM Global Compact Başkan Yardımcısı. Nial Ferguson, Stanford, Oxford, Harvard, kendi deyimiyle, muhafazakâr tarihçi. Dambisa Mayo, Afrikalı, Oxford, Harvard Küresel Ekonomi profesörü, Chevron’ın ve 3M’in yönetim kurulu üyesi, TIME magazinin en etkili 100 kişisinden biri Martin Wolf, Oxford, Dünya bankası, Financial Times baş ekonomisti ve editör.
Bir şeyler yapmalı 
Panelin başlığından anlaşılacağı gibi egemen algı şöyle: Demokrasi ve kapitalizm tehlikede. Wolf’a göre böyle giderse ya faşizm ya sosyalizm. Ancak Wolf esas tehlikenin faşizm olduğuna inanıyor. 
Polman’a göre finansa odaklanmış ekonomik sistemin ağırlaştırmaya devam ettiği bir gelir dağılımı sorunu var, teknoloji insanları korkutuyor, iklim değişikliği yoksulluğu artırıyor. Finansal sermayenin ötesine geçip, toplumsal ve çevresel sermaye üzerinde odaklanmamız gerekiyor, finansı reel ekonominin hizmetine vermemiz gerekiyor. Bu noktada, Ferguson öfkeli bir sesle, Polman’ın, sözünü kesti, “nasıl yapacaksınız bunu” diyerek lafa girdi. Yalnızca devlet ve ekonomi yok, sivil toplum da var çözümler orada, dedi. Woods, Wolf’a döndü. Wolf, “Ben bu ikisinin arasında bir yerdeyim” diye başladı, lafı iyice dolaştırdı, kesin bir şey söyleyemedi. Ferguson, konuşmasında eğitim sisteminden yakındı. İnsanlara kapitalizm doğru öğretilmiyormuş, üniversitelerde düşünce çeşitliliği, yeterince muhafazakâr tarihçi yokmuş, entelektüel sınıf piyasadan nefret ediyormuş. Mayo, şirketlerin ve hükümetlerin “kısa dönemli bakışı” ödüllendirmesini eleştirdi. Halbuki, teknoloji, eşitsizlik, iklim değişikliği, nüfus artışı gibi yapısal sorunlar vardı, ama devletler sorumluluklarını yeterince üstlenmiyorlardı. Mayo’ya göre, o zaman sosyal politikaları tanımlamak şirketlere ve STK’lere kalıyordu. Demokrasi bu değildi. Wolf, “provokatif olacak ama demokrasiyi yaşatmak için sınırları, gerçekçi biçimde denetlemek gerekir” dedi ve ekledi, demokratik sistem bir coğrafyaya ilişkindir. O coğrafyada yaşayan vatandaşlar siyasi sistemin kendilerine ait olduğunu düşünürler. Denetimsiz göçmenlik, onlara kimliklerinin bu kritik bileşeninin mezata çıkarıldığını, siyasi sistemlerini artık denetleyemediklerini düşündürür. Wolf, denetimsiz, yasadışı göçmenlikten iş çevrelerini sorumlu tuttu. “Demokrasiyi korumak için sınırları denetlemek gerekir” düşüncesinde ısrar etti. Mayo, “Kimse durup dururken kendi ülkesini terk edip başka yere göç etmek istemez” dedi, göçmenlerin ezici çoğunluğunun Batı’nın dış politikalarının yıkıcı etkilerinin kurbanı olduklarını anımsattı...

(II)
Geçen pazartesi, “Dünya Ekonomik Forumu (DEF) Davos toplantısına katılanların nihayet kafasına dank etmiş. Hem demokrasiyi hem de kapitalizmi aynı anda kurtarmak mümkün olacak gibi görünmüyor” saptamasıyla başlamış, yüksek “oktanlı” katılımcıların konuştuğu bir paneli örnek olarak aktarmıştım: Ne kapitalizm çalışıyor ne de demokrasi!
O panelde konuşmacılardan Polman, mali piyasalara öncelik vermekten vazgeçmeliyiz diyordu. Nial Ferguson, üniversitelerde demokrasinin, kapitalizmin doğru dürüst öğretilmediğinden, entelektüellerin kapitalizme düşmanlığından yakınıyordu. Dambiso Moyo’ya göre, “kısa dönemli bakış açısını” terk etmek gerekiyordu. Martin Wolf’a göre ise, demokratik kapitalizmi koruyabilmek için, sınırları denetleyebilmek yaşamsal öneme sahipti yoksa yine, faşizm tehlikesi vardı.
Bu konuşmaları bir araya koyunca, panelin başlığındaki “Demokratik kapitalizm: Bir çıkmaz sokak mı, yoksa ortak bir kader mi” sorusunun, Davos’ta bir cevabının olmadığını anlıyoruz.
Davos’ta aktarılan bir kamuoyu yoklamasına göre, halkın yüzde 60’ı seçimlerin bir değişiklik yarattığına inanmıyormuş. Kısacası demokrasiye güven yerlerde sürünüyor. Davos’ta “5 Ana Eğilim” başlığı altında sergilenenlere bakınca, kapitalizmin çalışmadığının da kafalara dank ettiği anlaşılıyor: 10 yıl boyunca alınan parasal önlemlere karşın üretkenlikteki düşme eğilimi yaşanıyor, düşük faiz ortamına karşın devlet yatırımları geriliyor, çalışanların vasıfları teknolojik gelişmelere uyum sağlayacak yönde güncellenemiyor, rekabete ve ekonomik büyümeye odaklanma yaşam standartlarını geliştirmiyor.
Uzlaşma fantezisi
Davos’ta yayımlanan “Nasıl bir kapitalizm istiyoruz” başlıklı “Manifesto”, bu soruya “stakeholders capitalism” (kâr maksimizasyonu yerine çalışanların, müşterilerin, genel olarak toplumun çıkarlarına öncelik verilmelidir) gibi, ilk yarısı ikinci yarısıyla çelişen bir cevapla geliyor. İlk kez, 1932’de yine derin bir kriz dönemde, uydurulan bu cevap, “emekle sermaye arasında yapısal bir çelişki yoktur” fantezisine dayanıyor. O zaman serbest piyasa modeline karşı “New Deal” ikliminde önerilen bu model, II. savaştan sonra, ulusal Keynescilik modeli (devletin ekonomiyi, piyasayı denetlemesi, düzenlemesi ve üretici rol üstlenmesi) içinde bile “çöp tenekesi modeli” olarak niteleniyor, şirket yönetimlerinde büyük karmaşa yarattığı için eleştiriliyordu. Bu yaklaşım, Tony BlairBill Clinton döneminde yeniden canlandırılmaya çalışıldı, bu kez kimsenin ilgisini çekmedi. Şimdi yeniden gündemde. Bu da kapitalist sınıfın artık ekonomik modelinin yanı sıra “hikâyesinin” de tükendiğini gösteriyor.
Pazartesi günü aktardığım paneldeki katkılara dönersem, Nial Ferguson dışındaki panelistler, devlet müdahalesinin, devletin düzenleyici rolünün gereğini, devletin sorumluluk üstlenmesinin önemini, Ferguson da şirketlerin esas görevinin kâr yapmak olduğunu anımsattı.
Sonuç olarak, Davos’ta “kapitalizmin” tehlikede olduğu kafalara dank etmiş. Eğer demokrasiyi güçlendirecek olursak, kısa dönemde seçmenin, gelir dağılımı, küresel ısınma, toplumsal dayanışma, vatandaşlık hakları gibi alanlardaki taleplerinin kapitalizmin krizini derinleştirmesi kaçınılmaz. Kapitalizmin krizinin aşılması, üretkenliğin ve kâr oranlarının restorasyonundan geçtiğinden buna odaklanmak, sermaye açısından daha fazla serbestlik için demokrasinin dayattığı sınırları kaldırmaktan geçiyor.
O zaman siyasi ve kültürel ortamın, sermayeye engel oluşturmayacak, halkın öfkesinin sermaye dışındaki “şeyleri” hedef almasını sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Bu da bizi kriz içindeki egemen sermayenin diğer hikâyesine, “ulusu yabancı unsurlardan temizleyerek yeniden yükseltmek” fantezisine, diğer bir deyişle faşizm olgusuna getiriyor. Dün egemen sermayenin derdi işçi hareketiyle, sol muhalefetleydi. Sermaye işçi hareketinin taleplerini karşılayacak üretkenliğe, kârlılığa sahip değildi. Bugün sermaye, iklim krizine ve gelir dağılımındaki bozukluklara karşı yükselmekte olan talepleri karşılayacak konumda değil. Bu gerçek sol hareketin kafasına da dank etmeli!
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET


2 Şubat 2020 Pazar

Korona'nın ekonomi politiği: Neden Çin? - İLKER BELEK

Yeni Koronavirüs bir kez daha sağlık sorunlarını gündemin merkezine oturttu. Salgını emperyalist rekabet içinde değerlendirme konusunda hiç duraksamadan harekete geçen ABD tablonun bir yanında duruyor. Öte yandan tablonun en göz alıcı yerinde yine kapitalizmle toplum sağlığı arasındaki ters orantı var. İşte salgının Çin'deki temelleri.


Sosyo ekonomik faktörlerle sağlık arasında çok önemli bir ilişki olduğu kesin bir gerçek. Dünya Sağlık Örgütü bunları gelir, sosyal statü, eğitim, fizik çevre, sosyal destek ağları, sağlık hizmetleri olarak sıralıyor.

DSÖ şüphesiz gelirden, eğitimden, sosyal destekten yoksunluğun ve düşük sosyal statünün nedenleri üzerinde durmaz. Oysa gerçekten de bütün bu sosyoekonomik nitelikli faktörleri sarıp, sarmalayan bir bağlam vardır. Biz buna, bugün için, kapitalist üretim ilişkileri diyoruz.

Eğitimi, geliri, sınıfsal konumu farklı olan bireyler bu genel bağlam içinde farklı sağlık risklerine muhataptırlar ya da aynı riski farklı derecelerde yaşarlar.
Bulaşıcı hastalık salgınlarına da bu şekilde bakmak gerekir. Aksi taktirde, salgın çıktıktan sonra çok hayati müdahaleler gerçekleştirilse bile (ki zaten böyle olmalıdır), benzer bir başka salgının ortaya çıkması engellenemez, (Çin bu konuda iyi bir örnektir).

NEDEN ÇİN?
Soru aslında daha geniş bir şekilde sorulmalı: 
Neden dar gelirli, yoksul ülkeler enfeksiyon hastalıklarını daha sık ve şiddetli yaşar? 
Örneğin neden AIDS Afrika’nın yüküdür, neden verem yoksulların hastalığıdır?

Ama gündemimiz şimdi Çin.

2002 sonunda patlayan, hızlı yayılması ve başlangıçtaki yüksek fatalitesi (vakalar içinde ölenlerin oranı) nedeniyle dünya çapında korku salmış olan SARS hastalığı da Çin kökenliydi. O’nun etkeni de Koronavirüs ailesindendi. Salgın Temmuz 2003’de sona erdiğinde 8.096 kişiyi etkilemiş ve 774 kişinin ölümüne neden olmuştu, fatalitesi %9,6 olarak gerçekleşti.

Bu kez yine bir koronavirüs ve yine Çin.

ÇİN'İN ÖZELLİĞİ NE?
Çin’deki son salgın 11 milyon nüfuslu Vuhan kentinde ortaya çıktı. İlk vakalar bir deniz ürünleri marketinin çalışanlarından çıktı.

Çin kalabalık, nüfus yoğunluğu yüksek, sosyal gruplar arasındaki eşitsizliklerin arttığı, hızla kentleşmiş bir ülke.

Haliyle, salgınla ilgilenen akademik ve idari çevrelerin tamamı, solunum yolu enfeksiyonlarının kalabalıkları sevmesi nedeniyle, koronavirüs salgınıyla kalabalık yaşam arasındaki ilişkiye odaklandı.

Doğru, ama eksik ve bu nedenle de yanlış bir tutumdur: Yanıtlanması gereken soru bu denli nüfus yoğunluğuna neyin sebep olduğudur. Çünkü gerçek neden bu şekilde bulunabilecektir.

ÇİN'DE NÜFUS YOĞUNLUĞU
Vuhan’ın içinde yer aldığı Hubei eyaletinin nüfus yoğunluğu (2018 için) kilometrekareye 2.804 kişi. SARS salgını ise kilometrekareye 3.469 kişinin yaşadığı Guangdong ilinde ortaya çıkmıştı. Buna karşılık Vuhan merkezindeki kimi ilçelerde nüfus yoğunluğunun daha 2009’da 24.000’e ulaştığını belirten yayınlar mevcut.

Bu verilerin ne anlam ifade ettiğini anlayabilmek için (yine 2018 için) nüfus yoğunluğunun, en kalabalık ilimiz İstanbul’da 2.836, İstanbul’un en kalabalık ilçesi Esenler’de ise 7.800 kişi olduğunu dikkate alalım.


ÇİN'DE PLANLANMIŞ AŞIRI KENTLEŞME
Son yıllarda Çin’in nüfus yapısındaki değişimi tanımlayan en önemli gelişme hızlı kentleşme olgusu. Çin resmi istatistiklerine göre kentsel nüfusun toplamdaki oranı 2011’de %50’yi geçti, 2015’te %56’ya, 2017’de de %59’a ulaştı. Nüfusun en hızlı arttığı yerleşim yerleri büyük kentler oldu.

Vuhan da bu kentlerden birisi. Çin’in en kalabalık 7. kenti. Nüfusu 1980’de 2,5, 1990’da 3,4, 2000’de 6,6, 2010’da 7,5 milyon oldu. 30 yılda üçe katlandı. Bu, yıllık %1,7’lik bir nüfus artışına denk gelir. Hız çok yüksektir ama durumu daha da vahim kılan nokta, bu hızlı artışın nüfusu zaten kalabalık bir yerde gerçekleşiyor olmasıdır.

ÇİN'DE KENTLER NEDEN BAŞ DÖNDÜRÜCÜ BİR HIZLA BÜYÜDÜ?
Çin ekonomisi 2000’lerde yıllık %10’un üzerinde bir hızla büyüdü, sonraki 10 yılda oran %8’e indi, şimdilerde ise %6’larda. Bu oranların diğer ülkeler için hayal bile edilemez olduğu bir gerçek.

Çin’deki bu büyüme temposu Mao sonrası dönemde Komünist Parti’nin belirlediği kalkınma modeline bağlı. Parti’nin ekonomik politikası tarımsal fazla nüfusu gayet düşük ücretlerle, sanayiye, yani kentlere aktarmayı da içeren ihracata yönelik bir karaktere sahip. Çin’i dünya piyasalarında rekabetçi kılan tek faktör ucuz emek gücü. Zira Çin’in imalat ekonomisi ağır biçimde ithalata bağımlı. Emek gücünün ucuzluğu talebi kısarak (özel tüketimin milli gelire oranı %35) yüksek yatırım oranlarına da imkan tanır. Çin sanayileşme hamlesini yatırım oranını milli gelirin %40’ına çekerek başardı.

Anlaşılacağı üzere, Komünist Parti kentleri bilinçli şekilde büyüttü, ucuz emek deposu, büyük fabrikalar ve transfer merkezleri haline getirdi. Bunun için de kırsal nüfusun yoksulluğunu özel olarak değerlendirdi. Aşağıdaki grafik kentsel ve kırsal gelirler arasındaki ilişkiyi gösteriyor.


Vuhan işte bu hamle içinde Çin’in en önemli ticaret ve sanayi merkezlerinden birisi olarak belirdi.

Kentlerin anormal hızlı büyümesi, nüfus yoğunluğundaki tırmanma, köy ile kent arasında mevsimsel ritimle işleyen göç mekanizması, kentlerin içinde derinleşen ekonomik eşitsizlikler gibi sorunlar işte bu ekonomi politiğin sonucunda ortaya çıktı.

ÇİN'DE İÇ GÖÇ VE MOBİL NÜFUS
Çin kentlerinin nüfusunun %20’si mobildir. Merkez illerde oran %30’a çıkar, 6 büyük kenti içine alan ve özel ekonomik bölge statüsündeki Shenzen eyaletinde ise %80’i aşar. Pekin ve Şanghay’daki mobil nüfus komşu eyaletlerden, Vuhan’dakiyse komşu illerdendir. Mobil nüfusun %48-78’i çiftçidir, eğitim düzeyi düşüktür. Mobil olanlar kötü konutlarda barınırlar, kentsel hizmetlerden düşük derecede yararlanabilirler, suç oranının ve illegal faaliyetlerin yüksek olduğu mahallelerde yaşarlar.

ÇİN'İN EŞİTLİKSİZCİ KALKINMASI
Çin bu ekonomik modelle kişi başı ulusal gelirini yüksek tempoyla artırdı: 
1990’da 318, 2000’de 959, 2010’da 4.550, 2018’de 9.771 Dolar.

Buna bağlı olarak insani gelişme indeksi de hızla yükseldi: 
1990’da 0,501, 2000’de 0,591, 2010’da 0,702, 2018’de 0,758.

Ancak Çin’in insani gelişmedeki bu gelişmesi gelirdeki artışla ilişkilidir ve başka gerçekleri gizler. Zira gelirin ve insani gelişmenin neredeyse logaritmik hızlarla yükseldiği bu sürece eşitsizliklerdeki artış eşlik etmiştir. 

Aşağıdaki grafik gini katsayısı özelinde yıllar içinde durumun nasıl değiştiğini gösteriyor. Gelir eşitsizliğinde, muhtemelen yoksul köylülerin sanayideki işlerinden aldıkları ücrete bağlı olan yıllar içindeki kısmi düzelme, 2015’ten itibaren yerini bir bozulma eğilimine bıraktı.



Öte yandan eşitsizlikle ilgili daha çarpıcı sonuçlar da ortaya çıktı: 
1979’dan 2015’e kadar kentli nüfusun geliri 405 Yuan’dan 31.790 Yuan’a çıkarken (79 kat artış), köylü nüfusun geliri 160 Yuan’dan 10.772 Yuan’a yükseldi (67 Kat artış). 

Kentleşme süreci kent içindeki polarizasyonla birlikte gelişti. Nüfusun en zengin %1’i toplam servetin üçte birini elinde tutarken, dipteki %25’lik kesimin servetteki payı yalnızca %1’dir. Servete göre ölçülen gini katsayısında istikrarlı ve önemli boyutta bozulma söz konusudur: 


DSÖ ÇİN YÖNETİMİNİ ÖVÜYOR AMA...
DSÖ Vuhan kökenli Yeni Koronavirüs salgınında Çin hükümetinin, yapılması gerekenleri yerine getirdiğini belirtti. Doğru görünüyor. Yönetimin özellikle ilk vakayı saptar saptamaz durumdan DSÖ’nü haberdar etmesi, virüsün genetik analizini hızla gerçekleştirerek, dünyayla paylaşması ve hemen aşı araştırmasına başlaması çok önemliydi.

Ancak halk sağlığı için esas önemli olan nokta, sorun ortaya çıkmadan yapılması gerekenlerdir. Buna koruyucu sağlık hizmetleri diyoruz.

Çin hükümetinin uzun süredir izlediği ekonomik politikalar bu tür salgınlarla seyredecek önemli enfeksiyon hastalıklarının ortaya çıkışına zemin hazırlayacak stratejilerden oluşmaktadır.

Hastalığın ortaya çıkışında ve salgın halini alışında mutlaka Çin’deki beslenme alışkanlıklarının etkisi vardır. Ancak Çin kentleşme süreci anlattığımız tarzda olmasaydı, en azından hastalığın böyle bir salgın halini alması söz konusu olmazdı.

Yeni Koronavirüs salgınının sorumlusu kapitalist dünya ekonomisinin, hem pazar hem de toplumsal yapı olarak parçası olan Çin kapitalizmidir.

İlker Belek / SOL

1 Şubat 2020 Cumartesi

Vatan yahut Sosyalizm - ORHAN GÖKDEMİR

Tarihi çok gerilere gitmiyor. Demek ki insanlık tarihindeki kısa ışık parlamalarından biridir. Önce Aydınlanma ve sonra onun ışığında parlayan Büyük Fransız Devrimi ile büyük bir devrimci dalganın içinde bulduk kendimizi. 

Kant, teoride tanrının kellesini uçurmuştu. Ondan feyz olan Robespierre pratikte kralın kellesini uçurdu. Bunlar aslında bireysel kelleler olarak görülmekle birlikte, eski rejimin kelleleriydi. Eski rejimin kelleleri düşünce, o başsızlıkta Cumhuriyet fikri doğdu. İnsanlık ailesinin en büyük, en devrimci icatlarından biridir. 

Sosyalist Cumhuriyet de büyük ölçüde o dalganın ürünü. Cumhuriyetin harcına eşitliğin katılabileceği fikri 1848’den ve 1871’den damıtılarak elde edilmişti. Büyük emperyalist savaşın ortasında görüldü ki Cumhuriyet fikrini yaşatmanın yolu onu eşitlikçi bir harçla yeniden yoğurmaktan geçiyor. 

Düştük, kalktık; 200 yıl sonra hâlâ o dalganın üzerindeyiz. 

Şimdilik şurası açık; Fransız Devrimi, Ekim Devrimi, Türk Devrimi tanrının ve kralın kellesini uçurarak iş gördü. Demek, kelle uçurmanın Aydınlanma tarihinde yeri var.

***

Büyük aydınımız Mithat Paşa, cüretli ve çalışkan olmakla birlikte henüz sultan kellesi uçurmayı hayal edemiyordu. Saray duvarları Batıdan gelen esintileri içeri sızdırmıyordu çünkü. O da başka yoldan giderek halletmeyi denedi. Aziz’i bir saray darbesiyle indirdi, koltuğuna yeğeni Murat’ı oturttu. Fakat yeni sultanın akıl sağlığı dalgalıydı. Ayrıca fırsatçı küçük biraderi Hamit, Paşanın kulağına Anayasayı tanıyacağını fısıldamıştı. 
Paşa, Murat’ı da indirdi, Hamit’e yolu araladı. Mason Murat ancak üç ay saltanat sürebilmişti.

Kanun-i Esasi, ilk anayasa, 1876’da ilan edildi. Meşrutiyetlerimizden birincisini o saray darbesine borçluyuz. Mimarı iş bilir Mithat Paşa'dır. Bir yıl sonra 93 harbini bahane eden Hamit ilanını kabul ettiği anayasayı rafa kaldırdı. Uzun istibdat dönemi kapısı aralanmıştı. Mithat Paşa ise kelle almayı bilmemenin bedelini kendi kellesini vererek ödedi. 

Başkaları da var: Anayasal tarihimiz başlama vuruşunu üç erken aydınımıza, Mithat Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal’e borçluyuz. “Hürriyeti” ve “Vatanı” bize onlar öğretti. Esası Sultan düşürmesidir.

Ne diyor Ozan: “Nice sultanları tahtan indirdi. Nicesinin gül benzini soldurdu. Nicesini dönmez yola gönderdi. Bir ayrılık bir yoksulluk biri de ölüm.” İndirdiler, gül benizlerini soldurdular veya dönülmez yola gönderdiler. Ama kellelerini hep yerinde bırakmayı tercih ettiler.

Abdülhamit, Namık Kemal’in vatan dediğini özel mülkü sayıyordu. Varsıldı, üzerine biraz dindardı. Mülkünü dindar bir varsıl olarak yönetti. Camiye gitti, çıkışta borsanın yolunu tuttu. Servetini çoğaltarak geçirdiği uzun hükmünde tek derdi mülkünü elinde tutmaktı. Bunun için tehdit oluşturanlara zulmetti, yasakladı, kovaladı. Ama o şartlarda bile ömrü ancak 30 yıl hükmetmesine yetti.

Enver, Talat ve Cemal Rumeli’den koşup geldiler. Büyük despotu alaşağı etmeye bir telgraf kampanyası yetmişti. Hamit kendisine gönderilen telgraflardan çok korktu, gül benzi solmuştu, kendiliğinden düştü. Derdest edip Selanik’te bir köşke kapattılar sonra. Meşrutiyet’in birincisinin icadı olan “Hürriyet” böylece hayat buldu. Anayasa raftan indi, meclis açıldı. Meşrutiyetlerden ikincisidir, fiili sultansızlık halidir. Vatana vardık.

Fakat ikinci kuşak aydınlarımız da Mithat Paşa ekolündendi. Hamit’i indirip Reşat’ı bindirdiler. Reşat, kukla padişah olmayı baştan kabul etmişti. Hükümsüz kellelerimizdendir. 

***

Cumhuriyet, “Vatan” ve “Hürriyet”in getirisidir. 

1908’de hürriyeti ve vatanı bulmuştuk, gericiler 1909’da bulduklarımızı geri almak için ayaklandılar. Şeriat istiyorlardı. Şeriat, vatansızlık ve hürriyetsizlik halidir. Onların başaramadığını Balkan Harbi başardı. 1910 ila 1920 arasındaki uzun iç savaşta vatanı da hürriyeti de kaybettik. 

Ama sonra direnmenin bir yolunu bulduk. Kurtuluş Savaşı vatan için yolu yeniden aralamıştı. Son sultan, kellesi uçmasın diye İngiliz gemisiyle sıvıştığından, bu vatanda bir sultanın olması da artık anlamsız görünüyordu. Kalsaydı, Cumhuriyet bu kadar hızlı gelir miydi, bir sorudur. Ama kuşkusuz eninde sonunda gelirdi. Sultanının kellesini almamakla birlikte, dönülmez yola gönderdi; Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’ye borçluyuz. 

Sonra Cumhuriyet de düştü. Eteklerinden gelen Menderes kendisini yeni sultan ilan etmeye çok yaklaşmıştı. İkinci istibdattaydık. Tabii, bu tarihten biliyoruz, sultan varsa kelle alma hareketi de vardır. Devirdiler ve aldılar. Anayasayı yeniden ilan ettiler. Arkasında büyük bir Kemalist Aydın hareketi ve TİP vardı. Üçüncü meşrutiyetimizdir. 

Olmayınca, 12 Eylül’de bir zavallıyı, Kenan Evren’i silah zoruyla sultan ilan ettiler, reankarne Abdülhamit’tir. Ancak henüz aydınlarımızı yok edememişlerdi. Aziz Nesin ve Yalçın Küçük öncülüğünde ayağa kalkan aydınlarımız nevzuhur Hamit’i silkelediler, ancak düşüremediler. Bu da üçüncü istibdat dönemimizdir. 

***

“Vatan yahut Silistre”, Namık Kemal’in 1872’de kaleme aldığı tiyatro oyunu. Başlangıçta eserinin adı sade “Vatan”dı. Oyun sahnelenince izleyenler galeyana geldi. Sokağa çıkıp feryat ettiler, yürüdüler. Çünkü sultanın tebaası o salonda vatanla ilk defa karşılaşmıştı. Olaylar üzerine Vatan yazarını derdest edip Mağusa'ya sürdüler. Sansürlediler. O da sansürden kaçmak için “Silistire”yi ekledi “Vatan”a. Yetmedi tabii, sürgünde ölüme terk ettiler. 
İlk vatan kahramanımızdır.  

Peki sultanlar neden bu kadar korkarlar vatandan, hürriyetten ve cumhuriyetten?

Çünkü sultanların, kralların, çarların vatanı yoktur. Bizim vatan bildiğimizi onlar mülkü bilirler. Vatan mülkse, devlet de mülktür. “Adalet mülkün temelidir” derken söylenen budur. Marks’ın cümleleriyle tekrarlayayım: Kral devlet benim mülküm derken aslında mülk sahibinin kral olduğunu söylemek istemektedir. Demek ki bir toprağın vatan olması için onu mülk edinenlerin elinden alma şartı var.

Alacaksınız ve sultanları mülksüzleştireceksiniz, toprağın vatana dönüşmesinin esası da bu. 

Ama sözde de olsa en gerici dönemde bile bir adalet arayışı veya iddiası vardı. Kapitalizmin son, tekelci aşamasında kaldırıp attılar. Ortalıkta çıplak bir mülk ve çıplak bir devlet kaldı. Ezilenler artık vatansızdır. 

***

Düştük, kalktık. Vatanı silip hürriyeti tepeledin mi, karanlığa varırsın. Vatan yeniden mülk ilan edildi. Hürriyet tepelendi, Cumhuriyet imamların elinde defnedilmeyi bekliyor. Nevzuhur sultan “benim değil mi, kime ne” bile dedi tarihine bakmadan. Hamit’in ruhu dolaşıyor zombi bedenlerinde. Düştük, kalkarız. Biz hâlâ o dalgadayız. Sultan varsa, dönülmez yola göndermek isteyenler de vardır: 

Aydınlanma tarihinde ve türkülerimizde yeri var.

Sultanların, kralların, çarların vatanı yoktur ama bizim acil bir vatana ihtiyacımız var. Adalet ezilenlerin vatanıdır. Buluruz, eninde sonunda, mecburuz.

Bu yeni bir oyundur fakat; adı “Vatan yahut Sosyalizm”dir….

Orhan Gökdemir / SOL