14 Şubat 2020 Cuma

Büyük sermaye tedirgin: Nasıl? Niçin? - Korkut Boratav

2020 Davos toplantısının ana teması, Paydaş Kapitalizmi olarak ilan edildi.  Burjuva ideolojisinin işe yarar söylemlerinden biri… Kapitalizmi oluşturan tüm sosyo-ekonomik öğeleri (hissedarlar, şirket yöneticileri, işçiler, tüketiciler vb.) paydaşlar başlığı altında birleştirilir; aralarındaki çıkar birliği vurgulanır. 


Kapitalizmin özünü oluşturan işgücü-sermaye karşıtlığını artık-değer kavramı ile açıklayan analizi etkisiz kılmayı hedefleyen bir çaba… Öylesine ilkel ve çekici ki, Berat Albayrak dahi konuşmalarında “paydaşlar” sözcüğünü yerli-yersiz kullanmaktadır. 

Bu göz boyayıcı söylemin Davos’un gündemine yeniden girmesi gösteriyor ki sermaye çevrelerinde yaygınlaşan bir tedirginlik var. Bazı yansımalarına göz atalım; değerlendirelim. 

Milyarderlerden bir imza kampanyası
121 milyoner ve milyarderin imzaladığı ”Milyonerler Yabalara Karşı” (“Millionaires Against Pitchforks”) başlıklı bir mektup 2020 Davos toplantısı başlarken dağıtıldı; “diğer milyoner/milyarderlerin” imzasına açıldı. (“Yaba”  sözcüğü “pitchfork”un Türkçe karşılığıdır.) “Küremizdeki milyoner ve milyarder dostlarımıza” hitap eden mektup şöyle başlıyor: 

Dünyada varlıklı insanlar ikiye ayrılır: Vergileri veya ‘yaba’ları yeğleyenler. Aşağıda imzası olan bizler vergileri yeğliyoruz.  Sizin de aynı tercihi yapacağınıza inanıyoruz. Bu ricayı, yeryüzüne ayak basan insan türünün en ayrıcalıklı sınıfının mensupları olarak yapıyoruz.”

Bu gerçekçi itiraf, milyoner/milyarder mektup yazarları açısından “dehşetengiz”dir: Kendilerini ve mektubun muhataplarını, geçmişten bugüne “insan türünün en ayrıcalıklı sınıfının mensupları” olarak tanımladığı için… 

Dahası, mektuptaki “yaba” sözcüğü, bu sınıfın er veya geç ayıklanıp yok edilebileceğini (yani devrimci bir mülksüzleştirme olasılığını) ima etmektedir.
Mektubun sonraki kesimlerinde şu teşhis var: 

Bugün dünyadaki milyarderlerin sayısı önceki dönemleri geçmiştir ve bunlar önceki dönemlere göre çok daha fazla serveti denetlemektedir. İnsanlığın en yoksul yarı nüfusunun gelirleri ise değişmemektedir.” 

Bu teşhisi kötümser bir gelecek tablosu izliyor: Eşitsizlikler toplumsal ve ülkeler arası gerilimleri kriz düzeylerine çıkarmakta; olası bir iklim bunalımına karşı çaresizliğe yol açmakta ve milyarderler dahil, tüm insanlık için bir felaketi gündeme getirmektedir. 

Mektup, çözüm yolunu şöyle özetliyor: 

Çok geç kalmadan ülkelerinizdeki milyoner ve milyarderlere daha yüksek ve daha adil vergi uygulanmasını talep ediniz. Uluslararası vergi reformu çabalarına güç veriniz; gelir ve kurumlar vergilerinde kaçakçılığa, kaçınmaya son vermeyi destekleyiniz.”

Bu vergi reformu çağrısı, eleştirel iktisat ve maliye çevrelerinin yakından bildiği, izlediği “vergi ödemeyen büyük sermaye” bilgileri ile destekleniyor: Ülkelerin birçoğunda en zengin katmanlar yoksullardan daha düşük oranda vergilenmektedir; dev şirketlerin bir bölümü vergi cennetlerine sığınmakta; hiç vergi ödememektedir. Dünya millî gelirinin onda biri buralara taşınmıştır. 

Bugünkü küresel krizi çözmeye dönük her çözüm, bizim gibi milyoner veya milyarderlerin daha yüksek vergi ödemesinden geçiyor. Bu çabalarda bize katılın; aksi halde sorumlu olacaksınız.” 

Sermayenin reform önerileri ciddiye alınamaz
Milyarderler mektubu “dehşetengiz” bir üslup içinde fevkalade ılımlı bir içerik taşıyor: Gelir ve kurumlar vergileri ile sınırlıdır; bu iki konuda dahi bir vergi reformu önermemektedir.

Mektup yazarı milyarderlere sormak gerekir: Sözü edilen iki verginin tarifelerinde neoliberalizmin arifesinde, örneğin 1980’de, ABD ve Avrupa’da geçerli oranlara dönüş gibi somut bir öneriden niçin kaçındınız?  Son günlerde Batı’da yaygınlaşan servet vergisi önerilerini niçin desteklemediniz?

Milyarderler, böylece, “neoliberal dönemin bizler için uygun gördüğü cömert vergi sistemlerine uyunuz; ayrıca kaçakçılığa başvurmayınız” çağrısı ile yetinmiş oluyor. Bu ılımlı çağrının dahi, Davos’a katılan sermaye çevrelerinde suskunlukla geçiştirildiği anlaşılıyor.

İçeriksiz bir “günah çıkarma” ciddiye alınamaz. 

Başka özeleştiri örnekleri
İngiliz finans sermayesinin seçkin temsilcisi Financial Times, kapitalizm eleştirilerine duyarlılık gösteriyor. Gazetenin 27 Ekim 2019 tarihli başyazısı (“Sorumlu kapitalizm için yeni standartlar gerekiyor”) da örtülü bir çağrı içeriyor: 

İş hayatının liderleri arasında, hisse senedi değerlerinin önceliğine son vermeyi; bu önceliği kapsayıcılık, sürdürülebilirlik ve gaye (“erek”) gibi bir başka öğeye doğru genişletmeyi kabul edenler artmaktadır. Ancak ‘gaye’ gibi bulanık bir şey, buna bağlı başarım nasıl ölçülebilir?

Finans kapital, “hisse senedi değerlerini” yükseltmeyi hedefler. Geleneksel kâr arayışının dönüştürülmüş biçimi… Servet eşitsizliklerini besleyen nedenlerden biri… Financial Times editörleri bu önceliği ek göstergelerle “saygınlaştırma” çabalarına katılıyor; yanıt arıyor; ama bulamıyor. 

Aynı gazete, kapitalizme saygınlık kazandırma arayışlarının Batı sermaye çevrelerindeki örneklerini de taramış; aktarmış (20 Aralık 2019).  Yazı, bir tespitle başlıyor: 

Anglo-Sakson iş dünyasının önde gelen yöneticileri, bir şirketin tek toplumsal sorumluluğunun hissedarlara kâr sağlamak olduğunu savunan Friedman doktrini ile yollarını ayırdı”. 

Sermaye çevrelerini temsil eden kurumlardan, dev şirket yöneticilerinden örnekler veriyor. Bazılarını (ad vermeden) aktarıyorum: 

Sadece para kazanmayı hedefleyen Milton Friedman kapitalizmi ölmüştür. İş hayatında değerleri, çalışanları gözeten yeni bir model oluşuyor”. “Kâr önceliğini toplumsal sorumlulukla bütünleştiren yeni yöntemler bulunmalıdır.” “Serbest piyasaları empati sürüklemelidir ve Friedman’ın gözettiği hissedarların önceliği arka plana geçmelidir.” 

Ne var ki, bu “diğerkâm” arayışlar, kapitalist şirketlere fiilen nasıl rehberlik edecek? Patronlar, sözcüleri önerdikleri “yeni model ve yöntemler”in uygulanabildiğine ilişkin tek bir örnek gösteremiyor. 

Daha da kötüsü, ABD sermaye çevrelerinin “paydaşlar kapitalizmi” söylemi ile saygınlık aradığı 2019’da, en kalabalık “paydaş” olan Amerikan işçi sınıfının sendikalaşma oranı yüzde 10,3 ile dibe vurmuştur.  

“Hisse senedi değerlerini kapitalizmin önceliği olmaktan nasıl çıkarabiliriz?” sorusu 2019’da tartışılırken ABD’de cari fiyatlarla (enflasyon dahil) millî gelir artışı yüzde 4 ile sınırlı kalmış; hisse senedi endeksleri (finansal servetlerin değeri) yüzde 30 tırmanmıştır. Bu bilgiler, tartışmanın anlamsızlığını da ortaya koymaktadır. 

Neden korkuyorlar?
Milyarderlerin “vergi ödeyelim” çağrısı; “paydaş kapitalizmi” söyleminin yeniden yaygınlaşması; büyük sermaye sözcülerinin Friedman doktrinlerini eleştirmesi… Sermayenin tahakkümü pekişirken; emperyalizm saldırganlaşırken bu tedirginlik nereden kaynaklanıyor?

Kapitalizmin meşruiyeti öylesine aşınmıştır ki, 2019’daki gibi “güzel” bir yılda dahi, geçmiş sınıf mücadelelerinin birikimleri hatırlanıyor; sosyalizm özlemleri canlanıyor. Egemen sınıflar bu nedenle paniğe sürükleniyor. Anglo-Sakson dünyasından bir-iki örnekle yetinelim.

Şirket yöneticilerinin tavrını Colin Mayer özetlemiş: 

Elizabeth Warren ve Jeremy Corbyn gibi solcu siyasetçilerin inisiyatifi almasından ürktüler”. 

İngiliz büyük sermayesi son seçimlerde Brexit karşıtlığını arka plana attı; İşçi Partisi’nin geleneksel sol programını samimiyetle sahiplenen ve taban desteği hızla artan Corbyn’in yenilgisine öncelik verdi; başardı. Şimdi, Blair’ci çizgiyi bu partiye kesinlikle yerleştirme çabası içindedir. 

ABD sosyalizminin tarihsel değerlerini sahiplenen Bernie Sanders, başkanlık adaylığı ön seçimlerinde Demokrat Parti’de yer alıyor; kazanma olasılığı yüksek. Büyük sermaye ve Demokrat Parti yönetimi bu seçeneği önleme çabası içindedir. Milyarder Michael Bloomberg’e umut bağlandı; para gücü ve medya desteğiyle tehlikeyi önleyeceği umuluyor. 

Bir diğer başkanlık adayı olan Elizabeth Warren da önlenmelidir. Sosyalist değildir; ama finans sermayesine savaş açan bir solcudur. Dev şirketlere yüzde 6’lık bir servet vergisi önermektedir. 

Goldman Sachs’tan bir yöneticinin tepkisi ise açık-seçiktir: 

Kampanyasına yarayabilir; ama ülkemize zarar verir…” 

Dünya kargaşa içinde, örgütler dağınık, dostlarımız nerede? Düşmanımız belli ise, onun düşmanını arayalım. Yoldaşlarımızdan birini bulmuş oluruz. 

Korkut Boratav / SOL

13 Şubat 2020 Perşembe

DİSK’te devrimci bir dönüşüm şart - BİRGÜN

4 yıllık dönemde DİSK içerisindeki mevcut sendikaların bütünlüğünü dahi sağlayamayan DİSK iradesi, Türkiye işçi sınıfının ürettiği en ileri değer olan DİSK’in önümüzdeki dört yılına da talip olacak gibi görünüyor.

İşçi Dayanışma Derneği (İDD), DİSK’in 16’ncı Genel Kurulu öncesi, konfederasyonun bir önceki dönemde (2016-2020) yürüttüğü mücadeleyi değerlendirdi:

DİSK’in 16. Genel Kurulu 14-15-16 Şubat tarihlerinde gerçekleşecek. Genel kurullar, geçmiş dönemin değerlendirmesini yapmak ve önümüzdeki mücadele döneminin görevlerini belirlemek için emek örgütleri açısından önemli bir duraktır. DİSK’in 16’ncı Genel Kurulu’nun da Türkiye işçi sınıfı mücadelesine olumlu katkıları olması isteniyorsa öncelikle sendikal anlayış, geçmiş dönemin devrimci özeleştirisi ve gelecek dönemin görevlerine nasıl hazır olunabileceği gibi başlıklarda açık tartışmalar gereklidir. Bu başlıkların tartışmalarının derinleştirilmeden yapılacağı her genel kurul, nihai olarak yönetimlerde kimin olacağının ‘hesaplarına’ dönüşür.

Bizim bu yazıda yapmaya çalışacağımız da düzenlenecek genel kurulun sınıf mücadelesine katkılarının olması için 2016-2020 döneminde DİSK’in değerlendirmesini yapmaktır. Bu değerlendirmenin amacı önümüzdeki çetin mücadele sürecinde nasıl bir DİSK’in olması gerektiğine veya nasıl bir DİSK olmaması gerektiğine dair ipuçları çıkarmaktır.

DİSK 15’inci Genel Kurulu 2016 yılında gerçekleşti. 4 yıllık zaman diliminde emekçilerin durumu her geçen gün daha kötüye gitti. Kriz derinleşti, krizin faturası işçilere çıkartıldı. Hayat pahalılığı, yoksulluk, güvencesizlik sarmalında kendilerini çaresiz hisseden işçiler bedenlerini ateşe dahi verecek duruma geldi. Genel olarak sınıf hareketi bu gidişatı durduracak ve değiştirecek bir hat ortaya koyamadı. Sınıf hareketinin özel bir yerinde olan DİSK de emek hareketinin genel zayıflığına paralel bir durum içerisinde oldu.

Bu zayıflığın genel sebepleri olarak siyasal İslamcı rejimin 4 yıllık zaman dilimi içerisinde dozajını sürekli artırdığı saldırılar ve baskılar öne sürülebilir. Bu nesnel gerekçelerin haklı yanları olsa da zayıflığın ve etkin bir mücadele örgütlenememesinin en önemli sebepleri öznel ve DİSK’e dair olanlardır. Tam olarak bu konuda hatırlatacağımız olan nokta, yazımızın konusunun genel kurul sebebiyle DİSK olduğu ve bu yüzden DİSK’e odaklanıldığıdır.

TEMEL SORUN TESLİMİYETÇİ ANLAYIŞ
DİSK’in 2016-2020 dönemini incelediğimizde işçi sınıfına yönelik saldırılara etkin bir mücadele ortaya koyamamasındaki genel kanı, politik olarak doğru tutum aldığı ama örgütsel yetersizliklerin buna engel olduğudur. DİSK’in örgütsel yetersizlikleri, sendikaların sınıfın ihtiyaçlarına uygun örgütlenmemesi gibi etkenler zayıflığın gerekçelerinden olsa da bu durumun ortaya çıkmasındaki temel problem anlayış sorunudur. O yüzden genel kanının aksine bakılması gereken temel nokta, DİSK’i yöneten iradenin sınıf mücadelesini nereden kavradığıdır.

Patronlar kendi sınıflarının çıkarlarına göre hareket ederken ve barbarlık düzeyinde sömürüyü derinleştirirken, ‘sınıf uzlaşmasını’ temel alan ve patronlarla ‘Birlikte Mümkün Türkiye’ diye fotoğraf veren sendikacılar, işçi sınıfının çıkarlarını temel almamaktadır. İşçiler işten atılıp direnirken o işçileri işten atan patronla açılışlarda boy göstermenin devrimci sendikacılık olmadığı aşikârdır. DİSK’in 1980 darbesinden sonra yeniden faaliyete başladığı yıllarda gündemine giren ve bugünkü yönetim anlayışının temeli olan ‘çağdaş sendikacılık’ adı altında sürdürülen uzlaşmacı ve son kertede sermaye sınıfına teslimiyeti içerdiği için teslimiyetçi olan temel anlayış, bugün DİSK’te halen hüküm sürmektedir. Bu anlayışın getirdiği sonuç ise kuruluşundaki temel iddiası ‘devrimci sendikacılık’ olan DİSK’in kuruluş değerlerinin yok edilmesidir.

GÜVENCESİZLERİ YOK SAYMAYA DEVAM
21’inci yy’da işçi sınıfı güvencesizleşmekte, çoğalmakta ve parçalanmaktadır. İşçi sınıfının öz örgütleri olması gereken sendikalar işçi sınıfının örgütleri olmaktan uzaklaşmaktadır. Güvencesiz çalışan işçileri sendikalar örgütlemekten uzaktır. Sendikal yapılar bugün eski dönemin ihtiyaçlarına göre örgütlenmekte ve işçi sınıfının azınlık kısmını kapsamaktadır. DİSK’in bu tabloyu değiştirmek için sorumluluk alması gerekirken mevcut durumla yetinen sendikal bürokrasiler DİSK yönetiminde de egemen konumdadır ve güvencesizlerin adresi olması gereken DİSK’in bu konudaki adımları yetersizlik düzeyinde dahi değildir. DİSK sendikalarının pek çoğunun bu noktada fikirlerinin bile olmadığını söylemek, emek hareketinin içerisinde olanlar için şaşırılacak bir durum olmaktan dahi çıkmıştır.

Son 4 yılda ise DİSK Yönetim Kurulu’nun bu konu hakkında bir çalışmasına ise rastlamak mümkün olmamıştır. 2016’daki genel kurulda alınan güvencesiz istihdam biçimlerine karşı en geniş mücadele hattının oluşturulacağı kararının da arkasında ne kadar durulduğunun takdirini işçi sınıfına bırakmak doğru olacaktır. Yine aynı genel kurulda alınan temel kararların hayata geçmesi noktasındaki yetersizliklerin nedenleri hakkında güçlü bir özeleştiri verilmesi bu genel kuruldaki alınacak kararların uygulanması için olmazsa olmazdır.*

SENDİKAL BÜROKRASİ GÜVEN KAYBINA YOL AÇIYOR
Pek çok araştırma işçilerin sendikalara güveninin olmadığını göstermektedir. Sendikal bürokrasiler, sarı sendikalar bu güven kaybının temel nedenlerindendir. DİSK gibi bir konfederasyona bağlı sendikalarınsa işçi sınıfına güven verecek iyi örnekler olması gerekir.

Ancak DİSK’e bağlı sendikaların pek çoğu iyi örnek olmayı geçelim, tersten olumsuz örnekler durumundadır. Sermaye ve devletin vesayeti altında olan sendikalarla çalışma tarzı ve sendikal işleyiş konularında DİSK’e bağlı sendikaların pek çoğunun uygulamaları benzerlik içermektedir. Sendikal demokrasinin ayaklar altına alındığı, sendikal vesayet düzenini sürdürmek için kanunlarda sendika genel merkezlerine verilen olağanüstü yetkileri sonuna kadar kullanan sendikal pratiklere DİSK içerisinde sıkça rastlamak mümkündür.

2016-2020 dönemine dair sadece küçük bir araştırma dahi bu durumu kanıtlar. DİSK Yönetim Kurulu’nun ise bu konuda vereceği tek cevap ‘sendikanın iç işlerine’ karışmamaktır. Yine bu dönemde bir önceki genel kurulda delege olan ve DİSK’in 3’üncü büyük sendikası olan Lastik-İş Genel Başkanının örgütlü oldukları işyerinde kendi silahıyla sendika üyesi işçi tarafından öldürülmesi demokratik işleyişin olmadığı sendikalardaki durumun en vahim sonucu olmuştur.**

BAŞKAN KADIN AMA KADIN BAKIŞI YOK
Hatırlayacaksak 2016’da yapılan genel kurulda DİSK Genel Başkanı seçilen Kani Beko, 24 Haziran 2018 seçimlerinden önce görevinden istifa ederek milletvekili olmuştu. Görevlerinden istifa ederek vekil olan DİSK Başkanları ve yöneticileri kervanına büyük bir istekle katılan Kani Beko, işçi sınıfındaki ve toplumdaki DİSK’in meclise girme öncesi sıçrama tahtası olduğu algısını kuvvetlendirdi.

Daha sonrasında Kani Beko’nun yerine genel başkanlık koltuğuna gelen Arzu Çerkezoğlu, DİSK’in ilk kadın başkanı unvanını alarak kamuoyunda ‘kadın başkan/sendikacı’ olarak anılmaya başlandı. Derneğimiz hayatın her alanında kadın-erkek eşitliğini savunurken kadınların özellikle sendikalarda daha fazla sorumluluk almasını önemsemektedir. Ancak kadın yöneticilerin ve başkanların olması o kurumlarda ‘kadın bakışının’ olduğu anlamına gelmemektedir. DİSK Yönetim Kurulu üyesi olan, aynı zamanda Dev Turizm-İş Başkanı olan Mustafa Yahyaoğlu ile ilgili sendika üyelerinin kadına şiddet iddiası ile ilgili o dönem genel sekreter olan Arzu Çerkezoğlu açıklama yapmış ve sürecin takipçisi olacağını söylemiştir.***

Daha sonrasında başta şiddete uğrayan kadınlar olmak üzere kamuoyuna ne bir açıklama yapılmış ne de DİSK Disiplin Kurulu çalıştırılmıştır. Kadına şiddeti araştırmak zorunda bile hissetmeyen bir anlayışın DİSK’i yönetiyor olmasının ise nasıl açıklanacağını işçi sınıfının bilincine ve vicdanına bırakmak en doğrusu olacaktır. Bu somut pratiğin arkasındaki anlayışın da yansımasını 15’inci Genel Kurul’da görmüştük. O genel kurulda Basın-İş adına ‘Kadın İşçiler Kurulunun’ oluşturulması talebiyle verilen önerge, genel kurulca kabul edilmemişti.

DİSK’İN DEĞERLERİNE SAHİP ÇIKACAĞIZ
4 yıllık dönemde DİSK içerisindeki mevcut sendikaların bütünlüğünü dahi sağlayamayan DİSK iradesi, Türkiye işçi sınıfının ürettiği en ileri değer olan DİSK’in önümüzdeki dört yılına da talip olacak gibi görünmektedir. Geçmişin özeleştirisi yapılmadan, önümüzdeki mücadele döneminin zorlu sürecine göre gerçek anlamda devrimci bir dönüşümünün planı-programı yapılmadan yapılacak olursa eğer, 16’ncı Genel Kurulun sonucunun şimdiden işçi sınıfı adına hayırlı olmayacağı net biçimde söylenebilir.

DİSK’in nicel gücünden bağımsız olarak hep nitel bir ağırlığı sınıf hareketinde söz konusu olmuştur. Bu ağırlık doğru politikalar, sınıf mücadelesinden ödün vermeme ve kendisini vesayet altındaki sendikalardan pratikte ayrıştırmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu özelliklerini kaybeden bir DİSK’in de diğer konfederasyonlardan  farkının kalmayacağını ve herhangi bir nitel ağırlığından söz edilemeyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.

DİSK’in kurucu değerlerini ve ilkelerini yeniden hatırlaması ve 21.yy işçi sınıfının DİSK’ini yaratmak ise sorumluluk almadan kaçınarak yapılamaz. Bu yazıda yapılan ‘hatırlatmalar’, devrimci değişimin nerelerden başlaması gerektiğine dair bir tartışmanın yaratılması noktasında sorumluluk alma iradesidir. Bu iradeyi devam ettireceğiz ve DİSK’in değerlerine, ilkelerine, tarihine, örgütlülüğüne gücümüz ölçüsünde sahip çıkacağız. Başta DİSK Genel Kurul delegeleri olmak üzere DİSK üyeleri ve tüm işçi sınıfına çağrımız da bu sorumluluğadır.

Üreten biziz yöneten de biz olacağız!
*Bu konudaki en bariz örnek ise DİSK, 15’inci Genel Kurulu’nda alınan 7 karardan biri olan ‘göçmen işçilerin örgütlenmesi ve göçmen işçilere karşı yapılan ayrımcılıkla mücadele’ başlığıdır. Günümüzde ülkemizdeki önemli mücadele başlıklarından ve 15’inci Genel Kurul kararı olan göçmen işçilik konusu DİSK’in ‘ilgi radarına’ girememiştir.

BİRGÜN/ Emek Servisi

**Derneğimizin bu konu hakkında yaptığı açıklama: http://iscidayanisma.com/2019/01/18/lastik-is-baskani-abdullah-karacanin-olumu-uzerine-zorunlu-bir-tartisma-nasil-bir-sendika/
*** Bknz: http://disk.org.tr/2017/11/dev-turizm-is-sendikasina-dair-haberlerle-ilgili-aciklama/


Ya Atatürk ya Abdülhamit - Enver Aysever


Siyasal İslam ve ülkücü hareket öteden beri Amerikancı siyaset izlemiş, bugün de aynı çizgiyi sürdürmektedir. Bunda şaşacak bir yan yok. Tarihsel veri bu! Suriye konusunda kol kola girip ülkeyi savaşa sürüklemelerinin nedeni ideolojik varlıklarıdır. TSK; eskiden ulusal görünen NATO kuvvetiydi, şimdi mücahit kılıklı NATO ordusu oldu. Nihayetinde çizgisi Amerikancıdır. Kürt hareketi farklı gerekçelerle Amerika ile yan yana düşmüştür. Benzer durum CHP için de geçerlidir. Hal böyle olunca Suriye meselesinde sağlıklı tutum alacak, daha doğrusu AKP’nin neo-Osmanlı hayallerine set çekecek hakiki bir siyasal hareket yazık ki Meclis’te bulunmamaktadır.
İhvancı miting
Geçen pazar Abdülhamit ve Erbakan posterleri altında Kudüs Mitingi’nde konuşan Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu, İhvancı AKP’yi meşrulaştırdı. Siyasal İslam Türkiye’de kazanmıştır. (Bu konuyla ilgili Fatih Yaşlı Sol’da yazdı, mutlaka okunmalı) Yazık ki laiklik kaygısı güden büyük Atatürkçü kesim yenildiğinin farkında değildir. 
Üç beş belediye kazanmakla övünen, mutlu olan insanlar büyük çöküşün ya farkında değil ya da kondurmak istemiyor. Oysa hakikati olduğu gibi görmeden mücadele etmek, yeniden ayağa kalkmak mümkün değildir.
Bugün Uğur Mumcu’nun, Aziz Nesin’in kemiklerini sızlatacak ölçüde ürkütücü bir tablo ile karşı karşıyayız. İşin tuhaf yanı Kemal Kılıçdaroğlu daha dün Sivas’ta olduğu gibi yakılmak istendi. Merak ediyorum, kendisini yakmaya gelenlerin hangi düşünsel çevreden olduğunu sanıyor? 
Siyasal İslam tonları arasında bizim göremediğimiz hangi farkı algılamış durumda? 
Ne olduğu belirsiz ittifak uğruna toplumu ateşe atıyor.
Her tür gericilik
Siyasal, toplumsal olaylar arasında bağ vardır. Örneğin Canan Karatay’ın tüm bilimsel ilkeleri yok sayıp “Turp yiyin turp gibi olursunuz, fıstık yiyin fıstık gibi olursunuz” tezi, bilimden kopan toplumun sefaletini gösterir. 
Doğru dürüst üniversitesi olan bir memlekette artık psikiyatrinin konusu olan bir kadın bu kadar rahat konuşabilir mi? 
Her gün ekranlarda aşı karşıtı, bilim dışı tezler savunulabilir mi? 
Hal böyle olunca Meclis’te bir vekil, depremden korunmak için hangi duaları okumamız gerektiğini anlatır. Birine “fesuphanallah”, diğerine de “hıyar yersen hıyar gibi olursun” demek geliyor insanın içinden. Cennetten tapu vaat eden Diyanet’in başına şaşırmıyoruz, meşhur Züğürt Ağa filminde alay ettiğimiz insanlar, bugün ülke yönetiyor. Büyük çöküştür bu.
Siyasi ayak safsatası
FETÖ’nün siyasi ayağı kimdir” sorusu öteden beri güldürdü beni. 80’de inşa edilen, büyük sermaye eliyle güçlendirilen Türk-İslam sentezinin ürünüdür Fethullah çetesi. Büyürken siyasal İslamcı diğer hareketlerle ve sağ partilerle işbirliği yapmıştır. Sanıldığı gibi TSK bu konuda duyarlı falan da değildir. Evren’in gerici ordusu ve NATO’cu takipçi Genelkurmay başkanları soğuk savaş güdüsüyle İslamcılarla kol kola girmiştir. Nasıl oluyor da ellerinde onca istihbarat kadrosu varken olan bitenin farkında değillermiş, hayret! İş döndü sonunda onları da vurdu. Subaylar sonsuza dek sürecek iktidarları (!) çöktüğünde çok geç kaldıklarını fark ettiler. Eğer gericilikle bir kez tokalaşırsanız, kolunuzu, bedeninizi kaptırırsınız. Bugün İlker Başbuğ’a neredeyse FETÖ sanığı muamelesi yapma keyfiyeti nereden kaynaklı sanıyorsunuz?
Kafasını kuma gömenler
Etik açmaz büyük sorundur kuşkusuz toplumlar için. Ancak düşünsel sefalet daha tehlikelidir. Aydın çevrenin günlük kişisel çıkarları uğruna kafasını kuma gömmesi, sanatçıların ölçüsüz bir süreçte, birkaç konser, söyleşi için görevlerinden vazgeçmesi utandırıcıdır. Diyeceğim; AKP kurmaya çalıştığı düzeni inşa etti. Geçen gün sosyal medyada bir yobazın videosunu gördüm, diyor ki: “yüz yıllık Cumhuriyet bitti, şimdi ikinci Osmanlı dönemindeyiz, ilk padişah da Erdoğan.” Bence adam doğru söylüyor. Kızmak, sövmek yerine Cumhuriyeti yeniden kazanmak için kafa yormalıyız. Unutmayalım, Cumhuriyeti yıkmak isteyenler, bunu bir başına yapamazdı, bu büyük ittifaktır. 
Diyorum ki; ya Atatürk ya Abdülhamit... İkisi birden olmaz!
Enver Ayseven / CUMHURİYET

12 Şubat 2020 Çarşamba

Finans kapitalizminin yeni normalleri - Erinç Yeldan

Parasal genişleme son yıllarda büyümenin ana kaynaklarından birisi olageldi; ancak ‘ucuz para’ politikalarıyla yola devam edilmesi durumunda artık düşük gelirli ülkeler zarar görmeye başlayabilir, yatırımlar ‘aşırı riskli’ alanlara kayabilir ve tasarruf sahipleri olumsuz etkilenebilir...” Bu sözler IMF İcra Direktörü Kristalina Georgieva’ya ait. Georgieva ayrıca ekliyor: ekonomiler “ağır aksak büyüme” içinde ve ana riskler de çok düşük faiz oranlarıdüşük üretkenlik kazanımları ve düşük enflasyon olarak görülüyor.
Gerçekten de 2009’un küresel krizi sonrasında, örneğin ABD ekonomisi son elli yılın belki de en uzun süren pozitif büyüme sürecine girdi. Ne var ki, 2010’dan bu yana düzenli süreklilik gösteren pozitif büyüme oranlarının bir başka ayırt edici özelliği var: büyümenin tarihsel olarak çok düşük düzeyde seyrediyor olması!
Uzun süreli, ancak düşük tempolu büyüme St. Louis Federal Reserve araştırmacılarının da dikkatini çeken bir olgu. Aşağıdaki Şekil’de ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında geçirmiş olduğu büyüme salınımlarının süresi (aylar olarak, yatay eksen) ve elde edilen birikimli milli gelir artış (dikey eksen) düzeyleri var. Bundan evvelki dönemlerle karşılaştırıldığında ABD’nin mevcut büyüme döngüsünün uzun süreli olmasına ve tüm olumlu parasal konjonktürlere rağmen, ne kadar yavaş ve durgun olduğu hemen göze çarpıyor. 
                                Kaynak: Federal Reserve Bank of St. Louis, https://fred.stlouisfed.org
UNCTAD’ın eski direktörlerinden Yılmaz Akyüz Hoca InterPress Service sitesinde geçen hafta yayımladığı yazısında da söz konusu durağan yatırım harcamaları, durgun büyüme, derinleşen gelir eşitsizliği, düşük enflasyon ve faiz oranları ve hızla artan borçluluğun hemen tüm küresel  ekonominin ortak özelliklerini  oluşturduğunu dile getirmekteydi. “Eşitsizlik, durgunluk ve istikrarsızlık” unsurlarının, finansal kapitalizmin yeni normali olduğunu vurgulayan Yılmaz Hoca’ya göre, bu unsurlar birbirine bağlıdır ve hepsinin merkezinde de “ücretlerin baskılandırılmasına dayanan gelir eşitsizliği” yer almaktadır.
Yılmaz Hoca şiddetlenen gelir eşitsizliğini üç ana nedene bağlamakta: Birincisi, neo-liberal esnekleştirme politikaları emeğin kurumsal kazanımlarını geriletmiş, emek örgütlerini sermaye örgütleri karşısında güçsüz kılmıştır; ikinci olarak, finansallaşan kapitalizm bir yandan gelir ve servet eşitsizliğini körükler, toplam efektif talebi geriletirken, bir yandan da kıt tasarruf kaynaklarını üretken olmayan spekülatif alanlara yönlendirerek ekonomilerin potansiyel büyüme oranlarının gerilemesi neden olmuştur. Üçüncü olarak neo-liberal küreselleşmenin getirdiği dayatmalar ve Sovyet sisteminin çöküşü ile birlikte Çin ve Hindistan’da büyük miktarlarda işgücünün küresel işgücü pazarlarına katılması sonucunda ücretli emeğin konumu büyük sermaye karşısında güçsüzleşmiştir
Gerçekten de gelişmiş, gelişmekte olan bütün ekonomilerde (Çin H. C. dahil) emeğin milli gelirlerden almakta olduğu pay sürekli gerileme göstermektedir. Bu da efektif talebin düşmesiyle sonuçlanmakta; düşük enflasyon -gerileyen kâr oranları (bkz. 8 Ocak tarihli yazımız)- düşük yatırım temposu ve gerileyen üretkenlik kazanımlarıyla birlikte bir bütün olarak küresel ekonomiyi durgunluk kıskacında tutmaktadır.
Yılmaz Hoca’ya göre Keynesgil mali genişleme, para basmaya yönelik genişleyici para politikalarıyla birlikte anca günü kurtarmaya yetebilir. Ancak, toplam talebin yetersizliğini ve üretkenlikteki durgunluğun aşılmasını sağlamak için üst sınıfların vergilendirilmesiyle finanse edilecek genişleyici mali politikalar, üretici sektörlerde ve genel olarak ekonominin kontrolünde devletin daha fazla söz sahibi olması, ücret-yönlü birikim rejimine geçiş ve finans sermayesinin dizginlenmesi gereklidir.
Aklıma hep Korkut Hoca’nın o sözleri geliyor: “Aykırı düşünmeye hazır mıyız”?
Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Prof. Türkel Minibaş’ı kaybettik…/ T24 (06/ŞUBAT 2009)

Çalışkan bir akademisyen, iyi bir hoca, iyi bir yazar, iyi bir dost, iyi bir insan, güzel bir kadın… Minibaş, 56 yaşında aramızdan ayrıldı.

Çalışkan bir akademisyen, iyi bir hoca, iyi bir yazar, iyi bir dost, iyi bir insan, güzel bir kadın…İktisatçı Prof. Dr. Türkel Minibaş, tedavi gördüğü Memorial Hastanesi’nde bu sabaha karşı hayata veda etti.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisadi Gelişme ve Uluslararası İktisat Ana Bilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Türkel Minibaş 56 yaşında mide kanserine yenik düşerek hayatını kaybetti. Minibaş’ın en üretken olduğu dönemdeki kaybı, akademi, basın ve ekonomi dünyasını yasa boğdu.

Para, kalkınma, Türkiye ekonomisi, uluslararası yatırımlar, küreselleşme, yolsuzluk ekonomisi, kadın ve cinsiyetçilik içerikli yayınlanmış birçok makalesi bulunan Türkel Minibaş, öğretim üyeliğinin ve gazete yazarlığının yanı sıra birçok sivil toplum kuruluşunda kurucu ve yönetici olarak görev yaptı. Minibaş, aynı zamanda pek çok projenin ve kurumun da danışmanlığını yürütüyordu.


’Pekiyi’ dereceyle doktor

1953’de İstanbul’da doğan Türkel Minibaş ilk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. AFS bursuyla gittiği ABD’nin Los Angeles kentinde Pasific Palisades High School’dan 1971’de mezun oldu. 1975 yılında Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’ni bitirdi. 1985’te İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden İktisat Teorisi ve İktisat Tarihi Anabilim dalında “pekiyi” dereceyle doktor, 1988’de doçent, 1995’de de “Uluslararası İktisat ve İktisadi Gelişme” dalında profesör unvanı aldı.

“Az gelişmiş Ülkelerde Kalkınmanın Finansman Politikaları ve Türkiye”, “Çağ Atlatma Serüveni 1453-1980” adlı iki basılmış kitabı, “Çalışmaya Hazır İşgücü Olarak Kentli Kadın ve Değişimi” ve “Türkiye’de Yolsuzluğun Sosyo-Ekonomik Nedenleri Etkileri ve Çözüm Önerileri” başlıklı ortak çalışmaları yayımlandı. Para, kalkınma, Türkiye ekonomisi, uluslararası yatırımlar, küreselleşme, yolsuzluk ekonomisi, kadın ve cinsiyetçilik konularında yüzlerce makale kaleme aldı.

Kadın ve çocuk üzerine çalışmalar da yapan Prof. Dr. Türkel Minibaş, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat Bölümü'nde Uluslararası İktisat ve İktisadi Gelişme Anabilim dalında öğretim üyesi olarak görev yapıyordu.

Öğretim üyeliğinin yanı sıra aynı üniversitenin Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde müdür yardımcılığı ve Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi İstanbul İl Koordinatörlüğü’nü de üstlenen Minibaş, 1994’de tamamlanan Dünya Bankası’nın Çalışmaya Hazır Kentli Kadınlar Projesi’nin sürekli danışmanlığını, 2002-2004’te de İzmit-Adapazarı Bölgesinde Depremden Etkilenen Sanayi Kuruluşları ve Yolsuzluk Ekonomisinin Etkileri konulu projeleri yürüttü.

1995-1999 arasında İMKB Başkanlık Ekonomi Danışmanlığı yaptı, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ve İzmir Ticaret Odası’nın eğitim programlarına öğretim üyesi olarak katkı verdi; 2000-2003 arasında Hava Harp Okulu’nda Türkiye Ekonomisi ve Kamu Ekonomisi dersleri verdi.
1994’den beri Cumhuriyet gazetesinde pazartesi günleri “Gözucuyla” başlığı altında köşe yazdı, çok sayıda televizyon ve radyo kanalında ekonomi programı yaptı.

8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın “Küreselleşme” ve “Toplumda Kadın Katılımı Özel İhtisas Komisyonu”nda ve Vizyon 2023 çalışmalarının küreselleşme panelinde görev üstlendi.

1991’de 1. Ulusal Çocuk Kurultayı’nın düzenlenmesinde görev üstlendi, 1991-1993 arasında Yapı Kredi Çocuk Yayınları Danışmanlığı, 1993-1995 arasında T.C. Kültür Bakanlığı Yayın Komisyonu üyeliği yaptı. Umut Çocukları Derneği’nin çalışmalarına gönüllü destek verdi. Ayrıca Bilim Sanat Eserleri Meslek Sahipleri Kuruluşu’nda iki dönem Yönetim Kurulu Üyeliği ,Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkan Yardımcısı olan Prof. Dr.Türkel Minibaş, Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı Mütevelli Heyeti Üyesi, Türk Kültür Vakfı, Türkiye Avrupa Vakfı, Türk Çağ Vakfı, İstanbul Mülkiyeliler Vakfı, Sosyal Demokrasi Vakfı gibi vakıfların da kurucu üyesiydi.

Ekşi Sözlük’ten: Daima bakımlı, tatlı, iyi

Ekşi Sözlük’te Minibaş için yazılan bazı satırlar şöyle:

- Sezgileri, öngörüsü ve yorumlarıyla her zaman kendisine hayran olduğum insan. Yaşadıkları, başından geçenler ne olursa olsun bugünün kıymetini bilen, hayatı iyi tanıyan ve iyi değerlendirmeye çalışan yüreği hepimizden genç hepimizden dayanıklı ve her zaman örnek alacağım gerçek bir kadın. Öğrencilerine sağladığı destek ve yol göstericilikle sadece derslerde vs değil kültür/sanat aktivitelerinde de çok verimli ve basarılı çalışmalara ön ayak olmuş asla unutulmayacak biri.

- Vakti zamanında küreselleşme üzerine yaptığımız bir sohbete katılmış, beni kendisine fena şekilde hayran bırakmıştır. unvanına fazlasıyla yakışan iktisatçıdır. Hem fikirleri hem de kişiliği ile çok sevilen hocalardandır. Keşke tekrar sohbet edebilsek…

- İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin aklı başında birkaç öğretim görevlisinden biri. Sanırım benim de içinde bulunduğum sınıfın para teorisi dersine geliyordu. İktisatla fazla ilgilenmememe rağmen diyebilirim ki çok iyi ders yapar, teori ile pratiği birleştirme konusunda maharet sergilerdi. Sonrasında da Cihangir'de komşu olduk sayılır. Çarşıda pazarda güler yüzüyle rastlamak iyi gelir. Anıldığı gibi pek hoşsohbet, pek bakımlı bir kadındır. Soyadıyla uyumlu bir biçimde minyon tiplidir.

- Tartışma programlarını hiç kaçırmaz, çok bakımlıdır her zaman.... Kadın sorunları araştırma ve uygulama merkezi master programında medya ve cinsiyet üzerine ders verir; sözün size gelmesini sakın beklemeyin der sürekli, konuşmayı çok sever ve keyifle dinlenir, cihangirde yaşar, dünya iyisi bir kadındır...

(T24)

Prof. Yavuz Sabuncu’yu anıyoruz - T24 (12/Şubat/2009)

Anayasa Hukuku’nun önde gelen hocası Prof. Yavuz Sabuncu’yu, iki sene önce(yayımlanma tarihi-12/Şubat/2009), şubat ayında kaybettik.

Anayasa Hukuku’nun önde gelen hocası Prof. Yavuz Sabuncu’yu, tam iki sene önce, küçük bir ömüre büyük bir hayat sığdıran Prof. Türkel Minibaş gibi, şubat ayında kaybettik.

Tam iki yıl önce bugün, 12 Şubat 2007’de, henüz 59 yaşındayken yaşama veda eden Yavuz Sabuncu, 14 Şubat’ta Ankara Cebeci Mezarlığı’nda son yolculuğuna uğurlandı.

Yavuz Sabuncu’nun öğrencilerinden Doğan Akın’ın 18 Şubat 2007’de Milliyet’te çıkan yazısını tekrar yayımlıyoruz: 

Tuğrul Eryılmaz: Akademia’nın onurlarındandı

Enis Rıza: Prusyalı bir prens

***
Cebeci'nin yanı başındaki Kurtuluş Parkı'nda sapsarı kesilmiş bir sonbahar. Biraz heyecan, biraz merak, biraz gurur ama biraz da korkuyla ilk ders için Cebeci'deki Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne doğru yürüyoruz.

Daha dumanı tüten 12 Eylül 1980 darbesinin Mülkiye'yi kasıp kavurduğu 1983 yılındayız. Aylardan ekim.

Kapıda dekan, yardımcıları ve polisler var. Mülkiye'de, sonradan alışacağımız bu "12 Eylül karması"yla ilk karşılaşmamız. Fakülte yönetiminin gözetiminde üzerimiz aranırken soran gözlerle birbirimize bakıyoruz: "Mülkiye sahiden burası mı?"

Giriş kapısının hemen yanından "İktisat", "Kamu Yönetimi", "Maliye", "Uluslararası İlişkiler", "Çalışma Ekonomisi" ve "İşletme" bölümlerinin ilk iki yıl birlikte ders aldıkları Büyük Amfi'ye (Prof. Aziz Köklü Dersliği) geçiyoruz.

İlk hayal kırıklığını unutturacak ders ile hocası bir süre sonra ortaya çıkacak ve öğrencileri, hâlâ dünyayı değiştirebilecek hayaller kurabilecekleri okulun orası olduğuna ikna edecektir.

Ders, Anayasa Hukuku'na Giriş'tir.

Hoca da, Yavuz Sabuncu.

Sert mizacını tamamlayan madeni sesiyle Sabuncu'nun dersleri başladıktan sonra anlaşılır ki, evet, orası Mülkiye'dir.

Büyük Amfi'ye gelir, kol saatini çıkarıp kürsüye bırakır, azarlayan bakışlarla ama hınzırca bir sabırla gürültünün sona ermesini bekler. Ardından mikrofonu eline aldığında ders Anayasa Hukuku ile başlamaz: "Siz susana kadarki bölümü anlatmış sayıyorum!"

Derse biraz ortadan girse de, Büyük Amfi bir kez daha eşsiz bir hukuk ve siyaset bilimi söylevine sahne olacaktır.

Öğrencilerin arandığı kapının yanı başında ders verdiği amfiyi "doğrudan demokrasi" arenasına çeviren Sabuncu, bunu hiçbir şeyden çekinmeden yapar. Vakur ama gösteri ve gösterişe tenezzül etmeden yapar.

Kapıda didik didik aranan (önce Türkiye) öğrenciler, birazdan onun dersinde (sonra Mülkiye) bambaşka bir ülkenin çocukları olurlar!

’Kurtulma’nın yakışan sıkıntısı

Yavuz Sabuncu 24 Eylül 1948'de İstanbul'da doğar. Sultanahmet İlkokulu ve İstanbul Erkek Lisesi'nden sonra Mülkiye'yi kazanınca Ankara'yı da Mülkiye'yi de bir daha bırakmaz.

Mülkiye'de tamamladığı doktora tezi, "Sosyalist Ülkelerde Yönetime Katılma-Doğu Almanya Örneği" adıyla basılır.

Mülkiye'nin en şöhretli bölümünde, efsanevi Anayasa Hukuku kürsüsünde Prof. Dr. Bahri Savcı ve Prof. Dr. Mümtaz Soysal'ın yanında "asistan" olur.

Kendisini genç yaşta alanında "otorite" haline getiren çalışmalarından bazıları "Türk Anayasa Sistemi", "Seçimden Koalisyona Siyasal Karar Alma" ve "Anayasa Hukuku" adlarıyla yayımlanır.

Hocaları "sakıncalı" bulunarak 12 Eylül rejimince art arda okuldan uzaklaştırılırken Sabuncu henüz "asistan" olduğu bu dönemde o dalgadan kurtulur.

Bir yandan "kurtulmuş" olmanın kendisine çok yakışan "sıkıntısını" yaşar, diğer yandan hocaları savrulan Mülkiye'de büyük bir yük üstlenir. Bu arada meslektaşlarını 12 Eylül'e karşı giriştikleri hukuk mücadelelerinde asla yalnız bırakmaz.

Büyük Amfi, Mülkiye'ye paraşütle indirilen özel görevli bazı asistanlara karşı yetebildiği bütün dersleri üstlenen Sabuncu'nun bu dönemdeki dersleriyle "kurtarılmış bölge"dir. Öğrencilerinin kafasındaki ezberleri 1980'lerin başından itibaren birer birer gerçeklerle değiştirmeye koyulur.

Çıkarsız, cesur ve gösterişsiz

Sigara dudağında kül olur, elinden düşmeyen makasıyla önündeki kâğıtları doğrarken öğrencilerini dinler, kaleme aldıkları heveskâr makaleler üzerine kafa yorar.

Dostu Tuğrul Eryılmaz'ın ifadesiyle mizahı "hınzır", aşağılaması "sevecen"dir. Meselelere tam tersinden de bakmanın hakkını veren zekâsının keskinliğini, cesaretinin gösterişsizliğini, tavırlarının çıkarsızlığını da ekleyin.

"Anayasa Hukukuna Giriş", "Çağdaş Devlet Düzenleri", "Seçim Sistemleri", "Siyaset Bilimine Giriş", "Türk Anayasa Sistemi" ve daha nicesi... Derslerde "didaktik" değil "entelektüel" tavrıyla öne çıkan ve kelimenin tam anlamıyla "karizmatik" bir hocadan söz ediyoruz.

Onun dersinde Mülkiye, ta kendisi oluverir!

Profesör Yavuz Sabuncu'yu 12 Şubat Pazartesi günü kaybettik.
Haber metinlerindeki klişelere inanıp o çok yavuz hocanın "kansere yenildi"ğine inanabilir misiniz?

Biz iki cihanda da tanığız, o en habis rejimlere bile yenilmedi!

Mülkiye'nin en "soğukkanlı delikanlı”sına selam olsun!

(T24)

11 Şubat 2020 Salı

Antik Kent’te ÇED oyunu - BURCU CANSU

Antalya Termessos Antik Kent'e üç buçuk kilometre mesafede bulunan ve faaliyet süresi dolan maden ocağına “ÇED gerekli değildir” raporu verildi ve bu yolla işletme süresi uzatıldı.


Türkiye’nin en iyi korunmuş antik şehirlerinden Termessos’a üç buçuk kilometre mesafede bulunan ve faaliyet süresi dolan maden ocağına “ÇED gerekli değildir” raporu verildiği ortaya çıktı.

Termessos Madencilik Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi tarafından 10 yıldır işletilen kalker ocağı, kırma eleme tesisinde kapasite artışı ve yer değişikliği için onay verildi. Antalya’nın Döşemealtı ilçesinde Kovanlık Mahallesi mevkiindeki ormanlık alanda maden faaliyetini 11 yıl daha yapmasının önü açıldı.

Proje tanıtım dosyasına göre, faaliyet alanında üretim kapasitesi 49 bin 920 tondan, 350 bin tona çıkarıldı. 100 hektarlık ruhsat sahasının “ÇED gereklidir” raporuna ihtiyaç duyulmaması için yasal sınır olan 25 hektarın altında belirlenmesi dikkati çekti. Şirket, 24,31 hektarlık alanda malzeme çıkaracağını bildirdi. Açık işletme yöntemi ile işletilecek projenin maliyeti 900 bin TL olarak belirlendi.

YILDA 192 PATLATMA
Antalya’nın merkez ilçesi Döşemealtı’na uzaklığı yaklaşık 42,5 km, en yakın yerleşim yeri olan Dağbeli Mahallesi’ndeki konuta uzaklığı kuş uçumu 2 bin 560 metre olan alanda ayda 16 defa, yılda 192 defa patlatma yapılacak.
Proje dosyasına göre, sahanın tamamı ve çevresi orman. Bölgede kızılçam türlerinin bulunduğu tespit edilirken, Akdeniz Kızılçam ormanlarının yaygın bir şekilde bulunduğu bölge olduğu da dosyaya yansıdı.

KESİLECEK AĞAÇ SAYISI BELİRSİZ
İşletme aşamasında ve orman projelerine bağlı olarak orman izinleri alınırken Antalya Orman Bölge Müdürlüğü ile birlikte yapılan çalışmalarda kesilecek ağaç miktarı belirlenecek. Kaç ağacın kesileceği belirtilmezken ağaçların kesimleri Antalya Orman Bölge Müdürlüğü’nün kontrolünde yapılacağı kaydedildi.

YERALTI SUYU TEHLİKEDE
Daha önce bölge halkının suyunun çamurlu ve az akmasına sebep olduğu için tepki gösterdiği proje, yeraltı suları için tehdit oluşturmaya devam edeceği görüldü. Proje tanıtım dosyasına göre, alan yeraltı sularının tam üzerinde yer alıyor.
Ayrıca maden sahası Yaban Hayatı Geliştirme sahasına olan mesafesinin 3 bin 720 metre olduğu görüldü.

Burcu Cansu / BİRGÜN

Siyasi seçenek olabilmek - OĞUZ OYAN

İktidar içte ve dışta zor günlerden geçiyor. Bu zorlukların önemli bölümü bizzat iktidarın ve liderinin kendi yanlış politikalarının/ideolojik saplantılarının sonucu

Bununla birlikte iktidar bunlardan ders çıkarmakla uğraşmıyor. Daha önce hep yaptığı gibi, bazen bir geri iki ileri, bazen -daha da sıkışmışsa- iki geri bir ileri adımlarla hedefine doğru mehter takımı yürüyüşünü sürdürmeye odaklanıyor. 

Geri adımlarını asla siyasi karşıtlarıyla veya Cumhuriyet'in kurucu ilkeleriyle bir uzlaşmaya veya ana hedefinden uzaklaşmaya dönüştürmüyor.

2018 ortasındaki döviz krizinde olduğu gibi, faiz inadından büyük geri adımlar atmayı (yani hem ekonominin gerçeklerine hem uluslararası finans kapitale boyun eğmeyi) içine sindiriyor; ama faizleri enflasyonun tek nedeni görerek hızla düşürme saplantısından vazgeçmiyor. 

Bunun için 2019'da TCMB'nin kısmi karar bağımsızlığının son tortularını dahi askıya almaktan çekinmiyor. Eskiden bir yasanın geçmesinde sorunlar olduğunda bunu dinlendirip tekrar getirmek veya torba kanunlar içine yedirmek gibi yöntemleri kullanırdı. Şimdi artık CBK'larla çok daha geniş bir hareket alanı elde etmiş durumda. Gene de torba kanunlarla veya gece yarısı önergeleriyle, yasal düzenlemelerin gerçek mahiyetini gizleme uygulamaları rafa kaldırılmış değil. Çünkü çok işlevsel; çünkü muhalefetin gecikmiş tepkilerini karşılamak ve yönetmek, sıcak tepkilerini yanıtlamaktan daha kolay. 

AKP'nin iktidar süreci yalnızca sürekli yenilenen iç koalisyonlar, bunlarla kurulan iktidarı paylaşma / iktidardan tasfiye / çatışma ilişkilerinden ibaret değil. AKP ve RTE, kendileri için "her şer'den bir hayır çıkarma"yı düstur eylemiş durumdalar. Bu nedenle, en zor durumlarda (örneğin 17-25 Aralık 2013 sürecinde) bile bir karşı saldırı zemini oluşturulmaya girişiliyor; bakanların istifa ettirilmesi bile bir geri çekilmeden farklı bir şey gibi sunulmaya çalışılıyor. Her türlü toplumsal denetimin dışında kalmayı garanti ederek toplumun en azından yarısının kendisine biat edeceğinin hesabı yapılıyor. Bunun için, Demirel'in ünlü deyişini yani "taraftarlarının ağzına laf vermeyi" de hiç ihmal etmiyorlar. 

Dolayısıyla, iktidar kanadı iç ve dış zorluklardan sürekli olarak kendi iktidarı lehine sonuçlar çıkarmaya çalışmaktan geri durmuyor. Dış sıkışmışlıkları, milliyetçi hezeyanlara dönüştürerek içerde siyasi hasımlarının eleştirilerini geçici olarak sönümlendirmenin veya dahası onlara yüklenmenin fırsatı olarak kullanmaktan çekinmiyor.

Fakat şimdilerde işleri o kadar da yolunda gitmiyor. Anketlerin gösterdiği gibi iç desteği her alanda zayıflıyor. En az destek gördüğü alan da Suriye politikası... Dün itibariyle "beş askerin daha şehit olduğu" haberi gelince, mevcut iktidar aklının gerginliği tırmandırmadan başka bir seçeneğe meyletmesi zor görünüyor. 

Daha önce söylenmişti: Suriye'ye girmekten daha zor olanı, Suriye'den çıkmaktır. "Onurlu bir çıkış" olanağının da artık giderek yitirilmekte olduğu bir yeni dönüm noktasına giriliyor olabilir.

ŞİMDİ SEÇENEK OLUŞTURMANIN TAM ZAMANI
İktidarın toplumsal desteğinin zayıfladığı bir ortamda anamuhalefete düşen şey, yeni bir siyasi seçenek oluşturabilmektir. Bunun temel ekseni de, topluma iktidarınınkinden farklı bir toplum projesi sunabilmekten ve bunu halka maledebilmekten geçiyor. Bunun için 2014 öncesine dönüş gibi kolaycı ve kestirme çözümler bulunmuyor.

İktidarın toplum projesi iki bölümlü: Cumhuriyet'ten arta kalanları tamamen tasfiye etme ve kendi rejimini kurma. Bunları kâh açık kâh örtük biçimlerde topluma sunuyor. Farklı toplum kesimlerine de farklı siyaset dilleriyle hitap edebiliyor. Tamamen dışladığı "karşı mahalledeki" seçmenleri (bir yerel seçimi alma gibi fırsatçılıklar dışında) zaten genellikle umursamıyor. Her durumda, sınırları/ hedefleri belli bir programı topluma sunma ve tartıştırma ekseni üzerinden ilerlemiyor. 
İslamcı otokratik rejimini, inşa sürecini göstere göstere uyguluyor; hiçbir adımı için hesap vermeye yanaşmıyor, bu adımlar kendi Anayasasına bile aykırılıklar içerse dahi... Laikliği ayaklar altına bu yöntemle alıyor örneğin. Meclis içi muhalefetin tümünün laiklik üzerinden bir tartışmayı göğüsleyemeyerek edilgen bir konuma çekileceğini öngörüp fırsata da çevirerek.

              ***

Anamuhalefet partisi bugünlerde kongrelerini yapıyor ve önümüzdeki ay toplanacak kurultayına hazırlanıyor. Bu hazırlık, CHP'nin kendi iç demokratik tartışma ve yarışma sürecinin önemli ölçüde budanması üzerinden gerçekleşiyor. 

Genel merkezin istemleri doğrultusunda büyük illerde (hatta büyük ilçelerde) tek adaylı il (ilçe) seçimlerine gidiliyor. Buna tepkiler de oluşuyor. Örneğin İzmir'de seçilen il başkanı kullanılan oyların yarısını bile alamadan seçiliyor! Başka deyişle, geçersiz oylar birer tepki oyuna dönüşüyor. Gerçi çok adaylı kongreler yapılıyor olsaydı dahi buralarda CHP'nin iktidara yürüyüş projelerinin tartışıldığı ve yarıştığı bir havanın oluşması beklenemezdi. 

Bu gelenekler 1980 öncelerinde kaldı. Aynı durumun 28-29 Mart'ta yapılacak Kurultay açısından da geçerli olacağı söylenebilir. Gerçi, seçilme olasılığı olmasa da, Kurultay'da adaylık sürecini tamamlayabilen bir partilinin hiç olmazsa böyle bir tartışma başlatması olasılığı sıfır değildir. Ama bu tartışmanın -en azından bu Kurultay'da- bir yere varması beklenemez.

Bununla birlikte, CHP içinde "iktidara yürüyüş" stratejileri bakımından olsun, iktidara gelinirse hangi siyaset çizgisinin izleneceği bakımından olsun, iki ayrı yaklaşım olduğu söylenebilir. 

Bunlardan birincisi CHP Genel Başkanı üzerinden yürütülen stratejidir ki uzunca bir süredir uygulandığı için ve kenarından köşesinden bazı öğeleri alenen dillendirildiği için esas olarak bilinmektedir. Dinci iktidarın seçmen kitlesine ters gelmeyecek, toplumdaki genel kabullere ters düşmeyecek, "cennette ev vaadi" gibi endüljans ve din ticareti saçmalıkları dışında eğitimin ve devletin dincileştirilmesi topuna girmeyecek (5 temel sorundan biri "eğitim" olarak görülürken, anti-laik eğitime dolaylı bir ima yapıldığıyla avunabilirsiniz, ancak TÜSİAD bile bu konuda daha açık görünüyor), egemen ekonomik sistemi ve sermaye çevrelerini karşısına almayacak, dış politikada köşeli görünmekten kaçınıp güvenilir siyasi alternatif imgesi verecek bir uzlaşmacı orta yol tutturulmasıdır. Burada AKP artığı siyasi oluşumlarla yakın ilişkiden, sağ siyasetçilere önemli temsil görevleri verilmesi de vardır. İstanbul ve Ankara seçimlerinin kazanılması, bu politikanın doğrulanması olarak sunulabilir veya öyle düşünülmesi sağlanabilir, ama gerçek tam da böyle değildir.

Parti tabanında ve küçük temsiliyetlerle Parti Meclisi ve Meclis Grubunda, eski parti yöneticilerinde tam da böyle düşünmeyen, laiklik konusunda olsun, iktidarın dinci bir rejim inşası projesine veya otokratik eğilimlerine karşı çıkış konusunda olsun, neoliberal ekonomik politikalara seçenek oluşturma konusunda olsun iktidara tam cepheden ve çok daha sol bir perspektiften muhalefet edilmesi ve alternatifin bunun üzerinden oluşturulmasını düşünenler bulunmaktadır. 

Ancak bu yaklaşımın CHP'nin hâkim güncel yaklaşımı olmasının bugün için koşulları bulunmamaktadır.

Önümüzdeki haftalarda belki bu konuya yeniden dönme fırsatı bulabiliriz.

Oğuz Oyan / SOL