8 Mart 2020 Pazar

8 Mart tarihi: Sosyalist mücadelenin günü - EREN KARACA

'Bugün dünyanın emekçi kadınlarının sömürüye ve eşitsizliğe karşı örgütlenerek yeni bir dünya hayal edebilmesi için herhangi bir efsaneye ihtiyaçları yok. Kapitalizmin tarihinde biriktirdiği gerçek trajedilerin ve yeni yazılanların son bulması için, 1900’lerin başlarında tüm bunlara karşı ortaya çıkan sosyalist iradenin bugüne de aktardığı potansiyel güce ihtiyacımız var. Yani emekçi kadınlar, 8 Mart’larda gerçek olmayan trajik bir hikaye için değil, gerçek bir iradeyle, başka bir düzene doğru somut adımlar atanların izinden daha güçlü bir şekilde gideceklerini göstermek ve bu düzeni değiştirmek için seslerini yükseltmeli.'


“8 Mart’ın tarihçesi” üzerine yazılacak bir yazının, öncelikle şimdiye kadar anlatılan bir miti düzeltmekle başlaması gerekiyor. “Mit” olduğu kanıtlanan hikâyeyi ve gerçek olmadığına dair verileri birazdan açacağız. Ancak hikâyenin gerçek olmadığını yazmakla kalmanın aslında bugüne anlamlı bir katkısı olmayabilir. Çünkü masaya yatıracağımız anlatı, gerçek olamayacak ya da gerçek olsa sahiplenmeyeceğimiz bir hikaye değil. Esas olarak sorgulanması gereken, 8 Mart’ı uluslararası bir emekçi kadınlar günü yapacak olan zeminin, bu zamana kadar neden gerçek olmayan bir hikâyeye dayandırıldığı olmalı. Gerçek 8 Mart tarihi ise, bugünkü düzenin artık 8 Mart’ları en kısa ve ironik anlatımla “kadınlar çiçektir” günü olarak yansıtabilme cüretinin altını tamamen boşaltacak kadar güçlü.

1857 MİTİ
Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün neden ve nasıl 8 Mart’a tarihlendiği konusunda yazılıp çizilen Türkçe ve yabancı metinlerin birçoğu hala bir mite dayanıyor. Hepimizin karşısına bir yerlerde mutlaka çıkmış olan anlatı şöyle: 8 Mart 1857 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin New York kentindeki bir tekstil fabrikasında direnişe başlayan çoğu kadın (ya da bazı kaynaklarda hepsi kadın) 40 bin işçi, polisin saldırısı sonucu fabrikada kilitli kalıyor. O sırada fabrikada çıkan bir yangında dışarı çıkamayan 120 işçi (bazı kaynaklarda 129 işçi) o gün can veriyor. Yazıların birçoğu, bu işçileri polisin dışarı çıkarmadığını da yazıyor. Hatta bazı hikayeler, yanan fabrikanın yakınlarında mimoza ağaçları çok olduğu için, mimozaların 8 Mart’ın simgesi olduğunu iddia ediyor. (Fusillo, 2017)
1857 hikayesinin daha erken tarihli versiyonlarının bazılarında bir yangından da bahsedilmiyor. Yangının ve ölümlerin eklenmediği hikayeler 1857 yılında tekstil işçisi kadınlara dair bir direniş öyküsü anlatıyor. Bazı kaynaklar 8 Mart tarihini, New York'ta gerçekleşen tekstil işçilerinin sendika gösterisinin polis şiddeti ile karşılaşmasına ya da New York, Chicago, Boston'da meydana gelen grev veya kazalara dayandırıyor.

Her yıl tekrar tekrar önümüze çıkan bu 1857 hikayelerinin bir mit olduğunu, yazılan olayların herhangi bir versiyonunun aslında hiçbir tarihi belgede bulunmamasından anlıyoruz. İki Fransız yazarın 1982’de yayımladıkları kısa bir yazı, hikâyenin birdenbire nereden çıktığına dair belgeleri önümüze sunuyor. Kandel ve Picq’in (1982) makalesine göre, bu mitin farklı ve giderek çeşitlenen versiyonlarının öncüsü olacak hikâye, ilk kez 1955 yılında Fransız L’Humanite gazetesinde görülüyor.

Liliane Kandel and Françoise Picq’in “Uluslararası Kadınlar Günü’nün kökenine dair mitler” başlıklı yazıları, Fransız dergi La Revue d'en face’ta yayımlanmış. Yazarların aktardığına göre, 1857 efsanesinin ilk kez 5 Mart 1955 tarihli L’Humanite gazetesinde yayımlanan şekli şöyle:
“(Uluslararası Kadınlar Günü) New Yorklu tekstil işçilerinin 1857’nin 8 Mart’ında, kötü çalışma koşullarının ve 10 saatlik iş gününün kalkması ve kadınlar için eşit işin kabul edilmesi için yaptıkları eylemin devamıdır. Bu eylem büyük ses getirmiş ve New Yorklu kadınlar tarafından 1909’da yeniden başlatılmıştır. 1910’da [...] C.Zetkin, 8 Mart’ın uluslararası Kadınlar Günü olarak belirlenmesini önermiştir.”
Bundan yalnızca birkaç gün sonra, 13 Mart 1955’te çıkan bir yazıda ise hikâye, efsaneleşmeye uygun bir dille aktarılmış: “1857 yılında New York’ta tekstil işçileri vardı. Berbat koşullar altında, günde 10 saat, açlık sınırındaki ücretlere çalışıyorlardı. Öfkelerinden, yoksulluklarından bir direniş doğdu.” 

Aynı gazetenin daha sonraki 8 Mart yazılarında ise New Yorklu kadın tekstil işçilerinin 1857’deki hikayesinin dallanıp budaklandığı görülüyor. Fransa’daki kadın hareketlerinin önemli dergileri hikayeyi sahiplenmekle kalmayıp, her geçen yıl hikayeye mutlaka birkaç detay daha ekleyerek trajik bir mit yaratıyorlar. Kandel ve Picq’in kendi anlatımlarıyla, “hiç kimse hikâyenin doğruluğundan kuşku duymuyor, herkes hikayeyi biraz daha ayrıntılandırmak, daha iyi anlatmak ve açıklamakla uğraşıyordu.”

Buraya elzem bir not düşelim. Böylesi bir hikâye, doğruluğundan kuşku duymamızı gerektiren öğeler mi barındırıyor? Hayır. Hikâyenin zamanı tam da, Marx’ın deyimiyle, sermayenin “her gözenekten kir ve kan damlatarak” büyüdüğü zamanlar. Örneğin, 1911’de New York’ta 123’ü kadın 146 tekstil işçisi, çalıştıkları fabrikanın yanması sonucu can vermişti. New York tarihinin bu en kanlı iş cinayeti, kentin göbeğinde Manhattan’daki Triangle Gömlek Fabrikası’nda meydana gelmiş, çoğunluğu 14-23 yaş aralığında olan 123 kadın işçinin sonu olmuştu. 1857 efsanesinin muhtemel ilham kaynağı gibi görünen 1911’deki fabrika yangınının, kârdan başka bir şey düşünmeyen sermayenin ne ilk ne de son katliamı olduğunu herkes biliyor.

Bu gerçeklerden yola çıkarsak, 1950’lerin ortasında hiç de efsane gibi duyulmayan bir olayın gerçekliğinin sorgulanmaması pek de şaşırtıcı gelmeyebilir. Hikayeyi ilk çıkaranların niyetlerinin sorgulanabilirliği baki kalsa da, daha sonra bu kadar sahiplenilişi, işçi sınıfı tarihi bu “kir ve kan damlayan” trajedilerle doluyken, kötü niyetli olmaya çalışmazsak, bir ölçüde anlaşılır olabilir. Ancak, hikâyenin herhangi bir kaynağa dayanmadan giderek genişlemesi ve 50 yılı aşkın bir süredir 8 Mart tarihi anlatılarının en başına oturmasıyla gerçek tarihi arka planda bırakması, artık düzenin kötü niyetini ifşa edecek düzeyde.

Dolayısıyla bugün, 1857’nin bir mit olduğunu söylediğimiz anda bizi esas ilgilendiren şey, bu mitin neden hâlâ tekrar ediyor oluşudur. Mitin doğduğu dönemde hangi niyetlerle ortaya atıldığını incelemek daha geniş bir araştırma yapmayı gerektirebilir dedik, ancak bu inceleme ne olursa olsun bugün soracağımız soruyu değiştirmiyor. Bu hikâyenin hala gerçek tarihsel referanslardan daha fazla sahipleniliyor olması kabul edilemez bir hal almış durumda.

Miti ortaya çıkaran yazılarında iki Fransız yazar, aynı meseleye dair haklı bir soru soruyorlar: “1955 yılında, Uluslararası Kadınlar Günü’nü Sovyet tarihinden ayırarak Bolşevizmden daha eski ve daha uluslararası bir köken, bir kongre kararından veya partili kadınların inisiyatifinden daha spontan bir geçmiş tarif etmek daha yararlı mı görünüyordu?”

1857 olayının hemen arkasına verilen diğer referanslar gerçeklerden, yani 8 Mart gününe 1900’lerin başında sosyalist ve komünist hareketlerin vurduğu damgadan söz eder. Son zamanlarda bile, göründüğü kadarıyla “isteğe göre” kaynak gösterilen Avrupa sosyalistlerinin 1910 kararı ve Rusya’da 1917’de Şubat Devrimi’ne giden yolu hızlandıran 8 Mart eylemi, iki dünya savaşı arasında Batı dünyasının pek hatırına bile gelmemiş.

Bugün 1857 efsanesinin bu denli “kolay” sahiplenilmesi dikkat çekici. Kandel ve Picq’in bundan neredeyse 40 yıl önce öne sürdüğü gibi, 8 Mart’ı Sovyet tarihinden ayırma ve örgütlü bir kararın sonucu olarak göstermeme çabası yadsınamayacak kadar aşikâr. Böyle bir kolaycılığın, rahatlığın, bilinçli veya bilinçsiz her türlü çarpıtmanın artık yalnızca düzenin işine yaradığını çekincesiz söyleyebiliriz.
O halde, 8 Mart’ı artık yalnızca gerçek tarihi ile sahiplenmek ve kadın mücadelesini bu tarihin mirasıyla ilerletmemiz gerekiyor. Kapitalist düzenin tüm barbarlığına rağmen düzen değişikliği için uluslararası alanda mücadele eden sosyalistlerin bize bıraktığı miras, 8 Mart’ı bir efsaneye değil gerçek bir iradeye dayandırmanın gerekliliğini gösteriyor. 

SOSYALİST KADINLAR HAREKETİ
Birçok kaynak ilk kadınlar gününün, 1909 Şubat’ının son Pazar günü Amerika Birleşik Devletleri’nde kutlandığını söylüyor. Çok kısa süre sonra uluslararası bir güne dönüşecek olan kadınlar günü ilk kez ulusal ölçekte kutlanıyor. 1908'de ABD sosyalistlerinin partisi içerisinde yeni kurulan Ulusal Kadın Komitesi, her yılın bir gününü kadınların oy hakkı mücadelesi için bir kampanya günü olarak belirlemeye çağırıyor. Bu çağrının ardından, ertesi yıl Amerika Sosyalist Partisi'nin düzenlediği "Ulusal Kadın Günü" ile, kadın hakları mücadelesini simgeleyen bir günün resmi adımı atıldı.

Efsaneyi devam ettirmek isteyen, ancak 8 Mart’ı sosyalist hareketin görünür iradesinin dışına da çıkaramayan birçok hikaye, Amerika’daki bu 1909 Şubat gününün, 1857’de ölenleri anmak üzere yapıldığını öne sürüyor. Hatta bir kısmı, sosyalist partinin belirlediği bugünü 8 Mart’a tarihlemekte bir sakınca görmemiş gibi. Ancak sosyalist partinin de kaynakları arasında böyle bir tarih yok; Amerikalı sosyalistler kadınlar gününü Şubat ayının son Pazar gününe tarihlemiş.
1900’lerin başında en yakıcı gündemleri oy hakkı olan kadın hareketlerine omuz veren Amerika Sosyalist Partisi, kendi gazetesinde Kadınlar Günü’ne yapılan çağrının o zamanki anlamını şöyle ifade etmiş:
“Sosyalist Parti, işçi sınıfı için siyasi güç elde etmek amacıyla örgütlenmiştir ve şu anda bu sonucu elde etmeye çalıştığımız yöntem oy pusulasındadır. 
Biz kadınlara oy pusulası verilmemektedir. O halde, kadınlar olarak biz, ekonomik güvence ve özgürlük elde etme çabalarımızda daha sağlam ilerleyebilmek için oy pusulası istiyoruz.” (Beaton, 1986)

Bu tarihe gelene kadar, dünyada kadın hakları mücadelesinin elbette sürekli büyüyen ve gelişen bir birikimi mevcut. Amerikalı sosyalistlerin oy hakkı mücadelesini yükselttikleri tarihlerde, Avrupa’daki işçi kadınların mücadelesi tarihte büyük izler bıraktı. 8 Mart’ın tarihinin, kadınların sosyalist mücadelesinin tarihinin ta kendisi olduğunu söylemek en doğru tanım olur. ABD’li sosyalistlerin ulusal kadınlar günü çağrısı, uluslararası bir çağrıya Avrupa sosyalistlerinin mücadelesi ile dönüştü. İkinci uluslararası konferansta adı konulacak olan dünya kadınlar gününe giden süreç, Avrupa sosyalist kadınlarının inisiyatifi ile toplanan 1907 konferansında zeminini buldu.

1907’de Stuttgart’ta toplanan Birinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı, Alman sosyalistlerinin inisiyatifinde bir araya gelmişti. Rus Komünist Aleksandra Kollontay’ın birinci konferansa dair aktardıklarına göre, o yıllarda İngiltere en fazla örgütlü kadın işçiye sahip olan ülkeydi. 150 bin işçi sendika üyesi olarak, 30 bin işçi ise işçi partilerinde siyasi olarak örgütlüydü ve kadın işçiler de Sosyal-Demokratik Federasyonun üyesiydi. Avusturya'da sendikaya örgütlü 42 bin kadın vardı. Almanya'da sendika üyesi olan kadınların sayısı ise 120 bindi. Tüm polis baskısına rağmen, 10 bin 500 kadın işçi Sosyal Demokrat Parti'ye katılmıştı ve kadın işçilerin dergisi olan Die Gleichheit (Eşitlik) 70 bin kadar kopya dağıtıyordu. Finlandiya'da Sosyal-Demokrat hareket içerisinde 18 bin 600 kadın vardı. Belçika'da 14 bin, Macaristan'da 15 bin kadın işçi sendika üyesiydi. (Kollontay, 1984) 

ABD’de ise bu yıllara kadar, kadınların oy hakkı talebiyle kitlesel grevler ve gösteriler düzenlendi. ABD sosyalistleri, oy hakkı mücadelesi ile birlikte kadın yurttaşları sosyalizm mücadelesine de örgütlemek için uğraşıyorlardı. Stuttgart’ta düzenlenen ilk Sosyalist Kadınlar Konferansı’na gönderilen raporlardan biri, Chicago’daki Socialist Women (Sosyalist Kadınlar) dergisi editörü Josephine Conger-Kaneko tarafından gönderilmişti. Avrupa’nın işçi kadın hareketini selamlayan rapor, sosyalist kadın hareketlerinin ABD’deki durumu ve uluslararası dayanışmayı gösterir nitelikteydi.

“Birleşik Devletler'de henüz, Almanya ve diğer ülkelerdeki kadın yoldaşların ulaştığı kadar ne kendi bilincimize ne de faaliyetlerimizin gerekliliğine ulaşabildik. Fakat bu ülkedeki kadınlarımız huzursuzlanmaya başlıyor ve çok yakında sosyalist hareketimizde kendilerini hissettireceklerinden eminiz.” (Birinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı Raporları, 1907)

Aradan üç yıl geçtikten sonra, yani 1910 yılında ise büyüyen işçi sınıfı hareketinin bir sonucu ve gerekliliği olarak İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı bu kez Kopenhag’da, İkinci Enternasyonel’in Sekizinci Uluslararası Kongresi’nden bir ay önce toplandı. Bu ikinci konferansa Rusya delegesi olarak katılan Kollontay’ın Kopenhag konferansına dair verdiği bilgiler, sosyalist kadın hareketinin epey hızlı güçlendiğini gösteriyor. Stuttgart’ta delege sayısı 52 olan konferans, 3 yıl sonra 17 ülkeden toplan 100 delegeyle toplanıyor. Kollontay, Kopenhag sonrası şunları kaydediyor:

“Üç yıl geçti. Bu kısa zaman içerisinde kadınların proleter hareketi, yalnızca sayıları arttırmayı değil, sınıf mücadelesi sürecinde yadsınamayacak olan bir toplumsal güç olmayı da başardı. Kadın işçilerin örgütlenmesi konusunda Almanya dikkat çekici bir hızla ilerledi: 1907’deki Stuttgart konferansında sunulan verilere göre Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) yalnızca 10 bin kadar kadın üyeye sahipti. 1910 itibariyle 82 binden fazla üyesi var ve kadın işçilerin sosyalist gazetesi Die Gleichheit 80 bin basıyor. Benzer büyüklükte adımlar Avusturya’nın emekçi kadınlarının örgütlenmesi konusunda da atıldı: 1909’da 7 bin kadın üyesi olan partinin 1910’da 14 bin üyesi oldu. Sendika hareketi içerisinde 44 bin kadın üye var ve işçi kadınların gazetesi 20 bin basıyor. Nüfusu daha az olan Finlandiya da geride kalmadı. Burada kadınlar, 16 binden fazla bir sayıyla birlikte işçi partisi üyeliklerinin yüzde 31’ini oluşturuyor. İngiltere 200 binden fazla kadın sendika üyesi ile gurur duyabilir. Her yerde, Danimarka’da, İsveç’te, Norveç’te, İsviçre’de, Hollanda’da, İtalya’da, Birleşik Devletler’de, işçi sınıfı kadınları uyanıyor, kadınların sosyalist hareketini kurmaya başlıyor ve Alman sosyalist kadınlarının büyük çabalar ile belirledikleri yolda ilerliyorlar.” (Kollontay, 1982)

ULUSLARARASI KADINLAR GÜNÜ ÖNERİSİ VE 8 MART
Amerikan sosyalistlerinin kadınlar günü çağrısının uluslararası alanda ilk kez yankılanmasını bu konferansta görüyoruz. 1910 Konferansı’nda Alman sosyalist Luise Zietz uluslararası bir kadın günü çağrısını konferansta dillendirdi. SPD’nin kadın öncülerinden olan Zietz’in kadın günü önerisi, konferansın başkanlığını yapan Clara Zetkin’in de desteğiyle kabul edildi. Konferansta alınan bu kararda henüz bir tarih belirlenmediğini not etmemiz gerekiyor. Ancak, bu tarihten itibaren sosyalist kadın hareketini birleştirecek, güçlendirecek ve kadın hakları mücadelesini ileriye taşıyacak, uluslararası bir kadınlar gününün belirlenmesi sosyalistlerin ortak kararıyla kayıt altına alınıyor. Bu karar, ayrıca “kadınlar için oy hakkı sosyalizm mücadelesinde gücümüzü birleştirecek” sloganıyla birlikte uluslararası mücadeleye giriyor. (soL, 2019)

Konferanstan birkaç gün sonra, konferansta alınan karar enternasyonel sosyalizmin yayın organı olarak tanıdığı Die Gleichheit’a şu satırlarla aktarılıyor:

"Tüm ülkelerin Sosyalist kadınları, kendi ülkelerinin proletaryasının sınıf bilincine sahip olan siyasi ve sendika örgütleriyle uyum içerisinde, nihai hedefi kadınların oy hakkını elde etmesi olan bir kadınlar gününü her yıl düzenlemeye karar vermiştir. Sosyalist ilkelere göre bu talep, kadın sorununun bütünü ile birlikte ele alınmalıdır. Kadınlar Günü uluslararası bir karaktere sahip olmalı ve dikkatli bir şekilde örgütlenmelidir. (Ingeborg, 1983)

1910 Konferansı’ndan bir sene sonra, Paris Komünü’nün kırkıncı yıldönümüne denk gelen 19 Mart gününde, uluslararası Kadınlar Günü ilk kez kutlandı. Almanya ve Avusturya’da kadınlar, 1848 devriminde Prusya kralının silahlanmış halkın gücünü ilk kez tanıdığı günün anısına 19 Mart’ı seçtiler. “Almanya ve Avusturya köpürüp coşan bir kadınlar denizi oldu. Her yerde toplantılar organize edilmişti, küçük kasabalarda ve hatta köylerde bile kadınlar salonları o kadar çok doldurmuşlardı ki erkek işçilerden yerlerini kadınlara vermeleri istendi.” (soL, 2019)

Avrupa’nın kadınlar günü gündemi, 1910 Konferansı kararlarıyla da uyumlu bir şekilde kadın hakları ve oy hakkı oldu. Henüz 8 Mart’a tarihlenmemiş olan bugünü, Amerikalı sosyalistler Şubat’ın son pazar günü kutlamaya devam ettiler. Boston’daki sosyalist kadınlar, oy hakkı aktivistlerine, yani süfrajetlere kadınlar gününde birlikte sokağa çıkmayı öneriyorlar. 23 Şubat hakkında yazan süfrajetlerin resmi yayını, o gün süfrajetlerden çok sosyalistlerin bu hak arayışı için harekete geçmek konusunda daha azimli olduklarını yazıyordu. Aynı yıl Viyana’da yine 18 Mart’ta sokağa çıkan kadınlar, Paris Komünü’nde yaşamını yitirenleri anarak, kızıl bayraklarla uluslararası kadınlar günü gösterilerini gerçekleştirdiler. (Kaplan, 1985)

Kollontay’ın 1913’te Pravda’da yazdığı yazı, sosyalistlerin kadın haklarına dair yürüttükleri mücadelenin ve bu mücadele için belirlenen kadınlar gününün önemini bir kez daha hatırlatıyor: “İşçi sınıfı kadınları arasındaki her özel, farklı çalışma biçimi, kadın işçilerin bilincini uyandırmanın ve onları daha iyi bir gelecek için mücadele edenlerin saflarına çekmenin bir yoludur ... Kadınlar Günü ve kadın işçilerin özbilincini uyandırmak üzere yavaş, titiz çalışmalar, işçi sınıfının bölünmesine değil birleşmesine hizmet etmektedir.” (Kollontay, 1984)

Dünya Savaşı’nın yıkıcı bilançosu ile birlikte artık kadınların en yakıcı sorunları, geçim derdi, kocalarını ve çocuklarını savaşta kaybetme ve dolayısıyla barış çağrılarını duyurabilme oluyor. Kadınların savaş karşıtı mücadeleleri ve sosyalistlerin uluslararası kadınlar günü kutlamalarındaki ısrarcılığı dikkat çekici. 1915’te Clara Zetkin’in önderliğinde Bern’de toplanan sosyalist kadınlar, artık savaş karşıtlığının suç sayıldığı zamanda bile, barış için yürüyorlardı. Savaşın başlamasından sonra ilk konferans olan bu toplantıda, Avrupa sosyal demokrasisinin savaş sırasında kapıldığı sosyal-şovenizme karşı azınlıkta olsalar da, Rus Bolşevik kadınları “proletaryanın uluslararası dayanışmasına ihanet edenlerin mahkum edilmesini ve emperyalist savaşa karşı yanlış anlaşılmaya yer bırakmayan” yanıtları cesurca ortaya koymaya devam ediyorlardı. (Kollontay, 2000:173)

KOMÜNİST BAYRAMI 8 MART
Rusya’da Uluslararası Kadınlar Günü, kadın işçilerin mücadelesinin militan bir yansıması olarak devam etti. Toplantılar, mitingler ve yürüyüşler, çoğu zaman polisle karşı karşıya gelinmesine rağmen ısrarlı bir şekilde sürdü. Kollontay’ın net bir şekilde özetlediği haliyle, “kar hırsına kapılmış girişimcilerin kadın yurtseverliğine methiyeler düzdüğü, kadınları fabrikalarına davet ettiği ve gelecekteki karlarından ötürü duydukları sevinçle ellerini ovuşturdukları sırada, işçi kadınlar, aktif bir şekilde grev mücadelelerine katıldılar. Savaş, kadınlara yeni tasalar getiriyordu, ‘kadın karışıklıklarının’ nedeni de budur.” (age:173) 
Amerikalı sosyalistlerin Şubat sonu geleneğinin devam ettirildiği Rusya’da, Şubat Devrimi arifesinde, eski Rus takvimine göre 23 Şubat, Miladi takvime göre ise 8 Mart günü, o zamana kadarki en unutulmaz Kadınlar Günü gerçekleştirildi. (Kaplan, 1985) 

Petrograd’da, kadınların fabrikalardan ve ekmek kuyruklarından çıkıp sokaklarda ekmek ve barış talebiyle kitlelere dönüştüğü bir kadınlar günü yaşandı. Gıda fiyatlarının, özellikle un ve ekmek fiyatlarının giderek arttığı, halkın artık ne yiyeceğe ne de temel hijyen malzemelerine para bulabildiği bir zamanda Rusya’da kadınlar yaşam ve çalışma koşullarının ağırlığına karşı sokaklarda başı çektiler. “Ve Uluslararası Kadınlar Günü olan 23’ünde, uzun ekmek kuyruklarında bekleyen ev kadınlarının arasında patlak veren huzursuzluk, birden monarşinin kaldırılması ve savaşın sonlanmasını isteyen bir sokak gösterisine dönüştü.” (Rabinowitch, 2012:26)

1917 yılı, başından itibaren, halkın huzursuzluğunun ve işçi grevlerinin en yoğun yaşandığı zaman oldu. Ocak ayında Moskovalı işçilerin üçte biri grevdeydi; Petrograd’da en büyük fabrikaların işçileri de grevlere katıldı. Rusya’da işçiler, Çar’a, savaş koşullarına ve bulamadıkları ekmeğe karşı kararlı bir mücadele içerisindeydi. Petrograd’ın askeri birlikleri, Çar’ın emrine rağmen halka ateş açmayı reddedip göstericilerin saflarına katıldılar. (Foster, 2011) 

23 Şubat’tan yalnızca 4 gün sonra ise, Şubat devrimi gerçekleşmiş, Çar tahttan çekilmişti.

1917 Rusya’sındaki bu gelişmelerin ardından ertesi yıl Avrupa ülkelerinde de devam edecek olan Uluslararası Kadınlar Günü’nün tarihi belirlenmiş oldu. Rusya’nın Ekim Devrimi ile attığı tarihi adımdan sonra 8 Mart, Sovyetler Birliği’nde bir komünist bayramı olarak tarihe yazıldı. (Kaplan, 1985)

Türkiye’de kutlanan ilk 8 Mart’ın örgütçüleri ise, Büyük Rus Devrimi’ne giden yolun içerisinde rotasını çizen Türkiye’nin ilk komünist kadınları oldu. 1920’de komünist partinin kurucuları arasındaki Cemile Neşirvanova anılarında, dönemin güçlenmeye başlayan milli burjuvasının, savaşta eşini, oğlunu, babasını yitirmiş kadınların üzerine nasıl “kabus gibi çökmekte” ve “bir lokma ekmek için onları amansızca sömürmekte” olduğunu anlatır. O zor koşullar altında bile, askerî çamaşırların yıkanması ve hastane işlerinden para kazanan tüccarların, tüm angarya işleri ücret bile ödemeden kadınlara yaptırmalarının karşısında mücadeleye başlamışlardı. Komünist Enternasyonel’in Kadınlar seksiyonundan gelen bilgi üzerine 1922 yılında Ankara’da toplanan komünist kadınlar, “burjuva toplumunda çiğnenen kadın haklarını elde etmek” şiarı altında 8 Mart’ı kutladılar. (Akbulut, 2006:104)

Komünist ülkeler ve komünist hareketler tarafından işte bu kısaca anlatmaya çalıştığımız tarihiyle sahiplenilen 8 Mart, bugün düzenin en düzenbaz araçlarıyla unutturulmaya çalışılıyor. Ancak bu unutturulma çabasının bir hayli eskiye dayanıyor gibi görünmesi gerçekleri değiştiremez. 8 Mart, sosyalizm için mücadele edenlerin, sosyalizmin sağladığı eşitlik ve özgürlük koşullarını yaratanların mirasıdır. 

Bugün dünyanın emekçi kadınlarının sömürüye ve eşitsizliğe karşı örgütlenerek yeni bir dünya hayal edebilmesi için herhangi bir efsaneye ihtiyaçları yok. Kapitalizmin tarihinde biriktirdiği gerçek trajedilerin ve yeni yazılanların son bulması için, 1900’lerin başlarında tüm bunlara karşı ortaya çıkan sosyalist iradenin bugüne de aktardığı potansiyel güce ihtiyacımız var. Yani emekçi kadınlar, 8 Mart’larda gerçek olmayan trajik bir hikaye için değil, gerçek bir iradeyle, başka bir düzene doğru somut adımlar atanların izinden daha güçlü bir şekilde gideceklerini göstermek ve bu düzeni değiştirmek için seslerini yükseltmeli.

Kollontay’ın öz ve çarpıcı anlatımıyla:
“Kadınlar Günü ya da Emekçi Kadınlar Günü, uluslararası bir dayanışma günüdür; proleter kadınların gücünü ve örgütlülüğünü yeniden değerlendirme günüdür.

Ancak yalnız kadınlara özgü bir gün değildir. 8 Mart, işçiler ve köylüler, tüm Rus işçileri ve tüm dünya işçileri için tarihi ve unutulmaz bir gündür. 1917 yılında bugün, büyük Şubat devrimi gerçekleşti. Bu devrimi başlatan Petrograd'ın işçi kadınlarıydı; Çar ve ortaklarına muhalefet bayrağını kaldırmaya ilk karar verenler onlardı. Bu yüzden emekçi kadınların günü bizim için çifte kutlamadır.” 
(soL, 2019)

Eren Karaca / SOL


Kaynaklar:
Akbulut, E. (2006). Milli Azadlık Savaşı Anıları, TÜSTAV Yayınları.
Beaton, L. (1986). “International Women’s Day and working class history”, The Workers’ Press.
Foster, W.Z. (2011). Üç Enternasyonelin Tarihi: 1848’den 1955’e dünya sosyalist ve komünist hareketleri, Yazılama Yayınevi.
Fusillo, M. (2017). “International Women’s Day: history, myths and traditions”, termcood.eu.
Kandel, L. ve Picq, F. (1982). “Le mythe des origines à propos de la journée internationale des femmes”, La Revue d’En face, no:12.
Kaplan, T. (1985). “On the socialist origins of International Women’s Day”, Feminist Studies, 11:1, ss.163-171.
Kollontai, A. (1984). Selected Articles and Speeches, Progress Publishers.
Lenin, V. I. (1965). Lenin’s Collected Works, 1st English Edition, Progress Publishers, Moskova.
Ingeborg D. (1983). The German Women's Movement: The Social Role of Women in the 19th Century and the Emancipation Movement in Germany, Hohwatch, s. 36.
Rabinowitch, A. (2012). Devrime Doğru: Petrograd Bolşevikleri ve 1917 Temmuz Ayaklanması, Yordam Kitap.
Reports to the first International Conference of Socialist Women : in Stuttgart on Saturday 17 August 1907 (http://library.fes.de/zweiint/f07.pdf)
soL (2019). “Aleksandra Kollontay: 8 Mart neden ve nasıl örgütlendi?”, https://haber.sol.org.tr/turkiye/ceviri-aleksandra-kollontay-8-mart-nede...

Nâzım Hikmet’in ‘Haksızlığa ve Yoksulluğa Karşı’ başlıklı yazısı ilk defa Türkçede - Yasin Çalış



Nâzım Hikmet’in ‘Haksızlığa ve Yoksulluğa Karşı’ başlıklı yazısı 1951 yılında Rusça olarak yayımlanmış. Yazını Türkçe çevirisi Nâzım Hikmet Kolektifi tarafından yapıldı.
Nâzım Hikmet Kolektifi’nin Notu: Nâzım Hikmet'in 1951’in Aralık ayında Sovyet Krestyanka (Köylü Kadın) dergisinde yayımlanan yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz. Bu yazısında Nâzım’ın gündeminde, Ekim Devrimi ile birlikte Sovyet kadının erkek yoldaşları ile arasındaki eşitsizliklerin hızla kapanmasından hareketle memleketindeki Türkiyeli emekçi kadınlar yer alıyor.

HAKSIZLIĞA VE YOKSULLUĞA KARŞI
Sovyetler Birliği’nde Sovyet kadınının, arkadaşların, erkek yoldaşların özgür ve mutlu yaşamlarını gördükçe, ülkemdeki emekçi kadının ne kadar da eziyet dolu ve kederli bir yaşam sürdüğünü açık bir şekilde hissediyorsun.

Bilhassa Türk köylü kadınının bedbaht kaderi. Sabahtan akşama en ağır işlerde geçiyor ömrü.

Güneş doğmadan çok önce kalkar kadın, ailesine kahvaltısını hazırlar, hayvanları besler, evin bütün ağır işlerini omuzlanır.

Kadınların, güçlerinin çok ötesinde bir emeği var tarlalarda. Sıkça o eker toprağı. Tırmık yerine koşulduğu zamanlar da olmuştur sürülmüş toprağı çapalamak için.
Kadının ailesinde dahi hakkı hukuku yoktur. Kimi yerde erkekle aynı masada oturma hakkı yoktur karısının ya da annesinin. Ancak kocası uyuduğunda uyur o da.

Köylü kadınını kışın az görürsün sıcak tutacak bir kıyafet içinde; her havada yalınayak dolaşır. Ancak ya düğününde ya da birkaç bayramda ayakkabı giyer.
Türkiye’nin köylerindeki çoğu kadın okuma yazma bilmez. Bir köylü kadın ya da genç kız okuma şansına sahip değildir, onu elinde bir kitapla göremezsin hiçbir zaman.

Çoğu köyde sağlık hizmeti yoktur. Köylüler sabun yüzü bile görmez.

Şimdilerde Türkiye’de çokeşlilik kanunlarca yasak ama aslına bakarsak var olmaya devam ediyor. Bazen ağır işlerden, aşağılamalardan çaresiz hale düşen köylü kadını, kocası eve genç bir kadınla geldiğinde hoşnut bile olur. Ne de olsa bu da bir iş gücü!

Türkiye’nin faşist hükümeti, memleketi Amerikalı savaş kışkırtıcıların emrine verdi. Toprak ağaları ve zengin köylüler “Marshall Planı’na” göre alınca Amerikan malı traktörleri, Türk köylerinde binlerce rençperi, marabayı işsiz bıraktılar.
Türkiye’nin bazı yerlerinde yoksulluk öyle almış başını gitmiş ki, köylüler sığırlar gibi ot yemek zorunda kalıyor.

Toprak ağalarının vahşi sömürüsü ve bürokratların, iktidar temsilcilerinin zorbalıkları, bütün bunların hepsi Türk köylüsünün öfkesini uyandırıyor. Toprak için barış için mücadelede köylü kadınlar da yerlerini alıyorlar. Bazı köylerde bu köylü kadınlar hareketin başını çekiyor. Meclis seçimleri esnasında baskıdan korkmayan kadınlarımızın faşist partilerin adaylarını boykot etmişliği de vardır. İnsanların oy sandıklarına gitmelerine izin vermediler, kendileri de oy vermeyi reddettiler.

Kısa zaman önce, Türkiye başkentinin yakınlarında bir bölgede, Merdaneli Köyü’nde, köylü kadınlar silahlı jandarmaları taş sopa yağmuruna tuttu.
Türk Hükümeti Kore’ye Amerikan saldırganlarına yardım için asker gönderdiğinde, köylü kadınlar kimi yerde buna karşı bilfiil direniş gösterdiler.
Faşist Türkiye’de barış taraftarları gizli çalışmak zorunda. Halkı barış için mücadeleye çağıran illegal broşürler ve mektuplar köylülere de ulaştırıldı. Binlerce mektuptan yalnız ikisi eline geçti hükümetin. Burada Türk köylüsünün artan bilinci, dünya barışı arzusu anlatılıyordu.

Hapse düştüğümde mahkumlar arasında köylülere de rastladım. Onlara şiirlerimi okudum:
… İnsanların elleri
Kudretli, ağır,
isyan ediyorlar,
dehşetli, yılmaz,
Hayır, dolar savaşları ateşleyemeyecek!
İstemiyoruz savaşı!

Bu şiirleri onları ziyarete gelen analarına ve eşlerine verdiler. Şiirlerimin Türk halkının özgürlüğü için, bağımsızlığı için, barış için olan mücadelesine katıldığı için mutlu oluyordum.

Yasin Çalış / SOL

7 Mart 2020 Cumartesi

Müslüman Kardeşler projesinin tarihsel fiyaskosu - Yazn Zirik / duvaR.(02/Mayıs/2019)

Müslüman Kardeşler, yüz yıldır devam eden bir siyasi tecrübeye haiz, son on yıllık dönem ise hareket açısından oldukça stratejik öneme sahiptir. Çizdiği zikzaklar ve dönüşlerle sabit olan tek bir şey vardır: Fikri, kültürel ve siyasi yetersizlikle birlikte Batılı sömürgeci planlara etkin bir şekilde hizmet etme kudreti. Müslüman Kardeşler projesinin tarihsel süreçteki özeti, içeride fundamentalizm dışarıda boyun eğme ve işbirliğidir.


1928’de Mısır’da Müslüman Kardeşler’in kurulmasının, bir yandan Kraliyet Divanı ve İngiliz sömürgeciliği diğer taraftan da Hassan el-Banna’nın yönetimi ve halifeliği ilan etmeyi hedefleyen projelerinin bir araya geldiği çıkarların bir noktada birleşmesinden kaynaklandığı açıktır. Mısır’da laik ve liberal düşüncelerin yoğun olduğu bir zamanda, Mısır’daki gerici krallık rejimi, gelişip serpilen düşüncelere karşı mücadele edeceği sağcı bir güce muhtaçtı. Suriyeli parlak entellektüeller, ilerici harekete ivme kazandırmak için Osmanlı baskısından Mısır’a kaçmıştı.

Güçler arasındaki ayrım, siyasi eşitliği sağlama, dinle devleti birbirinden ayırma noktasında demokratik fikirleri ve modern yönelimi benimseyen Antuvan, Şibli eş Şümeyl ve diğerleri, Ezher, Kraliyet yönetimi ve İngiliz sömürgeciliği üçlüsüne karşı önemli bir güç oluşturmuşlardı. Bu üçlü, Mısır’da herhangi bir özgürlükçü, demokratik yönelime ve hareketlenmeye karşı düşmanca yaklaşımlar sergiliyordu. Müslüman Kardeşler, Osmanlı Hilafeti’nin yıkılmasından sonra Faruk Şabb’ı halife tayin etmek için ilk girişimlerde bulundular. “Müslüman Kardeşler hilafet düşüncesini ve hilafeti geri getirmeyi, metotlarının en başına yerleştirdiler.” 1937 yılında dönemin Ezher Şeyhi Şeyh Meraği ve Mahir Ali Paşa’nın da yardımıyla krala taç giydirme ve onu Müslümanların halifesi olarak ilan etme yönündeki ilk girişim gerçekleşti! Bu girişimin başarısızlığının nedeni, Vefd Partisi’nin fiili gücünden başka bir şey değildi.
EGEMENLERİN HİZMETİNDE BİR TEŞKİLAT
İkinci girişim, Hasan el Benna Kral’la buluşmak için Abidin, saraya Kral’a hediye sunmak için gittiğinde, Müslüman Kardeşler’in gazetesinde elinde tesbihiyle Kral Faruk’un fotoğrafının bulunduğu kapağın yayınlanmasıyla gerçekleşti. Benna ondan hilafetini ilan etmesini ve kendisini Müslümanların halifesi ilan etmesini istedi. İngiltere’nin üzerinden gizliliği kaldırdığı resmi belgelere göre İngiltere ile Müslüman Kardeşler arasındaki ilk buluşma, 1941 yılında gerçekleşti. Belgeler 1942 yılında Başbakan olan Emin Osman Paşa ile bir anlaşma yapıldığını ortaya koyar. Buna göre Mısır yönetimi, Müslüman Kardeşler Hareketi’ni gizlice destekleyecek, her iki taraf da finansal destek sağlayacak ve güvendikleri unsurları hareketin içine sokacaktır. Böylelikle İngiltere, o zamandan beri hareket için güvenli bir sığınak olmuştur. İngiltere, harekete milyarlarca dolarlık yatırım yapma imkânı tanırken, Müslüman Kardeşler’in dünya çapında topladığı bağışlar bugün Müslüman Kardeşler’in uluslararası teşkilatını kendi evinde ağırlayan İngiltere’nin topraklarından geçmektedir.
Kukla Kral devrilene kadar Müslüman Kardeşler, Kraliyet Yönetimi’ne en bağlı hareketlerden biriydi. Hatta hareket mensupları Kraliyet yönetimini, veliyyi emre bağlılık ve ona boyun eğmeye işaretle İslami yönetim olarak nitelendiriyordu. Nitekim bu yönetim bir çok müsteşrikin tanıklığıyla, çılgınca yaşanan gece hayatıyla ünlüydü.
Hareket, dış desteğe dayanma geleneğini 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra da sürdürdü. Ancak bu kez bağlılık, dünyanın yeni süper gücü ABD’ye sunuluyordu. İşte tam bu noktada, başta Müslüman Kardeşler olmak üzere bölgedeki siyasal İslam hareketlerinin en büyük zaaf noktası ortaya çıkmaktadır. O da gerçek anlamda vatanperver ve milli bir çizgiyi benimseyememeleri, ayrıca demokratiklik ve ilericilik konusundaki yetersizlikleridir. Fikri ve siyasi bir proje olarak onun tarihsel başarısızlığının nedeni tam olarak burada yatmaktadır. Zira fikri yetersizliği, onun kaçınılmaz olarak yabancı bir ajandaya çalışan siyasi proje şeklinde ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
WASHINGTON’LA İLİŞKİLER
Çağdaş Müslüman Kardeşler Hareketi konusunda CIA eski direktörü James Wesley, ABD’nin Mısır’la ilgili politikalarını özetleyerek 2003 yılında şunları söylemektedir: “Mısır’da İslami muhalefet üzerinden H. Mübarek’e baskı yaparak onu rahatsız edeceğiz ve böylece bölgedeki sıkıntılı konuları ele alabilme imkânımız olacak.” Ayrıca bahsetmesi uzun zaman alacak Amerika-İhvan ilişkilerine dair tam teşekküllü bir “dosya” bulunmaktadır. Nitekim Robert Spencer bu ilişkiyi “son derece etkin bir şekilde onlarca yıl süren bir ilişki” olarak tanımlamaktadır. Beyaz Saray’ın göbeğinde çalışan etkin ve güçlü İhvan lobileri bulunmakta ve bu lobiler evrensel M. Kardeşler Teşkilatı ile ardarda gelen Amerikan yönetimleri arasındaki ilişkileri koordine etmektedir. Tabii ki Mısır İhvanı’nın, “İslam-ABD ilişkiler Konseyi” ve Kuzey Amerika İslam Derneği” gibi kuruluşlar sayesinde bu lobiler içerisinde aslan payı bulunmaktadır. Bu cemaatler Amerikan yönetiminin kalbine müsteşarlar yerleştirmeyi başarmıştır. Bu müsteşarların ilki Hillary Clinton’un danışmanlığını yapan ve aynı zamanda onun yakın dostu, M. Kardeşler Hareketi’ne oldukça yakın kabul edilen Huma Abidin’dir. Böylelikle taraflar arasındaki ilişkiler ve çıkarlar en iyi şekilde koordine edilmektedir.
Amerika’nın Mısır’da Müslüman Kardeşler’i devrimden sonra kullanmasıyla ilgili olarak Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü Direktörü Robert Satlov, şu satırları kaleme almıştır: “Müslüman Kardeşler, Arap Baharı öncesinde Obama ile Mısır konusunda bir anlaşmaya varmış ve onların iktidara gelmesi karşılığında İsrail ile barış da dahil olmak üzere bölgesel ‘istikrar’ın korunması konusunda hemfikir olduklarını beyan etmişlerdir. Bu çerçevede Amerikan Kongre üyesi Frand Wolf’un Başkan Obama’ya ve onun Dışişleri Bakanı Clinton’a yönelik Mısır’daki M. Kardeşler Hareketi’ne 2012 seçimleri sırasında özellikle de 2. turda yaptığı 50 milyonluk bağışla ilgili suçlamasını zikredebiliriz. Bu suçlama meselesi Mursi’nin 30 Temmuz’da azledilmesinin ardından bir kez daha gündeme gelmiş ve yönetimin değişmesiyle birlikte bir daha ele alınmamıştır.”
Türkiye bugün evrensel İhvan teşkilatının resmi sponsoru ve Müslüman Kardeşler yönelimli bir partinin yönettiği bir İslam Devleti olarak 4 milyar doları aşan ticari hacmiyle İsrail’in dünya çapında ticari ortağı olarak görülmektedir. Diğer resmi sponsor olan Katar’a gelince, yöneticilerinin skandalları ve siyonist yetkililerle gerçekleştirdiği yarı aleni toplantılarla İsrail’e en yakın “ılımlı devlet”tir.
Müslüman Kardeşler, yüz yıldır devam eden bir siyasi tecrübeye haiz, son on yıllık dönem ise hareket açısından oldukça stratejik öneme sahiptir. Çizdiği zikzaklar ve dönüşlerle sabit olan tek bir şey vardır: Fikri, kültürel ve siyasi yetersizlikle birlikte Batılı sömürgeci planlara etkin bir şekilde hizmet etme kudreti. Müslüman Kardeşler projesinin tarihsel süreçteki özeti, içeride fundamentalizm dışarıda boyun eğme ve işbirliğidir. Karşımızda Çağdaş Arap tarihinin en kötü siyasi hareketlerinden biri bulunmaktadır. Gericilik ve gecikme dışında hiçbir şey vaadetmeyen ve sunmayan bir hareket.
Yazn Zirik / duvaR.(02/Mayıs/2019)
*Yazının aslı Al Akhbar sitesinden alınmıştır. (Çeviren: İslam Özkan)



‘Müslüman Kardeşler Kuşağı’na elveda - MİYASE İLKNUR

Ne güzel hayaldi oysa. 17 Aralık 2010’da başlayan daha doğrusu başlatılan “Arap Baharı” bir uçtan bir uca Kuzey Afrika ülkelerini saracak oradan Kızıldeniz’i aşarak Ortadoğu’da tek dişi kalmış canavar Baasçı Suriye’ye uzanacak ve “Sudan’dan Suriye’ye kadar Müslüman Kardeşler Kuşağı” yeni iktidar elitlerini belirleyecekti. Tüh tüh! Hepsi güme gitti.


Birkaç ay içinde Şam’da İhvan’la birlikte Emevi Camii’nde cuma namazı kılacaklardı. Bırakın namaz kılmayı, bizimkilerin Müslüman Kardeşler’e, onların da çok parçalı olan silahlı muhaliflerinden oluşan ÖSO’ya verdikleri “Suriye sınırında tampon bölge” sözü de hayal oldu.
Siz bakmayın hem iç hem dış kamuoyuna “kendi güvenliğimiz ve sınırımıza yeni sığınmacıların yığılmasını önlemek için İdlib’deyiz” denmesine. Hoş o konuda da bir gün öyle, bir gün “rejim devrilmeden, adil seçim yapılmadan ve içinde bizim de olacağımız demokratik bir yönetim kurulmadan çıkmayacağız” diyerek bir önceki söylemlerini de kendi kendilerini tekzip ediyor ya neyse...
Rusya’dan füze müze, nükleer santral anlaşmaları yapılmalarına fazla mı güvenildi acaba?..
Rejim, Soçi Mutabakatı’ndaki sınırlarına dönmezse bir gece ansızın girebiliriz” bile denildi ama tınmadı herifler. O soğuk KGB ajanı eskisi, önceki gece yapılan anlaşmaya “tampon bölge” ve “rejimin eski sınırlarına çekilmesi” maddelerinin eklenmesi konusunda “Nuh” deyip “peygamber” demedi işte. Neyse ki, M-4 karayolunu birlikte denetleme maddesini koydurarak iç kamuoyunda fiyaka yapacak bir malzeme çıktı.
Ee şimdi bunca emek, bunca mücadele berhava mı oldu?
Sizi yeni oluşacak Suriye yönetimine sokacağız, üstelik Suriye’nin kuzeyinde size özerk bir tampon bölge oluşturacağız” sözü verdiğimiz İhvan’a ne denilecek?
Suriye’de iç ayaklanma başladığında önceleri sessiz kalan ama sonradan rol çalarak Suriye Ulusal Konseyi’ne hâkim olan Müslüman Kardeşler örgütünün kurduğu Başkent Kalkanı, Aksa Cami Kalkanı ve Fırat Kalkanı tugaylarının adını, yaptığımız operasyonlara bile vermiştik. Suriye’nin kuzeyinde yaptığımız Fırat Kalkanı Harekâtı’nın adını bile, İhvan’ın aynı isme sahip tugayından esinlenerek aldık. Ama gelinen noktada Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne olan kuvvetli taahhütlerin bir kez daha yinelenmesine imza koyduk. Bu maddeye rağmen “biz de olacağız” demek o kadar kolay değil. Gerçi Akar’ın söylediği bu “biz” kelimesinin İhvan olduğu belli ama artık onu ima etmek de pek mümkün değil gibi.
Dedim ya hayaller “bizim güdümümüzde İhvan’ın yöneteceği bir Suriye”ydi ama gerçekler Rusya ve ABD’nin payşalım kavgası verdiği bir Suriye oldu. O da şimdilik. 
Arap Baharı başladığında bizim İslamcıların hayallerini 19 Haziran 2012’de Cumhurbaşkanı uçağının daimi konuklarından İbrahim Karagül Yeni Şafak’taki köşesinde ne güzel de özetlemişti:
İster Arap Baharı olsun, ister iç çatışmalar isterse dış müdahaleler, İslam Orta Kuşağı’nı iyi ya da kötü yönde etkileyen, değiştiren her gelişmenin hazırladığı tek bir gelecek var. Biz buna ‘Müslüman Kardeşler Dünyası’ ya da ‘Müslüman Kardeşler Kuşağı’ diyoruz.
Suriye’deki iç savaş, Yemen’deki acı dolu geçiş süreci, Mısır’daki Tahrir isyanı, Tunus’taki kıvılcım gibi zorba yönetimleri sarsan gelişmeler, demokrasi ve özgürlük çağrılarının bütün bölgede yankılanması Osmanlı sonrası en köklü değişime zemin hazırladı.
Böyle bir atmosferde örgütlü yapılar, hele Müslüman Kardeşler gibi, yaklaşık yüzyıllık organizasyon tecrübesine sahip çevreler, yeni iktidar elitlerini belirleyecek.
Yıllardır bölgeye yönelik sloganımız, bölgenin geleceğine ilişkin analizimiz hep şu oldu: Sudan’dan Suriye’ye kadar Müslüman Kardeşler Kuşağı... Sudan’dan Kuzey Afrika’ya, Mısır’dan Ürdün ve Suriye’ye kadar, bölgenin en örgütlü yapıları Müslüman Kardeşler ekolünden gelen yapılardır. Her ne kadar laik, milliyetçi ya da dini azınlıklar olsa da, belirleyici yapılar bunlardır.
Aynı yazar dünkü anlaşmadan sonra “Olması gereken oldu” diye tweet attı. O zaman bu kadar şehit, bu kadar mücadele neyin nesiydi? 
Bu hayalci yaklaşımlara bir de gerçekçi bir yaklaşım koyalım. ABD, bölgeye kendi askeri gücünü yollamak yerine Suriye’de radikal İslamcıları, Türkiye’yi ve YPG’yi kullanarak kendisi ve İsrail için tüm tehditleri ortadan kaldırdıktan sonra sıra kime gelecekti acaba? Önce İran mı hedefti Türkiye mi?
Biz fetih rüyası görürken elin oğlu planlarını çoktan yapmıştı. 
İyi uykular. Ninni yavrum ninni...
Miyase ilknur / CUMHURİYET

6 Mart 2020 Cuma

2019’da Ekonomi: Büyüdü mü? Küçüldü mü? Nasıl? - KORKUT BORATAV


TÜİK, geçen hafta, 2019 millî gelir (GSYH)  istatistiklerini yayımladı.

Türkiye ekonomisinin Ekim 2018-Haziran 2019 döneminde küçüldüğü yine TÜİK verileri ile belirlenmişti. İki yıla yayılan bu dokuz ay içinde ekonomi yüzde 2,2 oranında daralmıştı. 

Krizin, ekonomiyi küçülten etkisi 2019’un ilk dokuz ayında da sürdü. TÜİK’in son (Ekim-Aralık) verileri olumsuz görünüme son verdi: 2019’un on iki ayında GSYH’nın %0,9 (binde 9) oranında büyüdüğü belirlendi.

Bu bulguyu ek bilgilerle çeşitlendirelim.

Büyüyen, küçülen millî gelir bulguları
2019’da millî gelirin %0,9 (binde 9) dokuz) büyümesi sabit fiyatlarla (enflasyon hariç) GSYH hesaplamasının sonucudur.

Peki, büyüme, kişi başına millî gelire de taşınmış mıdır? 
Hayır! 
Zira, GSYH toplamının büyüme temposu (%0,9) nüfus artış hızının (%1,4’ün) gerisinde kalmıştır. (Resmî verilere göre 2019’ta nüfus artışı: 1.151.000). 
Sonuç, kişi başına millî gelirin 2019’da yüzde 0,5 (binde 5) civarında gerilemesidir.

Demek ki, ortalama Türkiye vatandaşı 2019’da yoksullaşmıştır. Gelir dağılımının ayrıntıları yoksullaşan/varsıllaşan katmanları ayrıştırır. Şimdilik bir ön-tespit yapabiliyoruz: İşsizlikteki artış, yoksullaşmanın emekçi sınıflarda yoğunlaştığına işaret ediyor.

Geçen yılın dolarlı millî gelir hareketine de bakalım. Bu hesaplama için, 2018 ve 2019’un enflasyonu içeren (cari fiyatlarla) millî geliri, bu iki yılın ortalama dolar fiyatına bölünür. (Ortalama dolar fiyatları için bk. Bank of International Settlements / BIS verileri).  

Sonuç parlak değildir: 2018-2019 arasında dolarlı GSYH gerilemiştir: 
767,1 milyar dolar → 753,5 milyar dolar. Küçülme oranı %1,8’dir

Ana etken, dolar fiyatındaki artışın enflasyonu aşmasıdır. 
Önceki verileri kullanarak bir adım daha atalım: İki yılın kişi başına dolarlı milli gelir düzeylerini karşılaştıralım. 

Sonuç: $9355 → $9061 veya 2018-2019 arasında yüzde 3,1 oranında gerileme… 

Böylece meraklılar için 2019’da millî gelir hareketleri için dört farklı bulgu sunuyoruz: Bir büyüme, üç küçülme… 

Tekrarlayalım: 
TL hesabı: Sabit fiyatlı toplam GSYH %0,9 (binde 9) büyümüştür.
TL hesabı: Kişi başına sabit fiyatlı GSYH %0,5 (binde 5) küçülmüştür.
Dolar hesabı: Toplam GSYH %1,8 küçülmüştür.
Dolar hesabı: Kişi başına GSYH %3,1 küçülmüştür

Her hesap farklı olgulara, sorunlara ışık tutar. Amacınıza göre… 
Şimdi de TÜİK’in 2019 millî gelir verilerine odaklanalım ve GSYH’nın sektörlere ve harcamalar göre dökümüne göz atalım.

Üretim yoluyla millî gelir
TÜİK’in ana sektörler için hesapladığı 2019 GSYH değişim oranlarını (yüzdeler olarak) verelim: 
Tarım: +3,3; inşaat: -8,6; sanayi: +0,2; hizmetler: +1,5

Büyüme temposu bakımından tarım önde gitmiştir; ama GSYH içindeki payı sadece yüzde 6,4’tür. Sanayi, “sıfır büyüme” eşiğini bir çentik aşabilmiştir. İnşaat sektörü ise yüzde 9 civarında daralmıştır; hâlâ bunalımdadır.

“Hizmetler” başlığı altında yer alan sektör, ticaret, ulaştırma, depolama, turizm gibi önemli kolları içerir; GSYH’nin yüzde 24’ünü oluşturur. 2019’da ılımlı bir tempoyla büyümüştür. 

Öte yandan istihdam istatistiklerinde “hizmetler” içinde yer alan bazı faaliyetler, millî gelir hesaplarında altı başlığa dağıtılıyor. En önemlileri (büyüklük sırasına göre) kamu yönetimi, gayri menkul, “profesyonel” faaliyetler ve finanstır. Tümünün millî gelire katkı payı yüzde 32 civarındadır. “Geniş anlamda hizmetler”in millî gelirdeki payı ise öteden beri yüzde 50’yi aşmaktadır. 

Sözünü ettiğim altı üretim kolunun 2019’da değişim oranları (yüzde olarak) +7,4 (finans) ile -1,8 (profesyonel faaliyetler) arasında değişmiştir. 

Bu grubun en büyük alt-sektörü kamu yönetimidir; millî gelirdeki payı yüzde 12,3’tür. 2019’da yüzde 4,6 oranında büyümüştür. 

Sözünü ettiğim altı alt-sektör içinde yer alan “gayri menkul faaliyetleri”, tanım olarak inşaat sektörünün türevidir ve TÜİK’e göre 2019’da %2,5 oranında büyümüştür. Bunalımdan geçen, %8,6 oranında küçülen inşaat sektörünün, gayri menkul alım-satım vb faaliyetlerine bu boyutta bir canlılık taşıması mümkün olamaz. Hesap hatası ve/veya kaynak sorunu olsa gerek.

Harcamalara göre millî gelir
2019’da GSYH’daki ana harcama kalemlerinde (2018’e göre) değişim oranlarını (yüzdeler olarak) sıralayalım. Önce iç talebi oluşturan ana kalemler: 

Özel tüketim: +0,7; cari kamu harcamaları: +4,4; sermaye birikimi: -12,4… 

Özel tüketim harcamaları GSYH’nın en önemli iç talep öğesidir; cari fiyatlarla  GSYH’nın yüzde 57’sini oluşturur. 2019’da sadece binde 7 oranında artmış; GSYH büyüme oranının biraz altında kalmıştır.

İç talebin diğer büyük öğesi, sermaye birikimidir; TÜİK’e göre millî gelirin yüzde 26’sını oluşturur. Sert bir tempoyla (yüzde 12,4 oranında) daralmıştır. Türkiye ekonomisinin ileriki yıllardaki büyüme potansiyelini belirleyen sermaye birikiminin bu boyutta düşmesi endişe vericidir.

2019’da sabit fiyatlı kamu harcamalarındaki değişim (+%4,4) ise, iktidarın krize karşı uyguladığı tek yöntemin ürünüdür. Yukarıda açıklandı ki “üretime göre GSYH” hesabında yer alan kamu yönetimi de benzer (%4,6’lık) bir tempoda büyümüştür. Bu yakınlık rastlantı değildir; zira aşağı yukarı aynı alan içerilmekte; benzer yöntemle hesap edilmektedir. 

GSYH sadece iç talep toplamlarından oluşsaydı, yukarıdaki veriler 2019’da millî gelirin (kaba bir hesapla) yüzde 2 civarında küçülmesi ile sonuçlanırdı. Ne var ki, millî gelir hesaplarında dış ticaret verileri de yer alır: İç talebin üç ana kalemi toplamına, mal ve hizmet ihracatı eklenir; ithalat çıkarılır ve harcamalar yoluyla GSYH’ya ulaşılır. 

TÜİK, 2019’da ihracatın bir önceki yıla göre %6,4 oranında arttığını; ithalatın ise %3,6 oranında düştüğünü gösteriyor. Her iki değişim millî geliri yukarı çekmiş; iç talepteki gerilemeyi telafi etmiştir. Buna göre, 2019 millî gelirinin küçülme ile değil, binde 9’luk bir büyüme ile sonuçlanması, dış ticaret (ve cari işlem) fazlası sayesinde mümkün olmuştur. 

2019’un son iki ayında cari işlem açığı yeniden oluştu. Önümüzdeki aylarda iç talep daha da canlanırsa dış ticaret açığı tırmanacak; büyüme ivmesini frenleyecektir. 

Bu tespit, ekonominin temel sorununa da ışık tutuyor: İç talebe (örneğin kamu harcamalarına) dayanan bir büyüme sürecini sınırlayan, frenleyen temel etken, dış açıklar olacaktır.
  
Türkiye’yi savaştan çıkar arayanlar yönetiyor. Savaş ekonomisini, iktisadî sıkıntılara karşı çare olarak da görebilirler.

Yanılıyorlar.

Türkiye, ABD değildir; savaş, ekonomimizi canlandıramaz. Tam aksine, iç talep yaratmadan kaynakları yok eder; dış açıkları ve borçları tırmandırır. Var olan toplumsal bunalımı derinleştirir; yeni bunalımları tetikler. 

Başka nedenlerin yanı sıra, bu yüzden de soruyoruz: İdlib’de ne işimiz var? 

Korkut Boratav / SOL

‘AKP iktidarında 5 bin 485 kişi yoksulluktan intihar etti’ - SÖZCÜ

CHP, "Sarayın Ekonomisi Toplumu Bunalıma ve İntihara Sürüklüyor" başlıklı raporunda AKP iktidarındaki intihar verilerini ortaya koydu. 2002-2018 yılları arasında geçim sıkıntısı ve ticari başarısızlık nedeniyle 5 bin 485 kişinin intihar ettiği kamuoyunun bilgisine sunuldu. Raporda, "Hayat pahalılığı ve zamlar, kredi borçları ve iflaslar toplumun üzerine karabasan gibi çökmüştür. Saray rejiminin umursamazlığı derin bir toplumsal krize neden olmaktadır" denildi. CHP'nin şiddetli yoksulluğa son vermek için öncelikle Aile Sigortası'nı uygulamaya koyacağı vurgulandı.



Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı, İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Fethi Açıkel'in başkanlığındaki CHP Bilim Platformu tarafından “Sarayın Ekonomisi Toplumu Bunalıma ve İntihara Sürüklüyor” başlıklı bir politika notu hazırladı.
Politika notunda, 18 yıllık AKP iktidarının sonunda derinleşen ekonomik krizin halkı derin bir bunalıma sürüklediğine, yalnız bırakılan yurttaşların kurtuluşu intiharda gördüğüne ve bunalımın toplumdaki yıkıcı sonuçlarına dikkat çekildi.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Açıkel tarafından yapılan çalışmada; zamlar, pahalılık, yoksulluk, borçluluk, işsizlik, iflas ve konkordatolar ile gelir adaletsizliği gibi halkı derinden etkileyen ekonomik sorunlar, verilerle gözler önüne serildi ve yurttaşların giderek daha mutsuz, umutsuz, çaresiz ve yalnız hissettiği vurgulandı.
“SARAY REJİMİNİN UMURSAMAZLIĞI DERİN BİR TOPLUMSAL KRİZE NEDEN OLMAKTADIR”
Raporda şu ifadeler yer aldı:
* Saray rejiminin keyfi, müsrif ve plansız ekonomi politikaları Türkiye'yi derin bir toplumsal buhrana sürüklemiştir.
* Yakın tarihimizdeki en ciddi krizlerden biri olan mevcut ekonomik kriz, vatandaşlarımızı en yaşamsal gereksinimlerini karşılayamayacak hâle getirmiş ve onları tükenmişlik duygusuyla baş başa bırakmıştır.
* Saray rejiminin kibirli ve umursamaz anlayışı, yurttaşlarımızın sorunlarını görmezden gelmekte, bu sorunlara neden olan çarpık düzenin devamında ısrar etmektedir.
* İktidarın, bu derin buhranın görülmesini istememesi ve medya organlarındaki karartmadan medet umması ülkemizi büyük bir sosyal felakete sürüklemektedir.
* Gençlerden emeklilere, esnaftan küçük ve orta ölçekli işletmelere (KOBİ), toplumun her kesimini umutsuzluğa iten Sarayın ekonomi yönetimi, ülkemizde üretimi, istihdamı ve liyakati ortadan kaldırmıştır.
* İnsanımızı borç krizine, iflasa ve kötü yönetime mahkûm etmiştir.
* İşsizlik, yoksulluk ve krizle boğuşan yurttaşlarımız işlerini ve hayatlarını devam ettirememenin sıkıntısıyla bunalıma sürüklenmiştir.
* Hayat pahalılığı ve zamlar, kredi borçları ve iflaslar toplumun üzerine karabasan gibi çökmüştür.
* Saray rejiminin umursamazlığı derin bir toplumsal krize neden olmaktadır.
CHP'DEN AİLE SİGORTASI UYGULAMASI
Politika notunda, CHP’nin şiddetli yoksulluğa son vermek için öncelikle Aile Sigortası’nı uygulamaya koyacağı vurgulanarak CHP’nin çözüm önerilerine de yer verildi.
Raporda şu ifadeler yer aldı:
* CHP, iktidarında ekonomik büyümeyi sağlayıp, milli geliri artıracaktır.
* Milli gelir artışından yalnızca yandaşların değil herkesin hakça pay almasını, gelir dağılımında adaletin sağlanmasını, yurttaşların yaşam kalitesinin yükseltilmesini de garanti edecektir.
* CHP, kendine yeten ve bunalıma sürüklenmeyen bireyler ve aileler için güçlü bir sosyal devlet ve sosyal dayanışma ağları inşa edecektir.
* Yoksuldan, emekçiden rantiye kesimine aktarım yapan vergi sistemi değiştirilecek, ödeme gücüne göre vergi ilkesi getirilecektir.
* Toplumsal yaşamı esir alan yoksulluk, intihar ve şiddet sarmalını kırmanın, kapsamlı ve çok boyutlu bir mücadeleyle mümkün olacaktır.
* CHP intiharların sosyo-ekonomik temellerine inecek, intihar ve aile içi şiddeti tırmandıran nedenleri ortadan kaldıracaktır.
İŞTE İKTİDAR DÖNEMİNDEKİ ‘İNTİHAR’ VERİLERİ
“Sarayın Ekonomisi Toplumu Bunalıma ve İntihara Sürüklüyor” başlıklı politika notunda şu verilere yer verildi:
* 2002-2018 yılları arasında geçim sıkıntısı ve ticari başarısızlık nedeniyle 5485 kişi intihar etti.
* Son on yılda TBMM'de intihar edenlerin sayısı 30'u aştı.
* 2018'de toplam 3161 intihar vakası yaşandı. 2018 yılındaki 3.161 intihar vakasının 246'sı geçim zorluğu nedeniyle yaşandı.
* Dünya Mutluluk Raporu'na göre, Türkiye, 2019 yılında mutluluk sıralamasında 156 ülke içerisinde 79.
* TÜİK Yaşam Memnuniyet Araştırması'na göre Türkiye'de 2011 yılında mutlu insanların oranı %62.
* TÜİK Yaşam Memnuniyet Araştırması'na göre Türkiye'de 2019 yılında mutlu insanların oranı %52.
* Dünya Sağlık Örgütü'nün 2017 raporuna göre, Türkiye nüfusunun %4,5'i depresyonda.
* Son üç yılda psikiyatri kliniklerine başvuranların sayısı 8 milyon.
* 2013-2018 arasında antidepresan kullanımında %27 artış yaşandı.
* 2019’un ilk dokuz aylık döneminde faturasını ödeyemez hâle getirilen 3 milyon 300 bin elektrik abonesi hakkında işlem yapılmıştır.
* 2019’un ilk dokuz aylık döneminde faturasını ödeyemez hâle getirilen 710 bin doğalgaz abonesi hakkında işlem yapıldı.
* Ekim 2019'da KYK borç taksitini ödeyemeyen 210 binden fazla gencin hesaplarına e-haciz geldi.
* 2003 ve 2019 yılları arasında bireysel kredi kartı borçları 4 kat artarak 20 milyar dolara ulaştı.
* 2003 ve 2019 yılları arasında tüketici kredisi borcu 20 kat artarak 79 milyar dolara ulaştı.
* 2017'den 2020'ye kadar bireysel kredi borcunu ödeyemeyen yurttaşların sayısı 1 milyon 905 binden 2 milyon 536 bine çıktı.
* Bireysel kredi kartı borcunu ödeyemeyen yurttaş sayısı ise, 2 milyon 243 bin kişiden 2 milyon 695 bin kişiye çıktı.
* 2019 yılında bireysel kredi ve/veya kredi kartı borcundan dolayı yasal takibe düşen kişi sayısı 1 milyon 404 bin.
* 2018 ve 2019'da gerçekleşen konkordato sayısı 2.000'e yaklaşmıştır.
* 2018 ve 2019'da toplam 27 bin şirket kapandı.
* 2016'dan 2020'ye kadar ise 53 bin şirket iflas etti.
* Son üç yılda takibe düşen ticari kredi tutarı 3 kat artarak 128 milyar liraya ulaştı.
* Son 10 yılda takipteki KOBİ kredisi tutarı ise on katına çıkarak 62 milyar TL oldu.
SÖZCÜ

5 Mart 2020 Perşembe

Son anket araştırmasında Erdoğan için kötü sonuç - CUMHURİYET

Metropoll Araştırma Şirketi, “Türkiye’nin Nabzı Şubat 2020” anketinde Erdoğan’ın görev onayı zaman grafiğini paylaştı.

Buna göre Erdoğan’a görev onayı verenlerin oranının en yüksek olduğu dönem 15 Temmuz darbe girişimi olarak belirtildi. Erdoğan’a görev onayı verenlerin oranının en düşük olduğu dönem ise İdlib Operasyonu dönemi oldu.

HALKIN %48,8’İ TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ’NİN İDLİB’DE BULUNMASINI BİR GEREKLİLİK OLARAK GÖRMÜYOR

Türkiye toplumu şimdiye değin Suriye’ye gerçekleştirilen tüm askerî harekâtların arkasında durdu. Buna karşın, ilk kez İdlib’e yönelik askeri harekat konusuna sıcak yaklaşılmıyor. Şubat ayı araştırmamıza göre, %48,8’lik bir kesim Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İdlib’de bulunmasının bir gereklilik olduğunu düşünmüyor. Askeri olarak İdlib’de bulunulması gerektiğini düşünenler ise toplam seçmenin %31’ini teşkil ediyor.

TOPLUMUN %70,5’İ SIĞINMACILARIN TÜRK EKONOMİSİNE ZARAR VERDİĞİ GÖRÜŞÜNE KATILIYOR

İdlib krizinin de bir sonucu olarak ülkemizde yaşayan sığınmacıların sayısı günden güne arttıkça halkın Suriyeli sığınmacılara bakışı olumsuz bir hâl almaya başladı. Bulgularımıza göre seçmenin %70,5’i sığınmacıların ekonomiye zarar verdiğini; %60’ı sığınmacıların savaştan sonra evlerine dönmeyeceklerini ve %76,6’sı da sığınmacılara vatandaşlık verilmemesi gerektiğini düşünüyor.

TÜRKİYE’NİN %81’İ RESMİ NİKAH OLMADAN İMAM NİKÂHI İLE YAŞAMAYI DOĞRU BULMUYOR

Şubat ayı araştırmamızda seçmene resmi nikâh olmadan imam nikâhı ile yaşamanın doğru olup olmadığı sorusu yöneltilmiştir. Verilen cevapların analizinde, %81’lik kesim bunun doğru olmadığını düşünmektedir. Dolayısıyla, resmi nikâh olmaksızın, sadece imam nikâhı ile beraberliğin toplumumuzda kabul görmediğini söyleyebiliriz. Sadece %12’lik bir kesim bunun doğru olduğu kanaatindedir.

TOPLUMUN %57’SİNİN GİDERLERİ, GELİRLERİNDEN FAZLA

Gelir-gider dengesindeki dengesizlik, toplumun büyük kesimini etkileyen sarsıcı bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Toplumun %57’si, “ekside yaşıyor”: diğer bir deyişle, Türkiye’nin büyük çoğunluğunun giderleri, gelirlerinden fazla. Bu da borçlanarak yaşadığımız anlamına geliyor. “Gelirim, giderimden fazla” diyebilenlerse yaklaşık %15’lik bir “azınlık”.

TÜRKİYE’NİN %73’Ü FELAKETLERE HAZIRLIKLI OLUNMADIĞINI DÜŞÜNÜYOR

Son dönemde gündem olan ve halkımızın canını yakan deprem, çığ gibi doğal afetler göz önüne alındığında halkın %73’ü ülkemizin bu ve benzeri olaylara hazırlıklı olmadığını düşünüyor. Yaklaşık her dört kişiden biri ise ülkemizin karşılaşılabilecek felaketlere karşı yeteri kadar hazırlıklı olduğu kanısında.

CUMHURİYET