26 Haziran 2020 Cuma

Sürekli Emperyalizm (I-II) - Serdal Bahçe / SOL

(I)

Sosyalistler ve devrimciler azgelişmiş kapitalist ülkelerde emperyalizme karşı emperyalist olmayan ulusal bir kapitalizm, emperyalist ülkelerde ise tekellere karşı tekelci olmayan, rekabetçi kapitalizm için çırpınıp durdular. Ne yazık ki her iki coğrafyada da bu sapma eninde sonunda iktidarsız bir demokratizme kapıyı araladı. 

Emperyalizm kavramı solun kendisinin üretmediği, ama devralıp maharetle kullandığı bir kavramdır. Doğumunu 19. Yüzyıl’ın son çeyreğinde İngiltere’de iktidarı paslaşarak paylaşan liberaller ile muhafazakârların İngiltere’nin sömürge siyasetinin ekonomik ve sosyal maliyetleri üzerine yürüttükleri ciddi bir tartışmaya borçluyuz. Bu tartışmada muhafazakâr Torylerin tamamı ve emperyalizme teşne liberaller sömürgeleştirme ve emperyalizmin “beyaz adamın yükü” olduğuna ve tanrının İngiltere’yi bu yükü taşımak göreviyle kutsadığına inanıyorlardı. Onlara muhalefet eden bir grup “sol” liberal ise emperyalizmin İngiliz halkı ve Majestelerinin hazinesi için maliyetli ve üretken kaynakları boşa harcayan israfçı bir macera olduğunu savunuyordu. Bu “sol” liberal cenah farkında olmadan kavramı sağdan alıp daha sola devretti. Bu tartışmadan çok kısa bir süre sonra Marksizmin klasik emperyalizm analizinin başyapıtları ortaya dökülmeye başladı (Hilferding, Luxemburg, Lenin ve Bukharin). Kavram artık ait olduğu yere ulaşmıştı, artık kapitalizmdeki kaçınılmaz olarak saldırgan, militarist, yağmacı, nobran ve sömürgen bir damarı nitelemek için kullanılacaktı.

Marksist klasik emperyalizm analizi aslında acil bir gereklilik ve ihtiyaç ortamında doğdu, Avrupalı emperyalistler apaçık bir emperyalist yağma savaşına doğru yol alıyorlardı. Üstelik Osmanlı’nın, Çin’in, Afrika’nın ve Orta Doğu’nun paylaşımını hedefleyen gizli anlaşmaların daha biri imzalanmadan diğeri gündeme geliyordu. Geç kapitalistleşen ve emperyalistleşenler pervasızca, arzularını gizlemeden pay istiyorlardı, ve üstelik bu istekte bulunurken bunu bir hak gibi gördüklerini hiç ama hiç gizlemiyorlardı. Haritalar sürekli güncelleniyor, siyasi coğrafya haritaları miatlarını günlük süt kadar çabuk dolduruyorlardı.

Emperyalizm her zaman yeni haritalar anlamına gelecekti (emperyalist basına ve Türkiye’nin yandaş basınına bakın, havada uçuşup duran Suriye haritaları karşısında nevriniz dönecektir).

İşte tam da bu ortamda Sosyalistlerin içindeki enternasyonalist kanat (ki savaş harcamalarına ve hazırlıklarına destek veren reformist döneklerden ayrıldıklarında Komünist Partileri kuracaklardı) savaşın aslında farklı ülkelerin emekçi sınıflarının sermaye için gırtlaklaşması anlamına geleceğinin bilincinde olarak acil bir adım atma gereği hissetti. Bu acil adımın kuramsal boyutu belki de düşün tarihindeki en yerinde ve en çok zamanına hitap eden adımın atılmasına yol açtı. Önce Hilferding, sonra Rosa, sonra Lenin ve Bukharin hala dimağlarımızı besleyen hacmi küçük ancak etkisi büyük bir külliyatı yarattılar. Tam da burada Kızıl Kartal’a, Luxemburg’a hakkını teslim etmemiz gerekir. Hayattayken yayınlandığını gördüğü tek derli toplu eseri olan ve Marksizm içinde çok ciddi tartışmalara yol açan Sermaye Birikimi 1913 yılında basıldı. Son bölümü “Bir Birikim Alanı Olarak Militarizm” çok ilginçti, kapitalist sermaye birikiminin kaçınılmaz bir şekilde militarizmi besleyeceğini ve emperyalist dinamikleri doğasında barındırdığını belirtti (bu son nokta çok önemliydi, önemine aşağıda işaret edilecektir). Kitap bir öngörüyü sürekli tevdi ediyordu; emperyalistler arası savaş kaçınılmazdı. Mesajın zamanlaması çok manidardı, Kızıl Kartal’ın dehasına yormalıyız. Bir yıl sonra Birinci Paylaşım Savaşı patlak verdi.

Marksist klasik emperyalizm tezi kuramsal yapısıyla aslında ilgili olduğu kuramsal alanı ne kadar dolduruyordu, tartışılmalıdır. Ancak şu tez ileri sürülebilir, klasik emperyalizm analizi aslında sol içi bir darbeydi. Rosa, Lenin, Liebknecht, Zimmerwald Solu; bu küçük ancak etkin cephe klasik emperyalizm teziyle Avrupa Sosyalizmi ve Sosyal Demokrasisi içindeki kendi burjuva hükümetlerini destekleyen reformist kanada karşı darbe yaptı.

Ancak belirttiğimiz gibi acil bir ihtiyaca cevap veren bu darbenin politik etkisi ve dokusu müthiş iken kuramsal dokusu her zaman geliştirilmeye muhtaç kaldı.1 Politik bir mevzi savaşının ortasında darbenin mimarları işin gerçeği çok da düşünmediler (örneğin Lenin’in çok etkili olan Emperyalizm eseri aslında çabucak yazılan bir broşürdü). Bu acil ihtiyacı giderme güdüsü kapitalizm ile emperyalizm arasındaki tarihsel ilişkinin bazı durumlarda eksik algılanmasına yol açtı. İleride bir yazıda detayları açılacak ancak şimdi birkaç eksikliği vurgulamak gerekiyor. Birincisi emperyalist eğilimi kapitalizmin tarihinde belirli milada ve döneme bağlamak bir tür eksiklikti. Emperyalist kapitalizmi dönemselleştirmek, emperyalist olmayan bir kapitalizmi kuramsal ve siyasal olarak olanaklı kıldı. Yani sokak diliyle emperyalist olmayan şirin ve katlanılabilir bir kapitalizmi ima etti. Aslında darbenin mimarı büyük ustalar pek tabi ki acil siyasal gerekler karşısında herhalde bunu düşünmediler ancak sulu sepken bir patikada yürüyen Avrososyalizm ve Avrokomünizm için reformist ve uyumcu bir hattı bilmeden de olsa desteklemiş oldular. Dediğimiz gibi önümüzdeki haftalarda detaylandırılacak bir tezi ileri sürmek gerekiyor, kapitalizm her zaman emperyalist idi. Emperyalist olmayan kapitalizm tahayyülü ne yazık ki solu stratejik ve programatik olarak geri mevzilere itti.

Bu eksiklik emperyalizm tartışmaları henüz gelişmiş kapitalistler arası bir paylaşım savaşının çerçevesi içinde yürütülürken pek de kendini göstermedi. Ancak ne zaman ki tarihlerinin olmadığına inanılan sömürge halkları ulusal kurtuluş savaşları vermeye başladılar, işte o zaman bu eksiklik kendisini başka bir sapma içinde yeniden üretti. II. Dünya Savaşı sonrası Ulusal Kurtuluş Savaşları ile birlikte gelen bağımsızlık sürecinde anti-emperyalizm ile anti-kapitalizm arasındaki zorunlu ilişki yok sayıldı. Böylece anti-kapitalist olmayan anti-emperyalist bir mücadele hattı olası göründü. Bu sapma eninde sonunda bir garip siyasal stratejiye götürdü. Üçüncü yol, kapitalist olmayan kalkınma, milli demokratik devrim türünden tezler azgelişmiş kapitalist dünyada devrimcilerin ve sosyalistlerin kaçınılmaz yazgısı gibi görünmeye başladı. Böylece sosyalizm bir nihai hedef olarak sürekli ileriye, belirsiz bir tarihe atıldı. Bu türden bir patikayı tutturan Jakoben ulusalcı devrimci hareketlerin iktidara geldiği ülkelerde sonuç hüsran oldu. 

Emperyalist olmayan kapitalizm bakışını tamamlayan ve en az onun kadar hatalı bir başka tez yine klasik emperyalizm analizi darbesi sırasında kendiliğinden ortaya çıktı. Emperyalizm bir siyasal-iktisadi program olarak belirli bir tür organizasyona sahip kapitalizmin yan ürünü olarak algılandı. Hilferding’in Finans Kapital’i doğal olarak tekelci kapitalizm kavramına da yol açtı. Tekellerin ortaya çıkışlarının kapitalizmin bir evresini bitirdiğini ve bir diğerini açtığı varsayıldı. Böylece emperyalizm tekelci kapitalizm ile özdeşleşti. Hatta net bir tanımlama yapıldı ve emperyalizm tekelci aşamadaki kapitalizmdir denildi. Emperyalist olan/ emperyalist olmayan kapitalizm ikiliği burada yine kendisini başka bir sorunlu ikiliğinin bünyesinde yeniden üretti; rekabetçi evredeki kapitalizm/tekelci kapitalizm. Bu ikilik de ilki kadar sorunluydu. Kapitalizmde rekabet ile merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimleri birlikte işlerler. Diyalektik bir sosyo-ekonomik bütünlüğün çelişik ancak bütünleşik parçalarıdır. Kapitalizmde rekabet tekelci pozisyona, tekelci pozisyonun getirisi ise yine rekabete yol açar. Dolayısıyla hem rekabet hem de tekelleşme eğilimi kapitalizmin bünyesinde, yapısında eş anlı olarak birlikte var olurlar. 

Bu türden hatalı bir bakış açısının dünya soluna nelere mal olduğunu düşünün bir kere. Özellikle emperyalist ülkelerde sosyalistler ve komünistler sosyalizme ulaşma hedefini çıkmaz ayın son Çarşambasına erteleyip, bütün güçlerini anti-tekelci mücadeleye harcadılar. Oysa tekelci eğilime sahip olmayan ve rekabetçi olmayan kapitalizm mümkün değildir. Hoş bir hayaldi, tekellerden arındırılmış, ve rekabetçi sermaye gruplarının egemenliğindeki rekabetçi kapitalizm. Ancak ütopyaydı, ütopya ise olmayan yer demektir. 

Böylece sosyalistler ve devrimciler azgelişmiş kapitalist ülkelerde emperyalizme karşı emperyalist olmayan ulusal bir kapitalizm, emperyalist ülkelerde ise tekellere karşı tekelci olmayan, rekabetçi kapitalizm için çırpınıp durdular. Ne yazık ki her iki coğrafyada da bu sapma eninde sonunda iktidarsız bir demokratizme kapıyı araladı. 

Ancak tüm bu eksikliklere rağmen Marksist klasik emperyalizm tezi tarihin sınamasından başarıyla geçti, hâlâ geçmeye devam ediyor. Uzun lafa gerek yok, Irak’ın, Suriye’nin, Libya’nın, Yemen’in ve Filistin’in yaşadığı deneyimlere bakın. Artık bir Irak yok, bir Suriye yok, bir Libya yok. Onların yerlerine şimdi kaotik, parçalanmış ve her türlü emperyalist rekonfigürasyona açık sahipsiz, bahtsız ve yoksul coğrafyalar var. Onların halklarının acılarında yankılanıyor Lenin ve Rosa’nın daveti, duyuyor musunuz? 

  • 1.Örneğin Kautsky, Lenin’in hışmını çeken bir adımla, “Ultra-emperyalizm” makalesini yazarken ve kapitalist dünyanın emperyalistler arası bir kartel ya da tröst tarafından yönetileceği çatışmasız bir döneme doğru gittiğini iddia ederken tam da bu darbeyi göğüslemek istedi, olmadı. Yetersiz bir çabaydı.
(II)

“Hakimiyet, bağımsızlık, eşit haklar ve içişlerine müdahaleden kaçınma, 20. Yüzyıl’ın önemli bir kazanımı olarak, uluslararası ilişkilerin genel kabul gören normları olmaktadırlar.”
Böyle demişti Sosyalizmi içeriden çökerten hain ekibin başı Gorbaçov 1988’de SBKP 19. Parti Kongresi’nde. Bir garip konuşmaydı. O zamanlar Glasnost ve Perestroika’dan yeni ve daha güçlü bir sosyalizm bekleyenler çok takdir etmişlerdi bu konuşmayı.

Marksist klasik emperyalizm tezi tarihin sınavından başarıyla geçti, geçmeye devam ediyor. Kavramların hayatı vardır. Burada hayattan kasıt hem akademik ortamlarda hem de siyasal düzeyde kullanımının sürmesidir. Dolayısıyla kavramlar zaman ve mekanda onu yüklenenlerin, onu bir silah gibi kullananların haykırışlarında, aşağılamalarında ve olumlamalarında yaşarlar. “Kahrolsun Emperyalizm!”, “6. Filo Defol!”; emperyalizm bu haykırışlarda, bu reddiyelerde hayat buldu önce, sonra gündelik hayata sızdı, sınıflara sızdı. Onu yüklenenler tüm ideolojik bariyerleri yıktılar ve en kabul görmeyeceğini düşündüğünüz yerlere soktular emperyalizm kavramını. Bu onu sırtlanan kitlelerin gücünü ve özgüvenini gösteriyordu. Ne zaman ki onu sırtlananlar geçici de olsa bir ricat süreci içine girdiler, ne zaman ki emperyalist sömürüye maruz kalmayı arına sindiremeyenler geri adım atmaya başladılar, ne zaman ki sosyalizm siyasal olarak intihar etti, işte o zaman kavram girdiği her yerden sökülmeye, kazınmaya başladı.

“Hakimiyet, bağımsızlık, eşit haklar ve içişlerine müdahaleden kaçınma, 20. Yüzyıl’ın önemli bir kazanımı olarak, uluslararası ilişkilerin genel kabul gören normları olmaktadırlar.”

Böyle demişti Sosyalizmi içeriden çökerten hain ekibin başı Gorbaçov 1988’de SBKP 19. Parti Kongresi’nde. Bir garip konuşmaydı. O zamanlar Glasnost ve Perestroika’dan yeni ve daha güçlü bir sosyalizm bekleyenler çok takdir etmişlerdi bu konuşmayı. Başka neler demişti Gorbaçov? Örneğin ABD Başkanı Reagan ile (ki Amerikan emperyalizminin en arsız suretiydi) Reykjavik ve Cenevre’de yaptıkları silahsızlanma görüşmelerinin çok hayırlı olduğunu ve dünyanın barışla yoğrulmuş yeni normlara hazır hale geldiğinden bahsetmişti. Ayrıca ilerde uluslararası ilişkilerin militarizasyondan azade ve daha insani olacağına dair inancını büyük bir güvenle belirtmişti. Emperyalizm mi? Elbette ki hala bir tehdit idi ancak insanileşmeye ve anti-miltarizasyona o da ayak direyemeyecek ve değişecekti. Silahsız bir emperyalizm olası hale gelecekti.  Böyle demişti ve Ekim 1917’de kurulan büyük deneyimin bittiğini resmen tescillemişti. Sovyetler Birliği emperyalizmin önünde diz çöktüğünde artık bilfiil ölüydü zaten.

Grobaçov mu, tescilli haindir. Yeniden yapılandırmak hedefi altında sitemi yok etmiştir, sonra ise iktidarı ayyaş Yeltsin’e bırakıp gitmiştir. Tarihte çok örneği vardır, hainler ve maşalar işleri bitince tarihin çöplüğüne atılırlar. Ancak Gorbaçov mahir ve işbilen biri olduğunu kanıtlamıştır. Yıllarca binlerce dolar karşılığında kapitalist ülkelerin üniversitelerinde sosyalizmi nasıl yıktığını ballandıra ballandıra anlatmıştır.

Böylece emperyalizm kavramının hayat silsilesinde bir hazan mevsimi başlamıştır. Emekçilerin ve kitlelerin mücadelesiyle zorla girdiği yerlerden giderek dışlanmaya başlamıştır. Örneğin 1960’larda ve 1970’lerde solun kültürel ve akademik hegemonyasının da etkisiyle dünya siyaseti, ekonomisi veya tarihi derslerinde, dersi anlatanın siyasi bakışı ne olursa olsun, emperyalizm en temel kavramlardan biriydi, sonra giderek tedrisattan kazındı. Onun yerine onu tırnağı bile olmayacak, gerçekliği açıklama gücü olmayan ve bütünüyle burjuva siyasal ideolojisinin tornasından çıkma kavramlar monte edilmeye çalışılmıştır (örneğin Küreselleşme). Ancak…

Ancak Gorbaçov’un ihanet yolunu gizleyen temennilerle süslü konuşmasının üstünden daha çok geçmeden ABD ve müttefikleri Kuveyt’i işgal eden Baasçı Irak’ı tüm güçleriyle bombalamaya başladılar. Aslında dört dörtlük, tam emperyalizmin şeceresine yakışacak bir komploydu; sonraları ortalara dökülen istihbarat kırıntıları tam da böyle olduğunu kanıtlamaktadır. Saddam Hüseyin ve Irak Baası el altından kışkırtılmıştı, hatta aslında Kuveyt’in tarihsel olarak Irak toprağı olduğuna dair de telkin edilmişlerdi. Irak da küçük fakat zengin Kuveyt’i 1991’de işgal etti. Onu işgale kışkırtanlar hemencecik bir müdahale koalisyonu kurdular ve Irak’ı canı çıkıncaya kadar bombaladılar. Ölü sayısı yüksek idi, umursamadılar. Sonra Irak’ı 2003’de bilfiil işgal edilinceye kadar ambargo altında tuttular. Bu da yetmedi, 12 yıllık ambargo boyunca canları sıkıldıkça bombaladılar. Ambargo dolayısıyla temel gıda ve sağlık malzemesinden yoksun Irak’ta çok sayıda insan ve çok sayıda çocuk öldü. Doğrusu tarihin rotası pek de hain Gorbaçov’un beklentisine uygun değildi. 2003’de bu defa olmayan kitle imha silahlarını bahane edip tarihin gördüğü en büyük yalanlardan birine dayanarak gidip Irak’ı işgal ettiler. Sonra ara tara, yemin olsun bir tek kitle imha silahı bulamadılar. Amerikan istihbarat cemiyetinden sızan dedikodulara ve raporlara göre tarihin gördüğü en büyük düzenbazlıklardan biriydi; işgal başladığında hem CIA hem de diğer istihbarat örgütleri Irak’ta bir tek kitle imha silahının olmadığını zaten biliyorlardı. İşgal sonrasında aslında namevcut kitle imha silahlarını bulmadılar ama Irak’ın tarihi zenginliklerini (raporlara göre işgalin ardından Irak halkının üstüne çöreklenen paralı askerler en başta Irak Ulusal Müzesi’ni yağmaladılar. Bir tahmine göre Sümerlilerden, Asurlulardan ve Babillilerden kalan 15 bin parça yurt dışına kaçırıldı ve hala uluslararası yasa dışı antika ve tarihi eser piyasasında pazarlanmaktalar) ve petrolünü buldular, onları yağmaladılar.  Klasik emperyalizm hain Gorbaçov’un öngörüsünün aksine işlemeye devam ediyordu. Amerikan emperyalizmi işgal altındaki Irak’a genel vali statüsüne en az Gorbaçov kadar hain birini, Zalmay Halilzad’ı atadı. Bir  Peştun ve Müslüman olan Halilzad önce Afganistan’da, sonra Irak’ta emperyalist sömürünün kurumsallaşması için canı gönülden çalıştı. Şimdilerde Trump onu yeniden Afganistan ile ilgili bir misyonda görevlendirdi. Halilzad Irak’a tanınca ilk yaptığı işlerden biri ulusal petrol endüstrisini özelleştirmek oldu. Irak petrolleri küresel petrol şirketlerinin ortak olduğu bir konsorsiyuma devredildi. Klasik emperyalizm eskilere ati kötü bir anı olmadığını bir kere daha kanıtladı. Açıklanan planlara göre bir de Irak demokratik normlara kavuşmuş barış içinde bir devlete dönüşecekti. 17 yıl geçti, bugün Irak artık devlet bile olmayan etnik ve dinsel unsurlardan oluşan kabileler federasyonu gibidir. Bağdat’ta, Basra’da, Musul’da Süleymaniye’de hergün bombalar patlamaktadır. Yetmiyor gibi bir de emperyalizmin Suriye’yi parçalasın diye imal ettiği İŞİD gericiliğinin bir ayağı da Irak’tadır. Ve pek tabi ki göstermelik burjuva demokrasisinin kurumsal yapısına bir adım bile yaklaşamamıştır.  Daha sonraki gelişmeler, Suriye, Yemen, Libya ve Filistin aslında klasik emperyalizmin bölge halklarının kaderini hala yeniden ve yeniden kurguladığını göstermektedir.

Kavramların hayatının bir damarı onu sahiplenen kitlelerin siyasi atılımları ve direngenlikleriyse bir diğer damarı da kuşkusuz tarihin şahitliğidir. Bazı durumlarda onu sahiplenen kitleler fiziksel ve moral olarak bir geri çekilme sürecinde olsalar da kavramlar tarihsel ve toplumsal olayların karşı konulamaz çağrısı sayesinde ayakta kalırlar. Emperyalizm tam da böyle bir kavramdır. 1990’ların başından itibaren dünya sosyalizmi bir moral ve fiziksel bunalıma sürüklenmiştir, kuşku yok bu geçici çözülme emperyalizm kavramının hayat damarlarından birini tıkamış ve onu komaya sokmuştur. Ancak sosyalizmin bir siyasal sistem olarak intiharından bu yana emperyalizmin kapitalist dünyayı durmadan ve bıkmadan sermayenin uzun erimli çıkarları doğrultusunda kurgulaması kavramı bitkisel hayattan çekip çıkarmıştır. Üstelik Sosyalimin siyasal bir sistem olarak bulunmadığı bir dünyada emperyalizm daha bir hayasız, şımarık ve pervasız olmuştur. Emperyalizmin icraatları dünya kapitalizmini 19. Yüzyıl’ın son çeyreğine ya da iki dünya savaşı arası döneme geri döndürmek veya bu dönemlere benzer bir döneme sokmak gibi öngörülemeyen bir sonuca yol açmaktadırlar. Eğer durum buysa Rosa’nın, Lenin’in ve diğerlerinin hayatta olduğundan şüphe etmememiz gerekir.

Yine de bir iade-i itibarda bulunmalıyız. Marksist klasik emperyalizm tezi dönemin gereği olarak emperyalistlerin birbirlerine ne yaptığıyla ilgilendi. Emperyalistlerin sömürge halklarına ne yaptıkları bu yazında hep ikincil bir öneme sahip oldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeler bağımsızlık savaşına başlayınca bu eksik özellikle azgelişmiş ülkelerin Marksistleri tarafından giderildi. Ancak yine de ihmal edilen bir konu vardı. Peki emperyalistler kendi halklarına ne yapmaktaydılar? Öyle ya, Manchesterlı bir tekstil işçisi, Bristollü bir dok işçisi, Languedoclu bir köylü, ya da Idaholu bir çiftçi aslında hiç görmediği, haritada yerini bile gösteremeyeceği topraklara gidip oralarda ölmeye nasıl ikna ediliyordu? Kısacası emperyalist ülkelerin halkları aslında sermayenin işine yarayacak, ve fakat onların çocuklarını ölüme götürecek bir maceraya nasıl ikna oluyorlardı? İşte emperyalizmin bu boyutu emperyalizm yazınında en az ilgi çeken alan oldu. Oysa sosyalist enternasyonalizmin acil gerekleri açısından en önemli sorunlardan biriydi. Ancak aslında bu konuda önemli bir katkı vardı, sadece görmezden gelinmişti. Lenin’in Emperyalizm’inin önsözünde hem yerdiği hem de övdüğü John Atkinson Hobson aslında emperyalizm kavramını sağdan alıp sosyalist sola veren yaratıcı ve üretken bir sol liberal aydındı. 1902’de basıldı Imperialism: A Study (Emperyalizm Üstüne Bir Çalışma diye tercüme etmek daha doğru gibi) adlı eseri. Aslında basım tarihi itibariyle Marksist klasik emperyalizm tezinin hemen öncesine denk gelmesi de anlamlıydı [bu başyapıtın hala dilimize çevrilmemiş olması büyük bir eksikliktir]. Nitekim Lenin’in Emperyalizm’i bu kitaptan pek yararlanmıştır. Vurgulandı, önsözde Lenin onun emperyalizm kavramsallaştırmasının önemini vurgulayarak övmüş, ancak solda olsa da bir liberale has yargılarını eleştirmiştir.

Kitap iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümü emperyalizmin iktisadının neden ve sonuçlarını anlatmaktadır. Bu bölüme Lenin’in aktarmasıyla vakıfız. Ancak kitabı asıl önemli kılan ikinci bölümü pek bilinmez. İkinci bölümde Hobson emperyalizmin siyasetini anlatmaktadır. Daha doğrusu İngiliz emperyalizminin Britanya halklarını nasıl ikna ettiğini, iç siyaseti ve devletin yapısını nasıl şekillendirdiğini anlatır. Olağanüstü bir bölümdür. Klasik emperyalizm tezindeki eksik halkayı tamamlamak yönünde atılmış önemli bir adımdır, yani emperyalizmin kendi halkına ne yaptığının analizi konusunda ufkumuzu aydınlatmaktadır.

Libya, Irak, Suriye, Filistin, Yemen ve diğerleri emperyalizmin sürekli olduğunu kanıtlayarak Lenin’e, Rosa’ya ve diğerlerine yeniden ve yeniden hayat vermektedirler. Libya, Irak, Suriye, Filistin, Yemen ve diğerlerini yağmalayanların kendi halklarını nasıl kandırdıkları ise sosyalist enternasyonalizmin galip gelebilmesi için cevaplandırılması gereken asıl sorudur. Artık içten bir nefretle haykırabiliriz; “Kahrolsun emperyalizm”.

Serdal Bahçe / SOL

Krizin dış finansman sorunları - Korkut Boratav /SOL

Mart 2018’i izleyen iki yıllık dönem sonunda Türkiye’nin dış finansman yükümlülüklerinde hafifleme, dolarlı millî gelir daralarak gerçekleşmiştir. Türkiye ekonomisi dış dünyaya net kaynak aktarmış; bunun sonunda  dolar hesabıyla millî gelir düşmüş; ülke yoksullaşmıştır.

2000 sonrasında Türkiye, dış ekonomik bağımlılıkların arttığı, kronikleştiği iki dönemden geçti: 2002-2007 ve 2010-2015. 

Uluslararası sermaye hareketlerinin seyrine göre canlanan, yavaşlayan; 2008-2009’daki gibi krize de sürüklenebilen bir öykü…Son dört yıl ise istikrarsızlık, tıkanma…

Tıkanma yılları: Hızlı bir panorama

Türkiye ekonomisini yönetenler 2015 sonuna kadar neoliberal kurallara uyum gösterdi. AKP’nin ilk altı yılında IMF kredileri kullanıldı. Babacan’a göre 2015’e kadar işler yolunda gitti. Sonrasında finans kapitalin “risk iştahı” zayıfladı. İlk kez seçim kaybeden AKP için neoliberalizmin finansal ve malî disiplin ilkelerini sineye çekmek güçleşti. 

Kaynak kısıtları zorlanarak büyüme pompalandıkça dış kırılganlıklar arttı. 2016’da Türkiye ekonomisi 863,4 milyar dolarlık GSYH ile tarihsel zirveye ulaştı. 2017’de sürdürülebilir sınır aşıldı: 41 milyar dolarlık cari açığın katkısıyla sabit TL ile millî gelir %7,5 arttı; ama döviz pahalılaştı; dolarlı GSYH %1,2 daralarak 852,6 milyara düştü. 

2017’de böylece “tıkanan” Türkiye ekonomisinin sonraki büyüme seyrini iki farklı yöntemle hesaplayabiliriz. Genellikle millî gelir verileri sabit TL olarak izlenir.. Buna göre  Türkiye ekonomisi 2017 ve sonrasında  her yıl büyümüştür; ama 2019’da binde 9’a inen yavaşlayan bir tempoyla… 

İkinci yöntem Türkiye ekonomisinin uluslararası konumunu, büyüklüğünü, kırılganlığını izlemeyi hedefler: Dolarlı GSYH hesabı… Bu hesaba (ve aşağıdaki sayılara göre) Türkiye millî geliri 2016 sonrasında her yıl kesintisiz küçülmektedir. 

Bu yıl korona bunalımını telafi edici parasal ve malî önlemler, önceki iki yılın dış finansman sorunlarına yol açacak mıdır?  Bu sorunların ağırlaşması, Türkiye’yi bir dış borç krizine sürükleyebilir mi? Yükselen piyasaların bu türden bir krize sürüklenme olasılığı bugünlerde tartışılmaktadır.

Ekonominin dış finansman yükümlülüklerini bu soruların çerçevesinde izlememiz gerekiyor.

Dolarlı millî gelir hesabı: Kesintisiz dört kriz yılı…

Aşağıdaki tablo, Türkiye ekonomisinin dış finansman yükümlülüklerinin 2018-2020’deki seyrini veriyor. 

Ağırlaşan dış kırılganlıklar, döviz krizinin hemen arifesi olan   Mart 2018’de zirveye ulaştı (tablo, sütun 1). Sermaye akımları tıkandı; dış finansman yükü hafifletildi; ekonomi bir dış borç krizine sürüklenmedi. Aralık 2019 (sütun 2) sonuçları veriyor. Korona bunalımını içeren 2020’nin son (Mart-Nisan) verileri sütun 3’te yer alıyor.

Tablonun ilk satırında yıllık dolarlı GSYH verileri var. Millî gelirin dolarlı toplamını  bulmak için, cari (enflasyon dahil) GSYH sayıları, o yılın ortalama dolar fiyatına bölünür. Örneğin, 2019’da dolar ortalama olarak %19,2 oranında pahalılaştı; bu oran  millî gelirin  cari fiyatla büyüme temposunu (%14,9’u) aştı. Sonuçta dolar cinsinden GSYH  yüzde 3,6 civarında küçüldü.
Bir çevre ülkesinde millî gelirlerin ulusal para değil, dolar hesabıyla küçülmesi dünya ekonomisini yönlendiren finans sermayesinin, daha genel anlamda kapitalizmin mantığı açısından ekonominin krize girdiğini gösterir. O ülkeye para bağlamış finans çevreleri zarara uğrar; ekonominin dış yükümlükleri karşılama gücü aşınır.  

Tabloda yer almayan, fakat yukarıda verdiğim 2016 ve 2017’nin dolarlı millî gelir verilerini de (aynı sırayla) hatırlatayım: Milyar dolar olarak  863,4 →  852,6… Tablodaki 2018, 2019 verileri ile  2020 öngörülerini ekleyelim. Buna göre Türkiye ekonomisi 2016’ı izleyen dört yıl içinde kesintisiz küçülmektedir. 2020’de dolarlı GSYH, 2016’daki düzeyinin %18 altına inmiş olacaktır. 

Bu hesaba göre Türkiye, dünya ekonomisi içindeki konumu ve dinamikleri açısından son dört yıl boyunca kriz içindedir

Kriz, dış yükümlülükleri hafifletti

Tabloda Türkiye’nin dış finansman yükümlülükleri, dış borç stoku, 12 ayda vadesi gelen dış borçlar, cari işlem dengesi ve banka-dışı şirketlerin döviz varlıkları ile yükümlükleri arasındaki fark (döviz açığı) başlıkları altında yer alıyor. 

2018 krizi sonrasında tüm dış finansman yükümlülüklerinin dolar cinsinden hafiflediğini gözlüyoruz. Cari işlem dengesi 2019’da uzun yıllardan beri ilk kez fazla vermiş; 2020’de yeniden açığa dönmüştür. Dış borç stoku 24 ayda (Nisan 2020’ye kadar) 45 milyar dolar azalmıştır. Bu süreçte özel sektör dış borçlarının bir bölümü devlete (öncelikle kamu bankalarına) aktarılmıştır. Sonuçta dış borç stokunda kamunun payı %30’dan %37’ye çıkmıştır. 

2020’nin ilk aylarında dış borçlarla ilgili yükümlülükler dolar olarak düşmekte; millî gelirdeki payları ise artmaktadır (satır 2-5). Dolarlı GSYH daha sert bir tempoyla gerilediği için… 

Özetle, Mart 2018’i izleyen iki yıllık dönem sonunda Türkiye’nin dış finansman yükümlülüklerinde hafifleme, dolarlı millî gelir daralarak gerçekleşmiştir. Türkiye ekonomisi dış dünyaya net kaynak aktarmış; bunun sonunda  dolar hesabıyla millî gelir düşmüş; ülke yoksullaşmıştır

2020’nin ilk yarısında şu soruyla karşı karşıyayız: Korona krizine karşı iç talebi canlandırmayı hedefleyen (bazıları çapaçul) önlemler, dış finansman yükümlülüklerini nasıl etkileyecek? Ekonomi küçülürken dış dünyaya net kaynak aktarımı ne kadar sürdürülebilecek?

Bir dış borç krizi gündeme gelebilir mi?

2020’de üç kritik belirsizlik

Üç olumsuz işaret, 2020’de dış finansman sorunlarının daha da ağırlaşacağı doğrultusundadır.

İlk olarak, yabancı sermaye hareketleri “eksi” seyretmektedir. Nilgün Erdem bu hesabı toparladı; Ocak-Nisan 2020’de -11,3 milyar dolarlık “net çıkış” belirledi. Aynı toplam, 12 ay öncesinde +15 milyar dolardı. Yerli ve kayıt dışı sermaye hareketleri kapsandığında da “net çıkış” geçerlidir.

İkinci olarak, 2019’da dış finansman yükünü hafifleten cari işlem fazlası 2020’de tarihe karıştı; bu yılın  ilk dört ayında 13 milyar dolarlık dış açık verildi. Turizm gelirlerinde ve AB’ye dönük mal ihracatındaki gerileme, 2020 cari işlem açığını daha da tırmandıracaktır.

Üçüncü olumsuzluk, kısmen ilk iki etkenin sonucudur ve döviz hareketlerinden kaynaklanıyor. BIS istatistiklerine göre Mayıs 2020 sonunda doların fiyatı, Aralık 2019 sonunu %14,9 aşmıştır. Aynı dönemde TÜFE’nin artış yüzdesi ise 4,6’dır. Bu bulgu, 2020’de dolarlı millî gelirin, TL hesabına göre öngörülen GSYH’dan daha sert düşebileceğini göstermektedir.

Tabloda, IMF’nin 2020 millî gelirinde öngördüğü %5’lik küçülmenin dolarlı GSYH için de geçerli olacağı varsayıldı; 706,5 milyar dolarlık toplam böyle hesaplandı. Döviz fiyatları ile TÜFE endeksi arasındaki makasın açılması bu tempoda sürerse, 2020 millî geliri 706,5 milyar doların bir hayli altında gerçekleşebilir.

Bu gelişme tabloda yer alan dış finansman yüklerinin 2020’deki göreli ağırlığını artırır. Bu da, Arjantin’in bugünlerde yaşadığı türden bir dış borç krizi olasılığını akla getirir.

Korkut Boratav / SOL

25 Haziran 2020 Perşembe

‘Yeni Osmanlı’dan emperyalist olur mu? - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Fransa Devlet Başkanı  Macron ve Mısır Devlet Başkanı Sisi’nin, AKP Türkiyesi’ni hedef alan açıklamalarından sonra Libya iç savaşının, AKP rejiminin oradaki varlığının geleceği üzerine düşünmek iyice zorlaştı.

Aslında vekâlet savaşı

İç savaş diyoruz ama Libya’da yaşananları, Doğu Akdeniz’e kadar uzanan, petrol ve gaz havzaları (hatta göç yolları) üzerinde vekâlet savaşları olarak anlamak gerekiyor. Dahası Türkiye ve Arap dünyası ilişkileri açısından bu vekâlet savaşı hidrokarbon havzalarını aşan, Suudi Krallığı’nın sözcülerinin yorumlarına göre, Ortadoğu su kaynaklarını da kapsayan bir alanda hegemonya rekabetine kadar uzanıyor.

Karşımızda son derecede karmaşık, bir vekâlet savaşları manzarası var. Küresel hegemonya sisteminin dağılmasıyla da ilgili olan bu manzaranın bir tarafında Birleşmiş Milletler’in desteklediği, Müslüman Kardeşler hareketinin uzantısı, Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile eski bir CIA unsuru, Kaddafi rejiminden kalma  General Hafter’in liderliğinde Libya Ulusal Ordusu savaşıyor. Dikkatle bakınca görüntünün içine Türkiye, Katar ve İtalya giriyor. Bunların karşısında Rusya, Fransa, Mısır, Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan var.

Bakış açısını Doğu Akdeniz’i de içine alacak biçimde genişletirsek resmin içine Yunanistan ve İsrail giriyor. Sonra Tunus, Cezayir gibi kararsızlar da var. Fransa ile Türkiye’nin NATO, Fransa ile İtalya’nın da AB üyeleri olması, Almanya’nın Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’nden yana eğilmeye başlaması, başlangıçta Hafter’i destekleme eğiliminde olan, ABD’nin giderek ilgisini kaybeder görünmesi, Rusya’nın Suriye’den sonra Libya’da da bir üs edinerek Akdeniz’e yerleşme planları, Türkiye ile silah ve enerji ticareti, resmi iyice karmaşıklaştırıyor.

Şimdi dikkatlerin gaz ve petrol açısından önemli Sirte Limanı üzerinde odaklandığını görüyoruz. Bu limanın kaderi, vekâlet savaşlarının geleceğini, Libya’nın bölünme olasılıklarını belirleyeceği düşünülüyor. Ben daha çok, AKP Türkiyesi’ni bu “iç savaşın” içine çeken mantığı merak ediyorum.

AKP Türkiyesi, Cumhuriyetin geleneksel “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini terk etti, başka ülkelerin rejimleri, toprakları, kaynakları üzerinde hak iddia etmeye, diğer bir deyişle emperyalist politikalar izlemeye başladı. İyi de neden?

Emperyalist sistem

Modern emperyalizm, kapitalizmin kriz dinamiklerine karşı devreye giren genişleme eğilimiyle yakından ilişkilidir. Sermaye birikim süreci kendi ekonomisinin sınırlarına sığamayacak düzey ulaştığında, bir aşırı birikim sorunu oluştuğunda, yeni değerlenme alanları (birikim fazlasını yatıracak alanlar, kapasite fazlasını emecek talep) yaratmak (başka ülkelerin ekonomilerini kullanıma, coğrafyalarını kaynaklarını edinmeye uygun biçimde açmak) için devlet (emperyalist refleksler) devreye girmeye başlar.

Emperyalist sistemin merkezine baktığımızda, ekonomik ve teknolojik olarak güçlü ülkeler, coğrafyasına sığamayan sermaye birikim süreçleri görürüz. Yeni alanları açan, daha zayıf devletlerin iç ve dış politikalarını şekillendiren hep bu ülkelerin devletleridir. “Yeniden paylaşım” taleplerini, vesayet savaşlarını hatta doğrudan savaşları bu devletlerin “alan açma” süreçleri gündeme getirir. Bu savaşların arkasındaki finans-kapital (banka-sanayi sermayesi), bu savaşlarda, devlet kontratlarından birikim süreçlerini besleyecek biçimde yararlanır.

AKP Türkiyesi’ni bu resmin içine, emperyalist sistemin, sermaye birikim süreci, üretim kapasitesi, sınırlarına sığamayan bir merkez ülkesi olarak yerleştirmek olanaklı değildir. Suriye fiyaskosunun ardında işte bu çelişki var. Bugün ekonomi, “aşırı birikim” sorunu yaşamak bir yana, kaynak sıkıntısı içindeyken, var olan kıt kaynakları ülke içinde, eğitim, sağlık gibi alanlarda, teknolojik bilimsel gelişmeyi desteklemekte kullanmak varken, devri kapanmakta olan hidrokarbon kaynak havzalarını (Ah! Yine toprak rantı saplantısı) ele geçirmek hayaliyle harcamak, “kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışan yılanı” anımsatıyor.

Toprak rantı ve haraç üzerinde durmaya göre şekillenmiş, 16. yüzyılda kendi “erken-sanayileşme” sürecini dinamitlemiş Osmanlı İmparatorluğu’nu  modern emperyalizm yıkmıştı. Düşünmeye değer!

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Merkezde olanları siz nereden biliyorsunuz? - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Gerçek gözünüzün dibindeyse siyah bir noktadır. Aslında uğurböceği olduğunu biraz geriden bakınca görürsünüz. Bir adım uzaktan böceğin konduğu çiçek fark edilir. Bütün kıra baktığınızda ise siyah nokta seçilmez olur.

Müyesser Yıldız’ın tutuklanmasında gördüklerimiz sadece bir siyah nokta mı? Biraz geriden baktığımda gözüme bir süre önce yaşanan Cihat Yaycı vakası çarpıyor. Hatırlayın, YAŞ’a doğru giderken bir Hulusi Akar operasyonuyla Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Yaycı istifasını vermişti. O günlerde en kafa karıştırıcı şey, istifa öncesinde FETÖ’cü hesapların sosyal medya mesajlarıydı. “Önümüzdeki hafta, ünlü bir amiralin istifa ettiğini/ettirildiğini duyarsanız çok şaşırmayın” diye başlayan mesajlar, soruşturmalar nedeniyle yurtdışına kaçan eski askerlerin Yaycı’ya yönelik adımdan önceden haberdar olduğunu gösteriyordu.

Müyesser Abla’nın tutuklanmasının ardından o mesajları atanlara bir kez daha baktım. Oldukça tanıdık geliyordu. Neden mi? Bir süre önce OdaTV’de firardaki FETÖ’cü askerlerin sosyal medya hesaplarına yönelik bir araştırma yapmış ve bunu haberleştirmiştik. Bu konuda ortalıkta spekülatif listeler dolaşıyordu. Bunlara itibar etmeden somut olgulara dayanarak profilleri çıkardık. Bir kısmı zaten asker olduğunu gizlemiyordu. Bir kısmının ise paylaşımlarından bu anlaşılıyordu. İçerikleri, örgütün söylem ve politikalarıyla uyumluydu. Örnek olsun, Cihat Yaycı operasyonunu önceden duyuran hesabın sahibi kendisini bir yerde şöyle tanıtmış: “Deniz Kuvvetleri’nin yeni BÇG’si, hukuksuz ve intikam duygusuyla binlerce kişiyi ihraç ettirip tutuklatan, şubede görev yapmış, gerçekleri deşifre etmek isteyen bir subayım.

FETÖ hesapları önceden yazdı

Gelelim Müyesser Yıldız meselesine...

Tam da hatırladığım gibiydi. Müyesser Abla’nın 15 Temmuz sorgulamaları, YAŞ’ta olan bitene yönelik eleştirileri, aynı hesaplar tarafından hedef gösteriliyordu. İşin ilginci, Müyesser Abla’ya savcılık operasyonu bile önceden işaret edilmişti. Birkaç örnek vereyim. OdaTV ve Müyesser Yıldız’ı etiketleyen bir tanesinde “bir Türk subayı olarak uyarıyorum, haber veriyorum! Zamanı gelince bu terör inine hukuki operasyon yapılacaktır!” yazıyor. Öbürü, “Müyesser Yıldız’a bir savcı sorsa keşke bu engin bilgileri edindiği bağlantılı subay/generaller kimler?

Uzatmayayım...

Son dönemde ilgili ya da ilgisiz her şey için “FETÖ’nün işi” deniyor ya, ben elbette “Müyesser Yıldız’ı FETÖ tutukladı” demiyorum. Sadece süreci açıkça desteklediklerini, önceden “nasıl oluyorsa” bildiklerini, Müyesser Abla’nın 15 Temmuz sorgulamalarının hükümet içinde bir grubu ettiği gibi onları da rahatsız ettiğini anlatıyorum.

Bu arada Yaycı’yı istifaya götüren soruşturmanın da Genelkurmay tarafından Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na havale edildiğini hatırlatayım. Kısacası Türkiye’nin konuştuğu iki vakada da Ankara Cumhuriyet Savcılığı, TSK, hükümetin bir kanadı, firardaki FETÖ’cü askerlerin öngörüleri diyebileceğimiz bir garip kesişme var.

Ancak bu kadar değil...

Önce Halk TV’ye gitmiş

Müyesser Yıldız’a kurulan tezgâhın çok somut bir delili daha var. Şöyle anlatayım... Biz bugüne kadar Astsubay E.B’nin gazeteciler İsmail Dükel ve Müyesser Yıldız’ı telefonla arayıp “çok önemli olduğunu düşündüğü” bilgiler anlattığını ve bu yüzden tutuklandıklarını dinledik. Ancak biraz geriden bakınca Astsubay E.B’nin ilk görüştüğü gazetecilerin Dükel ve Yıldız olmadığı görülüyor.

Onlar kim mi?

İşte meselenin bamteli burası. Halk TV Ankara Bürosu’nun kapısını bir gün tanımadıkları bir asker çaldı. Elbette “buyurun” diyerek misafir ettiler. Çay ikram ettiler. Gelen asker Halk TV izleyicisi olduğunu söylüyor, memleket meseleleri üzerine durmadan bir şeyler anlatıyordu. Tahmin ettiğiniz gibi...

Astsubay E.B. tam bir buçuk ay boyu Halk TV ofisine çatkapı girdi. Ancak başta tecrübeli gazeteci Fatih Ertürk olmak üzere Halk TV ofisindekiler hem anlattıkları hem tavırları “tuhaf” olan bu askerden rahatsız oldu. Bunu ona da belli ettiler. İşin ilginç yanı Astsubay E.B., TELE 1’deki İsmail Dükel’i tanıyıp tanımadıklarını Halk TV’dekilere soruyordu. Telefonunu alıp önce Dükel’i sonra Yıldız’ı aradı. Devamında iki gazetecinin başına gelenleri biliyorsunuz.

Tanıdık bir senaryo

Peki, Yıldız ve Dükel gözaltına alınınca aileleri Emniyet’e koştu da Astsubay E.B’nin eşi ne yaptı? İnanamayacaksınız ama Halk TV ofisine gitti. “Eşim gözaltına alındı” dedi. Fatih Ertürk, “Burası savcılık değil, eşinizi oraya sorun” diyerek gönderdi. Belli ki kurulan tezgâha Halk TV de dahil edilmek isteniyordu.  Şüpheli gördükleri subayı uzaklaştırmaları sayesinde mümkün olmadı. Bütün bunları nereden mi biliyorum? Fatih Ertürk televizyonda anlattı da oradan. Düşünün, görev başındaki bir astsubay bir muhalif kanalın kapısını defalarca çalıyor. Ardından Dükel ve Yıldız’ı kendisi arayıp konuşuyor. Bu süreci “3’üncü bir göz” izleyerek isimsiz ihbarda bulunuyor. Telefonlar dinlenerek gazeteciler gözaltına alınıyor. Hulusi Akar’ın “biri beynim öbürü kalbim” dediği tutuklu iki general dahil, bir dönem TSK’yi yöneten bütün kritik isimlerin davalarını izleyen, dava dosyalarına TSK’nin gönderdiği herkese açık kritik belgeleri okuyan Müyesser Abla, avukatının cezai ehliyetinin olmadığını söylediği düşük rütbeli alelade bir asker bahanesiyle tutuklanıyor. Tam da “merkezde olanları bilen  ” firardaki FETÖ’cü askerlerin istediği gibi “terör ini” OdaTV’nin temsilcisi Müyesser Yıldız’a operasyon yapılıyor, “engin bilgileri”ni öğrenmek için bilgisayarlarına el konuyor. Gazetecileri gizli bilgilerinin açıklanmasıyla suçlayan savcı, gizlilik kararı aldığı dosyadaki bilgileri kumpas dönemlerinin şaibeli gazetecilerine sızdırıyor. Ne kadar da tanıdık bir senaryo değil mi? “ Eski ortak” alışkanlığı olabilir mi? Fatih Ertürk’ün anlattıklarını, firardaki Fethullahçıların mesajlarını okuyanlar Müyesser Abla’yı içeride tutmaya devam edecek mi? Yoksa başkaları hakkında verdikleri kararların kendi yazgıları da olduğunu düşünmeden yaşamaya devam mı edecekler?

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

İmara açıldı! Hangi ünlüye ait olduğuna inanamayacaksınız - Yeniçağ

Antalya’nın Kaş ilçesindeki doğal sit alanı statüsünde bulunan Çukurbağ Yarımadası’nda iki büyük parsel ‘eko-turizm’ niteliği verilerek imara açıldı. İmara açılan parsellerden biri iktidara yakın iş adamlarına, diğerinin üçte biri ise eski CHP lideri Deniz Baykal’a ait...

Geçtiğimiz ay villa ve lüks otellerle kaplı bölgede çıkan yangınla gündeme gelen Kaş-Çukurbağ Yarımadası ile Limanağzı bölgesini kapsayan 1/25 bin ölçekli Nazım İmar Planı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca onaylanarak askıya çıkarıldı.

Doğal sit alanı statüsündeki Çukurbağ Yarımadası’nın yapılaşmadan korunmuş kesimlerinde iki ayrı bölgenin yapılaşmaya açılması dikkat çekiyor. 

Planda ‘Ekolojik Turizm’ alanı olarak ayrılan parsellerde biri, İnceboğaz Mevkii’nde yer alan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakınlığı ile tanınan Cihan Kamer ile Hasan Doğan ailesinin 2007 yılında satın aldıkları 119 dekarlık zeytinlik arazi. Zeytinlik vasfı değiştirilerek, ‘tarla’ olarak tapuya kaydettirilen ve ardından İstanbul-Üsküdar merkezli bir ambalaj firmasına devredilen yarımadadaki araziye villalar inşa edilebilecek. 

Çukurbağ Yarımadası’nın batısında yer alan ikinci ‘Eko-Turizm’ nitelikli parselin üçte biri olan 16 bin metrekarelik kısmı eski CHP lideri ve Antalya Milletvekili Deniz Baykal’a, aynı ölçüdeki bir diğer hisesi de Baykal’ın akrabası olan bir iş adamına ait. Kaş’ta uzun yıllardır tartışma konusu olan yarımadadaki bu iki parsel, böylece hem iktidar yandaşlarının hem de ana muhalefet partisinin eski lideri ve yakınlarının beklentisini karşılayacak şekilde imara açılmış oldu. İmar rantı yüksek olan Çukurbağ Yarımadas’ında 1500 metrekarelik imarlı bir parselin fiyatı yaklaşık 300 bin Avro’ya alıcı buluyor.

deniz-baykal-in-sahibi-oldugu-arazi-gectigimiz-mayis-ayinda-yanan-bolgeye-bir-kac-yz-metre-mesafede-yer-aliyor.jpg

Antalya’nın Kaş ilçesinde bulunan doğal sit alanlarını kapsayan 1/25 binlik Nazım İmar Planı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca onaylandı. Geçtiğimiz ay çıkan yangınla gündeme gelen Çukurbağ Yarımadası ile karayolu ulaşımı bulunmayan Kaş’ın ünlü doğal plajlarını da barındıran Limanağzı bölgesini kapsayan plan, 9 Haziran’da Antalya Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nde askıya çıkarıldı. Bir ay boyunca askıda kalacak olan yeni imar planında Çukurbağ Yarımadası’nın İnceboğaz ve İnönü mevkilerinde bulunan iki ayrı bölgenin ‘E-T-Eko- Turizm’ vasfıyla yapılaşmaya açılması dikkat çekiyor.

YARIMADADAKİ BETONLAŞMA 1980’LERDE AGC İLE BAŞLADI

Çukurbağ Yarımadasının batı ucu 1970’li yıllarda Ankara Gazeteciler Cemiyeti (AGC) tarafından satın alındıktan sonra tapu düzeltme davası açılmış ve 183 dekarlık arazinin yüzölçümü 1121 dekara çıkartılmıştı. Ardından 1980’lerde imara açılan ve parsellenerek bir kısmı satılan bir kısmı da AGC’nin özel mülkiyetinde bırakılan Çukurbağ Yarımadası’nın bu bölümü bugün büyük ölçüde betonlaşmış durumda.

imar-plani-ve-yapilamaya-acilan-araziler.png

YERLİ HALK SİT ALANI OLAN ARAZİLERİNİ NÜFUZLU KİŞİLERE SATTI

Yıllar önce yarımadada zeytincilik yapan ya da kayalık arazilerin arasındaki küçük toprak parçalarında tarımsal üretim yapan yerli halkın arazileri ise hem orman ile süren sınır davaları hem de bölgenin doğal sit alanı olmasından dolayı yapılaşmaya açılmadı. AGC’nin geçmişte mevzi imar planı yaptırarak yapılaşmaya açtırdığı bölge dışında kalan araziler, zamanla yerli sahipleri tarafından ‘nüfuzlu’ kişilere satıldı.

150 DEKAR ARAZİ, ERDOĞAN’A YAKIN İŞ ADAMLARINCA SATIN ALINDI

İşte o arazilerden biri de Çukurbağ Yarımadası’nın Kaş ilçe merkezine en yakın kısmında yer alan yaklaşık 150 dekarlık zeytinlikti. Kaş Kamping ile İnceboğaz arasındaki bölgeyi kapsayan bu arazi, 2007 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a yakınlığı ile kamuoyunun gündemine gelen isimler tarafından satın alındı.

cukurbag-yarimadasi-imar-plani-aski-ilani.png

TAPUDA TFF ESKİ BAŞKANI HASAN DOĞAN’IN OĞLUNUN ADI GEÇİYORDU

Satın alınan arazi, Futbol Federasyonu Eski Başkanı Hasan Doğan’ın oğlu Selim Doğan adına kaydedildi. İddiaya göre bir dönem Erdoğan’ın çocuklarıyla ortak mücevher işi yaptığı ortaya çıkan Atasay Kuyumculuk’un sahibi Cihan Kamer ve Erdoğan’ın çocuklarına burs verdiği iddia edilen Ramsey’in sahibi Remzi Gür’ün adının geçtiği arazi satışını, Erdoğan’a yakın olan ve Antalya ile Burdur’da yatırımları bulunan bir başka iş insanı takip etti.

plan-raporunda-yarimadadaki-iki-ayri-ozel-mlke-ekoturizm-alani-niteligi-verildigi-belirtiliyor.png

İMARA AÇILMASI İÇİN ARAZİNİN ‘ZEYTİNLİ TARLA’ VASFI DEĞİŞTİRİLDİ

Yaklaşık 6 milyon Avro’ya satın alındığı öne sürülen zeytinlik arazinin imara açılabilmesinin önünde hem sit alanı hem de zeytinlik gibi engeller vardı. Bu haliyle imara açılması olanaksız olan arazinin niteliğinin değiştirilmesi için, bakanlardan üst düzey bürokratlara uzanan görüşmeleri de içeren uzun bir süreç başladı. Bu arada arazinin arkeolojik sit alanı olan 30 dekarlık kısmı, hazineye ait bir başka araziyle takas edilmek üzere ayrıldı. Ardından ise kalan kısmının imara açılması için hummalı bir çalışma başlatıldı. Geriye kalan yaklaşık 120 dekarlık arazinin imara açılmasının önünde engel olarak görülen ‘zeytinli tarla’ niteliğinin değiştirilmesi ve tapu kaydına ‘tarla’ olarak işlenmesi için 15 Ağustos 2014 tarihinde dönemin Kaş İlçe Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü’ne başvuru yapıldı. İlçe tarım müdürlüğü, 25 Ağustos 2014 tarihinde başvuruya verdiği resmi yanıtta, talep edilen cins değişikliğinin uygun görülmediğini bildirdi.

koruma-statsndeki-arazinin-tapu-kaydi-selim-dogan-adina-dzenlenmiti-1.jpg

TARIM İLÇE MÜDÜRÜ ÖNCE REDDETTİ ARDINDAN ONAYLADI

Ancak bu yanıtın ardından iddialara göre dönemin AKP’li Belediye Başkanı Halil Kocaer devreye girdi ve Kaş İlçe Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü’ne yeni bir başvuru daha yapıldı. Bu kez siyasi baskılar sonuç verdi ve bir ay önce uygun görülmeyen zeytinlik arazinin vasıf değişikliği uygun bulundu. Dönemin Kaş Tarım İlçe Müdürü Gökhan Göktaş imzasıyla 24 Eylül 2014 tarihinde verilen yanıtta, arazinin cins değişikliğiyle ilgili talebin ‘uygun’ bulunduğu kaydedildi. Zeytinlik arazinin imara açılması girişimini o günlerde haberleştirerek kamuoyunun gündemine getirmiştik. (1)

ka-tarim-ilce-mdrlgnn-cins-degiikliginin-uygun-gorlmedigine-ilikin-resmi-yazisi.jpg

DÖNEMİN TARIM BAKANI ÇELİK ‘İPTAL ETTİK’ AÇIKLAMASI YAPMIŞTI

Skandalın ortaya çıkmasının ardından konu TBMM’nin gündemine taşınmış ve sorumlular hakkında dava açılmıştı. Dönemin Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, işlemin iptal edilerek ilgililer hakkında soruşturma açıldığını belirtmiş ve şu bilgileri vermişti:

“Antalya Kaş İlçesi Merkez Mahallesi’nde bulunan 46 ada 48 nolu parselin cins değişikliği için Kaş İlçe Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğümüzce yürütülen işlemlerle ilgili olarak Antalya İl Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğümüzce soruşturma başlatılmıştır. Soruşturma sonucu ilgili personele disiplin işlemi uygulanmış, cins değişikliği işleminin iptali için Kadastro Bölge Müdürlüğüne müracaat edilerek tapunun beyanlar hanesine cins değişikliği uygun görüş yazısının iptal edildiğine yönelik şerh koydurulmuş ve arazinin yeniden zeytinli tarla vasfına dönüştürülmesi için ilgili mahkeme de dava açılmıştır.” (2)

TARLAYA ÇEVRİLEN ARAZİ KISIKLI MERKEZLİ FİRMAYA SATILDI

Dönemin Bakanı Faruk Çelik’in iptal edildiğini açıkladığı zeytinlik araziyi imara açma girişiminin doğru olmadığı ortaya çıktı. Kaş’ın betonlaşmadan korunmuş son doğal alanlarından biri olan ve Yunanistan’ın Meis adasına bakan deniz kıyısındaki arazinin tapu kayıtlarına bakıldığında geçmişte ‘zeytinli tarla’ olan vasfının ‘tarla’ olarak değiştirildiği ve tapuya bu şekliyle kaydedildi. İddiaya göre geçmişte Selim Doğan adına kayıtlı olan söz konusu parsel, İstanbul-Üskudar (Kısıklı) merkezli bir ambalaj firmasına devredil. Firmanın adı, Kösdağ Ambalaj Ürünleri Ticaret A.Ş. Kurucusu ise Ahmet Hasan Kösdağ. Ülker Grubuyla da ticari ilişkileri olduğu bilinen Kösdağ’ın ambalaja yönelik başka yatırımları da bulunuyor.

İMAR PLANI ONAYLANDI, 120 DEKARLIK ARAZİ EKO-TURİZM ALANI OLDU

Çukurbağ Yarımadası’nı da kapsayan yeni hazırlanan 1/25 binlik Nazım İmar Planı’nda ‘Eko Turizm’ alanı olarak ayrılan bu 46 Ada 48 nolu parselin güneyinde yer alan sahil kesimi rekreasyon alanı olarak belirlenirken geri kalanında ‘düşük yoğunluklu’, iki katlı villalar yapılabilecek. Kaş Çukurbağ Yarımadası’ndaki parsel fiyatlarıyla ilgili yaptığımız araştırmaya göre büyük ölçüde betonlaşan yarımadada imarlı parsel bulmanın oldukça zor olduğu, 1500 metrekarelik imarlı parsellerin ise 250-300 bin Avro’ya satıldığı belirtiliyor.

tarim-ilce-mdrlgnn-bir-ay-sonra-verdigi-uygun-gor-yazisi.jpg

‘TURİZM İMARLI’ ARAZİLER ASTRONOMİK RAKAMLARA SATILIYOR

Yeni imar planına göre düşük yoğunluklu da olsa yapılaşmaya açılan bu parseller oldukça yüksek bir rant beklentisi yaratıyor. Yeni planda imara açılan bir diğer bölge ise yarım adanın uç kısmında, İnönü Mevkii’nde yer alıyor. Planın askıya çıkarıldığı gün imara açılan bu parsellerden birinin ‘turizm imarlı arsa’ vasfıyla satışa çıkarılması dikkat çekti. Toplam 20 bin 334 metrekarelik araziye 30 milyon TL’nin üzerinde fiyat belirlenmesi imar rantının boyutlarını gözler önüne seriyor.

İMARA AÇILAN PARSELLERİN BİRİNDE DENİZ BAYKAL’IN DA HİSSESİ VAR

Çukurbağ Yarımadası’nda imara açılan iki büyük parselden biri de eski CHP lideri ve Antalya Milletvekili Deniz Baykal’ın hissedarı olduğu arazinin bulunduğu bölgede yer alıyor. Deniz Baykal’ın Kaş’taki arazisinin varlığı yıllardır yerel halk tarafından biliniyor. Ancak arazinin sit alanı ve zeytinlik vasfında olması imara açılmasına engel oluyordu. Baykal’ın, Kaş’taki arazisiyle ilgili eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ile telefon konuşması yaparak ‘ricacı’ olduğu da ortaya çıkmıştı. Eski Bakan Bayraktar’ın, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Mekânsal Planlama Genel Müdürü Mehmet Ali Kahraman ile yaptığı iddia edilen bir telefon konuşması yasal dinlemelere takılmış, bu konuşmanın deşifreleri ise 4 bakan hakkında hazırlanan 17-25 Aralık fezlekelerinin eklerinde yer almıştı.

ka-cukurbag-parsel-cins-degiikligi-tapuya-da-kaydedilmi-zeytinlik-arazi-artik-sadece-tarla-004.png

BAYKAL, ESKİ BAKANDAN  KAŞ’TAKİ ARAZİSİ İÇİN RİCACI OLMUŞTU

Cumhuriyet Gazetesi’nden Aykut Küçükkaya, 2 Eylül 2014 tarihli gazetede yer alan haberinde konuyu özetle şöyle aktarmıştı: “Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar hakkında hazırlanan fezlekede yer alan ve Adalet Bakanlığı’na gönderilen yasal dinleme kaydına göre Deniz Baykal, bir arazi için bakanlığın ‘plan ücreti ve kentsel dönüşüm payı’ kapsamında istediği 5 milyon TL’nin indirilmesi için ricacı oluyor. Bu rica tam 1 yıl önce 3 Eylül 2013 tarihinde 17 Aralık operasyonu kapsamında gözaltına alınan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Mekânsal Planlama Genel Müdürü Mehmet Ali Kahraman’la, Bakan Bayraktar arasındaki telefon konuşmasında dinlemeye takılıyor. Bayraktar, bürokratı Kahraman’a, ‘Bu Selçuk Akıltopu’nun işi sende miydi? Şimdi buraya geliyor Deniz Baykal aradı beni de. O nedir 5 milyon mu istemişsin ondan bağış?’ diye soruyor. Bürokrat Kahraman da, Bakan Bayraktar’a, ‘Plan ücreti 2 altı yüz civarında bi 2 civarında da şey istedik bakanım kentsel dönüşüm katkı payı istedik galiba’ diye yanıt veriyor. Bunun üzerine Bayraktar, ‘Ama diyor 5 milyon etmez orası diyor Deniz Baykal... Yani olmazsa şeyi bu kentsel dönüşüm hesabına yatıracağı paraya kaldırabilirsin veya azaltabilirsin’ diyerek Baykal’ın ricası için talimat veriyor. Bürokratı da Bayraktar’a, ‘Tamam tamam tamam bakanım’ diye yanıt veriyor.” (3)

deniz-baykal-in-16-bin-metreakre-hissesi-bulunan-parsel-de-henz-zeytinlik-niteliginde.png

DENİZ BAYKAL: ‘ÖDENMESİ GEREKEN ÖDENMİŞTİR’

Küçükkaya, konuyla ilgili görüşüne başvurduğu Deniz Baykal’ın 5 milyon liralık ödemeyi yapıp yapmadığı sorusuna, “Miktarını, rakamı hatırlamıyorum ama yasal olarak ödenmesi gereken ne ise o aynen ödenmiştir. Yasal gereklerin dışında yapılmış bir talep var ise o talebin gereği yerine getirilmemiştir” yanıtını verdiğini de aktarmıştı.

BAYKAL MAL VARLIĞI BEYANINDA KAŞ’TAKİ ARAZİYE DE YER VERMİŞTİ

Deniz Baykal, 2006’da mal varlığını açıkladığı sırada ‘Tarla ve araziler’ başlığı altında Kaş’taki arazilerine de yer vermişti. Siyaseten yasaklı olduğu ve kamu görevi yapmadığı bir dönemde, 15 Mart 1983 tarihinde Kaş’tan 16 dekar zeytinli tarla niteliğinde arazi aldığını belirten Baykal, bunun için 1 milyon lira ödediğini belirtmişti.

İMARA AÇILAN ARAZİNİN 16 BİN METREKARESİ BAYKAL’A AİT

Yeni planda ‘eko turizm’ niteliği verilerek yapılaşmaya açılan zeytinlik arazinin bulunduğu parsel yaklaşık 50 bin metrekare. Tapu kayıtlarına göre dört kişiye ait olan parselin 16.656 metrekaresi Deniz Baykal’a aynı büyüklükteki diğer bir hissesi de Selçuk Akıltopu’na ait. Geri kalanı ise Süreyya Tomruk ve Hüseyin Yazıcı arasında bölünmüş. Söz konusu parselde yeniden kadastro düzeltme çalışması yapılarak arazinin ada parsel numaralarında değişikliğe gidilmesi dikkat çekiyor. Buna göre daha önce 47 ada 19 parsel olarak kayıtlı olan arazide sınır düzeltme işlemi yapılarak 6 Eylül 2018 tarihinde son haliyle tescil edilerek 209 ada 20 parsel olarak kaydı yenilenmiş.

YARIMADADA ÜÇ AYRI NOKTADA ALT ÖLÇEKLİ PLAN VAR

Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanan, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından da onaylanarak askıya çıkarılan imar planının açıklama raporunda, Çukurbağ Yarımadası’nın üç farklı bölgesinde alt ölçekli imar planı bulunduğu belirtiliyor. Bunlardan biri mesire yeri, diğeri ise arıtma tesisine yönelik hazırlanan planlar. Üçüncü imar planı ise yarımadanın batı ucunda geçmişte Ankara Gazeteciler Cemiyeti tarafından yaptırılan ve yapılaşma yoğunluğu yüksek olan kentsel amaçlı plan.

‘ÖZEL MÜLKİYETE KONU İKİ BÖLGEYE EKO-TURİZM KARARI GETİRİLDİ’

Yeni hazırlanan 1/25 binlik Nazım İmar Planı’nın açıklama raporunda, daha önceki alt ölçekli planların kullanım kararlarını olduğu gibi korunacağı kaydedilerek, “Bunun haricinde, özel mülkiyete konu iki farklı bölgeye eko-turizm kararı getirilmiştir. Yarımadanın kalan bölümlerinde ise mülkiyeti orman olan bölgeler orman olarak işaretlenmiştir. Kalan bölümler ise doğal karakteri korunacak alanlar olarak düzenlenmiştir” ifadelerine yer veriliyor.

BİR YANI LÜKS VİLLALAR BİR YANI PLAJ VE PARK OLACAK

Plan raporunda ayrıca ‘eko-turizm’ vasfı getirilen İnceboğaz’ın doğusundaki bölgenin sahil kesiminin rekreatif alanlar olarak belirlendiği kaydediliyor. Doğal makilik örtüyle kaplı olan bölgede yeni planla getirilen ‘rekreatif alan’ tanımı şöyle: “Oturma ve yemek yerleri, yemek pişirme yerleri, çeşmeler, açık havuzlar, oyun ve açık spor alanları, açık gösteri alanları, yeşil bitki örtüsü ve kıyı yapısının elverdiği yerlerde denize iniş rampaları bulunan kamu ya da özel alanlar.”

KİŞİYE ÖZEL REKREASYON ALANINA OLANAK SAĞLANIYOR

Buna göre kişiye özel parsellerin bulunduğu alanlardaki sahil kesiminde ‘kişiye özel rekreasyon’ alanları oluşturulabilecek. İnceboğaz bölgesindeki eko-turizm niteliği verilen alanda inşa edilecek villalar için kıyıda geniş bir yeşil alan, yeme içme ve spor üniteleri ile plaj düzenlemesi yapılabileceği anlamına geliyor.

GÖRÜŞÜNE BAŞVURDUĞUMUZ ASLI BAYKAL, ‘BİLGİM YOK’ DEDİ

Konuyla ilgili bilgisine başvurduğumuz Deniz Baykal’ın kızı Prof. Dr. Aslı Baykal, imar planı hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını dile getirdi. Yarımada iktidara yakın iş adamlarına ait arazinin imara açılabilmesi için Deniz Baykal’ın arazisinin de pazarlık unsuru olarak kullanıldığı ve bu şekilde imara açıldığı yönündeki iddialara ilişkin görüşünü de sorduğumuz Aslı Baykal, bu konularda da bilgi sahibi olmadığını kaydetti.

Yeniçağ

24 Haziran 2020 Çarşamba

Aydınsız Cumhuriyetçiler: İlber Ortaylı ve Celal Şengör’e “Cumhuriyetçi aydın” muamelesi yapmak(29/12/2017) / Taylan Kara - SOL

Entelektüel karanlığı gören değil, karanlıkta görendir. 

Ö. İnce


Kendini Kemalist, Atatürkçü ya da cumhuriyetçi olarak tanımlayan okurlara şunları sormak isterim.

- Deniz Gezmiş’e eşkıya diyebilecek kaç Atatürkçü vardır?

- Fethullah Gülen’i övebilecek kaç cumhuriyetçi vardır?

- “Kenan Evren’in 12 Eylül’de her yaptığını onaylıyorum” diyecek kaç tane Kemalist vardır?

- “Bir insana dışkısını yedirmek işkence değildir” diyecek kaç “insan” vardır?

*

Son yazıma çok sayıda olumlu ve olumsuz tepki geldi (1).

Bu tepkilerin odağı Prof. Dr. Celal Şengör ve Prof. Dr. İlber Ortaylı idi. Yazımı olumsuz olarak eleştirenlerin ezici bir çoğunluğu kendisini Kemalist, Atatürkçü ya da cumhuriyetçi olarak tanımlayan okurlardı. Bu okurların hemen hemen hiçbiri yazılanların yanlış olduğunu söylemiyor ama “cumhuriyetçi” iki bilim insanının bu şekilde suçlanmasını eleştiriyorlardı.

*

Bir kitleyi dönüştürmek isterseniz o kitlenin aydınlarını, kanaat önderlerini, düşünce üreticilerini değiştirmeniz gerekir. Bir kitleyi körleştirmek isterseniz yapacağınız tek şey o kitleyi aydınsız bırakmaktır. Aydın, toplumun gözüdür.  

Gazeteci-yazar Hrant Dink öldürüldüğünde Agos Gazetesi’nin başına onun yerine Etyen Mahçupyan getirilmişti. Kendisini sosyalist olarak tanımlayan, yüreği, midesi ve beyni bu topraklarda olan H. Dink’in yerine 1994 yılından beri İslamcı partilere oy verdiğini söyleyen başbakan danışmanı E. Mahçupyan (2)…

Soros’u öve öve bitiremeyen E. Mahçupyan (3) ile H. Dink’in Ermeni olmaları dışında ortak noktaları neydi acaba?

H. Dink öldürüldü ve onun yerini E. Mahçupyan aldı.

*

Cumhuriyetçi, Atatürkçü, Kemalist kitlelerin düşünsel önderleri Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu gibi yazarlar sırayla katledildi.

Bu bir dönüştürmedir. Bugün, sağdan sola siyasal yelpazenin değişik yerlerinde duran A. T. Kışlalı, U. Mumcu, B. Üçok, Türkan Saylan, N. Hablemitoğlu gibi aydınların boşalttığı yerlere Celal Şengör ve İlber Ortaylı gibi yazarlar konumlanmıştır. Cumhuriyetçi, Atatürkçü ve Kemalist kitleler artık bu kişilerin düşüncelerini dikkate almaktadır.

Peki, bu insanlar kimdir?

*

EVREN'İN 12 EYLÜL DÖNEMİNDE YAPTIĞI HER ŞEYİ ONAYLIYORUM!

Bir söyleşide Prof. Dr. Celal Şengör (CŞ) şunları söylemişti:

CŞ: Kenan Evren’in 12 Eylül döneminde yaptığı her şeyi onaylıyorum. Evet, istisnasız.

- Şaka yapıyorsunuz. 
CŞ: Hayır, efendim.

- İnsanlara dışkısını yedirmek?

CŞ: Hayır, hayır bir dakika. Bir kere dışkısını yedirmek işkence değil (4).

*

DENİZ GEZMİŞ EŞKİYADIR!

Prof. Dr. Celal Şengör aynı söyleşide şunları da söyler:

Yani ben bu memlekette, Deniz Gezmiş gibi bir eşkıyaya kahraman denildiğini gördüm! 

*

Bu sözlere “cımbızlama” diyebilecek okurlar, linkteki söyleşinin tamamını okuyabilirler.

Sadece Mamak ve Diyarbakır cezaevlerinde neler yaşandığına şöyle bir göz atmak bile bu cümleden ve bunu söyleyenden tiksinmeniz için yeterlidir. Oralarda tutuklu ve hükümlülere neler yapıldığı, o insanların yazdıkları ve anlattıkları C. Şengör’ün ilgisini çeker mi acaba?

C. Şengör, cumhuriyetin tabutuna çivi çakan, bu ülkeyi tepeden tırnağa yeniden dizayn eden bir CIA darbesinde yapılanları onaylamaktadır; hem de “istisnasız” vurgusuyla.

Sayısız yargısız infazlar, en aşağılık işkenceler, sayısız işkenceden ölümler bile C. Şengör için “istisna” olmaya yetmemektedir. Kira davalarının bile en az 2 yıl sürdüğü bir ülkede, hiçbir kanıt incelenmeden 41 günde verilmiş bir idam kararıyla Erdal Eren’in asılması da bir istisna değildir.

12 Eylül’ün ve Kenan Evren’in yaptıklarının, dolayısıyla C. Şengör’ün “istisnasız” bir şekilde onayladıklarının listesi layıkıyla sıralanacak olsa koskoca bir ansiklopedi yazılması gerekir. Bu ansiklopedinin her cümlesi, insanı C. Şengör’ün bu cümlesinden daha fazla tiksindirecek kadar utançla dolu olur.

Bu bir kötülüktür. Bu, yüz binlerce insanın acısıyla alay etmek ve üzerinde tepinmektir.

Bugün cumhuriyeti zerrece savunan birinin 12 Eylül’e sempati duyması için ya çok bilgisiz ya çok vicdansız olması ya da aklını yitirmesi gerekir.

*

FETHULLAH GÜLEN ÖVÜCÜSÜ CUMHURİYETÇİ!

Bir söyleşide Fethullah Gülen’le görüşüp görüşmediği sorusunu İ. Ortaylı, gerek İstanbul'da gerekse Amerika'da fırsat buldukça F. Gülen'le görüştüğünü söyleyerek yanıtlar.

Prof. Dr. İ. Ortaylı, F. Gülen’le ilgili olarak şöyle devam eder:

"Ben Türk coğrafyası üzerine konuştum, eksik olmasın o da ilgiyle dinledi. Zaten her görüşmemizde bunları konuşuruz. Okulları konuşuruz. 1,5-2 saatlik görüşme yaptık.

Ben her zaman için söylerim, kendisi inanıyor. Sakin birisi. Belirgin konularda hassas. Bu eğitim konusunda falan. Merak ederim sorarım, bana anlatır. Bu çok önemli bir şey, bir cemaat liderinin, her şeyden önce bir öğretmenin sakin ve sabırlı olması lazım. Mühim meselesi bu. Gerisi ilgilendirmez kimseyi. (5)”

*

İ. Ortaylı bunları söylediğinde Yarbay Ali Tatar, ayrıntıları artık bilinen komplolarla hapse atılmış, bu durumu onuruna yedirememiş ve protesto etmek için yaşamına son vermişti. İ. Ortaylı’nın ekranda F. Gülen’i övdüğü o günlerde, F. Gülen’in müritleri, yüzlerce insanı sahte delillerle hapse atıyor, işkence yapıyor, anaokulları giriş sorularına kadar her türlü sınav sorusunu çalarak yandaşlarını devletin kılcal damarlarına kadar yerleştiriyorlardı.

*

Bir an düşünün:

U. Mumcu’nun F. Gülen’i övdüğü bir satır, bir cümle, bir yazı ya da bir ima var mıdır?

A. T. Kışlalı’nın böyle bir şey yaptığını aklınıza getirebilir misiniz?

Kemalistlerin geçmişteki kanaat önderlerinden herhangi birinin F. Gülen’i övdüğünü okudunuz mu?

Aksine T. Saylan’dan N. Hablemitoğlu’na U. Mumcu’dan A. T. Kışlalı’ya kadar her biri Fethullahçı çeteye karşı yıllarca ısrarlı bir şekilde toplumu uyardı. 1999 yılında T. Saylan bu tehlikeyi dillendirdiğinde onu din düşmanı ilân ettiler (6). N. Hablemitoğlu, 1999 yılında aşağıda linkleri verilen programlarda yaptığı uyarılardan 3 yıl sonra katledildi (7,8).

U. Mumcu’nun bu konuda sayısız yazı yazdığını bilmeyen yoktur.

Bugün isimlerini art arda sıraladığımız bu Kemalist/cumhuriyetçi yazarların ortak noktası öldürülmüş olmalarının yanında siyasal İslam’a ve Fethullahçı çeteye karşı açıkça, kıvırtmadan net tavır almaları ve bu tehlikelere karşı toplumu ısrarla, yılmadan ve bıkmadan uyarmalarıydı.

Bu aydınlar yıllar öncesinden canları pahasına bu uyarıları yaparken 2006 yılında Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Toktamış Ateş ile birlikte editörlüğünü üstlendiği “Barış Köprüleri” adlı bir kitapta Fethullah Gülen’i ve okullarını övüyordu:

“Buna karşın bir takım insanların inandığı, beğendiği bazı şeyler olunca, inanılmaz derecede yardım sağlanıyorsa, keseyi açıyorsa burada dikkat edilmesi gereken bir şey var demektir. Şimdi Fethullah Gülen Hoca “okul açınız! Bu lazımdır!” dediği an bir sürü insan keseyi açıyorsa bunu önemsemek lazım. (9)“

*

Elbette hepimiz gibi İ. Ortaylı’nın da yanılma hakkı vardır. Ancak bu konuda herhangi bir özeleştiri yaptığını gördünüz mü? Güçten ve güçlüden yana olmak, nabza göre şerbet vermek bir aydın tutumu olamaz. Hiçbir kitle, bu tip kanaat önderlerine layık değildir.

İ. Ortaylı, özeleştiri yapmayı bir kenara bırakın, Fethullahçılar suç örgütü ilan edildikten sonra bile bu konuyu gündeme getirenlere kızgınlık göstermektedir (10).

AKP’lilerin, Fethullahçılarla olan yakın ilişkilerinden sıyrılmak için “kandırıldık” demesi, sık sık alay konusu edilir. İ. Ortaylı’nın böyle bir beyanı dahi yoktur.

F. Gülen’e yaptığı övgüleri, onun okullarını övmek için yazdığı kitap, “tarihçidir, herkesle görüşmesi normaldir” diye açıklanabilir mi? “Kandırıldık” diyen AKP’lilerle alay ediliyorsa “kandırıldım bile demeyen” İ. Ortaylı’ya gösterilen bu sınırsız hoşgörü neyin nesidir?

Bu, kendini kandırmaktır.

*

“HÖDÜK”, “BİR B.K BİLMEZ” AMA BİRLİKTE KİTAP YAZILIR!

Mustafa Armağan adlı kişinin Atatürk ile ilgili hakaretlerine İ. Ortaylı şöyle yanıt verir:

“Herif kendine göre tarihi çarpıtıyor. Bunlar cahil adamlar, ne bilirler tarihi. Bir b.k bildikleri yok. Ne okuyacak ne bilecek. Allah'ın hödüğü suratına baksan halde turp sattırmazsın. (11)”

Cumhuriyetçi kitleler de bu sözleri alkışlamaktadır. Ancak burada “küçük” birkaç ayrıntı vardır.

İ. Ortaylı “hödük”, “cahil”, “bir b.k bilmeyen”, “pazarda turp bile satamayacak adam” dediği bu kişiyle birlikte “Resmi Tarih Yalanları” ve “Tarihin Sınırlarına Yolculuk” adlı iki kitap yazmıştır (12,13).

Ayrıca İ. Ortaylı, “Gelenekten Geleceğe” adlı kitabının önsözünde, “hödük”, “cahil”, “bir b.k bilmeyen” ve “pazarda turp bile satamayacak adama”, “Dostum Mustafa Armağan” diye hitap eder (14). Resmi Tarih Yalanları kitabının editörü Cem Küçük olup yazarları arasında Mehmet Şevket Eygi, Yavuz Bahadıroğlu, Nevval Sevindi gibi isimler de vardır.

İ. Ortaylı, “hödük”, “cahil”, “bir b.k bilmeyen” ve “pazarda turp bile satamayacak adam” diye nitelediği M. Armağan’ın “Petersburg’da Osmanlı İzleri” adlı kitabına önsöz de yazmıştır (15).

Bu durumda İ. Ortaylı’ya şu soruyu sormak gerekir:

Bu M. Armağan ne zaman “cahil” ve “hödük” oldu?

Birlikte kitap yazdığınızda “bilgili” ve “turp satabilir halde” miydi?

“Dostum” diye hitap ettiğiniz kişi, birlikte kitap yazdıktan hemen sonra mı “hödükleşti”?

M. Armağan’ın kitabına önsöz yazdığınız sırada M. Armağan “tarihten anlıyor” muydu?

*

NABZA GÖRE ŞERBET VERME ÜSTADI

Hiç kıvırtmaya gerek yok; bu nabza göre şerbet vermektir. M. Armağan eskiden neyse şimdi de odur, ne olduğu o zaman da ortadaydı, şimdi de ortadadır.

Hesap yapan İ. Ortaylı’dır. Dün çıkarları gereği her türlü işbirliğine girdiği kişileri, aralarında sanki hiçbir ilişki yaşanmamış gibi bugün aşağılaması bir aydın tutumu değildir.

İ. Ortaylı bütün bu manevraların sonunda ve hesapçılık sayesinde mutlu sona ulaşmış ve tarih alanında 2017 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü almıştır (16).

İ. Ortaylı’yı ateşli bir şekilde savunan bazı cumhuriyetçilerin bu ödülü şaşkınlıkla karşılaması çok gariptir. İ. Ortaylı, kendi içinde gayet tutarlıdır. Tuhaf olan İ. Ortaylı’nın yaptıkları değil, kimi cumhuriyetçilerin ona “cumhuriyet aydını” muamelesi yapmasıdır.

*

Hiçbir yükseliş ya da cinayet boşa değildir.

Onlarca Fethullahçıyı göz göre göre general yapan sistem, sakıncalı oldukları gerekçesiyle H. Dink ve U. Mumcu’yu onbaşı dahi yapmamıştı. Kimin ne kadar sakıncalı olduğunu anlamak için 15 Temmuz’u yaşamaya gerek yoktu.

Katledilen aydınlar, bunları yıllar öncesinden açıkça söylemiş, yazmış, ortaya koymuştu.

*  

KARANLIĞA AYDINLIK DİYEN “AYDIN”

Aydın, karanlığı gören değil, karanlıkta görendir. Cumhuriyetçi kitlelerin “karanlığı gören” aydınlarını tek tek katlettiler. Onların yerini alanların bir kısmı, bırakınız karanlığı görmeyi, bu topluma “karanlığı aydınlık” diye gösterdiler.

*

Bugün cumhuriyetçi kitlelerin kanaat önderi olarak aldığı bu yazarlar, liberallerin “bayrak sallayan, cırtlak sesli İzmirli Kemalist teyze” diye karikatürize ederek aşağıladığı o sıradan vatandaş kadar bile öngörülü değillerdi. Olur olmaz yere onu bunu “cahil” diye aşağılayan, şimdilerde her gün televizyonlarda konuşan ve cumhuriyetçilerin kanaat önderi muamelesi gören İ. Ortaylı, o “teyze” kadar bile refleks göstermemiş, aksine cumhuriyet yıkıcılarıyla açıkça işbirliği yapmıştır.

İ. Ortaylı, sözcüklerden yapılmış cilalarla, canavarı parlatıp topluma şirinmiş gibi göstermiştir. İ. Ortaylı, “dikkat canavar var” diyerek toplumu uyaran insanların yanında olmadığı gibi, uyaranları yutmak için açılan canavarın ağzındaki dişlere övgüler düzmüştür.

Canavara karşı çıkanların kılavuzu, canavarı besleyip büyütenler olamaz.

*

AYDINSIZ CUMHURİYETÇİLER

Prof. Dr. İ. Ortaylı kendi alanında önemli bir kişidir. Prof. Dr. C. Şengör jeoloji ve doğa bilimleri konusunda son derece bilgilidir ve değerli bilgiler vermektedir. Zaten hiç kimse bu bilim insanlarının kendi uzmanı olduğu alanlardaki beyanlarına söz söylememektedir.

Ancak aydın olmak, mükemmel bir jeolog ya da seçkin bir tarihçi olmak demek değildir. Aydın olmak bir tutumdur. İ. Ortaylı ve C. Şengör’ün tutumları, “cumhuriyetçi aydın” sıfatıyla tamamen ilgisizdir.

Sadece bir saptama olarak şu rahatlıkla söylenebilir:

Bugün kendine cumhuriyetçi, Kemalist, Atatürkçü diyen kitlelerin aydınları yoktur. Bu kitleler aydınsızdır. Milyonlarca cumhuriyetçi, el yordamıyla aydınlarını aramakta ve ne yazık ki İ. Ortaylı gibi kişilere sarılmakta, bu insanlarda keramet aramaktadır.

Bu ülkenin en canlı kesimlerinden yüzü Aydınlanmaya, akla ve bilime dönük milyonlarca insan, bu değerleri sahiplenmeyen kişiler tarafından yönlendirilmektedir.

Cumhuriyetçi kitleler bugün bu yazarların hipnozundan çıkmalı ve reflekslerini en azından o “İzmirli teyze”nin refleks düzeyine yükseltmelidir.

Cumhuriyetçi kitleler aydınlarını ve kanaat önderlerini seçerken çok dikkatli olmaları olmak zorundadır.

Çünkü aydınını doğru seçmeyen kitleler körleşirler.

  

Taylan Kara / SOL

(29/12/2017)

Kaynaklar

1. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/kultur-dunyasindan-bir-ceha...

2. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/kilavuzlar-kargalar-burunla...

3. http://derinsular.com/george-soros-etyen-mahcupyan/

4. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/armagan-caglayan/diski-yedirmek-isken...

5. https://www.youtube.com/watch?v=GZrFiG5RpPo (0:32sn’den sonra)

6. https://www.youtube.com/watch?v=QIBDTESLklU

7. https://www.youtube.com/watch?v=32XyHplKS_s

8. https://www.youtube.com/watch?v=AZKPzKUMbzI

9. Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof.Dr. Toktamış Ateş. Barış Köprüleri, Dünyaya Açılan Türk Okulları, Ufuk Kitapları, 1. Baskı, 2005, İstanbul.

10. https://www.youtube.com/watch?v=GZrFiG5RpPo (0-30sn)

11. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/737481/ilber_Ortayli_dan_Atat...

12. İ. Ortayli, M. Armağan, Y. Bahadiroğlu, Ö.L. Mete, N. Sevindi. Editör: C. Küçük/Münir Üstün, Resmi Tarih Yalanları,  Profil Yayıncılık, 8. Baskı, 2015, İstanbul. https://www.turkkitap.de/resmi_tarih_yalanlari/id/12509

13. Mustafa Armağan, İlber Ortaylı ile Tarihin Sınırlarına Yolculuk, Ufuk Kitapları, 2005, İstanbul.

https://www.nadirkitap.com/ilber-ortayli-ile-tarihin-sinirlarina-yolculu...

14. Prof.Dr. İlber Ortaylı, Gelenekten geleceğe, Timaş Yayınları, 23. Baskı, 2017, İstanbul

http://www.kitapyurdu.com/kitap/gelenekten-gelecege/106844.html&filter_n...

15. Mustafa Armağan, Petersburg’da Osmanlı İzleri, Timaş Yayınları, 4. Baskı, 2012, İstanbul

http://www.kitapyurdu.com/kitap/petersburgda-osmanli-izleri/279774.html&...

16. http://www.haberturk.com/cumhurbaskanligi-kultur-sanat-buyuk-odulleri-sa...