3 Ağustos 2020 Pazartesi

Ayasofya’da vitrine konan cemaat - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Elli, yüz, yüz elli… Günlerce biriktiriyorsun. Her gün önünden geçerken “ne güzel” diye söylendiğin ayakkabıyı sonunda alıyorsun. Ayağına giyip yürüyorsun. Fakat… Vitrinde durduğu gibi durmuyor.

Ayasofya açılırken vitrine bir hikâye kondu.

Meğer Said-i Nursi Ayasofya’nın cami olacağını kehanet etmiş, yetmemiş “Ben göremeyeceğim Hüsnü görecek, ben kabrimden seyredeceğim” demişti. 

Hüsnü” dediği, bugün hayatta kalan son vekili Hüsnü Bayramoğlu’ydu. Ne garip, kehaneti açıklayan da “Hüsnü Bey”in kendisiydi. Said-i Nursi’nin nasıl uyuduğunu bile not etmiş metinlerde böyle bir ifade yer almıyordu. Hüsnü Bey de bu hikâyeyi anlatmak için Ayasofya’nın açılma kararının alınmasını beklemişti.

Önceki yazıda bu kehanet öyküsünün uydurma olduğunu anlatmıştım. Nur Cemaati’nin Meşveret kolu, “ağabeyleri” Hüsnü Bey’in vitrine koyduğu öyküyle, hem diğer Nurcuların hem de öteki cemaatlerin önüne geçiyordu.

Üstelik efsanenin kaynağını da yazmıştım. “Bir müridinin geleceğe dair rivayetlerini dinleyen yaşlı Said-i Nursi’nin, en genç öğrencisini göstererek söylediği ‘ben artık göremem Hüsnü görür inşallah’ temennisi” demiştim.

Devletin ajansından cemaat servisi

İşte bu yazıdan sonra Hüsnü Bayramoğlu hem beni hem Cumhuriyet gazetesini hedef alan yazılı bir açıklama yaptı. Ne garip, bir cemaat liderinin “kişiye özel” mesajını Anadolu Ajansı da servis etti.

Gerisi teferruat. Bakın Hüsnü Bey, açıklamasının kehanet bahsine geldiğinde nasıl anlattı:

“Üstadımızın mühim talebesi Ahmet Feyzi Efendi, üstadımızı vefatından evvel ziyaret etmiş ve tam dört saat görüşmüşlerdir. Konuşmalarında istikbale dair bazı meseleler de mevzu edilmiştir. Kendi yazmış olduğu bazı ayet ve hadislerin tefsir ve şerhlerini şifahen de üstadımıza aktarıyordu. Konuşmasında Risale-i Nur’un dünya dillerine tercümesinden, Nur Medreselerinin Anadolu’da hatta aktar-ı âlemde açılacağından, milyonların bilhassa Hıristiyanların Risale-i Nurları okuyarak imanlarını kurtaracaklarından, bir hidayet vesilesi olacağından, masonların ve zındıka komitesinin belinin kırılacağından ve bunun en büyük işaretlerinden birisinin Ayasofya’nın vaziyet-i asliyesine tebdil olacağından, Cami-i Emeviye dair bazı hususlardan ve Mescid-i Aksa’nın tam hürriyetine kavuşacağından ve bunların devamında cemahir-i müttefikay-ı İslamiyenin teşkil olarak inşaaAllah ittihad-ı İslamın vücut bulacağından, islam ordularından vsyani dört saat böyle müjde ve beşaretlerden bahsetmiş zaman zaman Üstadımız Hazretleri de tasdik ve tebrik ve tebşir emareleri göstermiştir. Neticede de ‘Ahmet Feyzi ben senin bu anlattığın inkişaflar yok demiyorum. Fakat ben görmeyeceğim. Kabrimden seyredeceğim. Hüsnü görecek inşaaAllah’ buyurdular.

Hüsnü Bayramoğlu, utangaçça yazdığımı doğruluyordu. Hikâye söylediğim gibi Said-i Nursi’nin bir müridinin 4 saat boyunca ardı ardına yaptığı rivayetlere “inşallah” dediği temennisinden ibaretti. Ayrıca daha önce anlattıkları hikâyeye, açılmasının ardından Ayasofya meselesi monte edilmişti.

Ne Said-i Nursi’nin bir Ayasofya kehaneti vardı ne de bir “Hüsnü görecek” öngörüsü.

Mesele anlaşıldıysa gelelim konumuza…

‘Gülen Nurcudur’ mektubu

Önümde FETÖ lideri Gülen’e yazılmış bir mektup duruyor.

28 Şubat döneminde Milliyet gazetesinde Gülen’in Nurculuğunu sorgulayan yazıların ardından, Said-i Nursi’nin yaşayan dört müridi; Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Hüsnü Bayramoğlu ve Abdullah Yeğin ortak imza ile Gülen’e yazmış. “Mektup” dedik ama “Muhterem Gülen Hoca” hitabıyla Gülen’e övgülerin düzüldüğü, Gülen’in Said-i Nursi’nin öğretisine nasıl hizmet ettiğini anlatan metin, bir mektuptan fazlasını ifade ediyor.

Said-i Nursi’nin o gün hayatta olan 4 vekili adeta “Fethullah Gülen Nurculuğun dünyadaki öncüsüdür” bildirisine imza atmış. Nursi’nin vekilleri “Gülen Nurcudur” diyerek ona yapılan eleştirilere karşı savunmaya geçmiş.

Benim merak ettiğim şu: Said-i Nursi acaba Fethullah Gülen konusunda da bir öngörüde bulundu mu? “Öğretimi devlet içine sızarak terör faaliyetlerinde kullanacak” dedi mi? Yoksa dedi de 2012 yılına kadar FETÖ lideri ile sıkı fıkı olan “Nurcu Ağabeyler” bunu sakladı mı?

Peygamber Hüsnü Beyi işaret etmiş!

Daha kritik bir nokta var. Said-i Nursi’nin Barla’daki evinde, Hüsnü Bayramoğlu öncülüğündeki Meşveretçiler, Cumhuriyet’te o gün yazdığım yazıya karşı bir de sohbet yaptı. Grubun konuşmasından aktarayım:

“Peygamberimiz buyuruyor ki ahir zamanda mehdi bir adam gelecek. Mehdi adamın 5-6 tane de veziri olacak. Bu vezirlerin ekseriyeti ahrete gitmiştir. Hayatta Bediüzzaman Hazretleri’nin talebesi 1 kişi kalmıştır. Hüsnü Bayram Ağabey’dir. Başka yok. Bunu peygamberimiz buyuruyor.”

Konuştuğum ilahiyatçıların “uydurma” dediği hadise dayanan öğreti, Hz. Muhammed’in “Mehdi” diyerek Said-i Nursi’yi ve vekillerini işaret ettiği, nihayetinde hayatta kalanın Hüsnü Bayramoğlu olduğu iddiasına dayanıyor. O kadar ileri gitti ki izlediğim sohbette Bayramoğlu, kendisine karşı olmanın Said-i Nursi’ye karşı olmak anlamına geldiğini ve bunun kişinin ahretini yakacağını söyledi. Nitekim Bayramoğlu, dinlediğim bir başka sohbetinde, mahşer yerine tüm peygamberlerin arkalarında ümmetleriyle geleceğini, Nur cemaatinin ise kendi bayraklarıyla bulunacağını anlatıyordu. Cesur olsa kendilerinin yeni bir din icat ettiklerini açıkça söyleyecekti.

Said-i Nursi’nin şoförü

İşin daha fenası, başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere, devlet erkânının fotoğraf vermek için yarıştığı bu garip inanç sahibinin birikimi. Küçümsemek için söylemiyorum; Hüsnü Bayramoğlu, Said-i Nursi’nin şoförü. İslami jargonla söyleyecek olursak “hiçbir ilmi eğitimi yok”. Said-i Nursi’nin Risalelerini ezberlemekten, Nursi ile yoldaşlık etmekten başka da hiçbir özelliği bulunmuyor.

Öte yandan hesap vermesi gereken eski Nurcu yoldaşları FETÖ’nün bıraktığı boşluğa talipler. Tıpkı onun gibi sapkın fikirleri din adına topluma sunuyorlar. Kendi sohbetlerinde anlattıklarına göre, devleti yönetenlere fikir veriyorlar. Hatta yargının peşinde olduğu kimi FETÖ sanıklarını “hüsnü şahadet” ile kurtarıyorlar.

Vitrin, her şeyin alınıp satıldığı düzenin bir yanılsaması. Aynalı camlarla, kurgulanmış mankenlerle, parlak ışıklarla sana gerçeği başka türlü gösteriyor. Tuzla buz olduğu gün hepimiz kendi gerçeğimizle yüzleşeceğiz.

Şimdi, çatladı bile…

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

2 Ağustos 2020 Pazar

'Maestro çal Marseyezi' - Mehmet Bozkurt / SOL

Demek istediğim şudur: 23 Temmuz 1908'in yalnızca bir avuç yurtsever subayın, bir avuç aydının marifeti olduğu fikri eksiklidir. İttihat ve Terakki’nin arkasında hiç de küçümsenmeyecek bir halk desteğinin olduğu unutulmamalıdır.


Çeteciliği Bulgar, Sırp, Arnavut çetelerini kovalarken öğreniyorlar. Öğrendiklerini Abdülhamid despotizminin yıkılması için uyguluyorlar. İlkin Resneli Niyazi çıkıyor çeteye. 3 Temmuz 1908’de Cuma namazı çıkışında yanına kattığı asker/sivil 200 kişilik bir grupla  Alay’ın cephaneliğini basıyor. Sonra Eyüp Sabri… Sonra Enver… İttihat Terakki Merkez Komitesi genel ayaklanma kararını 22 Temmuz toplantısında alıyor. Sloganları: Eşitlik, kardeşlik, adalet oluyor. Fransız Devrimi’nin sloganıdır… Niyazi, Eyüp Sabri, Enver Makedonya’da Meşrutiyet’i ilan ediyorlar. Tarih, Türk Jakobenleri olarak not düşüyor.

Genel olarak söylenilen; Abdülhamid’in tekçi İstibdat düzenini, bir avuç gözü kara asker/sivil aydının Fransız Devrim’inden aldıkları ilhamla yukarıdan aşağıya zor kullanarak yıktığı ve yeni düzenin kuruluşunda halkın duyarsız, ilgisiz ve katkısız kaldığı yönündedir.   

Yani bir yanda modernleşme yanlısı asker/sivil bürokratlar var, öte yanda Abdülhamid’in yozlaşmış, çürümüş hafiye düzeni ve Saray çevresine tünemiş çıkar şebekesi…Tamam. Amenna… Ancak  genel olarak tarih yazımında hakim olan bu düşünce doğrunun yalnızca bir parçasıdır ve 1908 Devrimi’nde taraflar bunlardan ibaret değildir.

Tarih yazımında hakim olan bu yaklaşım, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gücünü, halkla olan irtibatını ve örgütlülüğünü küçümsemek; 1908’i hazırlayan, onu önceleyen özelikle de Anadolu’da ortaya çıkan toplumsal hareketleri yok saymak anlamına gelmektedir. 

Bu kısa girişten sonra, şimdi, 1908 Devrimi'nin toplumsal tabanını ve karakterini anlamak için Anadolu’da devrim öncesinin son iki yılına bakmayı öneriyorum.

Kastamonu’dan başlıyorum:

Halkımız kendinden olmayanlara  güzel isimler buluyor. İstanbul’dan sürülen ve Osmanlı coğrafyasının dört bir yanına dağıtılan  Abdülhamid karşıtlarına, İttihatçılar anlamına geliyor, Kastamonuluların yakıştırdığı isim ne biliyor musunuz: Menfiler… Biliyorum olumsuzluk yüklü bir sözcük ama baktım sözlüğe ikinci bir anlamı daha var: "sürgün edilenler"… Bunlar Kastamonu sürgünleri ve burada ikamete mecbur kılınmış “müzmin” muhalifler. Aralarında subaylar olduğu gibi, belediye çalışanları, defterdarlık memurları, hatta din görevlileri de var. Kastamonu’nun sürgün yeri olması nedeniyle bu türden olanların sayıları çokça ve topuna birden “Menfiler” diyoruz. 

Menfiler bildiğiniz örgüt. İttihat ve Terakki’nin Kastamonu şubesi olarak çalışıyorlar. Sonraki sürgün yerleri çoğunlukla Fizan oluyor. Alışıklar ve rahatlar. Biliyorlar ki Fizan’dan ötesi yok.

“Şube” deyince, İttihatçıların örgütlenme tarzıdır, birkaç cümleyle de olsa değinmem gerekiyor: İttihatçılar iki türden şube oluşturuyor. İlki doğrudan merkezin güvenerek  görevlendirdiği  kişilerin kurdukları olurken; ikincisi menfilerin gönderildikleri yerlerde inatla menfiliklerini  sürdürerek kurdukları şubeler oluyor.

Kastamonu şubesini menfi türünden sayıyoruz.   

Ekonomik olarak köşeye sıkışan İstanbul Hükümet’i 1906 yılının başında iki yeni vergi türü icat ediyor. Daha doğrusu biri eskiden de var olan Hayvanat-ı Ehliye Rüsumu, bunun miktarını arttırıyor. Diğeri yeni icat Şahsi Vergi…Önce halk surat eğip lahavle çekiyor o kadar. Ancak menfiler, hani her şeye menfiler ya, hareketleniyor ve hareketlendiriyorlar. Hareketlendirilenler vergilerin kaldırılmasını istiyorlar. Çok kısa bir zamanda Kastamonu İstanbul’a asi oluyor…

İlkin dört beş bin kişiye yakın bir kalabalık; bunları Mehmet Serhat Yılmaz’ın “İkinci Meşrutiyet Öncesi Kastamonu’da Bir Ayaklanma Girişimi, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, sayı 30”dan okuyup özetliyorum ve devam etmeden önce küçük bir parantez, telgrafhaneler hep önemli olmuştur. Merkezle bağlantıyı sağlıyor. Hattın bir ucunda hükümet varsa bağlantıyı kesmek gerekiyor. Parantez bu kadar ve devam ediyorum; Menfilerin başını çektiği kalabalık telgrafhaneyi basıp hattı ele geçiriyor. Yerel yönetimin hükümetle olan bağlantısını kesiyor.

Bu arada belediye seçimleri var. Seçimler boykot ediliyor. İşin içinde tabiî ki Menfiler var. Boykot gerekçesini adını andığım yazıdan aktarıyorum:   

“Belediye seçimleri, Kastamonu’da mevcut düzene karşı duyulan hoşnutsuzluğun dışa vurulmasında bir fırsat olmuştu. Hükümet alışılageldiği üzere belediye meclisi üyelerinin seçimi için köşe başlarına, cami duvarlarına ilanlar asmıştı. Fakat Kastamonu halkı, vergilendirme ve harcamalar üzerinde hiçbir denetimleri olmadığını, bu nedenle de seçimin anlamını kaybettiği gerekçesiyle seçimleri boykot etti.”  

Ocak ayındayız. Havalar soğuk gidiyor. Halk, polis ve asker kuşatması altında sokaklarda ve sokaklarda gür ateşler yakıyorlar. Bir süre sonra asker, polis ve halk ateşin etrafında birlikte yer tutuyor. Isınıyorlar…  

İstanbul olan bitenden haberdar. İstanbul, diğer şehirlerin Kastamonu’yu örnek alacağından, isyanının başka şehirlere sıçramasından korkuyor. Ve sıçrıyor: Trabzon, Bitlis, Van, Sinop…Ayaklanmalar başlıyor. Hareketi yönetenlerin Menfiler olduğu anlaşılıyor. Sinop’ta birkaç bin kişilik bir grup, önce telgrafhanenin basılması gerektiğini öğrendiler ya, telgrafhaneyi basıyorlar. Kaymakamı biraz da tartaklayarak İstanbul’a kalkan bir geminin yük ambarına tıkıp yolcu ediyorlar. İstanbul’a asi oluyorlar.

Ve Erzurum…

Erzurum ayaklanması diğer şehirlerle karşılaştırılamayacak kadar kitlesel, örgütlü ve politiktir. Kendilerine, İttihatçı inadının bir ifadesi olmalı, “Can- verir” adını uygun görmüşlerdir. İttihat Terakki’nin Erzurum şubesidir. Petrosyan’ın “Sovyet Gözüyle Jöntürkler” kitabından aktarıyorum:

“İstanbul’daki Rus Büyükelçisi Zinovyev, Kafkasya’da doğup başlayan ihtilalci hareketler, geçen yıl, Erzurum ilinde etkisini gösterdi diye yazıyordu. Halkın çeşitli tabakalarının oluşturduğu Can-verir adlı örgüt, yönetim yetkilerinin kötüye kullanılmasını önleme ve batmış durumundaki halkın ödediği çok ağır vergilerin kaldırılmasını sağlamak amacıyla, gerek bölge yönetimine, gerekse Osmanlı hükümetine karşı giriştiği savaşı yavaşlatmadı. Bu örgütün yanı sıra, halkın çoğunluğunca çeşitli grupların propagandaları ordu içinde bile sızıp yayıldı…”

Erzurumlular ilkin büyük bir gösteriyle valinin görevden alınmasını istiyorlar. Artık diğer şehirlerden öğrenmişler, biliyoruz, telgrafhanenin işgalini bekliyoruz. Ancak onlar ilkin okulları kapatıyorlar, ardından çarşı esnafı kepenkleri indiriyor. Şimdi sırası olmalı Müslüman, Hıristiyan yani bütün bir ahali, yani halk; işçi, esnaf, memur telgrafhane basılıyor. Telgrafhane Müdürü ve aynı zamanda “Can-veren” örgütü üyesi olan Suphi Bey Vali Nazım Paşa’nın İstanbul’a bağlı özel hattını kesiyor. Artık kontrol tamamen ittihatçıların elindedir.

Vali Erzurum Müftüsü'nden halkı yatıştırması için “dini telkinlerde” bulunmasını istiyor ancak Müftü “menfi” takımından olmalı ki, valinin bu isteğine yanaşmadığı gibi asileri haklı görüp onların yanında saf tutuyor. “Müftünün bu “bağışlanmaz” hallerini Hikmet Bayur’un Türk İnkılabı kitabından okuyup öğreniyoruz. Yalnızca Müftü olsa emre uymayan, ne devlet! Erzurum’da konuşlanmış olan askeri birlikler de halka müdahale emrini tanımıyorlar. Bir bölümü göstericilere katılırken bir bölümü de sessizce kışlalarında bekliyor. Bu arada işgalciler İstanbul’u telgraf yağmuruna tutuyor. Haddinden fazla telgraf çekiliyor. Çok hoş, parasını tüccar ödüyor. Durumun hiç de parlak olmadığını gören İstanbul Erzincan’da bulunan Dördüncü Ordu’yu isyancıların üstüne salmak istiyorsa da ordu komutanı Müşir Çerkes Mehmet Zeki Paşa subayların isteksizliğini görerek emri uygulamıyor. Bir de şu var ve pek güzel, notlarımız arasına dahil edilmeli; İttihat Terakki’nin Paris merkezi Mehmet Zeki Paşa’ya davranışından ötürü kutlama mesajı gönderiyor.

Çaresiz kalan İstanbul salmış olduğu her iki vergiyi de kaldırmak zorunda kalıyor. İttihatçıların marifetidir. 

Örnekleri çoğaltabilirim. Bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum. Demek istediğim şudur: 23 Temmuz 1908'in yalnızca bir avuç yurtsever subayın, bir avuç aydının marifeti olduğu fikri eksiklidir. İttihat ve Terakki’nin arkasında hiç de küçümsenmeyecek bir halk desteğinin olduğu unutulmamalıdır.


Şimdi Selanik’teyiz…

Beyaz Kule Kahvesi… Orkestra şenlikli parçalar çalmaktadır. Meşrutiyetin ilan edildiği haberi ünlü ittihatçı Binbaşı Naki Bey’e ulaşır. Naki Bey oturduğu yerden kalkar ve orkestrayı susturur, 23 Temmuz 1908 Devrimi’ni Fransız Devrimi’nin marşıyla selamlar: Maestro çal Marseyezi!

Mehmet Bozkurt / SOL

"Enerjinin ‘sektör’ haline gelmesinin halka maliyeti büyük" - SOL

Enerji, son 20 yılda bir kamu hizmeti olmaktan çıkıp kâr amacıyla alınıp satılan bir metaya dönüştü. Büyük bir iştahla saldıran enerji şirketleri atıl kapasiteleri ve dev borç yükleriyle devletin sırtına binmiş durumda. 'Enerji hikâyesi'ni uzun yıllardır sektörün içinde olan bir iktisatçıyla konuştuk. 



Piyasalaşmanın hikayesi

Enerjinin “piyasalaşması”, “sektör” haline gelmesi “Kemal Derviş reformları” ile başladı. Ancak AKP iktidarı, yasal altyapının oluşumu ve uygulamalar konusunda çok kararlı davrandı. Avrupa Birliği “Enerjide Tek Pazar Yönergesi”nin temel alındığı dönüşümde Dünya Bankası başta olmak üzere uluslararası finans kuruluşları da “piyasa”nın oluşumu konusunda özel rol üstlendi. 2002 yılı öncesinde elektrik üretiminin yüzde 80’ini devlet tarafından gerçekleştirilirken 2019 yılı sonunda bu pay yüzde 20’ye geriledi. Elektrik ve doğalgaz dağıtımı, İBB iştiraki İGDAŞ dışında tamamen özel sektöre devredildi. Elektrikte 2002’de 100 birimlik üretimin 80’i devlet kontrolündeyken, 2019 yılı sonunda 250 birimlik üretimin 200 birimi özel sektör tarafından kontrol edilir hale geldi. AKP iktidarı döneminin hızlı yükselen sermaye grupları, özellikle taahhüt şirketlerinin enerji sektörüne ilgileri daha fazla dikkat çekiyor. Ancak geleneksel sermaye başta olmak üzere büyük sermaye grupları “pasta”ya büyük bir iştahla saldırdı, Sabancı’dan Akkök grubuna önemli enerji oyuncuları haline geldi. Tüpraş’la Koç grubu, enerji yatırımları finansmanında yatırımcı şirketlerle neredeyse evlilik yapan finans kuruluşları da dahil edildiğinde ana aktörlerin tümü resmin göbeğinde kalıyor. Sermaye iktidarının enerji kaynaklarında dışa bağımlılığın yüksek olmasına rağmen enerji talebini uyaran sanayi, ticaret, ulaştırma politikalarıyla da ayrıca süreci desteklediği söylenebilir.

Sermayenin enerji iştahı, 20 yıla yaklaşan sürecin sonunda üstü örtülen bir enkaz yarattı. Elektrikte yüzde 40’a ulaşan atıl kapasite, 60 milyar dolara yaklaşan borç stokuya birlikte 2018 krizinden bu yana devlet kaynaklarının enerji şirketlerini yüzdürmek için kullanılmasıyla sonuçlandı. 



Enerji başlığındaki gelişmeler, konuşulması gerekenin çok altında tartışılıyor. Son 20 yılda elektrikten doğalgaza, halkın günlük yaşamında vazgeçilmez, temel bir ihtiyacın bir metaya dönüşümüne tanıklık ettik. 

Enerjinin bir “sektör” haline gelmesi ve özel sektörün neredeyse istediği gibi at koşturması emekçiler için bütçelerini sarsan fahiş faturalar dışında görünmeyen başka maliyetler de yarattı. 

Türkiye’nin “enerji hikâyesi”ni, özellikle sermayenin bu alana dahil olmasına değişik boyutlardan tanıklık etmiş bir iktisatçıyla konuştuk. 

2002 sonrasında Türkiye enerji sektöründe nasıl bir dönüşüm yaşandı?

2001-2002 yıllarını Türkiye’de enerjinin bir “sektör” olarak ortaya çıktığı yıllar olarak niteleyebiliriz. Bundan kasıt özellikle elektrik tedariğinin kademeli olarak bir kamu hizmeti olmaktan çıkarılarak elektriğin kâr amacıyla alınıp satılan bir metaya dönüştürülmesi sürecidir. 

1990’lı yıllar boyunca dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de elektrik üretiminde özel sektör katılımını sağlamaya yönelik adımlar atılmış, Yap-İşlet-Devret ve Yap-İşlet modelleriyle özel sektör tarafından elektrik santrallerinin kurulumu ve işletilmesi başlamıştı. Ancak, 2001 öncesinde enerjide yatırım ve halka hizmet tedariği ile ilgili uygulama ve kararlar esas olarak devletin sorumluluk alanındaydı. 2001 yılında Türkiye’de ekonomik liberalleşmeyi ve özelleştirmeyi hızlandıran Kemal Derviş reformlarının bir parçası olarak Elektrik Piyasası Kanunu ve Doğal Gaz Piyasası kanunu çıkarıldı. Bu kanunlarda elektrik ve doğalgaz fiyatları piyasada belirlenen ve serbestçe alınıp satılabilen birer emtia olarak tanımlanmakta, bunu sağlamaya yönelik yapılar oluşturulmaktaydı. Kanunlar rekabetin olabileceği bütün alanların piyasalaşmasını, piyasaların mümkün olamayacağı alanlarda denetlenmiş maliyete dayalı fiyatların oluşturulmasını ve piyasa denetimi için Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) adı altında bağımsız bir kurumun oluşturulmasını öngörüyordu. 

İlerleyen yıllarda bu doğrultuda devlet tarafından verilen hizmetler bir tür rekabet ve piyasanın oluşabileceği üretim ve ticaret alanlarında önce kamu şirketleri haline getirilip, ardından bu şirketlerin özelleştirilmesi yoluyla özel sektöre devredildi. Diğer taraftan, elektrik ve doğalgaz şebekeleri iletim ve dağıtım olarak ayrıştırıldı; şebekenin ana yapısını oluşturan iletim hatları kamu şirketleri tarafından yönetilirken, hizmetin tüketiciye ulaştırıldığı uç noktalar olan dağıtım şebekeleri bölgesel olarak bölünerek özel şirketlere devredildi. İletim ve dağıtımda tek şebeke üzerinden rekabet mümkün olamayacağı için bu şebekeler gelirleri bağımsız kurul tarafından denetlenen ve aslında garantili olan birer bölgesel tekel olarak tasarlandı. Sistem AB’de 1998 yılında yürürlüğe giren ve peyderpey uygulamaya geçen Enerjide Tek Pazar Yönergesi’ne benzer şekilde tasarlanmıştı. 

Elektrik Piyasası Kanunu uyarınca devlet artık yalnızca şebekenin zorunlu bakım ve onarımlarını yapıyor, üretim yatırımlarından ise önceden uluslararası finansman kuruluşlarıyla anlaşmaları yapılmış bazı büyük hidroelektrik santral projeleri dışında üretimle ilgili yatırımları ve yatırım kararlarını tamamen özel sektöre bırakıyordu. Tüketicilerden ise yıllık tüketim miktarı belli bir eşiğin üstünde olanlar “serbest tüketici” olarak tanımlanarak kendi tedarikçilerini belirleme ve ikili anlaşmayla karşılıklı olarak belirlenecek fiyattan elektrik temin etme hakkına sahip oluyordu. 2002 sonrasında enerjide piyasalaşmaya yönelik kanunların uygulanmasında en titizlikle uyulan ve uygulanan yön devletin elektrik üretim yatırımlarından çekilmesi oldu. Üretilen elektriğin satışı noktasında ise toptan elektrik piyasası 2010 yılına kadar kademeli olarak geliştirilerek uygulamaya kondu. Piyasadan beklenen arz ve talep doğrultusunda fiyatların oluşması ve bu fiyatların yatırımcılara da yatırım kararları için sinyal vermesiydi. 

Bütün bunların sonucunda özel sektöre nasıl bir büyüklük devredilmiş oldu?

2002 sonrasında gelişmelere bakıldığında sektörleşme ve özelleşme hedefinin büyük ölçüde gerçekleştiği, sektörün neredeyse tamamının özel sektörün elinde olduğu görülüyor. 2002 öncesinde elektrik üretiminin yalnız yüzde 20’si özel sektör tarafından yapılmaktayken bugün bu oran yüzde 80 civarında. Elektrik ve doğalgazın dağıtımını, yani nihai tüketiciye satışını yapan şirketlerin ise belediye şirketi olan İGDAŞ dışında tamamı 2014’ten bu yana özel sektör şirketleri. Bütün bunlar aynı zamanda enerji talebine çok büyük bir artışın olduğu, akaryakıt dahil toplam enerji talebinin yüzde 90 büyüdüğü, elektrik tüketiminin ise 2,5 kat arttığı bir dönemde gerçekleşti. 

Yani elektrik özelinde bakarsak 2002 öncesinde “pasta”nın büyüklüğü 100 birimdi ve bunun 80’i devletin kontrolündeydi. Bugün 250 birimlik bir büyüklükten söz ediyoruz ve 200 birimi özel sektörün kontrolünde. AKP iktidarının çerçevenin tamamlayıcısı ve uygulayıcısı olduğu bu sürecin en çarpıcı, ekonomiye ve topluma etkileri açısından çok daha bütünlüklü ele alınarak incelenmesi gereken başlıklarından biri enerji. Özelleştirmeleri hep satılan, devredilen işletmelerden, lisans bedellerinden elde edilen gelirlerin toplamıyla düşünme, ifade etme alışkanlığı var. Oysa ki enerji örneğinde de görüldüğü gibi dolaylı etkileri hiç dikkate almadan özel sektöre açılan alanı da dikkate aldığımızda hesaplananların çok ötesinde bir değer aktarımı olduğunu görüyoruz. 

“İyi de özel sektör yatırım yaptı, risk aldı” diyenler olacaktır…

Bu dönemde özellikle elektrik üretimine yapılan özel sektör yatırımları dikkat çekici boyutlara ulaştı. Elektrikte 2002’de 31,8 GW olan elektrik kurulu gücü 2019 sonunda 90,4 GW’a ulaştı ve artan kapasitenin tamamına yakını özel sektör yatırımlarından oluştu. Devletin alım garantisi başta olmak üzere bir dizi destek sunduğu bir ortamda yatırım ve üretim riskinden söz etmek pek mümkün değil. 2002-2018 döneminde elektrik sektörüne 100 milyar doların üzerinde yatırım yapıldı ve bu yatırımların yaklaşık yüzde 70’i döviz bazında alınan kredilerle gerçekleştirildi. Aynı dönemde Türkiye’nin birincil enerji tüketiminde ithal kaynakların payı yüzde 68 seviyesinden yüzde 78’e ulaştı. Döviz borçlanarak yapılan büyük miktardaki elektrik üretimi yatırımları sonucunda 2019 sonunda yüzde 40 civarında atıl kapasite oluşması düşündürücüdür. Kamu öncelikleri ve planlaması olmadan yapılan yatırımlar büyük bir borç birikimine ve nihayetinde atıl kapasiteye yol açmıştır. Özellikle 2018 krizinden bu yana yeniden yapılandırılan, özel bankalardan kamu bankalarına aktarılan, bu arada dövizden TL’ye çevrilip döviz riski de kamuya dolayısıyla halka yüklenen borç stokunda enerji sektörünün payı hayli yüksek. 


Ana hatlarıyla nasıl bir sermaye yapısı var enerji sektöründe? Lisanslarla girişe izin verilen, her aşamada denetlenen, çok sıkı regülasyona tabi bir sektörde yatırım kararlarının özel sektöre bırakılması ya da kâr odaklı alınmasının görünen, görünmeyen irrasyonellikleri, maliyetleri neler oldu?

Geleneksel olarak enerji tüm dünyada sermaye-yoğun bir sektördür; birim üretim başına yatırım tutarları yüksektir ve yatırımların tamamlanması birkaç yılı bulabilir. Dolayısıyla, sektörde yatırım yapmak birkaç yıllık kâr hedeflerini aşan uzun vadeli bir bakış açısı gerektirir. Tüm dünyada enerji sektöründe oligopol dediğimiz, enerjinin ve sanayinin çeşitli alanlarına yayılmış az sayıda büyük şirketin hakim olduğu bir yapı gözlenir. Bu yapı enerjide yaşanmakta olan teknolojik dönüşümle birlikte son yıllarda biraz değişmeye başlasa da hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

Türkiye’de de kamudan özel sektöre geçiş aşamasında başlarda payı küçük olan özel sermayenin giderek dünyadakine benzer özellikler taşımaya başladığını, birkaç sermaye grubunun elektrik üretimi, dağıtımı ve ticaretiyle doğalgaz dağıtımında etkin olduğunu görüyoruz. 2020’de AT Kearney danışmanlık firması tarafından yayınlanan MW100: Türkiye’nin En Büyük 100 Elektrik Üreticisi raporu1 bu konuda fikir veriyor. Raporda yer alan en büyük 100 şirket Türkiye’nin toplam elektrik üretim kapasitesinin yüzde 85’ini, en büyük 10 şirket yüzde 48’ini oluşturuyor. Ki bu şirketlere baktığımızda Sabancı, Akkök, Enka gibi geleneksel sermaye gruplarını da, ilk çarpıcı çıkışlarını enerji özelleştirmeleriyle yapan Limak, Cengiz, Kolin gibi grupları da görüyoruz. İstanbul Sanayi Odası’nın En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu’ndaki gruplarla örtüştüğünü de söylemek mümkün. Bu listeye Tüpraş ile Koç grubunu da eklediğimizde aslında büyük sermaye gruplarının büyük bir iştahla bu pastadan pay aldığı görülüyor. 

Tabii bu resme finans kuruluşlarını, bankaları da eklemeye ihtiyaç var. Daha önce de belirtildiği gibi büyük sermaye girdisine ihtiyaç duyan bu yapı aynı zamanda büyük miktarda finansal kaynağın mobilize edilmesini gerektiriyor. Yapılacak büyük yatırımlar veya özelleştirme kapsamındaki satın almaların gerçekleşebilmesi için finans bacağı ilk aşamalardan itibaren proje geliştirmenin bir parçası oluyor, yatırım esnasında alınan kredilerin proje gelirleriyle ödenmesine yönelik çeşitli finansman mekanizmaları, projenin işletilmesi sırasında da finansal kuruluşlarla 10 yıla varan uzun dönemli ilişkilerin sürdürülmesine, bir başka deyişle projeye ortak olmalarına yol açıyor. Dolayısıyla, finans sektörü de enerji sektörü ile iç içe bir görünüm sergiliyor. Enerjinin bir sektör olarak varlığını hissettirmeye başladığı 2004’te 1,6 milyar dolar civarında olan Türkiye’deki bankalarda enerji sektörüne ait borç stoku 2018 sonunda 45,5 milyar dolar seviyesinde bulunuyordu ve enerji kredilerinin toplam banka kredileri içindeki payı yüzde 1’den yüzde 10’a ulaşmıştı. Enerji şirketlerinin yurtdışından doğrudan kullandığı krediler de eklendiğinde büyük bölümü döviz kredilerden oluşan borç stoku 60 milyar dolara yaklaşıyor. Ki anılan dönemde ödenen borçlar da dikkate alındığında toplam finansman hacminin 80 milyar doları aştığı söylenebilir.    

Yüzde 40 civarında atıl kapasite ve ödeme zorlukları aşikar olan devasa bir borç stokundan söz ettiniz. Her şeye rağmen kağıt üzerinde bu kadar kontrol edilen bir sektörde bu noktaya nasıl gelindi?

Hem üretim hem tüketim tarafındaki sermaye ağırlığı ve yıllar süren liberalleşme süreci çeşitli çelişki ve irrasyonellikleri de beraberinde getirdi. Özellikle 2010 yılına dek yeni ve yıldızı parlayan bir sektör olarak değerlendirilen enerjiye daha köklü ve deneyimli bir sektör olan inşaat/taahhüt sektöründe yer alan yatırımcılar özellikle rağbet gösterdi. 2000’li yıllarda devlet doğrudan yaptığı yatırımlardan vazgeçerken, Dünya Bankası başta olmak üzere uluslararası kalkınma finansmanı kuruluşlarının da yönlendirmesiyle enerji sektörünü talebi hızlı artacak ve istikrarlı kâr sağlayacak bir yatırım alanı olarak işaret ediyordu. Aslında elektrik üretimi projeleri kendi başına yüksek kârlılık oranları sağlamasa da elektrik ve doğalgaz dağıtımı ile entegre edildiğinde çeşitli altyapı yatırımları, proje inşaat işleri ve abonelere yönelik hizmet satışlarından gelen ve esas olarak tüketicilerden alınan elektrik ve doğalgaz bedelleri yoluyla fonlanan iyi bir kâr alanı ortaya çıkıyordu.  Böylece her bir yatırımın kendi içindeki kârlılığından ziyade yeni bir kâr alanında diğer yatırımcıların önüne geçerek “alan kapatmak” veya çeşitli şekillerde “alanı paylaşmak” yaklaşımı öne çıktı.          

Elektrik üretimi ile ilgili gelişmelerin yanısıra enerji tüketimi ile ilgili bazı gözlemlere de yer vermek önem taşıyor. Türkiye’de toplam enerji tüketiminin üçte biri, elektrik tüketiminin ise yüzde 45’inden fazlası sanayi kuruluşları tarafından yapılıyor. Üç imalat sanayi sektörü;  demir-çelik, çimento-cam-seramik ve tekstil sanayileri Türkiye’de üretilen elektriğin yaklaşık dörtte birini tüketiyor. 

Bu sektörlerde enerji verimliliği ve enerjinin optimal kullanımının ötesinde, enerjiye harcanan kaynaklar dikkate alınarak yarattıkları değerin, dışa bağımlılık üzerindeki etkileri de dikkate alınarak sorgulanması gerekiyor. Örneğin, birim maliyetin yarıdan fazlasının enerji olduğu çimento sektöründe Türkiye bir dönem üretiminin neredeyse yüzde 25’ini ihraç ediyordu. Ki dünyada ticarete çok sınırlı konu olan, yerel ölçekte üretilip tüketilen bir maldır çimento. Demir-çelik ve çimento özelinde Türkiye’deki inşaat büyümesinin niteliği bile sorgulanmaya değerken, bir de örtük sübvansiyonlarla ihracat rekorları kırıldı. Sadece bu kadarıyla bile sanayi tüketim profili elektriğin üretiminde olduğu gibi tüketiminde de sermayenin ağırlık taşıdığını gösteriyor. Sanayi, ulaştırma, ticaret politikaları sermaye içi kimi dengelemeleri kısmen gözetmek dışında tekil sermaye gruplarının kârını maksimize etmelerine sonsuz izin veren bir karakter taşıdı. Bu durum enerji talebi anlamında başlı başına olabilecek tüm uyaranların devrede olması anlamına geldi. Türkiye, halkın ihtiyaçları, önceliklerine göre örgütlenmiş bir ekonomide çok daha düşük enerji tüketimiyle üretim yapabilecekken, enerji tüketimi ve dolayısıyla enerji kaynakları ithalatının çok arttığı bir yapıyla ilerledi. 

Bu dönemde aynı zamanda kentleşme hızlı bir gelişim gösterdi, hizmet sektörleri hızlı büyüdü, dolayısıyla sanayi üretim dışındaki alanlarda da elektrik tüketimi hızlı arttı. Kent yaşam standartlarına uygun olarak elektrikli eşya kullanımının artması, klima kullanımının yaygınlaşması, ısıtma havalandırma sistemleri vb gelişmelerle birlikte elektrik talebinde biraz önce sözünü ettiğimiz 2,5 katlık artış yaşandı.  

Ancak, elektrik talebinde yukarıda işaret edilen hızlı gelişimi de aşan, abartılı beklentilerin gerçekleşmemesi ve kapasite fazlasıyla birlikte toptan elektrik piyasasında fiyatların baskılanması TL’deki değer kaybıyla birleşince, elde edilen gelirlerin dövizle alınan kredilere kıyasla düşük kalmasına ve bir tür borç krizine yol açtı. Tüm yatırım alanlarında sıklıkla karşılaştığımız ve sistemin temel irrasyonelliklerinden olan aşırı yatırım ve iflas baskısı böylece enerji sektöründe de ortaya çıkmış oldu. Diğer yandan enerji fiyatlandırması farklı sermaye grupları arasında da sürekli bir çelişki-çatışma alanı halini alıyor. 


Enerji fiyatlarının elektrik, doğalgaz ya da akaryakıt faturaları üzerinden nihai tüketiciye yansımalarını daha fazla konuşup algılıyoruz. Ama enerjinin gerçek maliyeti çok daha yüksek. Biraz bu konuyu açabilir misiniz?

Enerjinin toplumsal maliyeti fiyatlara ve faturalara yansıyanın çok ötesinde üzerinde durulması gereken bir konu. Biraz önce sözünü ettiğimiz aşırı yatırım, borçlanma, artan ithal enerji kaynaklarına bağımlılıkla birlikte gelen maliyetlerin toplumsal bedelinin ancak yakıt tarifelerine yansıyan bölümünü faturalarımızda görebiliyoruz. Ancak, bunların bir bölümü kamu kuruluşlarının ve kamu bankalarının “görev zararı” adı altında farklı yollarla emekçi kesimin sırtına yükleniyor. Enerji fiyatlarına yansımayan diğer bir konu ise enerji üretimi ve tüketimi esnasında insan sağlığı ve çevreye verilen zararların bedeli. Enerjinin ayrı bir kâr alanı haline gelmesiyle birlikte ortaya çıkan plansız ve aşırı yatırım furyası ve fosil yakıt tüketiminden kaynaklanan hava kirliliği geri dönüşü olmayan hasarlara yol açabiliyor. Çevre ile ilgili uluslararası kuruluşlar enerji için fosil yakıt tüketilmesinin Türkiye’de insan sağlığına zararının 15-30 milyar dolar civarında maliyeti olduğunu öne sürüyor.2 Tüm bu faktörleri dikkate aldığımızda temel bir ihtiyaç olan enerjinin temiz, topluma faydalı ve çevreye minimum etki edecek şekilde planlanmasının önemi bir kez daha görülüyor. (SOL)       

Yarın: “Düşük karbonlu enerji dönüşümü” kurtuluş mu?


Suat Derviş’in romanı - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet


Suat, soğuk bir aralık sabahında tuttu Babıali’nin yolunu.

Çantasında Son Telgraf ve Gece Postası’nda tefrika edilecek Fosforlu Cevriye’nin son bölümleri vardı.

Beresi, mantosu ve mavi gözleriyle yine şahane görünüyordu.

Aynı yolu takip etti. Önce tramvayla Taksim’e, oradan da dolmuşla Eminönü’ne ulaştı.

İsmi aynı kalsa da birçok sahip ve kadro değiştirmişti Son Telgraf.

Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu’nun, Sadri Ertem’in, Suphi İleri’nin 1924’te kurdukları Son Telgraf, tek parti anlayışına karşı çıkıp Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı destekleyince, Takrir-i Sükun Kanunu gereğince kapatılmıştı.

Gazete 1937 yılında Ethem İzzet Benice’nin sahip ve başyazarlığında CHP’nin borazanı olarak yeniden yayın hayatına başlamıştı.

“Neyse ne!” dedi, bütün bunları düşünerek gazetenin kapısından giren Suat Derviş.

Yazıyla hayatını kazanmak zorundaydı.

Öte yandan, böylesi bir baskı döneminde düşüncelerini romanların satır aralarına gizleyerek anlatmaktan başka çaresi vardı da o mu yapmıyordu?

Son Telgraf, Gece Postası, Haber ve öteki gazetelerde çalışan hemen herkesle ahbaptı Suat.

Yazıişlerinde çalışanlar olsun, köşe yazarları olsun, hemen tüm Babıali mensupları Suat’ı gayet iyi tanıyor, saygıda kusur etmiyorlardı.

Bu nedenle bazen girdiği bir gazeteden çıkması saatler alabiliyordu.

O gün de öyle olmuştu işte.

Son Telgraf’ın çeşitli odalarında geçirdiği saatler sonunda, Tan’a biraz biraz gecikmiş olarak yürümeye başlamıştı.

Sertel çiftini ziyarete giderken geçtiği bildik yolların, o gün her zamankinden daha kalabalık olduğunu gördü.

Bir grup göstericinin “Kahrolsun komünistler! Kahrolsun Serteller!” diye bağırarak Tan’a doğru yürüyüşe geçmiş olduğunu fark edince telaşlandı ve gazeteye yakın bir kitabevine girdi, olupbiteni oradan acı içinde izledi.

Bir kara gün daha

4 Aralık 1945, basın tarihinin en kara günlerinden biri olarak tarihe kazındı.

İstanbul Üniversitesi’nin önünde toplanan, ağırlığı Turancı ve İslamcı gençlerden oluşan kalabalık, yol boyu sloganlar atarak Tan gazetesinin önüne geldi.

İki gerekçeleri vardı.

Birincisi, Tan gazetesinin Türkiye ile SSCB ilişkilerinin gelişmesini savunmasıydı.

İkincisi, CHP’den istifa eden Celal Bayar ve Adnan Menderes gibi isimlerin gazete tarafından desteklenmesi.

Bu iki nedenle Tan’ın önüne toplanan göstericiler, “Alllah Allah! Komünistlere ölüm!” diye bağırarak gazeteyi yakıp yıktılar. Hem ofis olarak kullanılan bölümleri hem de matbaa kısmını harap ettiler.

Yetmiyormuş gibi, Tünel’de sol yayınlar satan ABC ve Berrak kitabevlerine de saldırdılar, yağmaladılar.

Sabahattin Ali tarafından yayımlanan Yeni Dünya ile aynı binada bulunan Görüşler dergisi de saldırganların hedefi oldu.

Suat’ın üzüntüsü sonsuzdu. İlerleyen günlerde, Sabiha ve Zekeriya Sertel’in yargılanmalarını da içi burkularak izleyecekti.

Ablası Hamiyet tam da bu günlerde imdadına yetişti.

“Bu ülkede yaşanmaz!” diyordu, Hamiyet. “Paris’e gidelim. Seni buraya bağlayan bir şey yok. Hapisteki eşin için zaten bir şey yapamıyorsun. Ülkenin durumu meydanda.”

Suat, kulağında bu sözlerle uğurladı ablasını Haydarpaşa’dan.

İnsanlarını böylesine tüketen başka bir ülke olamazdı!*

*Alıntı: Osman Balcıgil’in İpek Sabahlık, Bir Suat Derviş Romanı (Destek Yayınları, 2017)

Nâzım Hikmet’in karşılıksız aşkı

Suat Derviş, “gerçek sosyalistler soylu ruhlardan çıkar” dedirten yüce bir gönüldür. Fosforlu Cevriye’nin yazarı, Türkiye’nin yabancı dilde yayımlanan ve çok başarılı olan ilk kadın romancısı, kadın gazetecilerimizin öncü değeridir. Siyasal ilke ve sosyal inançlarından hiç taviz vermediği için çok çile çekmiş; pek az yazarın sahip olduğu entelektüel birikimin topukladığı üreticiliğine karşın “komünist” damgasıyla hakkı yenmiş, yalnızlaştırılmış ve yoksulluğa mahkûm edilmiştir.

Onu en iyi anlayan ve anlatan, çocukluk arkadaşı, kalbi kırık âşığı Nâzım Hikmet’in 1920’de yazdığı sıra dışı şiirdir:

Gölgesi

Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;

Bir kere eğemedim bu kadının başını.

Kaç kere sürükledi gururumu ölüme

Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.

Cevapları öyle heycansız ki onun,

Kaç kere iman ettim, hiçliğine ruhunun.

Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi

Güzelliğin önünde, dolup, çarpmalı kalbi

Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal

Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal

Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor.

Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor...

Dönüyoruz yine biz uzun bir gezintiden

Gönlümün elemini döküyorken ona ben

O bana kendisini gülerek naklediyor

“Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı” diyor.

Ya bu kadın delidir, yahut ben çıldırmışım

Ben ki birçok kereler kırılmışım, kırmışım

Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı

Birden onun yüzüne haykırma ihtiyacı

İçimde alev alev tutuştu yangın gibi

Bir dakika kendimin olamadım sahibi

Hiç olmazsa öcümü böyle alırım dedim

Yolda mağrur duran gölgesini çiğnedim.

Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Tutuklu gazeteci Müyesser Yıldız, Cumhuriyet’in sorularını cezaevinden yanıtladı- Alican Uludağ / Cumhuriyet

“Biat etmiyorsan ya teröristsin ya da casus” diyen Yıldız, tutuklanmasının bir amacının dijital arşivini ele geçirmek olduğunu vurguladı. Yıldız, yazılmamış 15 Temmuz kitabını ele geçirmek istediklerini anlattı.


İktidarın, medyanın büyük bölümüne de diz çöktürdüğünü tehdit edenlerin kaleminden başka bir şeyi olmayanlardan korktuğunu ifade eden Yıldız, “Bizlerin tüm imkânsızlık ve baskılara rağmen gazetecilik yapmamızı kabullenmediler” dedi.

“Askeri Casusluk” iddiasıyla gözaltına alınıp, 12 Haziran 2020’de “Devletin güvenliğine ve siyasal yararına ilişkin bilgileri açıklama” suçlamasıyla tutuklanan OdaTV Ankara Haber Müdürü Müyesser Yıldız, basın özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı bir dönemde inatla gazetecilik yapmaya devam ettikleri için hedefte olduklarını belirterek “Biat etmiyorsan, ya teröristsin ya da casus” dedi. Tutuklanmasının bir amacının dijital arşivini ele geçirmek olduğunu vurgulayan Yıldız, “Yazılmamış 15 Temmuz kitabını ele geçirmek istediler” ifadesini kullandı.

“Tehditlere, şantajlara, korkuya teslim olanlara” seslenen Yıldız, “Herkesi titretip, susturduğunu zannedenlerin, kaleminden başka hiçbir şeyi olmayan bizlerden korktuğu ortaya çıktığına göre, elbirliğiyle korku duvarını aşmanın zamanı değil midir?” dedi.

Müyesser Yıldız, Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nde, avukatı Erhan Tokatlı aracılığıyla Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı.

- Önce Barışlar, ardından siz tutuklandınız? Kimler, neden OdaTV’yi hedefe koydu?

Sürpriz miydi? Hayır. Uzun süredir hedefte olduğumuzu, bir fırsat kolladıklarını biliyorduk. Çünkü basın özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı bir dönemde ısrarla ve inatla gazetecilik yapmaya devam eden sayılı ve de etkili kuruluşlardan biriydik. İktidar mensupları, yargı çevresi başta olmak üzere tüm kesimlerin takip ettiği bir yerdi. Çünkü onların da doğru bilgi ve habere ihtiyacı vardı. Evet sadece habercilik yaptık. Ama bu arada devlette, iktidarda ve iktidardan geçinen çevrelerde epey “düşman” biriktirdik. Birileri istiyor ki “Bırakınız yapalım, bırakınız geçelim. Ve de Allahtan başka kimseye hesap vermeyelim”... Medyanın büyük bölümüne de diz çöktürdüler. Bizlerin ise tüm imkânsızlık ve baskılara rağmen gazetecilik yapmamızı kabullenmediler.

YA TERÖRİSTSİN YA CASUS

Hani “FETÖ” için ‘insanları mankurtlaştırdılar” deniyor ya. İşte onlar da herkesin ve her kesimin mankurtlaşmasını istiyor. Çoğunluğu biat kültüründen geldiği için bizlerin biat etmemesini anlayamadılar. Biat etmiyorsan, ya teröristsin ya da casus. Bizlere “terörist” deseler olmayacaktı, “casusluğu” uygun gördüler. Bunca zaman geçti, polisiyle, istihbaratıyla adeta ciğerlerimizi deştiler. Hangimizin CIA, Mossad MI6, BND veya Rus istihbaratıyla bağlantımızı bulabildiler? OdaTV daha dün en hızlı ‘Hocaefendicilerin’ nasıl döndüğünü, iktidarın da ‘nereden nereye’ geldiğini sık sık hatırlattı. Malum sıra sosyal medyaya geldi. Geçmişler silinecekmiş. Acaba “Amel defterlerini” hangi yasayla silebilecekler? Özetle, evet Barışlar’ın Metastaz kitabı, evet iktidarın ve yandaşlarının yanlışlarının ortaya konması, devletin ve rejimin gözümüzün önünde değiştirilmesi gibi birçok faktör birikti ve düğmeye basıldı. Ama görünmez bir sebebi daha söylemeliyim. İstanbul seçimini kaybetmelerinden sorumlu tuttuklarından biri de OdaTV’ydi. O 3 aylık dönemde çok sayıda İstanbul haberi yapılmasından inanılmaz rahatsızlardı.

KUMPASLAR SÜRÜYOR

- Hâkim, tutuklama kararını okuduğu anda ne hissettiniz? Daha önce FETÖ kumpasında tutuklanmıştınız. Değişmeyen ne?

Bu sorunuzu cevaplamadan önce 2011’deki kumpas döneminde yaşadıklarımı anlatayım. Hâkim gece yarısından sonra ifademizi aldı. Sonra ara verdi. Biz salonda bekliyoruz. Bir süre sonra geldi, cübbesini bile giymeden “hepiniz tutuklandınız” dedi ve kaçarcasına gitti. Duruşmalar başladığında, ara kararlar hiç yüzümüze okunmadı. Silivri’ye döndükten sonra TV’lerden öğrendik. Artık bir duruşmada dayanamadım, halen FETÖ’den yargılanan mahkemenin başkanı Mehmet Ekinci’ye “kararı niye yüzümüze okumuyorsunuz? Bu yasal zorunluluk, Silivri’ye gidip sizin açıklamanızdan önce Samanyolu TV’den öğrenmek istemiyorum’ diye tepki gösterdim. Sadece güldü. 11 Haziran’ı 12 Haziran 2020’ye bağlayan gece yarısı tutuklama kararı nasıl verildi? Elektrikler kesildi, hâkim ifademizi cep telefonlarının ışığıyla aldı. Ara verildi, sonra avukatlar çağrıldı. Ben daha biz de içeri gireceğiz diye bekliyorum. Avukatlar çıktı, ben salona doğru yöneldim ki avukatım Erkan Tokatlı, “tutuklandın” dedi. Yani ben ondan öğrendim iyi mi? Kısacası, eksiği yok fazlası var, hiçbir şey değişmedi. Ben “FETÖ hukuku ve kumpasları” devam ediyor derken utanıyorum ama iktidar veya yargı camiasında bir Allahın kulu da çıkıp “ne münasebet böyle bir şey yok” diyemiyor.

- 15 Temmuz’un 4. yılı. Müyesser Yıldız bu darbe girişimini nasıl tanımlıyor? Sebepleri, sonuçları...

15 Temmuz büyük bir muamma ve görünen o ki birileri bunun daha uzun süre muamma olarak kalmasını istiyor. 15 Temmuz Balyoz-Ergenekon kumpaslarıyla başlayan/başlatılan sürecin devamıdır. Hedef önce TSK, sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.

ANLATILDIĞI GİBİ DEĞİL

Bu coğrafyadaki en büyük güvencemiz TSK’nin milli ordu olmaktan çıkarılıp, emperyalizmin uç karakolu yapılması ve “ihraç” ürünü haline getirilmesidir. Balyoz-Ergenekon’la TSK’nin beli kırıldı, 15 Temmuz’la da kafası koparıldı. Bu büyük operasyonu sadece FETÖ’ye nakletmek ülkemiz ve milletimiz üzerinde yapılan ameliyata ve gerçeklere gözümüzü kapatmak olur. Maalesef BOP ve “Ilımlı İslam” projesi, hız kesmeden devam ettirildi. Bu projelerin gerçek sahiplerinin tam adı konulup, işbirlikçilerin tamamı ortaya çıkarılmaz ve bunlarla ciddi şekilde mücadele edilmezse, ülke ve millet olarak daha çok bedeller ödemeyeceğimizi düşünüyorum.

- 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin davaları izlediniz, binlerce evrak okudunuz, perde arkasında bugüne kadar neler gördünüz?

Gördüm ki çok şey kamuoyuna anlatıldığı ve sunulduğu gibi değil. Müthiş bir algı yaratıldı ve bunlara olduğu gibi inanmamız istendi. Bizzat devletin belgeleriyle aksini ortaya koyduğumda ise “FETÖ’cülükle, FETÖ’ye hizmet etmekle” suçlandım. Bu davalar, ciddi davalar. Türkiye’nin geleceğini ilgilendiriyor. Gördüklerim ve yaşadıklarımdan anladığım şu; hem gerçeklerin tüm yönleriyle ortaya çıkarılması istenmiyor hem de mağduriyet çuvalı alabildiğine büyütülerek, gerçek suçlu ve sorumluların kurtarılması hedefleniyor. AKP’li Şamil Tayyar’ın dahi yargılamalar başladıktan kısa bir süre sonra, “Bugün kahraman bildiklerimiz hain, hain bildiklerimiz kahraman çıkabilir” demesi çok şeyi anlatmıyor mu?

ERLER BİLE HESAP VERDİ, O VERMEDİ

- Hulusi Akar ile davalıksınız. Sizi neden özellikle hedefe koydu?

Ona “husumetim” olduğu iddiasında. Niye husumetim olsun ki? Bir gazeteci olarak sadece fikri takip yaptım. Balyoz-Ergenekon kumpaslarından alın, 15 Temmuz’a gelin. En önemli aktörlerden biri değil mi? Böylesine kilit bir aktörün aldığı nefesin bile haber değeri vardır. Beni sadece devletin gizli tanığının kendisi hakkında anlattıklarını haberleştirdiğim için hedef almadı. Daha 2015’te Genelkurmay Başkanı olmadan önce yazdığım “yeni Genelkurmay Başkanımızı tanıyalım” başlıklı yazımdan beri hedefteydim. Şimdi Genelkurmay Başkanının bir önemi kalmadı ama Türkiye’nin birçok döneminde görev yapmış, kadrosunun tamamına yakının “FETÖ ve darbe” suçlamasıyla tutuklanmış birisini görmezden gelip Uganda Genelkurmay Başkanı’nı mı yazacaktım? Yıllarca birlikte çalıştığı sanıkların savunmalarını aktardım. Eğer bunlar yanlıştı ve rahatsızlık veriyor idiyse, mahkemeye gider, eski silah arkadaşlarının yüzüne “yalan söylüyorsun” derdi. Ancak aynen TBMM’de kurulan komisyona gitmediği gibi mahkemelerde de sorulan 5-10 soruya bir özel celsede cevap vermeyi tercih etti. Gerçeklerin ve gerçek suçluların ortaya çıkarılması en önce onun görevi değil midir? Görevlerini yapmak yerine, görevini yapmaya çalışan gazeteciyi, mahkemelere gidip, ifade vermek yerine Meclis’e soru soran milletvekillerine dava açmak tek kelimeyle sorumluluktan kaçmaktır. Erden, uzman çavuştan hesap sorulacak, ama Genelkurmay Başkanı muaf tutulacak. İş mi? Bakın, Erdoğan, hatta Necdet Özel “Rabbim, milletim affetsin, aldatıldık” dedi. Hatta Necdet Özel, Balyoz’da yargılananlar için vicdanının sızladığını söyledi. Peki, Sayın Hulusi Akar’ın en azından böyle bir beyanı oldu mu?

DÜŞ KIRIKLIĞI YAŞAYACAKLAR

- Tutuklanmanızdaki bir amaç da dijital arşivinize el koymak mıydı?

Evimi terör örgütünün hücre eviymiş gibi sabahın 06.15’inde basın, neyim var neyim yok imajını almadan el koydular. Evet, amaçlarından birisi, arşivimin ele geçirilmesiydi. Bunları yeniden toparlamam zaman alacak. Ancak benden daha öncelikli olarak birilerinin kitap çalışmam olup olmadığını çok merak ettiğini sanıyorum. Çünkü AKP’liler dahil her kesimden insan 15 Temmuz’un kitabını ne zaman yazacağımı soruyordu. Galiba yazılmamış kitabı ele geçirmek istediler. Ama üzgünüm, düş kırıklığı yaşayacaklar. Aradıklarını bulamayacaklar.

KORKUYA TESLİM OLMAYIN

- Cezaevinde günleriniz nasıl geçti, geçiyor?

İlk 17 gün karantina cezaevinde kaldım. 7 adımlık bir koğuşta gün boyu yürüdüm. Kitap, gazete TV hiçbir şey yoktu. Sadece merkezden yayın yapan bir radyo, o da sadece müzik kanalı. Elimdeki tek şey, avukatımın ilk gün getirdiği ifademdi. Noktasına, virgülüne ezberledim adeta. Sağ olsun çok sayıda avukat arkadaş, CHP milletvekilleri, Utku Çakırözer, Atilla Sertel ve Dr. Servet Ünsal, İYİ Parti Toplumsal Politikalar Başkanı Şenol Sunat ve ismini sayamadığım pek çok dost yalnız bırakmadı. Neler olup bittiğini ancak onlardan öğrenebildim. Kısacası zor bir süreçti. Bu vesileyle bir hakkı teslim etmek istiyorum. Cezaevinin belkemiği infaz koruma memurları olduğunu gördüm. 24 saat uykusuz, insanüstü bir gayretle çalıştıklarına tanık oldum. Keşke Adalet Bakanlığı da maddi ve manevi olarak şu salgın döneminde gösterdikleri büyük fedakarlığın hakkını teslim etse... 17 gün sonra Kadın Cezaevi’ne nakledildim. Şimdi burada bir düzen oturtmaya çalışıyorum. 1 gün gecikmeli verilen gazetelerden gündemi takip edip, yine yazılarımı sürdürüyorum. Yatıyoruz, madem değsin değil mi? Onun dışında voltaya devam. Bir de her fırsatta bize bu tezgahı kuranlara bolca “iyi dileklerimi” gönderiyorum.

- Buradan kamuoyuna vermek istediğiniz mesaj var mı?

Tehditlere, şantajlara, korkuya teslim olanlara seslenmek istiyorum. Buna hakkınız yok. Hiçbirinizin makamı, eşi veya çocuğu bu ülkeden değerli değil. Bir tane vatanımız var. Öncelikle şehitlerimiz, gazilerimiz ve çocuklarımız için bu vatana sahip çıkmak hepimizin boynunun borcudur. Bu kadar zulüm, adaletsizlik, haksızlık yapma, yetim hakkı, kul hakkı tanımama... Demek ki birilerinin Allah korkusu da kalmamış. Ama bakın, herkesi titretip, susturduğunu zannedenlerin, kaleminden başka hiçbir şeyi olmayan bizlerden korktuğu ortaya çıktığına göre, elbirliğiyle korku duvarını aşmanın zamanı değil midir? Ve kucak dolusu sevgiler. Önce Cumhuriyet okurları ile açık cezaevindeki tüm dostlara. Sonra Silivri’deki Barış, Hülya ve Murat’a...

Alican Uludağ / Cumhuriyet