1 Aralık 2020 Salı

Ekonomiyi korumak için önlemler yeniden gevşetiliyor: Kitleler tüketime ve ölüme hazır - Çağdaş Gökbel / SOL


Bu sefer küçük kartopu refah ülkelerinin zirvesinden aşağı doğru yuvarlanarak büyüyor. Artık kaçılabilecek bir yer yok. Dünyanın her noktası kapitalist yağmacıların pençeleri altında acı çekiyor.

Küresel salgında ikinci dalganın ve kitlesel ölümlerin yaşandığı bir evrede bir ay süreyle alınan sıkı önlemler ‘Noel’ vesilesiyle yeniden gevşetiliyor. 

Peki, önlemler sıkılaştırılırken ne kadar ciddiydiler? 

İnsanlar ev ziyareti dahi yapamazken, bazıları uluslararası uçuşlarını, tatillerini ve iş ziyaretlerini sürdürmeye devam etti. Özetle, bu insanlar gittiklerinde ve döndüklerinde küresel anlamda bu salgının nitelikli bir ihracatçısı olma görevini layığıyla sürdürmeye devam etti.

Kapitalizmden akılcı önlemler almasını artık beklemiyoruz. Kapitalizm, madene oksijen taşıyan öte yandan yenilenmesi gereken cihazları yenilemeyen ve kâr uğruna insanları boğmayı tercih eden bir sistem. Karantinada olması gereken insanlar evlerinden çıktılar ve alışveriş merkezlerinde sepetlerini doldurmaya devam ettiler. Sistemin bekçiliğini yapan değerli polislerimiz, korona hastası insanların karantina sürecini iyi bir biçimde denetlemeyi tercih etmemişti. Polisler bu dönemde kiralarını ödeyemeyen insanları evlerinden atmakla meşguldü. Binlerce emekçi işini kaybetmişken ve izolasyon altında büyük bir fedakarlıkla insanlığı korurken, diğer yandan şirketler zorunlu önlemleri küstahça delmeye devam ettiler. 

Salgın geçiyor; milyonlarca insanın ölümüyle neticelenecek gibi görünüyor. Fail bellidir… Şimdi, ekonomik kriz daha fazla can almak için hazırlanıyor. Son gelen haberlere göre milyarlarca insan temiz su ve nitelikli gıdaya erişemiyor. İrlanda adasında 1 Aralık itibariyle 5. Seviye önlemlerden, 3. Seviyeye geçiş yapılıyor. Doğaldır, yeni yıl yaklaşıyor ve insanların çılgınca tüketmeleri gerekiyor. Hükümetin nefesi tıkanmış durumda hizmet sektörüne daha fazla destek olamayacaklar.

İnsanlığı sürü olarak gören kapitalizm, salgının başlarındaki idealine sürü bağışıklığına dönüyor; sömürü düzeni bu gerçeklikten kaçamıyor. Salgının Avrupa’da etkisinin hissedildiği dönemde İngiltere başbakanı Alexander Boris de Pfeffel Johnson’ın açıklamalarına tüm dünya gülmüştü. Johnson, budala bir adam olduğu için yapmıyordu bu açıklamaları. Temsilcisi olduğu düzeni korumak ve kollamakla görevliydi; bu görevi iyi bir biçimde yerine getirmeye çalıştı. Neticede salgın kendisini de vurduktan sonra tezlerinin bir bölümünü kenara bırakmak zorunda kaldı. Basın toplantılarında insanlarla tokalaşmayı kesti. 

Aşağıdaki tablo İrlanda’daki önlemlerin ve belirlenen seviyelerin ne anlama geldiğini gösteriyor.
























Restoranlar açılıyor, barlar açılıyor ve şehirler arası ulaşım bazı kısıtlamalarla beraber yeniden başlıyor. Kış şartları ve salgın koşullarında ‘evsizler’ sokakta ölüme yatmaya devam ediyor. Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan İrlanda’nın bir günde çözebileceği bir sorun giderek daha büyük bir trajedi haline dönüşüyor. Koalisyon hükümeti (FF,FG, GP), 50 bin konut sözünü yerine getiremeyecekmiş gibi görünüyor. Temmuz ayına göre evsizlerin sayısı artmış durumda; verilerle incelemeye devam edelim.












Yukarıdaki birinci tabloda İrlanda’daki evsizlerin çeşitli şehirlerdeki dağılımı görülüyor. Dublin her zamanki gibi başı çekiyor. Başkent Dublin’de evsizlerin sayısı artma eğilimi gösteriyor. Ekonomik krizin hissedildiği aşamada trajik bir patlama yaşayabiliriz.

20-26 Temmuz'da  Dublin’deki toplam evsiz sayısı 4188. 19-25 Ekim'de Dublin’deki toplam evsiz sayısı 4297. Kışa girdiğimiz dönemde toplam 109 kişi evsizler ordusuna katılmış durumda. Bunların içerisinde 65 yaş ve üzerinde olanların toplam sayısı 134. Resmi rakamlarda maalesef 18 yaş altındaki çocukların sayısına ulaşmak mümkün görünmüyor. En riskli gruplar sıcak bir evden ve insani tüm imkanlardan uzak bir hayat yaşıyorlar. 

Bir rüyanın sonuna yaklaşıyoruz. Rüyanın sonuna doğru ilerledikçe, gerçeğin acı görüntüsüne biraz daha yaklaşıyoruz. Tam bu noktada kilit bir soruyla karşı karşıya kalıyoruz. Gerçekten kaçabilecek bir yer var mı? Tüm bu sorunların yakıcı etkisinden yabancılaşarak kurtulabilir miyiz? Sokakta yürürken tek bir hamlede kafanızı diğer tarafa çevirdiğinizde tüm bu sorunlar gerçekten sorun olmaktan çıkıyor mu? Dünyanın acıyla kıvranan bir bölümü ve oradan kaçtığını, sorunlarını geride bıraktığını düşünen hafızasız göçebelerini zor günler bekliyor. Bu sefer küçük kartopu refah ülkelerinin zirvesinden aşağı doğru yuvarlanıyor ve giderek büyüyor. 

Artık kaçılabilecek bir yer yok. 

Dünyanın her noktası kapitalist yağmacıların pençeleri altında acı çekiyor. İnsanlık ya üzerine doğru gelen çığın altında kalacak ya da geçmişteki deneyimlerin ışığında kutlu yürüyüşünü sürdürmeye devam edecek.

Çağdaş Gökbel / SOL 

Türkiye ekonomisinde hormonlu büyüme: Hepsinden geri adım atıldı- FUAT SÖZEN / SOL

 

Şişirilen kredi hacmi, düşük tutulan faizler, baskı altındaki kurlar büyümeyi destekledi, yansıması bu çeyrekteki büyümeye yansıdı. Bu politikaların tümünden bugünlerde vazgeçildi.

TÜİK, 2020 yılı Temmuz-Eylül (3.çeyrek) milli gelir (GSYH) verilerini yayımladı. GSYH 2020 yılının 3.çeyreğinde sabit fiyatlarla bir önceki yılın aynı çeyreğine göre %6,7 oranında arttı. Bir önceki Nisan-Haziran dönemine göre ise GSYH %15,6 oranında artış gösterdi.

Salgın nedeniyle getirilen kısıtlamaların haziran ayında kaldırılarak “normale dönüş” kararı alınması temmuz ayından itibaren ekonominin tekrar canlanmasına neden oldu. Buna ilaveten şişirilen kredi hacmi, düşük tutulan faizler, baskı altındaki kurlar büyümeyi destekledi, yansıması bu çeyrekteki büyümeye yansıdı. Bu politikaların tümünden bugünlerde vazgeçildi; faizler artırıldı, bankaları kredi genişlemesine zorlayan aktif rasyo uygulaması kaldırıldı, kurlar ekim ayında ulaştığı zirveden piyasa beklentisine uygun düzeylere çekildi. Sarayın yeni ekonomi yönetimi ile birlikte uygulamaya soktuğu bu politikaların ekonomiyi 2021 yılının başından itibaren yeniden durgunluğa götürmesi bekleniyor.

Üretim Yöntemiyle Milli Gelir

2020 yılı üçüncü çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre tarım sektöründe yüzde 6,2, sanayide ise yüzde 8,0 üretim artışı olduğu gözleniyor.

Bu çeyrekte hizmetler sektöründe sağlanan üretim artış oranı GSYH içindeki payına göre daha düşük kalmıştır, tarım ve sanayi toplamındaki GSYH artış oranı görece daha yüksektir. Hizmetler sektörünün iktisadi faaliyet kollarında büyüme oranları salgından kaynaklanan nedenler ile önemli ölçüde farklılıklar gösteriyor. Finans ve sigorta gibi bazı alt sektörlerde kayda değer üretim artışları varken başta genel hizmetler olmak üzere diğer bazı hizmet alt sektörlerinde daha düşük artışların yaşandığı gözleniyor. İnşaat sektöründeki üretim artışı ise %6,4’dür.

Sanayi sektörü 2020 yılının ilk yarısında yüzde 5,8 oranında küçülürken, bu çeyrekte sanayi yüzde 8, imalat sanayi ise yüzde 9,3 oranında büyümüştür.

Üretim sektörlerinde gözlenen görece yüksek artışların görülmesinde baz alınan 2019 3.çeyreğindeki düşük büyüme oranın da (yüzde 0,4) etkisi bulunmaktadır. Bunun yanı sıra yukarıda belirtildiği üzere bu dönemde izlenen genişlemeci politikalar ve pandemiden çıkış GSYH artışının önemli nedenlerindendir.

Aşağıdaki tablo, üretim ve harcama yöntemiyle hesaplanan GSYH sektörel büyüme hızlarını göstermektedir.

Harcama Yöntemiyle Milli Gelir

İç talebi oluşturan tüketim ve yatırım harcamalarının her ikisinin de önemli ölçüde arttığı görülüyor. GSYH içinde önemli bir paya sahip olan özel tüketimdeki 9,2 oranındaki artış büyümedeki artışta önemli bir paya sahiptir. Genelde tüketim kaynaklı büyüyen Türkiye ekonomisi, bu çeyrekte de bunlardan birini yaşamıştır.

Son iki yıldır sürekli azalan sabit sermaye yatırımlarında bu çeyrekte gözlenen artış, özellikle makine ve teçhizat yatırım harcamalarındaki artışın yüksek oluşu önem taşıyor.

İhracat ve ithalatın toplamından oluşan dış talepteki gelişmelere bakıldığında dış talebin büyümeyi negatif yönde etkilediği görülmektedir. Pandeminin yurtdışı talepte yarattığı şok düşüş ihracatı bu dönemde de bir önceki yılın aynı dönemine göre eksi %22,4 oranında azaltmıştır. İthalat ise %15,8 oranında artmıştır. Ekonominin büyüdüğü her dönemde olduğu gibi ekonominin dışa bağımlılığının bir göstergesi olarak ithalat bu çeyrekte de artış göstermiştir.

Dolayısıyla dış talep büyümeyi 9,1 puan negatif yönde etkilemiştir. Büyümeye özel tüketim 5,4, kamu tüketimi 0,1, yatırımlar 5,2, stoklar 5,1 puan pozitif katkı sağlamıştır.

Sarayın 2021 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programında ekonomideki toparlanma sürecinin dördüncü çeyrekte devam edeceği, GSYH artışının 2020 yılının tamamında yüzde 0,3 oranında gerçekleşebileceği tahmin ediliyor. Yıllık Programa göre üretim sektörleri itibarıyla katma değer artış hızlarının tarım sektöründe yüzde 4,6, sanayi sektöründe yüzde -1 ve hizmetler sektöründe (inşaat dâhil) yüzde -0,5 oranlarında olması bekleniyor. Aralarında Dünya Bankasının da olduğu bazı uluslararası kurumlar ise Türkiye’nin 2020 yılında küçüleceğini öngörüyor.

Pandemi koşullarından bağımsız olarak son yıllarda Türkiye ekonomisinin büyüme potansiyelinin düştüğü, büyüme oranlarının istikrarsızlaştığı, yıllar içerisinde büyük farklılıklar gösterdiği görülüyor. Yakın bir zamana kadar yüzde 5 olarak kabul edilen Türkiye’nin potansiyel büyüme oranının azaldığı, IMF ve Dünya Bankası tarafından gelecek yıllarda bunun ancak %3-4 oranında olacağı öngörülüyor. Son yıllarda olduğu gibi bu potansiyel büyüme oranı ile Türkiye ekonominin durgunlaşacağı, yıllık %1,3 oranında artan nüfusun istihdam edilemeyeceği, refah artışının sağlanamayacağı, toplumsal bunalımın artarak devam edeceği görülüyor.

Bu vahim tabloyu son on beş yıldaki kişi başına gelir verilerinden izlemek mümkün. Kişi başına gelir 2013 yılından bu yana kesintisiz olarak geriliyor. 2006 yılında dolar bazında kişi başına 7,971 olan gelir on beş yıl sonra 2020 yılında da aynıdır. Gelirin eşitsiz dağıldığından bağımsız olarak bu durum ekonomik büyüme düzeyinin yetersizliğini, Türkiye kapitalizminin son on beş yılda kişilerin refah düzeyinde herhangi bir artış sağlayamadığını açıkça gösteriyor. Türkiye ekonomisinde 2018 krizinin etkileri devam ederken pandeminin yarattığı ciddi sorunlar hem arz hem de talep yönlü ciddi şoklarla karşı karşıya kalınmasına neden oluyor. Pandeminin ve ekonomik durgunlaşmanın etkilerini azaltmak için izlenen genişlemeci politikaların sonuna gelindiği görülüyor, bu çeyrekte görülen görece yüksek GSYH artışı bu nedenle sürdürülebilir değil. 

Yaşanan gelişmeler 2020 yılının üretim, istihdam, refah açısından Türkiye ekonomisi için tamamen kaybedilmiş bir yıl olacağını gösteriyor.

FUAT SÖZEN / SOL

30 Kasım 2020 Pazartesi

İlk başkan Börekçizade Rıfat Efendi’den Ali Erbaş’a - Cumhuriyet

 PROF. DR. RIDVAN AKIN - GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ

Diyanet İşleri Başkanlığı, en tartışmalı devlet kurumu olma özelliğini devam ettirmektedir. Kurumun, hilafetin lağvı ve Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkarılması yasalarıyla eşzamanlı olarak ihdas edilmiş olması anlamlıdır. Çok partili döneme kadar devlet aygıtı içinde dinin denetim altında tutulması işlevini sürdüren kurum, 1950’lerden sonra önemli dönüşümlere sahne olmuştur. 1961demokrasisine kadar, cumhuriyetin kurucu ideolojisi karşısında uyumlu resmi İslamı temsil eden Diyanet örgütü, İslamcılık akımının güçlenmesine koşut olarak gittikçe siyasallaşmıştır. Özellikle son iki başkanın görevde bulunduğu dönemde, siyasi iktidar ile bir devlet kurumu olarak “Diyanet” arasındaki organik ilişki iyice belirgin hale gelmiştir.

Cumhuriyet rejiminin dayandığı zemini belirleyen en önemli kanunlar Devrim kanunlarıdır. Bu üç kanun (429, 430, 431) radikal içerikleriyle eski rejimden kopuşu sağlayan düzenlemelerdir. 429 sayılı Şer’iye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun ile Milli Mücadele döneminde var olan Şer’iye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekâletleri lağvedilmiş, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur. 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat yasası ile bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair 431 sayılı kanun ile de hilafet lağvedilmiştir. Bu yasalar günümüz İslamcı çevrelerde nefretle anılan düzenlemelerdir. Ama kanımca asıl bundan sonra Cumhuriyet Devrimi’nin gerçek konsolidasyonu başlamıştır. Milli Kurtuluş Savaşı başladığında, İstanbul’daki Şeyhülislamlık makamı ve Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin hükümet içindeki işlevini görmek üzere Ankara’da Şeriye Vekâleti kurularak İcra Vekilleri Heyeti’ne (Hükümete) alındı. Cumhuriyet’in ilanı, başlangıçta ne İcra Vekilleri içinde yer alan Şeriye vekilinin konumunda ne de Birinci Meclis tarafından 1922’de Hilafet makamına seçilen Abdülmecid Efendi’nin konumunda bir değişikliğe yol açmıştı. Asıl devrimci değişiklikler, 1924 Mart-Nisan aylarında gerçekleşti. Bunlar ‘Devrim Kanunları ve 1924 Anayasası’dır. 429 sayılı yasa, din işleri örgütünü siyaset alanından çıkararak siyasi otoritenin emrine verdi. Şeriye Vekâleti yerine, başvekilin inha cumhurbaşkanının ise tasdik ettiği bir makam olarak Diyanet İşleri Reisliği ihdas edildi.

RIFAT BÖREKÇİ DÖNEMİ

Bence Atatürk’ün Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurma kararının iki yönü vardır: Din gibi bir alanı devletten özerk bir kurum olarak düşünememesi veya belki de bunu bir risk olarak görmesi birinci nedendir. İkincisi ise Osmanlı resmi ideolojisi olan Sünni İslamı bir Türk İslamı haline dönüştürmeyi hatta, Türk Ulus Devleti’nin bir “rüknü” olarak tasavvur etmiş olmasıdır. Ama kanımca gerçek neden Türk tarihinin en büyük devrimcisinin bile bürokratik devlet geleneğinin “kodlarının” bir ürünü olarak tarih sahnesine çıkmış olmasıydı. Rıfat Börekçi’nin Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde, din ve din adamı telakkisi büyük ölçüde bu düşüncelerimi teyit eder niteliktedir. Türk laikliği, İslamı Arap öğelerinden tamamen arındırarak, bir Türk-İslamı yaratmak istemiştir.

TEK PARTİ DÖNEMİ

Erken dönem Cumhuriyet laikliğinin bir Türk-İslamı inşa ederek, Arap kültür-din dairesinden kopmak amacının var olduğu uygulamalardan anlaşılmaktadır. 1932’de Türkçe ezan, 1934’te Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi, 1941’de Türk Ceza Kanunu’nda Türkçe ezan ve kamet zorunluluğunu ihlal edenlere (Arapça yasağı) 3 ay hapis cezası getiren bir madde eklenmesi gibi... Bir başka boyut da din eğitimi konusudur. Bir dönem ilahiyat fakültesi ve imam hatip okullarının da kapatılmasından sonra, İstanbul Üniversitesi İslam Tetkikleri Enstitüsü dışında din eğitim ve öğretimi ile ilgili hiçbir kurumun kalmadığını belirtmek gerekir. İzinsiz din eğitiminin şiddetle takibi, gayri müslim yurttaşları da etkilemiş, örneğin Yahudilerin çocuklarına evlerinde İbranice eğitim vermeleri kovuşturmaya konu olmuş, Türkiye’de yaşayan ama Türk vatandaşı olmayan rahipler ceza kovuşturmasına uğramıştır. Yine Alevilerin Osmanlı’dan beri yarı gizli sürdürdükleri cem ayinleri Cumhuriyet döneminde de yasadışı bir dini faaliyet olarak algılanmıştır.

KATI UYGULAMALARDAN VAZGEÇİLMESİ

Bu alanda ilk emareler, Şerafeddin Yaltkaya’nın vefatından sonra, Diyanet’in başına getirilen Ahmet Hamdi Akseki döneminde başlamıştır. Bu emareler sırasıyla, hacca gidenlere döviz tahsisi ve izin verilmesi (1947) ilahiyat fakültesinin tekrar açılması ve ilkokulların 4. ve 5. sınıflarında seçmeli din dersine izin verilmesi gibi kararlardır. (1949) En önemli adım ise, CHP’nin 1950 seçimlerinden (iktidardan düşmeden) önce 29.4.1950 tarihli 5634 sayılı yeni bir Diyanet Teşkilatı yasası çıkarmış olmasıdır. Bu yasa ile Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne devredilmiş bulunan imam hatip ve kürsü vaizliği kadroları Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanmıştır.

ÇOK PARTİLİ DÖNEM

Atatürk döneminin Diyanet İşleri Başkanı Börekçizade Rıfat Efendi’nin vefatından sonra Milli Şef İnönü bu göreve sırasıyla M. Şerefeddin Yaltkaya ve A. Hamdi Akseki’yi getirdi. Her ikisi de tek parti yönetiminin din telakkisi ile uyumlu bir çizgi izlediler. Demokrat Parti’nin başkanlığa getirdiği Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Halk Fırkası grubunda tam bir cumhuriyetçi portre çizmiş görünüyor. Her ne kadar, DP dönemi, Ticanilik, Süleymancılık ve Said-i Nursi ile popülist kaygılarla temasın olduğu bir dönem olduysa da tarikatların “Resmi İslam”a nüfuz etmelerine izin verilmemiştir. Bunda DP yöneticilerinin CHP’den “çıkma” olmalarının önemi vardır düşüncesindeyim.

27 MAYIS SONRASI

Milli Birlik Komitesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’na, din kurumu üzerinde kendi anlayışlarına uygun bir simayı getirdi. Bu isim İstanbul müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’dir. Bilmen 1943’ten beri İstanbul müftüsü ve çok tanınmış bir din alimi idi. Bununla birlikte 27 Mayıs yönetiminin radikal kanadı İnkilap Mahkemeleri, kültür ve eğitim reformu, korporatif nitelikli bazı kurullarla toplumu örgütleme planlarının yanı sıra, tek parti radikalizminin nostaljisi ile ezanın ve ibadetin Türkçeleştirilmesi, dinde reform gibi söylemleri gündeme getirmek istedi. Bu gelişmeler, siyasi irade karşısında daima “muti olan” Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın emekliliğini istemesi ile sonuçlandı. Bu talebin gerçekte bir istifa olarak değerlendirilmesi daha doğru olur.

GERÇEKER’İN BAŞKANLIĞI

İnönü’nün 1964’te göreve getirdiği Mehmet Tevfik Gerçeker’in babası TBMM’nin birinci döneminde Şeriye vekili olan Karacabey müftüsü Mustafa Fehmi Efendi’dir. Gerçeker, Yüce Divan ve Danıştay üyeliği yapmış 1961 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra Danıştay Genel Kurulu tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmiştir. AYM’den yaş haddinden emekli olduktan sonra, İnönü’nün son koalisyon hükümeti devrinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilmesi, kuruma İnönü bakışını açıklar niteliktedir.

AP’NİN DİYANET POLİTİKASI

AP’nin 1965 seçimlerini kazanıp tek başına iktidara gelmesinden sonra, göreve gelen bütün Diyanet İşleri başkanlarının görev sürelerinin kısalığı, başkanlığın parti politikalarının etki alanına girdiğini gösterir. Bunlar içinde AP’nin göreve getirdiği üçüncü Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’ın daha sonra, MSP, RP, AKP gibi İslamcı partilerin seçkinleri içinde yer alması, İslamcılığın AP iktidarı eliyle, Diyanet içinde önce nüfuz alanını sonra, hegemonyayı ele geçirdiğini gösterir niteliktedir.

70’LERİN KAOS ORTAMI

1977’de Ecevit’in Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanlığı’na getireceği Dr. Lütfi Doğan’ın önemli bir özelliği var. Dr. Doğan, 12 Mart Ara Rejimi döneminde göreve getirilmişti. Selefi Lütfü Doğan ise 1968’de Adalet Partisi iktidarı tarafından başkanlığa atanmıştı. Ara rejim hükümetleri kendi anlayışlarını yakın bulmadıkları Lütfi Doğan’ı tebdil etmiş olmalıdırlar. Dr. Lütfi Doğan ise Demirel başkanlığında kurulan Milliyetçi Cephe hükümetlerine kadar tutucu-İslamcı çevrelerin dışında bir çizgi ile başkanlık görevini sürdürdü.

İKİ DENGE ADAMI

Tayyar Altıkulaç’ın İslamcı çevrelerden ziyade Adalet Partisi’ne ve Demirel’e yakın olduğunu ifade etmek gerekir. Bir denge adamı olduğunu gösteren en önemli karine, 12 Eylül Ara Rejimi döneminde yerini korumuş olmasıdır. Aynı yargıyı Mehmet Nuri Yılmaz için de söylemek mümkündür. O da Demirel ve Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı döneminde başkanlık görevini sürdürmüştür. Devletin kurucu ideolojisiyle çatışmaktan kaçınan bir anlayışa sahipti.

İSLAMCILIK ANLAYIŞI

Diyanet Teşkilatı’nın İslamcılığın etki alanına girişi Turgut Özal’ın başbakanlığı ve ANAP iktidarı dönemine tekabül eder. Özal, Nakşibendi tarikatıyla yakın ilişkileri olan bir siyasi kimlikti. Özal’ın, Tayyar Altıkulaç’ın yerine Prof. Mustafa Said Yazıcıoğlu’nu getirmesi İslamcı kadroların Diyanet’i ele geçirme yolundaki ilk hamle sayılmalıdır. Yazıcıoğlu, halen aktif olarak AKP’de siyaset yapmaktadır.

AKP İKTİDARI

AKP’nin ilk iktidar döneminde, her alanda olduğu gibi, Diyanet yönetimi alanında da temkinli başladığı açıktır. Bu dönemde tam angaje bir Diyanet İşleri Başkanı atayamamasının iki nedeni vardır: Birincisi Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı olması, ikincisi de kamuoyunu tedirgin edecek nitelikte atamalardan kaçınma siyaseti. Ali Bardakoğlu, AKP’nin göreve getirdiği ilk başkandır. AKP dışında olmamakla birlikte, siyasetten sakınma çizgisini görevi boyunca sürdürdü.

DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜ

Türkiye, AKP iktidarının ikinci döneminden itibaren ciddi bir dönüşüm sürecine girmiş olup bu süreç hâlâ devam etmektedir. 2002’den beri iktidarda bulunan AKP’nin 2007 sonrasındaki hamlelerini bir siyasi partinin olağan icraatları olarak yorumlamak zordur. Türkiye, bir taraftan gittikçe kapitalistleşip, çarpık da olsa kentlileşirken bununla koşut olarak taşrada İslami sermayenin (özellikle tarım ve ticaret sermayesi) toplumun diğer kesimleriyle (proletarya ve köylüler) din üzerinden bir diyalog kurmakta oldukça başarılı olduğu gözlemlendi. İslamcı burjuvazi ve onun partisi, ideolojisi “din” olan bir örgütlenme ve kadrolarını devşirme siyaseti yürürlüğe koydu ve burada büyük bir başarı sağladı. Sonuç itibarıyla, AKP iktidarının meşrulaştırılması ve siyasal gücün “konsolidasyonu” Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden yürütülmektedir. “Eski resmi devlet ideolojisi” laikliğe alternatif ideolojinin üretimi, yaygınlaştırılması ve pekiştirilmesi alt, orta ve yüksek bürokratik kadrolarıyla Diyanet örgütü aracılığıyla yürütülmektedir. Laiklik, Cumhuriyet tarihi boyunca elinde tuttuğu resmi üstünlüğünü kaybetmiş, din fiilende facto henüz de jure değil yeni hegemonyanın ideolojisi oldu.

MEHMET GÖRMEZ VE ALİ ERBAŞ

Son 10 yılda, Diyanet İşleri Başkanlığı iktidar partisinin egemenliğinde, “yeni devletin” ideolojik hegemonya aygıtına dönüştürüldü. Sonuç olarak, Diyanet İşleri örgütünün “yeni devletin” en güçlü ideolojik aygıtı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

SONUÇLAR

KURULUŞ AMACINDAN BAŞKA BİR NOKTADA

Türk devrimi önderliğinin, dini denetim altında tutma ve Türk ulus devletinin pekiştirilmesinde işlevsel bir kurum olarak tasavvur ettiği Diyanet İşler Başkanlığı, kuruluş amaçlarından bambaşka bir noktada bulunmaktadır. Kamusal alandaki görüntüsüyle Başkan, adeta meşrutiyet döneminin şeyhülislamı rolünü üstlenmiş görünüyor. Bu durum, anayasa, kuruluş ve görev yasaları ile bariz bir şekilde çelişmektedir. Ayasofya’nın “Cumhuriyet hukukuna” aykırı bir kararla Diyanet’e devredilmesi, Başkan’ın hutbeye kılıç ile çıkması, minberin hilafet sancaklarıyla donatılması, anayasal düzenle ve devrim kanunlarıyla açıkça çelişmektedir.

BÜYÜYEN BÜROKRASİ

Bilindiği üzere, AKP iktidarı döneminde, devlet kurumlarının hemen hepsi yürütme lehine güç kaybetmiş ve gerilemiştir. Buna karşılık 2002 sonrası, “çıtayı en çok yükselten” kurum Diyanet örgütüdür. Örgüt, 130 bin personeli ile iktidarın en çok kolladığı ve organik ilişki içinde bulunduğu bir kuruma dönüşmüş; Başkan, devletin değil, siyasi iktidarın dinsel politikalarından sorumlu bir aktör rolünü oynar hale gelmiştir. Diyanet, gittikçe büyüyen bürokrasisi ile kamu harcamaları bütçesinden pek çok önemli bakanlıktan daha fazla tahsisat almaktadır. Bu durumu, yurttaşların din hizmeti alma ihtiyaçlarının artması ile ilgili olduğunu ileri sürmek mümkün değildir.

HER ŞEYE KARŞI...

Diyanet teşkilatı, toplumdaki bütün muhalif siyasal partilere, statüko karşıtı eğilimlere, özellikle sol, sosyalist, feminist, yeşiller hatta liberal her türlü düşünce ve siyasal akıma karşı “pozisyon” almaktadır. Kanımca, Diyanet’in fetvaları da kuruluş ve görev kanununa aykırıdır. Laik hukuk açısından son derece sakıncalı olan bu durumun, iktidar dışındaki sağ partiler tarafından olağan karşılanması, muhalif kanat açısından ise kanıksanması endişe vericidir. Bu haliyle kurum, demokratik siyasal hayatın, çoğulculuğun, serbest düşüncenin önünde ciddi bir engele dönüşmüştür. Daha açık bir ifade ile Diyanet İşleri, demokratik, çoğulcu siyasal hayatı kısıtlayıcı, teokratik-otoriter bir yapının inşasına hizmet eden bir örgüte dönüşmüştür.

AYRICALIKLI OLMAMALI

Türkiye’nin seküler güçleri, diyanet işlerine yönelik “alternatif bir politika” ortaya koymak zorundadır. Türkiye, diyanet ve kamusal hayattta dinin yerini çoğulcu demokratik bir platformda tartışıp çözmeden gerçek hürriyetçi rejimi yaşayamaz, güçlendiremez. Bunun en akılcı yolu, Diyanet’in “genel idare” içinde yer alan ayrıcalıklı bir kamu kurumu olmaktan çıkarılmasıdır. Dinin, diğer düşünceler karşısında “özel himaye görmeme” durumu, kurulacak gerçek laikliğin ve sağlam bir demokrasinin, hür düşüncenin, açık toplum ve açık rejimin teminatı olacaktır.

PROF. DR. RIDVAN AKIN - GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ


Tecavüzcüsüyle evlendirilen çeşme - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 Çocuktuk, kan ter içinde köşe başına koşar, ağzımızı dayar kana kana içerdik. Evde musluktan bir damla akmaz, konu komşu bidonlarla sıraya girerdik. İnsan gibi bizimle yaşayan çeşmeler, nasıl hayatımızdan çekip gitti? Masumiyetimizle birlikte onları da mı kaybettik?



O çeşmeyi ne çok konuştuk. Hayır, suyundan değil. Fatih’te 1748’de I. Mahmut tarafından yaptırılmıştı. İstanbul’un betona, demire, ranta yenilmesinin kaderini o da yaşadı. 2018’de eski yerinde değil, hemen ötesinde yeniden yapıldı. Bir farkla. “Parasını biz verdik” diyen AKP milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı, çeşmenin tarihi kitabesine, babası Ahmet Zeki Çamlı’nın adını ekletmişti. “Ne var bunda” diyen Çamlı, “Babam da sağlığında yaptırmak için uzun süre çok uğraştı ama yaptıramadı, bize nasip oldu” diye savunuyordu kendisini. Biraz daha konuşsa sanki “parayı veren çeşmeyi çalar” diyecekti. Neyse ki bu kez ses, sadece bir küçük muhalif gruptan çıkmadı. Her zaman iktidara verdiği destekle bilinen bazı isimler de bu densizliğe isyan etti.

Evet, nasıl olur da babasının adını yazdırır? Konuşup bitirdik de bana sorarsanız halen meselenin aslını konuşamadık.

İskenderpaşa mahzun

Niye mi?

Sizi 2 buçuk yıl önceye, 24 Haziran seçimlerinin arifesine götüreyim.

Malum, tartıştığımız çeşme Fatih’te, İskenderpaşa Camii’nin yanı başında bulunuyor. Cami, İskenderpaşa cemaatinin manevi merkezi. Erbakan’dan Özal’a hatta Erdoğan’a kadar, devleti yönetenlerin yakın olduğu cemaatin resmi internet sitesine 2018 Mayısı’nda bir video yüklendi. 4 dakika 43 saniyelik video, “İskenderpaşa mahzun” sözüyle açılıyordu.

İktidarın makbul cemaati İskenderpaşa, AKP döneminde nasıl “mahzun” olabilirdi?

Sırrı videodaki sesteydi. Cemaatin tarihi lideri Mehmet Zahit Kotku, eski bir hutbesinde “Yalnız cami yapmak kâfi değil” diyordu. Osmanlı’da camilerin yanı başındaki medreseleri hatırlatan Kotku, “Bize imamlık edecek, hutbe okuyacak, bize nasihat edecek, bize irşad edecek insana ihtiyaç var, bu olmazsa cami hiçbir işe yaramaz” ifadelerini kullanıyordu. Sadece o değil, Kotku’nun ardından cemaatin başına geçen damadı Esad Coşan’ın da videoda bir konuşması vardı. “Herhangi bir eser vakfedildi mi onu değiştirene Allah lanet eder” diyen Coşan, İskenderpaşa’da yıkılan ve artık kimsenin hatırlamadığı medreseden bahsediyordu. Video bir yazı ile bitiyordu:

“20 Eylül 2017 tarihinden beri durdurulmuş olan okul inşaatımızın yeniden başlaması, tamamlanması ve mağduriyetimizin izale edilmesi duası ile…”

Sahiden de yarım kalmış bir inşaatın görüntüleri, dini motifli bir müzik eşliğinde görünüyordu.

Altından “Yeliz” çıktı

O günlerde İskenderpaşa kaynaklarını arayıp “Neden mahzunsunuz” dedim.

Meğer konu, sosyal medyada kullandığı takma isim nedeniyle “Yeliz” lakabıyla anılan, Ahmet Hamdi Çamlı ile doğrudan ilgiliydi.

Cemaatin Hak-Yol Vakfı’nın caminin yanında bir arazisi vardı. Kotku’nun ve Coşan’ın tavsiyelerinden hareketle, cemaat eski defterleri karıştırmış, burada geçmişte medresenin olduğunu bulmuştu. Yeniden inşa edebilmek için, 2015 yılında Anıtlar Kurulu’ndan izin almışlardı. 2016 yılında alınan ruhsatla inşaat resmen başladı. Cemaat, medresesine kavuşacağını sanırken, 2017 Eylülü’nde, inşaat 3. kattayken durduruldu. Alanın “yeşil alan olarak kullanılacağı” yönünde değişiklik yapılmıştı. Cemaat, bütün çabasına rağmen inşaata devam edemeyince, engelleyenlerin iktidarın içinden olduğunu anladı. Sonunda “İskenderpaşa mahzun” videosuyla yaşadıklarını ilan etti.

Diyeceksiniz ki kim yapmış olabilir? Cemaat bu soruya “Yeliz” yanıtını veriyor.

Hatırlatayım…

Ahmet Hamdi Çamlı’nın babası Ahmet Zeki Çamlı da eski bir İskenderpaşa mensubuydu. 1958 yılında Kotku ile tanışan baba Çamlı, İskenderpaşa Camii’nin hemen yakınına taşınmıştı.

Ahmet Hamdi Çamlı ile İskenderpaşacıların kavgası bir süre sonra sosyal medyaya taştı. Çamlı, “mahzun serzeniş” nedeniyle cemaati işaret ederek bir dua yayımladı. Dua, “Seçimi şantajla münasip zemin olarak gören eski model menfaatperest akıllara ve merak edenlere…” diye başlıyordu.

Peki, cemaat onu ne diye suçluyordu?

Onu da mensuplarından birinin paylaştığı mesaj anlatsın:

“Vakfın hemen yanı başındaki oturduğunuz bina, vakıf arazisi üzerinde olup (tarihi bir çeşme) ve bina girişini markete kiraladığınız, alt katta ise otopark işlettiğiniz, söz konusu otopark arazisini de otopark olarak işlettiğiniz doğru mu?”

İçinizden “Yoksa o çeşme bu çeşme mi?” diyorsanız doğru yoldasınız!

Cemaatin inşa etmek istediği medrese, Çamlı’nın rantının ucuna dokunmuştu. O rantın kaynağı olan bina, Çamlı’ya babasından kalan, çeşmenin asıl olduğu yere kondurulmuş binadan başkası değildi.

Babası rant için çeşmeyi yıktı

Peki, “ecdad yadigârı” çeşme nasıl yok oldu? Onu da “İstanbul’un hafızası” olarak bilinen, muhafazakâr camianın da güzel andığı Prof. Dr. Semavi Eyice, “Eski İstanbul’dan Notlar” kitabında anlatıyor:

“(…) Buraya sahip olan kişi, vakıflar ile bir anlaşma yaparak çeşmeyi söküp parçalayarak kaldırmış, yerine de bir apartman inşa etmiştir. Kırık dökük parçalar İskenderpaşa Camii avlu duvarı dibinde yaya kaldırımı üzerine yığılarak öylece bırakılmıştı. Yıllarca çeşmenin nerede yeniden kurulacağı tartışması yapıldı. Ve neticede hiçbir şey yapılamadı ve parçalar da Fatih Camii çevresinde bir arsaya gelişigüzel atıldı. Böylece İstanbul’un değerli bir eseri de büyük bir sorumsuzluk içinde yok olup gitti.

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibi Prof. Dr. Semavi Eyice, özetle “Çeşmeyi Ahmet Hamdi Çamlı’nın babası yıktı, yerine de apartman yaptı, cami arsasına attığı tarihi parçalar ise yok olup gitti” diyor.

Gerçekten de ortaya çıkan fotoğraflarda, Ahmet Zeki Çamlı söz konusu araziyi aldığında, çeşmenin gerçek yerinde sağlam bir şekilde durduğu görülüyor.

Nitekim araziyi aldıktan sonra, 24 Mart 1981’de Anıtlar Yüksek Kurulu’na bir dilekçe yazan Ahmet Zeki Çamlı, her şeyi itiraf ediyor:

“Eski eser çeşme tarafımdan kurul kararına uygun olarak söktürülmüş, halen İskenderpaşa Camii duvarı yanında muhafaza edilmektedir.”

Üstüne apartman dikti

Anıtlar Kurulu’na “çeşmeyi söktüm, parçalarını cami duvarına bıraktım” diyen Çamlı, Anıtlar Kurulu’ndan çeşmenin buraya yeniden inşa edilmesini istiyordu:

“İskenderpaşa Camii duvarı bu işlem için gayet müsaittir.”

AKP’li Çamlı’nın “babam uğraştı” dediği olay, çeşmeyi yıkması, yerine apartman yaptırması, çeşme parçalarını karşıdaki cami duvarına bırakması, sonra da “oraya çeşmeyi yeniden yapın” diye devlete yazı yazmasıydı.

Nitekim İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat da resmi belgeleri koyarak açıklıyor:

“1978 yılında içinde çeşmenin olduğu arsa, Zeki Rıza Çamlı tarafından alınıp ardından çeşme sökülerek arsası boşaltılıp sonraki yıllarda Çamlı ailesinin bugün hâlâ yerinde olan apartmanı yapılmıştır.”

Güzelim çeşme, canım çeşme… Anadolu’nun masum kadınlarının, ırzlarına tasallut edenlerle evlendirildiği acımasız kaderi, sanki insan gibi yaşıyor. İBB’nin aynı yere bir plaka dikip, “babamın çeşmesi” utancını anlatması ne iyi olur!

Geçmişte FETÖ övgülerini okuduğumuz, şimdi sürekli Cumhuriyet’e ve onun kurucularına hakaretleriyle hatırladığımız Çamlı, her devirde olduğu gibi bu dönemde de küpünü dolduruyor. Yer sofrasında çorbasını bitirip “çok şükür” diyen yoksullar; asıl dini rant, asıl ibadeti müteahhitlik olan münafıklardan inançlarını kurtardıkları gün, o küp çoktan kırılmış olacak.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

29 Kasım 2020 Pazar

Bana elçini söyle, sana ülkeni söyleyeyim... - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

 Tarih 22 Kasım 2020. Saat 10.30 suları. Yer, Doğu Akdeniz. 

Arkas Denizcilik’e ait Türk bandıralı Roseline A yük gemisi, Libya açıklarında Alman donanmasının Hamburg firkateyni tarafından durduruluyor. Askeri helikopterin güverteye sallandırdığı halattan Alman deniz komandoları iniyor. Gösterişli hareketlerle Roseline A’yı teslim alıp saatlerce tutuyorlar. 

Bu bir baskın.  

Roseline A’nın tüm belgeleri, konşimentoları tamam, sigortası var, yükü yasal. Gökyüzünde ceviz kabuğu kadar küçük balıkçı kayıklarını bile saptayabilen uydular var. Roseline A, İstanbul Limanı’ndan demir aldığından beri izleniyor. 

Bu bir baskın, evet. Deniz hukukunu hiçe sayan, ticari gemilerin uluslararası sulardaki dokunulmazlığını alenen çiğneyen, mafyalaşmış devletlerin kaçakçı gemilerine yapılan türden bir baskın.  

Irini harekâtı dahilinde, Roseline A’da didik didik kaçak silah arıyor Alman askerleri. Olmadığını bilmiyorlar mı? Tabii ki biliyorlar. Zaten Hamburg firkateynine Türk gemisine baskın emrini veren de salt Almanya değil. BM’nin Libya’ya silah ambargosunu denetlemekle görevlendirdiği AB misyonu Irini harekâtına İtalya, Fransa, Yunanistan, Almanya, Polonya ve Lüksemburg katılıyor.

Herkes üye, bazıları daha üye

Onlar da NATO üyesi, Türkiye de. 

Türkiye ile bu ülkelerden bazıları, Libya’daki çıkar çatışmasının tarafları. Ama Roseline A ticari yük gemisine savaşta da geçerli uluslararası deniz hukukuna aykırı olarak yapılan baskın, Libya’daki husumeti aşıyor. 

Düşmanın da sayılanı ve sayılmayanı vardır. Türkiye’ye saygın bir düşman bile değil, Somali gibi korsan devlet muamelesi yapılıyor. Daha doğrusu, ülkemizin artık sayılmadığı ilan ediliyor. 

Türkiye’yi aşağılamayı amaçlayan bu baskın, ülkemize yönelik daha vahim, daha saygısız müdahalelerin işaret fişeği de olabilir.

Diyelim ki hepsi düşmanımız. Zaten aynı cenah, Çanakkale’de de düşmandı, Kurtuluş Savaşı’nda da. Ölümüne çarpıştılar Türklerle. Ama saymamazlık edemediler! Saygı duymak zorunda kaldılar. Çünkü Türkiye, yoksulluğu, inadı, inancı, sivili, neferi, ülküsü, ordusu ve komutanlarıyla yenilirken de saygındı, yenilgiye başkaldırıp yenerken de...

Nasıl oldu da yitirdi uluslararası saygınlığını? 

Korsan devlet muamelesi görmeyi gerçekten hak ediyor mu? 

Üfürükten büyükelçiler

Bir devletin saygınlığını, içeride de dışarıda da temsilcileri sağlar. Her iki sorunun da cevabı, aynı kapıya çıkar: Türkiye’de ulusun devlete saygısını bizzat yok eden temsilciler, uluslararası saygınlığını da ortadan kaldırmıştır. 

Ulusal saygıdan mahrum Egemen Bağış’ı dış temsilciliğine büyükelçi atayan Türkiye, uluslararası saygı beklentisi içinde olmamalıdır. 

Keza Dişli sülalesinden Şaban Bey, Kavakçı sülalesinden Merve, Sayan sülalesinden Ayşe Hanım vb. gibilerinin büyükelçi sıfatıyla temsil ettikleri bir devletin, zaten saygınlık aradığı da söylenemez! 

Ülkemiz, 1950’lerden sonra çoğu yolsuz, epeycesi görgüsüz, seçildikleri makamı ailesi ve yakınlarının yemlenmesi için kullanan, zaten makam hırslarından başka hiçbir ülküsü olmayan politikacılar tarafından yönetildi. Ama Dışişleri Bakanlığı, on sekiz yıl öncesine kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin en donanımlı, bilgili, görgülü insanlarının seçilerek alındığı, çok başarılı diplomatların yetiştiği bir kurumdu. 

Diplomatlarımız öylesine inançlı ve başarılıydılar ki Atatürk’ten sonraki hiçbir devlet başkanına aynı saygıyı duymayan ve Türkiye’yi küçümsemeye eğilimli yabancı misyonlar, onlardan “üçüncü sınıf ülkenin birinci sınıf diplomatları” diye söz ederdi. 

Hepsi sarsılmaz yurtseverlerdi ve Türkiye’yi canlarını dişlerine takarak, akılla, zekâyla, donanımla en başarılı biçimde savundular, pek zor durumdan, tuzaktan kurtardılar. ASALA otuz beş diplomatımızı öldürdü, ama sağ kalanları yıldıramadı. 

Umudumuz Kartal İmam Hatip  

İktidar sarhoşu ayak takımının, salt onlara baktıklarında kendilerinin asla sahip olamayacağı bilgiyi, donanımı, zarafet ve soyluluğu gördükleri için, kıskançlık ifadesi “monşer” lakabıyla andıkları büyükelçiler, Türkiye’nin uluslararası saygınlığıydı. 

Bazılarını şahsen tanımak onuruna eriştim: Şükrü Elekdağ, Onur Öymen, Tanşuğ Bleda, Orhan Güvenen, Uluç Özülker, Sina Baydur, Gürcan Türkoğlu, Sönmez Köksal... 

Elbette ki hâlâ görevde olan birkaç saygın diplomatımız, başarılı büyükelçimiz var. Ama çoğu gitti, her gidenle birlikte Türkiye’nin de dünyadaki saygınlığı eksildi. 

Şimdi ülkemiz imamlarının Okusford’u sayılan Kartal İmam Hatip’ten büyükelçiler çıkmasını umutla bekliyoruz ki “monşer”lerden boşalan saygınlık kotasını doldursunlar. 

Bir umudumuz da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şoförlüğünden AKP milletvekilliğine, oradan da Dışişleri Komisyonu üyeliğine yükselen Ahmet Hamdi Çamlı’nın ya büyükelçi ya da Dışişleri Bakanı atanması. Sizce de çok yakışmaz mı?

Ne demişler? 

Bana elçini söyle, sana Roseline A nasıl basıldı, söyleyeyim. 

Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Cehalet bilimi cehaletin bilimi (X-XI-XII)- Özdemir İnce / Cumhuriyet

(X) 

20 Ekim 2020 günü, Başakşehir’deki İbn Haldun Üniversitesi Külliyesi’nin açılışına katılan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan özetle şunları söylemiş:

“Biz kendi köklerimizi tamamen unutarak veya dışlayarak, onun türevlerini esas kabul etmemek suretiyle, iki asırdır kendimize yol ve yön bulmaya çalışıyoruz. […] Sonuçta ülke ve millet olarak kendimizi kontrolsüz bir Batılılaşma fırtınasının içinde bulduk. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek için çıkılan yolun, en sığından, en bayağısından, en çarpığından bir Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması Cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır. Türkiye kuru kuruya Batıcılık saplantısı yanında, yine aynı kaynağın ürünü pek çok sapkın ideoloji ve akımın zehrine de maruz kalmış bir ülkedir.”

***

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na yakıştıramadığım için, yukarıdaki sözlerin sahibinin AKP Genel Başkanı olması gerektiğini düşünüyorum. AKP Genel Başkanı bir imam hatip okulu mezunudur. Siyasal İslamcı ideolojiyi “hal ve gidiş” rehberi yaptığını herkes bilmekte. Bu nedenle, 1923 Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi ve mevcut anayasamızın değişmez ilk dört maddesi ile 174. maddesine sempati duymadığı Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olmasından bu yana bilinen bir gerçektir.(*) Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, 1923 Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi ve mevcut anayasanın değişmez ilk dört maddesi ile 174. maddesine yeminle bağlı ve bağımlıdır. Tersi düşünülemez.

***

Cumhuriyetin kurucu ideolojisinde, yazı ve söz olarak, “Batılılaşmak” kavramı yer almaz. Değişim, gelişim ve ilerleme şiarı, bilindiği gibi, Atatürk’ün dile getirdiği “Muasır medeniyet seviyesi”dir. Ben buna çağının çağdaşı olmak diyorum. “Çağdaş uygarlık düzeyi”nin adresi, bu uygarlığın bulunduğu her yerdir.

İslamcı AKP Genel Başkanı’nın “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek için çıkılan yolun, en sığından, en bayağısından, en çarpığından bir Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması Cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır” iddiasını, o kuşaklardan birinin paydaşı olarak, şiddet ve hiddetle reddederim. 1930’larda doğmuş olan TC vatandaşları, her alanda, dünya ölçeklerinde kişi ve kişiliklerdir. Her alanda!

***

AKP Genel Başkanı iddialarını sürdürerek: “Fikri iktidarımızı, kökü ve ruhu itibariyle bize ait olmayan bir medeniyete kaptırmamızın sebebi bu sapkın akımların önlerinin bilinçli bir şekilde açılmasıdır” diyor.

Bize ait olmayan uygarlık” da ne demek oluyor? Uygarlık tektir, kültür çoğuldur ama o “tek” uygarlığın içinde yer alır. Uygarlığın maddi kökü bütün insanlığa aittir. Ayrı ayrı Sümer, Hitit, Grek, Çin, Hint; Türk, Fransız, Japon, Rus, Alman, Arap uygarlıkları yoktur. Ortak Akıl olmaz ama uygarlık tek ve ortaktır. Bu tek ve ortak uygarlığı insanlığın özgür ve bağımsız akılları yaratmıştır.

***

Dinler, kültürün alan ve kapsamına girerler. Kültürler gibi dinler de çoğuldur. Ulusal kültürler vardır ama ulusal uygarlık yoktur. Bunun gibi dinler uygarlıkların değil kültürlerin oluşturucusudur. Yani efendim: Musevi, Hıristiyan, Müslüman, putatapar, Hindu, Budist ve Şintoist uygarlıklar yoktur. Bir kez daha tekrarlayalım: Dinler uygarlık oluşturucuları ve yapımcıları değildir. Müslümanlar “İslam Uygarlığı” demeyi severler ama “Hıristiyan Uygarlığı” diyen ya da yazan yoktur. Dinler, kültürün parçalarıdır ve parçalarından sadece biridir.

***

Çağdaşlıkla sorunu olan AKP Genel Başkanı, Türkiye’nin Batı kaynaklı pek çok sapkın ideoloji ve akımın (yani aydınlanma ve laiklik) zehrine de maruz kalmış bir ülke olduğunu ileri sürüyor ki yanlıştır. Ama daha dün “Kendimizi Avrupa’da görüyoruz, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz” dedi. Bu ne çelişki! “Zehir” olduğu iddia edilen “şey” Türkiye için hayat iksiri olmuştur. Osmanlı’nın çürümüş ümmetçi ruh ve bedeni o hayat iksiri sayesinde kimliksiz ümmetçilikten kurtulup bir ulusal kimlik kazanmıştır.

AKP Genel Başkanı’nın, Arap âleminde bile iflas etmiş olan İslam ümmetçiliğinin muhayyel bir “fikri iktidar”ın anası olabileceğini sanması üzüntü vericidir. Dinsel inanç hiçbir şey üretmez sadece tüketir.

(*) M. Sever- C.Dizdar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları (Başak Yayınları, 1993)

(XI)

Son yazımda eleştirdiğimiz veciz konuşmayı sabırlı bir dikkatle okumayı sürdürelim:

***

“Fikri iktidarımızı, kökü ve ruhu itibarıyla bize ait olmayan bir medeniyete kaptırmamızın sebebi bu sapkın akımların önlerinin bilinçli bir şekilde açılmasıdır […] Fikri iktidarımızı hâlâ tesis edemedik. Hiç kimsenin bu fikri iktidar arayışından rahatsız olmaması gerekir. Bu arayışın sona ermesi, bir ülkenin ve toplumun felaketidir. Hükümet olmakla muktedir olmak, muktedir olmakla iktidar olmak arasındaki farkı gayet iyi biliyoruz. Gerçek iktidarın, fikri iktidar olduğunu biliyoruz. Bireylerden topluma, oradan insanlığa uzanan fikri iktidar zor bir süreçtir. Şahsen bu konuda kendimi biraz mahzun hissediyorum. Samimi bir muhasebeyle, 18 yılda her alanda tarihi eserlere, hizmetlerle imza attığımızı ama eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum... Medeniyet tasavvurumuzu layıkıyla hayata geçiremiyoruz. Medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor.”

***

AKP Genel Başkanı’nın “Biz” dediği kim ya da kimler? Türkiye Cumhuriyeti mi, bu cumhuriyetin vatandaşları mı; AKP mi, AKP hükümeti mi; Başyücelik rejimi mi? Bunu anlamamız gerekiyor.

Biz” eğer 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise onun fikri iktidar kurması için herhangi bir neden yok. Çünkü onun bir kuruluş ideolojisi var, anayasasının değiştirilmesi olanaksız ilk 4 maddesi var, Anayasanın 174 maddesi tarafından korunan devrim yasaları var. Türkiye devletinin hiza ve istikamet olarak baktığı bu nirengi noktaları Cumhuriyetin ideolojisini ve düşünsel yapısını saptamış ve oluşturmuştur. Mevcut iktidarın kanının uyuşmadığı işte bu beden ve bu bedenin taşıdığı kafadır.

***

Biz” denilen kimlik, parti olarak AKP ve AKP iktidarı ya da Başyücelik rejimi ise durum değişmez. Bu kimliklerin hepsi yukarıdaki paragrafta sayılan hususlara göre kendilerince bir fikri iktidar (ideoloji) yaratıp kuramazlar. Buna anayasa ve yasa izin vermez:

ANAYASA MADDE 68, 4.FIKRA:

“Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.”

***

Fikri iktidar, çok iddialı ve tehlikeli bir tutku. Fikri iktidar, her devletin kuruluş mayasında bulunan tarihsel ve organik ideolojiye benzemez. AKP Genel Başkanı’nın dediği gibi “Bireylerden topluma, oradan insanlığa uzanan fikri iktidar zor bir süreçtir.”

Böyle bir totaliter tutkunun pençesine düşenlerin tamamının sonu hüsran oldu. Böyle bir iktidar fikirle (düşünceyle) kurulamaz. Çünkü özgür akıl ve özgür düşünce tornadan çıkmış bir modelin iğvasına kapılmaz. Yani demokratik düzenlerde “Bireylerden topluma, oradan insanlığa uzanan fikri iktidar” kurulamaz.

***

Demokrasilerde fikri iktidar yoktur, olamaz. Bağımsız akılların ürünü olan fikir (düşünce) çoğuldur, bireyseldir, tek tip değildir. AKP Genel Başkanı başka bir şey düşünüyor. Bağımsız ve özgür akılların birleşerek tek bir yere bağımlı ve bir lider tarafından temsil edilen bir Ortak Akıl’a dönüşmesini istiyor. Gerçekleşirse, bu dönüşüm bir inanç yaratır. İnanç ise akıl ve özgürlüğün düşmanıdır.

Bu inanç dinsel ise artık özgür düşünceye, değişim ve dönüşüme yer yoktur. Dinsel inanç, akla dayanmadığı için değişken değildir, donmuştur. İşte bu nedenle düşünce üretemez ve bu nedenle de uyumsuzdur, çağının çağdaşı (muasır) olamaz; çağının sorunlarına çözüm bulamaz, ilaç olmaz.

***

“Şahsen bu konuda kendimi biraz mahzun hissediyorum” itirafında bulunan AKP Genel Başkanı son derece haklıdır. Çünkü yüz yıllık bir ölüyü İsa gibi diriltmek istiyor. George Orwell’ın 1984 adlı romanında anlattığı dünyanın İslamisini hayal ediyor. Ama bunu becermek akılla bile mümkün değil. Eğitim ve öğretimde, kültürde ve sanatta başarı ancak çağının çağdaşı entelektüel birikimle olur. Yani değişmez dinsel inançla değil, aklın (zekânın) analitik ve eleştirel düşünme yetisiyle…

(XII)

AKP, Türkiye’yi tuzağa düşürdü. Necmettin Erbakan’ın kurduğu dört Milli Görüş partisi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştı: Milli Nizam Partisi (1972), Milli Selamet Partisi (1980), Refah Partisi (1998), Fazilet Partisi (2001).

14 Ağustos 2001’de AKP kurulurken “Biz tarihten ders aldık ve Milli Görüş gömleklerini çıkardık” dediler. Bu, senaryosu yazılmış bir tuzaktı. Benden önce başkası var mı bilmem ama ben bu tuzağa düşmedim. 16 Eylül 2001 günü Hürriyet gazetesinde “AK Parti’nin Kolektif Aklı” (*) başlıklı bir yazı yayımladım. Kuruluşundan bir ay sonra.

***

R.T.Erdoğan 26 Ağustos 2001 tarihli Akit gazetesinde bir soruyu şöyle yanıtlıyordu: 

“Bu benim tek başına karar verebileceğim bir konu değil... Az önce de söyledim. Biz kolektif aklın temsil edildiği bir parti olacağız... Bu konu gündeme gelirse oturup kendi aramızda konuşuruz...”

Benim 16 Eylül 2001 tarihli yazım da şöyle bitiyor:

“Ortak (Kolektif) Aklın vardığı noktayı en iyi Erbakan Hoca belirliyor ve ‘Lidere itaat farzdır’ diyor. ‘Ortak Akıl’, demokrasilerde değil, teokratik düzende, faşizmde, totaliter rejimlerde geçerlidir.”

Bu tarihi öneme sahip çok önemli yazı birçok kitabımda yer alır: Pazar Yazıları, Edebiyat ve Siyaset Olarak Hayat, Başyücelik Devleti, Ortak Akılsızlık Halleri... İnternette de var.

“Ortak Akıl”, R.T.Erdoğan’ın aklıdır.

***

“Ortak Akıl”, Cumhuriyet toplumunun hafızasına kazınmış, genlerine işlemiş Cumhuriyet devrimlerini kaset siler gibi silmek, Cumhuriyet vatandaşının tersi, mürteci bir birey, ümmet kimliği yaratmak istedi. İstedi ama karşısında yapısı ve çatısı çağdaşlaşmış bir ulusal devlet ve onun kul iken özgür vatandaşa dönüşmüş bir halkı vardı.

Kuvvetler ayrılığının yargı ilkesi (adliye), hükümet (yürütme) karşısında önemli bir engeldi: 

Demokratik seçim sonunda kazanırsan yasamaya egemen olup hükümet oluyordun. Oluyordun olmasına ama Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve mahkemeler ile yargı erki denetimi karşında canavar gibi duruyordu; Meclis’te çıkardığın yasaların Anayasa Mahkemesi’ne, yaptığın işlemlerin Danıştay’a takılmaması gerekiyordu. Bu engeller FETÖ ortaklığı sayesinde oya işler gibi ortadan kaldırıldı. Türlü yollarla yazılı ve görsel basının yüzde doksan beşi ele geçirildi. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay ele geçirildiği için anayasa ve özel yasasına karşın Tevhid-i Tedrisat Kanunu felç edilip ilk ve ortaöğretim dinselleştirildi.

Bol miktarda ve kalitesiz üniversiteler açıldı, buralarda kalitesiz ve liyakatsiz mezunlar üretildi. Hazine ve belediye kasalarından vakıflar ve dernekler beslendi. Ve türlü yollarla köpeksiz bir köy yaratıldı. Yaratıldı ama...

***

Ama fikri iktidar yaratılamadı. Yaratılamadı, çünkü karşılarında yüz yıllık kültürel imecenin yarattığı fikri ve vicdanı hür, kaynaşmış bir aydın kitle ve entelektüel birikim vardı. 1910, 1920 doğumlular kalmamıştı, 30’lular tükenmek üzereydi ama artık bunların aileleri, çocukları ve torunları vardı. Düşünce, araştırma, bilim, sanat, iletişim, yönetim, tasarım alanında onlar egemendi. Edebiyat ve sanatta (tiyatro, opera, bale, resim, sinema, müzik vb.) alanlarında bunlar egemendi. Bu alanlarda var olabilmek için demokratik, laik, özgür ve bağımsız beyinli (zekâlı), barışcıl zihinli ve yürekli olmak gerekiyordu. Lidere itaatin değil, özgür ve bağımsız düşüncenin “farz” olduğuna, daha doğrusu gerekli ve zorunlu olduğuna inanan bireylerden oluşan bilinçli ve çağdaş bir toplum katmanı... Bu katmanın çoğunluğu muhalefeti temsil ediyor.

***

Zekânın (aklın) analitik ve eleştirel düşünme yetisinden yoksun, dindar ve kindar bir kitle yetiştirmek istiyorlardı. Yetiştirir gibi oldular. Oldular ama karşılarında ve ellerinde takvimin bin yıl gerisinde, düşünme eksikli, çağdaş dünya karşısında aciz, birbirinin benzeri robotsu bir yığışım vardı. Petrol ve doğalgazın zengin gücünden yoksun, kurtuluşu din ve paranın gücüne bağlamış, muktedir ama ezik ve özürlü bir toplum katmanı... Bu katmanın tamamı iktidardan bir şey bekliyor.

***

Bu dizi bu yazı ile sona eriyor. Ama sırada “Cumhuriyet’in Altın Çağı var.

***

NOTA BENE (Bir mesajdan esinlenerek): 19 yıl geriye gidebilsek 100 yıl ileri gitmiş olurduk!

Özdemir İnce / Cumhuriyet

(*) Ö.İnce, Pazar Yazıları, Gendaş Yayınları, 2002, s. 238.