4 Aralık 2020 Cuma

Para için değil, halk için oynamak: Sıska Doktor Socrates - ALİ MERT CANEL / SOL

 

4 Aralık Socrates'in ölüm yıldönümü olması... Biz de para için değil halkı için oynayan Socrates'i hatırlayalım o halde.

Bugün futbol izlenmeyecek  bir hal aldı. Futbolun içinde dönen paralar, şikeler, şovlar, ırkçılık vb. birçok başlık tüm kirliliği ile kendisini gösteriyor. Aslında şaşırmamak gerekiyor. Çünkü vahşileşen kapitalizm ile birlikte futbol da ''endüstriyelleşme' ile birlikte nasibini alıyor.

Futbolun bu kadar endüstriyelleşmesi ile birlikte futbolcular ırkçıklık, cinsiyetçilik gibi çirkinliklerle gündeme geliyor. Futbolcular bu çirkin düzende halkı için değil para için oynuyor.

4 Aralık Socrates'in ölüm yıldönümü olması... Biz de para için değil halkı için oynayan Socrates'i hatırlayalım o halde.

Peki kimdir Doktor Socrates?

Yaşadığı dönemde neler yapmıştır?

Hayranlık duyduğu devrimciler kimlerdir?

Henüz futbol bu kadar endüstiri haline gelmemiş iken birileri de para için değil halk için oynuyordu. Brezilya'da Doktor Socrates bu düşüncenin öncülerinden biri oldu.

1964 Brezilya darbesi sırasında babasının Bolşevik devrimini anlatan bir kitabı ortadan kaldırmasına, yakmasına şahitlik eden bir çocuk olan Socretes, sosyalizm fikri ile ilk olarak burada karşılaştı. Diktatörlüğe ve kapitalizme başkaldırarak büyüdü.

Socrates, 1974-1978 yılları arasında Botafogo (1974-1978), 1978-1984 yılları arasında Corinthians (1978-1984) ve 1984-1985 yılları arasında Fiorentina formalarını giymişti. 1982 ve 1986 Dünya Kupalarında Brezilya Milli Takımı’nın kaptanlığını yapmıştı.

Bu yıllarda onun emekten yana karekteri emekçi halkın gözünde eşsiz bir kişilik, bir sembol haline getirdi. Sokrates 1984 yılında “Hak Şimdi!” (Direta Já!) sloganıyla ülkede seçimlerin düzenlenmesi için başlatılan kampanyaya katıldı. Moda olan saç bandıyla tanınan Sokrates sahaya demokrasi yazılı saç bandı ve tişörtle çıkarak dikkatleri üzerine çekti. Ayrıca oynadığı São Paulo takımı olan Corinthians’ta futbolcuların yönetimde söz sahibi olabilmesi için “Corintianslı Demokrasisi” hareketini başlattı. Bu "demokrasi” mücadelesinde amaç futbolcu, işçi ve yönetimin, eşit oy hakkıyla, kontrat, yükselme ve göreve son verme gibi değişikliklerde karar sahibi olmasını sağlamaktı.

Socretes, ‘Başkanı seçmek istiyorum’ ya da ‘Haklar Şimdi’ derken, boyun eğmek gibi bir eğilimi bulunmuyordu. Bu davranışları Brezilya futbolunda büyük etki yaratmış. Öyle ki Takımı Corinthians, diktatörlük döneminde takım formasına slogan yazan tek kulüptü. Bu mücaledesi ile de kulübe bir sosyoloğun futbol direktörü olmasını sağlamışlardı.

Küba ve Venezuela'nın dostu

Venezuela’da Chavez öncülüğünde Bolivarcı ülkenin sporla alakalı sosyal politikalarında görev almaktan mutluluk duyacağını belirten Socrates, Küba’ya da futbolla alakalı bir seyahat gerçekleştirmişti.

Bu seyahatinden sonra Brezilya televizyonlarının popüler isimlerinden Joca Kufouri’ye Küba’yı övmüş, kendisinin ve ailesinin Küba’da yaşamaktan keyif alacağını, Latin Amerika’nın insanlık adına en fazla gelişmeye imza atan sosyalist ülkesinin eksik tanındığından bahsetmiş ve Fidel’le birlikte Sosyalist Küba’nın 60 yıldır büyük düşmana karşı ayakta kalmaya devam ettiğini ve gerçek demokrasiye sahip olduğunu vurgulamıştı.

Socrates, yalnızca futboldaki becerisi ile ön plana çıkan bir ‘futbolcu’ olmadı hiç. Onun yaşamına anlam katan, mücadeleci kimliği ve sporu bir mücadele alanı olarak tanımlayabilmesiydi. Bununla ilgili düşüncelerini şöyle ifade ediyordu.

“Benim üç tane idolüm vardı; Che Guevara, Fidel Castro ve John Lennon” …

Hatta bu büyük sevgisinden dolayı oğluna Fidel ismi koymuştu.

Futbol'un filozofu

Kendisine takılan ‘Futbolun filozofu’ ünvanı, yalnızca felsefeci Sokrates ile olan isim benzerliği, muazzam futbol görüşü, bilgisi ve pratiği değildi. Aynı zamanda tıptan felsefeye uzanan geniş bir entelektüel birikimiydi de.

Socrates, Che Guevera gibi bir doktordu. Felsefe alanında doktora yapmıştı. Bugün futbol dışında başka işle uğraşmamak her ne kadar profesyonelleşmenin gereği olarak görülse de Socrates bu duruma şu sözlerle karşı çıkıyordu: Ben futbol oynarken aynı zamanda tıp okuyordum. Herkesten daha çok yenilikçi olmak zorundaydım. Eğer tıp okumamış olsaydım, yetenekleri daha sınırlı bir oyuncu olurdum.

Brezilyanın fakir semtlerinde, mahallerinde dolaşır; hasta ve yardıma muhtaçların tedavilerine bir sosyalist bir doktor olarak katkıda bulunurdu. Sokrates, futbolu bırakmasının ardından spor hekimliği yapmıştı.

Sokrates, 2011 yılında 57 yaşında iken  tedavi gördüğü Sao Paulo'daki Albert Einstein Hastanesi'nde hayatını kaybetti.

"Yüce Sıska Adam"

"Futbolun içinde siyasetin ne işi olabilir, sen topunu oyna" diyenlere inat mücadelen bir adım bile geri atmadı. Sıkı da bir Corinthians taraftarıydı. Hem de ‘Corinthians’ın şampiyon olduğu bir günde ölmek istiyorum’ diyecek kadar. O gün, Dr. Socrates’in bir dileği daha gerçekleşmişti aslında öldüğü gün şampiyon, Corinthians olmuştu. Corinthianslılar Socrates’e karşılaşma öncesi unutulmayacak bir tören düzenlendi ve Corinthians’ın zaferi efsane sıska adama adandı. Socrates'i Brezilyalılar iki lakap ile çağırıyordu. Doktor en çok bilinen ve kullanılan lakabı, aynı zamanda unvanıydı. Diğeri ise "Magrão", yani "Yüce Sıska Adam"dı ve tribünler onu sonsuzluğa uğurlarken bu isimle çağırdılar. Ligdeki tüm maçlarda saygı duruşunda bulunuldu. Corinthians’lı futbolcular Doktor’un klasikleşen gol sevincini hatırlatarak sağ yumruklarını taraftarlarla birlikte havaya kaldırdılar. Pankartlar ve bayraklar efsane futbolcu için dalgalandı.

Bir tarafta Türkiye ve dünyadaki utanç verici "futbol" figürleri dururken, onların karşısında Socrates ve Maradonalar elbette olacaktır. Biz de Sócrates'i  Baba Hakkı'yı, Metin Oktay'ı, Lefter Küçükandonyadis'i anlatmak ısrarımızı sürdürmeliyiz.

Sporu da yeniden üreteceğimiz bir düzen için, bize Socrates’ten ve nicelerinden miras olarak ‘boyun eğmemek’ ve mücadele etmek düşüyor.

ALİ MERT CANEL / SOL

2020 sonbaharı: Dış kırılganlıklarda zirve - Korkut Boratav / SOL

Türkiye bu yolun sonundadır: Ya, gerçek bir IMF programı içinde kemer sıkma; en az iki yıl daha küçülme… Ya da ödemeler dengesi krizi; ithalat tıkanması; artan yoksullaşma… 

Geçen hafta bu köşede Eylül 2018’de ve Kasım 2020’de açığa çıkan iki döviz krizinin öyküsünü anlattım. Özetleyeyim: 

İlk kriz Albayrak’ı göreve getirdi. “Çözüm”, TCMB  faizlerinin “sıçratılması” ve 2019-2021 yıllarını kapsayan “IMF’siz bir IMF programı”, YEP 1 oldu. Piyasalar 2019’a rahatlayarak girdi. Ancak, ekonominin komutası Erdoğan’da olduğu için, YEP 1 adım adım askıya alındı; fiilen uygulanmadı. 2020’de geçmiş tekrarlandı: yeni bir döviz krizi patlak verdi. Albayrak’ın yerine gelen ekip, faizleri 5 puan artırdı; bir “istikrar söylemi” başlattı. 

Cumhurbaşkanı ise, ekonominin komutasını devretmek niyetinde olmadığını peşinen belirtti. Yazı da bir öngörü ile son buluyordu: “Son ekonomik kararların kaderi de, YEP 1’in benzeri olacaktır. Üstelik sonuçları hızlanarak, ağırlaşarak…”  

Bu öngörünün dayanaklarına bugün göz atacağım. 

Dış ekonomik sorunlar dolarla ölçülür; dolarla ödenir

Türkiye’de dış ekonomik sorunlar, dövizle (dolarla) ölçülen, “ödenen” değişkenlerde yoğunlaşır. Bu sorunların değerlendirilmesinde dolarla   hesaplanan millî gelir (GSYH) önem taşır. Aşağıda inceleyeceğim dış kırılganlık göstergeleri de, dolarlı GSYH içindeki paylar (yüzdeler) olarak ölçülüyor. 

Ulusal para (TL) veya dolar ile hesaplanan GSYH hareketleri farklılık gösterir. Dolar fiyatının yıllık artışı ekonominin genel (TL’li) enflasyonunu aşmışsa dolarlı GSYH aşağı çekilir. TL reel olarak değer yitirdiği için… Örneğin ulusal paraya göre büyüyen bir ekonomi, dolar hesabına göre küçülebilir. 

Aşağıdaki tabloda kullanılan 2018 millî geliri 779,6 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. 2020 için IMF’nin 649,4 milyar dolarlık öngörüsünü aldım. İki yılda öngörülen yüzde 16,7’lik küçülme, dolar fiyatının bu dönemde ulusal enflasyonu (GSYH deflatörünü) fazlasıyla aşmasına bağlıdır. 2018 için ortalama dolar  fiyatı 4,82 TL olarak hesaplanmıştır. IMF’nin 2020 ortalama dolar öngörüsü ise 6,91 TL’dir. 

Bank of International Settlements (BIS), ilk on ayın dolar ortalamasını 6,86 TL olarak veriyor. Dolar, yıl sonuna kadar bugünkü fiyatını  sürdürürse 2020 millî geliri IMF öngörüsünün de altına inebilecektir. 





Tablo, dış kırılganlıklarımızı iki döviz krizi içinde karşılaştırıyor. Bu iki krizi Haziran 2018  ve Eylül 2020 ayları temsil ediyor. 

Tablonun kalemlerini inceleyelim.

Toplam dış borçlar

Dış kırılganlıklar açısından Dış borç/GSYH oranında kritik eşik yüzde 50 olarak kabul edilir. Türkiye 2018’de döviz krizine bu eşiğin üzerinde girmişti.  İki yıl sonra durum daha bozulmuş; aynı  oran yüzde 65’e yaklaşmıştır (Tablo, satır 1).

Bu bozulma, dış borç stokunda  (milyar dolar olarak) yüzde 8’i aşan (460,1 → 421,8) düşmeye rağmen gerçekleşmiştir. Türkiye net dış borç ödemiş; ama borç yükü göreli olarak artmıştır. Nedenine yukarıda değindim: Dolarlı millî gelir, döviz krizleri ortamında daha hızlı (%16,7 oranında) daraldığı için… 

Kısa vadeli dış borçlar

Dış  borçların bileşimi, bazen, toplamından daha önemlidir. Döviz bunalımı içinde dahi, uzun vadeli krediler, “kırpılarak döndürülür”. Kısa vadeli dış borçların (KVDB’nin) düzeyi ve millî gelirdeki oranı ise endişe kaynağıdır. 2018- 2020 arasında KVDB toplamı (milyar dolar olarak) yükselmiş (125,7 → 134,0); GSYH içindeki oranı da yüzde 20,6’ya çıkmıştır (satır 2).

Bu tür ortamlarda kritik bir güvence, merkez bankası döviz rezervlerinin kısa vadeli borçları karşılayacak düzeyde olmasıdır. Rezerv/KVDB oranının %100 eşiğini aşması önemlidir. TCMB’nin brüt rezervleri 2016’dan bu yana bu eşiğin altında seyretmektedir. İncelediğimiz ilk döviz krizinde yüzde 60,1 oranına inmişti; 2020’de ise dramatik bir düşme (%31,7) söz konusudur (satır 3).  

Mart 2018’den bu yana TCMB brüt rezervleri erimektedir; Kasım’da 42 milyar doların altına inmiştir. Dahası, brüt rezervler TCMB’nin “emaneten” tuttuğu bankaların karşılık oranlarını, kısa vadeli borçlarını da içerir. Bunlar ve çeşitli “swap”lar ayıklanırsa TCMB’nin net döviz varlığı Kasım 2020’de eksi 48 milyar dolardır. 

Şirketlerin net döviz dengesi

AKP iktidarı, 2009’da döviz kazancı olmayan şirketlerin döviz kredilerine izin verdi; “yaren” müteahhitleri bu doğrultuda teşvik etti.  On yıl içinde şirketler, dört nala dövizle borçlandılar. Döviz varlıkları ile yükümlükleri (borçları) arasındaki makas, yani net döviz dengesi, 2018’de eksi 218,5 milyar dolara ulaşmıştı. Eylül 2020’ye gelindiğinde şirketler bu dengeyi eksi 165,2 milyar dolara indirdiler.  

Bu sayede 2018-2020  arasında Türkiye’nin hafifleyen tek dış kırılganlık göstergesi şirketlerin döviz dengesi/GSYH oranı oldu (satır 4).  Ancak bu “başarı”, özel şirketlerin döviz borçları, önemli boyutlarda kamu sektörüne aktarılarak gerçekleşti.  

Başta üç kamu bankası, dış borçlardaki devletin payı, bu nedenle arttı. Şirketlerin mülkiyeti değil, ama döviz borçları “kamulaştırıldı”. Bu konuyu Sol Portal’da 18 Eylül 2020’de Dış Borçlar ve Kamu Sektörü başlıklı yazıda incelemiştim.

12 aylık dış finansman yükü sürdürülemez

Kısa vadeli dış borçlara 12 ay içinde vadesi gelecek tüm krediler eklenir; millî gelirdeki payı bir kırılganlık ölçütü olarak görülür. Tabloda satır 5 bu oranı veriyor; 2018- 2020 arasında 5 puanın üzerinde arttığını belirtiyor. Üstelik bu makas iki yıl arasında açılmıştır. Orta-uzun vadeli dış borçların 12 ay içinde yenilenme/döndürülme oranları, bugünkü  ortamda  büyük önem taşımaktadır. 

Ancak bu ölçüt 12 ay içindeki dış finansman yükünün tümünü içermez. Aynı sürede gerçekleşmesi öngörülen cari işlem açığı da eklenmelidir. Tabloda bu ölçüt, 12 ay: Dış finansman/GSYH olarak adlandırıldı (satır 6). 2018-2020 arasında 10 puana yaklaşan artış dikkat çekicidir. 

2018’de dış finansman yükü, vadesi gelen dış yükümlülüklerin (sütun 1 satır 5’in) altındadır. Ekonomi sonraki on iki ayda 1.5 milyar cari işlem fazlası verdiği; dış finansman yükü bu nedenle  hafiflediği için… 

Heyhat! 2020’ye (sütun 2, satır 6’ya) geldiğimizde, bu olumlu katkı yok oldu. Yapısal iktisadî hastalık geri geldi;  ekonomi son on iki ayda 27,5 milyar dolar cari açık verdi. Bu dış açık düzeyinin sonraki aylarda artmadan süregeleceğini varsaydım. Bu zorunlu eklentiyle Türkiye ekonomisinin 12 ay sonraki dış finansman yükü, iki yıl içinde dolar olarak 178 milyardan 210 milyara, GSYH’nın üçte birine tırmanmaktadır. 

Olağan-dışı döviz kaynağı gelmezse sürdürülemeyecek  bir yük… Kamu varlıklarını Katar’a satarak çözemezsiniz…  “Sıcak para akbabaları”, TL yatırımlarını ucuza dolara çevirip on ayda 13 milyar dolar çıkardılar. Son iki haftada dolarlarını bir lira fazlasına aynı kağıtlara  yatırıp borsaya 1,5 milyar dolar getirdiler; dövizi bir nebze ucuzlattılar. Aynı hızla çıkarlar; çare olamaz…

Türkiye bu yolun sonundadır: Ya, gerçek bir IMF programı içinde kemer sıkma; en az iki yıl daha küçülme… Ya da ödemeler dengesi krizi; ithalat tıkanması; artan yoksullaşma…

Temmuz-Eylül döneminde hem “büyümede dünya rekoru” kırıldı; hem de bu yazıda incelenen kırılganlıklar sürdürülemez eşiğe tırmandı. 

Son üç yılda iktidarın yarattığı krizlerin maliyetini halkımız ödemektedir; ödeyecektir. 

Korkut Boratav / SOL 

3 Aralık 2020 Perşembe

İlahiyat profesörü, İslamcıların linç kampanyası ardından istifa etti - BİRGÜN

 

Kuran’daki ayetlere dair bir konuşmasından kısa bir bölüm sosyal medyada gündem olan ve İslamcılar tarafından linç edilen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olan Karar gazetesi yazarı Prof. Dr. Mustafa Öztürk, görevinden istifa etti. Öztürk, “Kurumsal dine dair, dini tartışmalara dair zaten uzun süredir susuyordum artık temelli susacağım” dedi.

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olan Karar gazetesi yazarı Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Kuran hakkında yaptığı bir konuşmadan video kaydının ortaya çıkması ardından başlayan linç kampanyası sonunda üniversitedeki görevinden istifa etti.

Sosyal medyada yayınlanan görüntülerde Öztürk, değiştirilen ifadelerin olduğu iddia ederek, “Kuran'da 23 sene Velid bin Mugire aşağı As bin Vail yukarı deyip bütün kadrajını Hicaz-Taif-Medine'ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı oradaki 3-5 lavuk müşrik. Ve o müşriğe Kuran'da öyle küfürler var ki. Bir tanesini okuyayım mı size Kalem Suresi... (Hem kel hem fodul ve p.ç)" dedi.

Ayetler için böyle yazılmamalı diyen Öztürk "Bu Allah dili olabilir mi?" diye sordu. Öztürk'ün bu sözleri üzerine sosyal medyada linç kampanyası başlatıldı. Kampanyaya, ‘Cübbeli Ahmet Hoca’ olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü de destek verdi.

Cübbeli, "Kur'ân'ın vahiy olduğunu inkâr eden Mustafa Öztürk'ün ilâhiyatta hâlâ çocuklarımızı zehirlemesine ne kadar daha göz yumacaksınız?" dedi.

Öztürk, yükselen linç ardından, "Bugün itibariyle akademiye, akademisyenliğe ve ilahiyat alemine veda ediyorum. Artık yeter. Benden bu kadar" açıklaması yaparak görevinden istifa ettiğini duyurdu.

AÇIKLAMA YAPTI

Konuşma kaydının sosyal medyada gündeme oturmasının ardından Prof. Dr. Mustafa Öztürk iddialara cevap verdi.

Independent Türkçe’den Bülent Şahin Erdeğer’e konuşan Prof. Öztürk, “Rant kavganız sizin olsun artık ben yokum” ifadelerini kullandı.

Öztürk, tepki toplayan ifadelerinin uzun bir zaman önce yaptığı detaylı bir konuşmadan “cımbızlandığını” söyledi.

Akademik hayatını sonlandırdığını açıklayan Öztürk, konunun bilimsel zeminde doğruya ulaşma amaçlı tartışılmadığını aksine bir karalama kampanyasına malzeme olarak araçsallaştırıldığını ifade etti.

Öztürk, asıl tartışılması gerekenin “örgütlü linç kampanyası”nı olduğunu kaydetti.

Öztürk’ün açıklamaları şöyle:

TEPKİLERİ NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ?

"Türkiye’de son yıllarda yükseltilen bir hava var. Totalitarizmin toplumun tüm katmanlarınca sindirilmesi her kesimin kendisi gibi düşünmeyeni bastırmak için devletin kolluk kuvvetlerini, savcıları ve diğer kurumlarını müdahaleye çağırması… Bunu sosyal medyada organize linç kampanyalarıyla yapması, bu kötü ahlaksızlığın huy haline gelmesi maalesef. Atılsın, tutuklansın, susturulsun, yasaklansın, linç kampanyaları...

Bazı tarikat yapıları, dönem dönem yaptığım ilmi çalışmalara karşı karalama kampanyaları düzenliyor. Bunlar sistematik biçimde organize edilen, sözlerimin, konferans konuşmalarımın kırpılması, kitaplarımdan bazı satıların bağlamlarından kopartılarak çarpıtılması gibi taktikler.

Bugüne kadar üniversitede hiç kadrolaşmadım, kimseye bir zarar vermedim, kimseyi işinden etmedim, kimseye iftira etmedim. Peki, benden ne istiyorlar? Ben kitlesi olmayan sadece tek bir kişiden ibaret olan sadece fikir üreten bir akademisyenim. Düşüncelerimi delilleriyle beraber makale ve kitaplarımda ortaya koyuyorum.

GÖRÜNTÜLERE NE DİYORSUNUZ?

Bundan bir süre önce yine böyle bir itibarsızlaştırma kampanyası yükseltilmiş yine kellem istenmişti. Ben de bu kadar iftira ve gıybet ile ahlaki yozlaşma içinde olan bir ortamda bu mevzulara artık girmemeye karar vermiştim. Kimi dini yapıların insanların ailevi namuslarına kadar uzandığı, çocuk istismarlarının yaşandığı zamanlarda ağzını açmayan Diyanet bir de baktım bir akademisyen hakkında detaylı uzunca bir açıklama yayınlamıştı.

Bir kaşık suda kopartılan fırtına Kur’an vahyinin keyfiyeti konusuydu. Bu yüzyıllardır tartışılan üzerine birçok söz söylenmiş bir konu. Ben o konuyu Kur'an Dili ve Retoriği ve 2016’da Ankara Okulu Yayınları’ndan çıkan “Kur’an, Vahiy, Nüzul” adlı kitabımda detaylı biçimde izah ettim. O yüzden bu konuya yanlış anlaşılacağını bildiğimden uzun süredir girmiyorum ve gündemleştirmiyorum.

PEKİ SİZİN KAPATTIĞINIZ KONUYU KİM YA DA KİMLER TEKRAR GÜNDEME SOKUYOR

Sanırım Karar gazetesinde son 2-3 aydır yayınlanan makalelerim organize kampanya düzenleyen yapıları rahatsız etmiş olacak ki yıllar önce bir dost meclisinde yaptığım 1,5 saatlik konuşmadan çekilmiş bir kaç dakikalık çekim tekrar servis edilmiş.

Gerçekten yoruldum. Kurumsal dine dair, dini tartışmalara dair zaten uzun süredir susuyordum artık temelli susacağım. Sizin olsun dini polemikleriniz, alanda pay kapma çabalarınız, ayak oyunlarınız, kampanyalarınız, iktidar mücadeleleriniz... Tek çabası bilgi olan hiçbir dünyalık çıkarı olmayan biri sırf aykırı ses çıkartıyor diye tahammül edemiyorsanız sizin olsun tüm dinsel alanlar, din konular. Ben tüm bunlardan yoruldum, cevap vermek de anlamsız. Ne düşündüğüm derli toplu kitaplarımda yazıyor. Kur’an’a yönelik ilmi çabam da ‘İlahi Hitabın Tefsiri’nde ortaya konuyor. Çok merak eden oraya müracaat eder. Eleştirisi olan orayı eleştirir karşı çıkar cevap verir. Yıllar önce yapılan 1,5 saatlik bir konuşmadan 1,5 dakika kopartıp yıllar sonra onun üzerinden patırtı kopartıyorsa onun niyeti iyi değildir. Kur’an muhatabına hayattaki ayetlere, doğadaki ayetlere git bak diyor. Ama dindar gidip mushafın içine gömülüyor. Mushafı fetişleştiriyor. Mushafın içinde sıkışıp kalıyor. Ben de o konuşmada bu sıkışıp kalmaktan bahsediyorum. Ama uzunca anlatıyorum derdimi. Çeken ise insanların tek başına duyulduğunda tepki göstereceği kısmı kesip servis ediyor.

"ARTIK KONUŞMANIN BİR ANLAMI YOK"

O patırtıyı beni işten attırmaksa işiniz de sizin olsun der giderim. Gidiyorum da. Rabbim ile baş başa kalır onunla dertleşirim. Evet çok yoruldum.

Millet canıyla uğraşırken koronavirüs salgınıyla mücadele ederken ben böyle bir meseleyi güncel olarak gündeme getirsem, “kardeşim senin derdin ne niye bu konuları gündeme getiriyorsun” diye sorsanız haklı olursunuz. Ama birileri kasten bunu ısıtıp ısıtıp gündeme sokuşturuyorsa asıl bu örgütlü kötülüğü konuşmamız gerekir. Nasıl bir kin ki bu Kur’an üzerine birçok kitap yazmış, hayatı boyunca Kur’an ile meşgul olmuş birine Kur’an’a dil uzatıyor diye saldırılıyor, hedef gösteriliyor, ölüm tehditleri yollanıyor. Önceden hazırlanıldığı belli. Önce yıllar önceki bir kayıt tekrar servis ediliyor sonra troller organize biçimde Twitter’da hashtag açıyor. Sonra bir bakmışsınız Diyanet TV’ de hakkımda meğer program yayına hazırlanmış bile.

Dini talan edilecek dünyalık bir hazine olarak gördüler. Beni de rantlarına ortak sandılar oysa başından beri benim ne öyle bir niyetim ne de çabam yoktu. İşte şimdi sevinebilirler tepe tepe, talan edebilirler kurumsal dini…

O yüzden susuyorum. Artık konuşmanın bir anlamı yok."

BİRGÜN

Paranın dini imanı - Enver Aysever / Cumhuriyet

Erdoğan geçen gün attığı nutuktaBiz hiçbir zaman yatırımcının kimliğini sorgulamadık. Çünkü paranın rengi nedir, dini yoktur. Para paradırdedi. 

Yıllardır ısrarla anlatmak istediğimiz “AKP” ve ondan önceki tüm neo-liberal siyasal süreci şahane biçimde özetledi. 

Evet, AKP’nin bugün iktidarda olmasının nedeni bu tercihtir.

Cumhurbaşkanı’nın sözleri bize 1980 faşist darbesinin neden yapıldığını, ardından gelen siyasi iktidarın nasıl kurgulandığını, nihayetinde bu “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışının neden aşılamadığını yalın biçimde ortaya koyuyor. Neo-liberal siyasetin paradan başka hiçbir değeri yoktur. Bu söylemin bir diğer önemi de “artık ideolojiler bitti” diyen ahmaklara, en üst düzeyde yanıt gelmiş olmasıdır. Yapılan ideolojik tariftir, ülkenin yönünü ortaya koymaktadır.

***

Jürgen Kocka “Kapitalizmin Tarihi” adlı kısa, öz kitabında, erken kapitalist sürece en uygun siyasal ortamın “İslam” dinince sağlandığını anlatır. Dünyevi sorunları da içeren söylemiyle İslam kendi hukukunu koymuş, burada tüccarlığa önemli olanaklar sağlamıştır. Ticareti temelde fetih anlayışına dayandıran İslam devletleri ele geçirdikleri toprakları yağmalayarak zenginlik elde etmişlerdir. Sanayi, bilim, finans kapitalizmi süreçlerinde bu devletleri etkin olarak görmeyiz. Bugün, geri kalmış bu devletlerin doğal kaynaklar dışında varlıkları yoktur.

Bir ailenin halkını sömürmesi üzerine kurulan Osmanlı, imparatorluklar çağının sonlanmasıyla yıkıldı. Modern devlet olma olasılığı yoktu. Bilim üretemiyordu. Artık askeri gücünü yitirmişti. Hal böyle olunca fetihler şöyledursun, elinde olanı bile koruyamaz haldeydi. Mustafa Kemal mucizesi burada ortaya çıkar. Aydınlanmacı, akılcı biri olarak Atatürk, bir an önce aklı dini baskıdan kurtarmak, özgürleştirmek gereğini görmüştü. “Laiklik” bu yüzden önemliydi. Gelişen dünyaya uygun yönetim biçimi Cumhuriyet olacaktı.

***

Genç devlet sosyalist değildi, ancak kamucuydu. Uluslaşma sürecinde gerçekleşen devrimler yeni değerler adına yapılıyordu. Elbette iktisadi tercihler de ortaya çıkıyordu. Devlet bir yandan sermaye sahiplerinin önünü açarken, öte yandan topluma biçim vermek için hemen her alanda yatırım yapıyor, hem insanını yetiştiriyor hem de dünyanın ulaştığı uygarlık seviyesine varmak istiyordu. Köy Enstitüleri türü girişimler önemliydi. Eşit, aydın yurttaşlar yetiştirilerek, bağımsız ulus yaratılacaktı, olmadı!

Komünizm korkusu, sert propagandayla toplumu etkisi altına almıştı. İddia; ülkenin komünist olursa dinden ve milliyetinden kopacağı yönündeydi. Çeşitli imtiyazlara sahip gruplarla, Cumhuriyetle birlikte özel konumunu yitirenler, farklı bağlamda yan yana geldiler. Dinciler, milliyetçiler ve ulusalcıların ortak noktası budur. Tümü özel teşebbüs(!) denen sömürü konusunu “özgürlük” olarak sunar topluma.

***

Bugün AKP muhalifi gibi görünen çevrelerin çoğu, söz konusu iktisadi meseleler olunca hemen arkasına diziliyor. Neden? “Sınıf” söz konusu olunca büyük koalisyon kuruluyor da ondan. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu büyük açmaz budur. Geçen gün Ergin Yıldızoğlu’nun şahane açıkladığı üzere “liberal demokrasi” kimseye özgürlük, refah getirmez. Tarifi gereği emekçiyi, işçiyi, yoksul kesimleri dışlar. Toplumcu ya da sosyalist demokrasi demediğiniz müddetçe AKP’ye hakiki muhalefet etmiş olmazsınız.

***

İnatla “piyasacı olacağım” deseniz bile ülke bugün hiçbir şey üretmediği, bilimden tamamen koptuğu için dileseniz de rekabet etme olanağınız yoktur. Hal böyle olunca “gelişmiş liberal demokrasi”lerle aynı terazide tartılmazsınız. Baskıcı, tek adam düzenlerinin güçlenmesinin nedeni budur.

Hızlı işleyen devlet demek, denetimden uzak olmak anlamına gelir. Kendine sömürge arayanlar için biçilmiş kaftan olursunuz. Ulus aşırı şirketlerin ağzının suyu akar, o tek adam gereğini yerine getirdikçe iktidarı destek görür. Ne zaman başına buyruk olur, o zaman ilişkiler kopar.

AKP’nin Batı’yla ilişkilerinin bozulma gerekçesi RTE’nin sınır ötesi iddialarıdır. Bunun faturasının ağır olduğu anlaşılınca da çark etmek zorunda kaldı. Şimdi “yeniden reform” süreci diye sunulan ne varsa, bununla ilgilidir. Dünyada dolaşan paranın gelmesi için yapılmaktadır tüm hazırlıklar.

***

İçinde bulunduğumuz süreci anlamak için Diyanet’in faiz gelirlerine bakmanız yeter. Halka “haram” dediği gelirle, varlıklarını artıran Diyanet tipik örnektir. Kapitalizm halka “bir lokma bir hırka” tavsiye edenlerin sırça köşklerde yaşaması demektir.

Son günlerde din, ahlak arasında felsefi uyum arayanlara da ayrıca duyurulur.

Enver Aysever / Cumhuriyet


2 Aralık 2020 Çarşamba

Sinemanın kadın hali: Eril kodlar, kutsanmış erkeklik ve 9 Kere Leyla(Söyleşi) - Nuray Pehlivan/duvaR.

 “9 Kere Leyla” filminin senaristlerinden Özlem Lale ile Türkiye Sineması’nda kadın olarak üretim yapmayı ve 9 Kere Leyla'yı konuştuk. Lale, "Kadınlar gerçekten özgür değil ve olması gerektiği gibi yaşamıyorlar. Baştan aşağı düzeltmemiz gereken şey de kadındaki ve erkekteki 'erkeklik' sorunu" dedi.

Geçtiğimiz Mart ayında gösterimi planlanan fakat pandemi nedeniyle vizyonu ertelenen 9 Kere Leyla, Netflix’de seyirciyle buluşacak. 

“Neredesin Firuze”, “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” , “Yedi Kocalı Hürmüz” gibi filmlerden tanıdığımız Ezel Akay, 11 yıl sonra yeniden “kayıt” dedi. 

Başrollerinde "Neredesin Firuze"de birlikte çalıştıkları Demet Akbağ ve Haluk Bilginer’in yanı sıra Elçin Sangu, Fırat Tanış ve Alican Yücesoy’un birlikte yer aldığı “9 Kere Leyla” 4 Aralık’tan itibaren Netflix’te yayına girecek.

Yapımcılığını Contact Film Works’ün üstlendiği, dağıtımının ise CGV Mars tarafından yapıldığı "9 Kere Leyla", zengin iş insanı Adem (Haluk Bilginer)’in genç sevgilisi Nergis (Elçin Sangu) uğruna evliliğini bitirmeye çalışmasının hikayesini anlatıyor. Adem, boşanmayı reddeden karısı Leyla’yı 9 kere öldürmeyi deniyor. Ancak filmin konusu bu kadarla sınırlı değil. Film, yayımlandıktan sonra “Türkiye’de kadına yönelik şiddet” konusu üzerinden uzun süre konuşulacağa benziyor.

Filmin senaristlerinden Özlem Lale ile “Türkiye Sineması’nda kadın olarak üretim yapmak ve 9 Kere Leyla” üzerine ilgiyle okuyacağınızı düşündüğümüz keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Türkmax, Tv8 gibi kurumlarda çalışan ve tiyatro yazarı olan Lale "9 Kere Leyla" filmini Uğur Saatçi ve Adnan Yıldırım ile birlikte yazdı. Filmin, “öldürmek mevzusu” üzerinden, kadın örgütlerinden tepki alacağını düşünmediğini söyleyen Özlem Lale, “Ama buna hazırlıklıyız tabii. Kadın meselesine katkıda bulunacak ve dünyayı daha iyi hale getirecek bütün konuşmalar hepimizin lehine” diyerek, ekliyor: “Biz eril kodların dahilinde hareket edip hepsiyle çok güzel dalga geçtiğimizi düşünüyoruz.”

‘TÜRKİYE’DE BİR KADININ ÇALIŞABİLECEĞİ EN İYİ ÜÇLÜ’

“9 Kere Leyla” nasıl ortaya çıktı?”

Aslında çok kapsamlı ve uzun sürecek bir proje içindeydik. Ezel Akay, bize Tayfun Türkili’nin “Dokuz Canlı” isimli oyunundan bahsetti ve “böyle bir hikaye var, ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. Ben tercihimi diğer projeye devam etmekten yana kullandım. Ama Adnan Yıldırım hikayeyi çok sevdi. Adanmış bir şekilde bu hikaye üzerine çalışmaya başladı. Üzerinde konuştuktan sonra biz de hikayeye dahil olduk. İskeleti çıkınca daha bir vücuda büründü, yaptığımız eklemelerle hikaye yeniden oluştu.

Çekimlere başlamadan önce nasıl bir ön hazırlık yaptınız?

Ben yapım gereği dominant bir insanım. Bu süreçte diğer senarist arkadaşlarım ve yönetmen Ezel Akay bana tahammül etti diyebilirim. Eril düşünceye onlar benden daha çok hançer sapladılar. Filmin bazı kısımlarını sadece ben yazdım. Ama beni her zaman destekleyerek “erkekler bunu hak ediyor” diyen üç adam vardı karşımda. Bu bakımdan Türkiye’de bir kadının çalışabileceği en iyi üçlü olabilirler. Dolayısıyla cinsiyet eşitsizliğinin davranışlar düzeyinde asla olmadığı bir süreç yaşadık. Herkes orada bu işi “iyi yaptığı” için bulunuyordu.

Geçtiğimiz yaz ayını hazırlık süreciyle geçirdik. Ekim ayı gibi bir hareketlenme başladı. Yapımcımız hikayeyi önceden de bildiği için biz senaryoyu yazdıkça o da takip etti. Ekim ayında prodüksiyona dair çalışmalar başladı. 2 ay içinde de ön hazırlıklar tamamlandı. Çekim süremiz 3 hafta olarak belirlenmişti ve belirlenen sürede bitirdik.

‘EZEL AKAY ÖRNEK ALINACAK BİR YÖNETMEN’

3 hafta bir sinema filmi için oldukça kısa bir süre. Çekimleri bu kadar hızlı tamamlamanızı neye bağlıyorsunuz?

Yapımcılarımız Figen ve Umut Özçorlu, Ezel Akay ile çok uzun süredir bir arada çalışıyor. "Neredesin Firuze"den bu yana bu birliktelik devam ediyor. Ortak bir dilleri ve çalışma pratikleri var. Bu nedenle çok hızlı bir şekilde tamamladık süreci. Üstelik 3 hafta boyunca hiçbir bir aksaklık ya da insanların zorlanacağı şekilde uzayan çalışma saatleri yaşanmadı. Her zaman yasal sınırlar içinde ve gerektiği kadar ara verdik. Çok kompakt bir 3 hafta geçirmemize rağmen hiç sıkıntı ya da zorlanma yaşamadık. Her şey insani çalışma koşulları içinde gerçekleşti. Yemeklerimizden tutun, ulaşım sistemimize kadar hiç kimsenin en ufak zorluk yaşamadığı bir set düzeni vardı. Bu çalışmanın sektörde örnek olması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla filmi bu kadar kısa sürede bitirmemizin nedeni Ezel Akay gibi bir yönetmen, alanında profesyonel bir prodüksiyon ekibi, Haluk Bilginer, Demet Akbağ gibi oyuncular ve son derece huzurlu bir ortam olmasıydı.

11 yıl aradan sonra Ezel Akay yeniden “kayıt” dedi...

Bu kadar aradan sonra ilk defa kayıt demesi ve bizim de buna tanık olmamızdan ayrıca mutluyuz. Ben sinemadan çok anlamam. Bir filmi izlediğimde eleştiremem. Hikayeyi eleştirir, senaryoya bakarım. En son çektiği "Yedi Kocalı Hürmüz"ü izlediğimde ne kadar rengarenk diye düşündüm. Çünkü bizim tarih kitaplarından öğrendiğimiz öyle bir Osmanlı toplumu yok. Ezel Akay daha sonra bir röportajda şunu söylemişti: “Benim kafamda böyle. Ben dünyayı böyle görüyorum…” Dolayısıyla o dünyanın bir parçası olmak ya da o dünyayı yaratırken birlikte yaratmış olmak ayrıca güzel diyebilirim.

Bu benim ilk sinema filmim. İlk sinema setim… Gerçekten bütün yönetmenler böyle mi bilmiyorum ama Ezel Akay sektörde örnek alınacak bir yönetmen. Bütün bir ekibe davranışı, işine yaklaşımı, yönetmen despotluğunu zerrece görmediğimiz, emeğe kıymet veren bir insan. Bu anlamda gerçekten özgür bir şekilde çalıştığımız bir hazırlık süreci oldu. Belki de bütün bir ekip bu kadar güzel insanlar olduğu için biz bu kadar mutlu ve ensemble ruhuyla çalıştık. Dolayısıyla filmografisine baktığımız zaman Ezel Akay ile film yapmak hepimizin hayaliydi.

‘BU DURUMU VAR EDEN SADECE ERKEKLER DEĞİL’

Türkiye’de kadınların yaşadığı sorunlara dair neler söylemek istersiniz?

Kadın olmak en büyük sorun bu ülkede. Aslında dünya genelinde de çok farklı bir durum yok. Bu kadar erkek bir dünyaya doğmuş olmak zaten herhalde en büyük problem. Eğitim hayatında, gündelik yaşamda, iş hayatında yani her alanda bir “kadın olma” durumu var. Hatta kadının hayatta gerçekleştirdiği bütün mucizeler bir dezavantaj olarak karşısına çıkıyor. Oysaki kadının özgür olamadığı, kadın olarak var olamadığı her alanda erkekler de aynı özgürlüğü ve aynı yaşama alanını paylaşamayacak.

Kadınlar gerçekten özgür değil ve olması gerektiği gibi yaşamıyorlar. Baştan aşağı düzeltmemiz gereken şey de kadındaki ve erkekteki “erkeklik” sorunu. Yani bu durumu var eden sadece erkekler değil. Bunu var eden ve savunucusu olan kadınlar da var. Çünkü Türkiye toplumuna erkeklik zehri o kadar çok sirayet etmiş ki erkeklik bir cinsiyet değil, bir ideoloji haline geliyor. Asıl sorun bu bence.

‘FİLMLERDE “ÖLDÜRMEK MEVZUSU” TARTIŞMAYA AÇIK BİR KONU’

Kadınların erkekler tarafından öldürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Bir kadın olarak filminizin kadın örgütlerinden tepki alacağını düşünüyor musunuz?

Ben tepki alacağımızı düşünmüyorum. Ama buna hazırlıklıyız tabii. Kadın meselesine katkıda bulunacak ve dünyayı daha iyi hale getirecek bütün konuşmalar hepimizin lehine. Ama şu da çok net: Sinemaya, tiyatroya giden hiçbir insan bir şey öğrenmez. Yani bir filmi izlediğinizde dünyayı değiştirmezsiniz. Sadece bir şey izlersiniz. Bu nedenle daha gerçekçi çözümler, daha doğru noktaya götürebilir diye düşünüyorum. Konuşarak belki bir şeyleri düzeltebiliriz. Kaldı ki bir boks maçı söz konusuysa bizim o ringde kimi tuttuğumuz da çok bariz. Örneğin hiçbir katilin referansı Othello değildir. Hangi katil savunmasında, 'Abi Othello gibi olmak istedim, kıskandım öldürdüm' der ki? Çünkü Shakespeare sadece Othello'nun trajedisini anlatır, nasıl yıkıma gittiğini anlatır. Shakespeare bunu trajediyle anlatıyor, biz komediyle. Gülmek kimi zaman acılı bir eylemdir ama acıyı sonradan hissederiz.

Dolayısıyla filmlerde “öldürmek mevzusu” tartışmaya açık bir konu. Biz neyi öldürüyoruz? Bunu konuşmak çok yerinde olur. Bizim öldürdüğümüz şey asla insanlar değil. Öldürdüğümüz ya da öldüremediğimiz için anlattığımız hikayeler, belli fikirlere dair saldırılarımız, o fikirlerden tekrar başka şeyler bulmamızdandır. Sanatın içinde elbette öldürmek var. Ama bu asla gerçek bir öldürme değil. Sanat yaparken farklı şeyleri öldürmeye çalışırsın. Kaldı ki bizim konuya bakışımız çok net…

‘HİÇ KİMSENİN ÖZENECEĞİ BİR ADEM DEĞİL O’

Kadınların uğradıkları şiddet görünür olduğunda bu durum normalleşiyor, kanıksanıyor. Bu açıdan baktığımızda, “bu film şiddeti normalleştirir” diyebilir miyiz?

Bence şiddeti normalleştiren şey şiddetin cezasının olmaması. Şiddeti normalleştirip özendiren şey budur. Bizim Adem’imiz o kadar salak ki beceremez böyle şeyleri! Yani hiç kimsenin özeneceği bir Adem değil o. Ayrıca bir filmde salağın birisinin karısını öldürmesiyle, evinde oturan normal bir izleyici karısını öldürmeye karar vermez. Ya da karısından nefret eden bir adam filmde birisi bunu yaptı diye karısını öldürmeye çalışmaz. Bu eylemi yapacak olan zaten öyle bir insandır. Babası, “oğlum, aslanım, erkeğim, sen yaparsın” demiştir. Annesi, “kalk kız, ağabeyine çay koy” demiştir. Bu erkeklik ideolojisini yaratırken hep birlikte kutsamışlardır. Yani o adam zaten yapabileceği bütün kötülükleri kendinde hak görerek yaşıyordur. Ama normal bir insan, filmden etkilenip karısını öldürmez.

Ben üniversitedeyken rahmetli Turgut Özakman katıldığı bir söyleşide, “Hep söylüyorlar tiyatro öğretir diye. Tiyatro kimseye bir şey öğretmez. Cimrilik piyesini izleyen bir insan cimrilik yapmaktan vazgeçer mi? Tiyatro insana bilet almayı, sıraya girmeyi, hep birlikte gülmeyi, hep birlikte alkışlamayı öğretir. Bunun dışında bir şey öğretmez’’ demişti. Yani sanat bunların dışında bir şey öğretmez. Yoksa çok güzel, mutlu mutlu filmler çekip, mutlu bir toplum yaratırdık. Böyle bir şey olabilir mi? Sinema ya da herhangi bir sanat dalı bunu yapamaz. Mümkün değil…

‘ERİL KODLARIN CANI CEHENNEME’

Ama Türkiye’de sinema filmleri uzun yıllar boyunca eril kodların yeniden üretildiği ve normalleştirildiği bir alan oldu.

Biz eril kodların dahilinde hareket edip hepsiyle çok güzel dalga geçtiğimizi düşünüyoruz. Eril kodların canı cehenneme! Aslında yine az önce söylediğim şeye dönüyoruz. Türkiye’de sinema bu kadar etkili mi?

Mesela Türk sinemasında en aktif film çekilen dönemler olan 60’lı yıllara bakalım. Kadın temsilinin çok kötü olduğu filmler var. Ama çok iyi filmler de var. Onlar neden dünyayı dönüştürmedi? Buradan neden bakmıyoruz? Türkiye’de sadece Ocak ayında 30 kadın öldürüldü. Kim çıkıp kadına şiddete özendirecek ya da eril dili olumlayacak bir iş yapar? Yani gerçekten ya geri zekalı ya da ahlaktan, edepten, vicdandan yoksun olması gerekiyor. Doğrudan böyle bir söylemle hiç kimse bunu yapmaz.

Ben Türk sinemasında Arzu Film hayranıyımdır. Hiç kimse şunu konuşmaz. Arzu Film’in aile filmlerinde kadınlar dünyanın canına okurlar. Sevdiği adama kaçar, babasına yalan söyler, kocasını boşar, eve gelen adama aşık olur, onunla evlenmek için her şeyi yapar. Böyle çok güçlü kadın temsilleri vardır. Bunlar komedi filmleri olduğu için kadınların hayatını etkilemiyor. Melodram ise bir türdür ve mesele çok nettir. Kötüler ve iyiler vardır. Diğer taraftan baktığımızda da Ekrem Bora’nın oynadığı zengin ve her istediğini alan kötü adam vardır. Esas kızı kendisiyle birlikte olmaya bir şekilde mecbur eder. Önder Somer de yakışıklı kötü jönümüz! Bu adam temsilleri de kötü adamlar. Yani onlara bakarak mı Türkiye’de erkekler bu hale geldi? Hepsi Önder Somer’e mi özendi? Hayır. Sinemanın gerçekten böyle bir dönüştürme gücü yok. Dizilerde rol model oluşturabilirsiniz ama sinemada rol model oluşturmak çok zor.



(Özlem Lale ve Nuray Pehlivan)





‘SEYİRCİLERİ GÜZEL VE TATLI BİR HİKAYE BEKLİYOR OLACAK’

Son olarak; spoiler vermeden 4 Aralık’ta seyirciyi neler bekliyor?

Bizim filmimizde insanlar tablolar görecek. O tabloların ilk başta ne olduğunu anlamayacaklar. Onlara sadece bir hissiyat verecek. Bu sahnede “söylenmeyen bir şey daha vardı” diyecekler. Ama o tablolar başka başka şeyler anlatmaya devam edecek. Shakespeare’in dramatik metinler için söylenmiş bir sözü vardır. “Biz rüyaların yapıldığı kumaştanız.” Seyircileri güzel ve tatlı bir hikaye, iyi oyuncuların oynadığı, çekimleri iyi bir film bekliyor olacak. Görsel olarak tatmin oldukları ve “ağzımda güzel bir tatla çıktım” diyecekleri bir film izleyecekler.

Ayrıca üstüne düşünmek ve üstüne konuşmak isteyenlere de bir alan açtığımızı düşünüyorum ben. Bu kadınlık ve erkeklik meselesi nedir? Bu Ademler neden bu haldeler? Kadınlar olarak bizim bunda payımız var mı, yoksa koca bir insanlık tarihinde ihale hep bizim üstümüze mi kaldı? Buralardan belki biraz kaşıdığımız şeyler üzerine filmden sonra konuşuruz. Hiçbir filmde bir soruna çözüm bulamazsınız. Ama şu bir gerçek: Erkeklik durumu aradan çekildiğinde, kadınlar aynı paydada buluşur…

Nuray Pehlivan/duvaR.




Seferihisar’ın boğazına çökenler kim? - Bahadır Özgür / duvaR.

Nasıl ki HES’ler Karadeniz’i katlettiyse, jeotermal enerji santralleri (JES) de Ege’yi katlediyor şimdi. Adı “temiz enerji” olan kirli işin yol açacağı yıkım kamu kaynaklarının şirketlere aktarılması, tarım arazilerinin tahribatıyla sınırlı değil sadece; bizatihi bu projelere kredi veren EBRD’nin raporunda dediği gibi depremi de tetikleyecek bir felaketin kapısı aralanıyor.

Sakin şehir Seferihisar ile limanı, surları özgün mimarisiyle ünlü Sığacık’ta neler oluyor?

20 yıl önceki bir rüşvet davasından Kazım Koyuncu’nun Fırtına Vadisi mücadelesine; şirketlerin inşaattan enerjiye uzanan rant ağına ve depreme davetiye çıkaran yeni bir felaket planına uzanan hikâye, bu minik kasabada bakın nasıl düğümlendi.

2001 yılına gidelim önce…

Beyaz Enerji davasında BM Holding’in sahibi Bülent Kuyumcu, rüşveti “zarifçe” itiraf ediyor: "Danıştay yürütmeyi durdurma kararı verince işçilerim boşluktan yararlanıp, Enerji İşleri Genel Müdürü Yavuz Gürsoy'un evine bir Amerikan barı yapmış." Olayı işsizlikten canı sıkılmış işçilerin, müdüre “minik bir jesti” olarak yorumluyor Kuyumcu. Bürokratlardan bakanlara, büyük şirketlerden dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’a uzanan rüşvet ve çete davası; bazı alt düzey isimler hariç, herkes aklanarak kapatılıyor.

Dava Beyaz Enerji odaklı, ama Kuyumcu’nun sözleri, rüşvet ağının başka yerleri de kapsadığını gösteriyor. “Amerikan barı” karşılığı onay alınan proje, Mesut Yılmaz’ın 1998’de temelini attığı Fırtına Vadisi’ne yapılacak olan Dilek Güroluk barajı. Türkiye’nin bugün başına bela olan Yap-İşlet-Devret modelinin enerjideki ilk örneği.

Projeyi duyar duymaz, işini gücünü bırakıp memleketine koşan Mustafa Orhon, bir avuç köylü ve çevreciyle mücadeleye başlıyor. Sonra Kazım Koyuncu, KTÜ’lü öğrenciler derken, odalar ve barolar yardıma geliyor. Şiddetli bir jandarma saldırısı ve 35 gözaltı… Rizeli Avukat Remzi Kazmaz, davayı üstleniyor. Ve Türkiye’nin ilk büyük çevreci dayanışması kazanımla sonuçlanıyor. Derelerin Kardeşliği platformu o zaman kuruluyor. HES felaketi ilk kez o gün ülkenin gündemine giriyor.

Koyuncu 2005’te kansere yenik düştü; Orhon’u ise geçen yıl eylül ayında kaybettik. Yılmaz, yakın zamanda yaşamını yitirdi.

Olayın baş aktörü BM Holding’e ne oldu peki?

***

Onun adını kamuoyu ilk kez Belek sahillerinin katledilmesinde duydu. 1992’de inşa ettiği Altis Golf Otel için bakın şirket kendi tanıtımında ne diyor: “1992 yılına kadar neredeyse hiç bilinmeyen bu bakir sahil şeridinde geliştirilen önce proje, takip eden yıllarda git gide artan turistik gelişimin fitilini ateşlemiş ve bugün 150’den fazla tatil köyü içeren Belek Turizm Bölgesi’nin yaratılmasında büyük rol oynamıştır.” Sonra Ankara’da devasa bir rezidans-AVM-ofis kompleksi olan Maidan’ı dikti. Avrupa’nın en yüksek 6. barajı olan Ermenek HES dahil birçok projede inşaat ve mühendislik işleri yaptı ayrıca.

Şu sıralar ilgi alanı pek çok inşaatçı gibi yenilenebilir enerji…

***

Son zamanlarda yenilenebilir enerjiye yatırım yapan şirketlerin faaliyetlerindeki dehşet artış dikkatinizi çekiyordur. Her yerden bir köylü direnişi, jandarma saldırısı veya bir şirketin menfaati için acele kamulaştırma kararları yağıyor. Pandemi adeta doğa katliamcılarına ilham oldu. Öyle ki, İzmir depreminde bile herkesin can derdinde olmasını fırsat gören bir şirket, Seferihisar’da ağaç kesmeye girişti. Tesadüf değil bu olaylar.

Zira HES’ler nasıl Karadeniz’in derelerini kurutmuş ve yeni felaketlere yol açmışsa, jeotermal enerji santralleri (JES) de Ege’nin belalısı haline geliyorlar. Ve alarm zillerinin çaldığı esas yer Seferihisar-Sığacık hattı. Jeotermal kaynaklar bakımından Türkiye’nin en zengin bölgesi. Zengin çünkü, aktif fay hatları kaynıyor. JES’lerle alakalı bu hayati konuyu işin uzmanları sürekli dile getirse de kamuoyunun dikkatinden özellikle kaçırılıyor. TMMOB’a bağlı odalara yönelik siyasi baskıların, tıpkı TTB’de olduğu gibi, faaliyetlerini kriminalize etmenin bir nedeni de bu.

Oysa resmi raporlar da aynı riske işaret ediyor. Ocak 2020’de Çevre Bakanlığı’nın imzası bulunan bir rapor, jeotermallerin tehlikesini bütün açıklığıyla ortaya koyuyordu. Raporu hazırlayan kurum, enerji projelerine de kredi veren Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD). Şöyle diyor: “Türkiye’de jeotermal kaynakların dağılımı; genel olarak fay sistemlerinin, genç volkanik yapılarının ve hidro-termal açıdan değişime alanların dağılımıyla çakışır. Günümüzde jeotermal kaynakların çoğu Türkiye’nin batısında yer alıyor. Burası sismik açıdan en aktif bölgelerden birisi.” Ve devam ediyor: “JES’ler kapsamında yürütülen sondaj ve test faaliyetleri esnasında jeotermal akışkanın çekilmesi ve JES’lerin işletme aşamasında kullanılan akışkanın re-enjeksiyonu sonucu depremsellik üzerinde etki oluşabilir.”

Daha açık nasıl söylenir? JES’ler depremi tetikleyebilir!

Dolayısıyla felaketler sadece kamu kaynaklarının şirketlere aktarılması, tarım arazilerinin tahribatı, doğal yaşamın yok edilmesiyle sınırlı değil; inşaat rantının yıkıcı gücü, enerjiyle birleşerek afetlerin tetikçisine dönüşüyor.

İşte sıra Seferihisar’a geldi...

***

Küçük Menderes Enerji Petrol Jeotermal Maden Elektrik Üretim Mühendislik ve İnşaat A.Ş. Orhanlı ve Yeniköy’de tam 14 jeotermal kuyusu açma izni aldı ve faaliyete geçti. Yöre halkı projeye kaşı direniyor, ÇED izinlerinin dahi olmadığını söylüyorlar. Şirketin sahibi, BM Holding’in de sahibi olan Bülent Kuyumcu.

Ancak ilişkiler ağı tuhaf şekilde dallanıp budaklanıyor. Zaten yenilenebilir enerjide lahanavari şirket yapılanmaları hayli yaygın. Nedense büyükler halkın karşısına doğrudan çıkmak konusunda tedirginler. Bunun nedenini de yine EBRD’nin raporundan öğreniyoruz: “Son dönemde projelere karşı artan bir kamuoyu tepkisi dikkat çekiyor.”

Çekindikleri, korktukları esas mesele her seferinde karşılarına köylülerin dikilmesi. Eskisi gibi iş, ranttan pay verme vaatleri işe yaramıyor çünkü. Şirket-hükümet-jandarma güçbirliğinin sergilediği ve giderek dozu yükselen aleni şiddeti açıklıyor bu durum. Sahadaki birkaç mühendis, taşeron işçiler ve adı sanı önceden bilinmeyen şirket tabelaları halka karşı oluşturulmuş devasa bir korporasyonu gizliyor.

Küçük Menderes’in yönetimine 2019 yılında giren EMD Enerji Merkezi Danışmanlık şirketi; HES’lerden termik santrallere, jeotermalden güneş enerjisine, rüzgâr enerjisine kadar geniş bir alanda hizmet sunuyor. İşi, kredi veren bankalar adına projeleri sahada denetlemek, riskleri, harcamaları raporlamak. Aynı yıl yönetim kuruluna başkan vekili olarak, Zorlu Enerji Yönetim Kurulu’nda Yatırımlar, İşletme ve Bakımdan Sorumlu Genel Müdür olan Ali Kındap’ın kızı Ayça Şirin Kındap da dahil oldu.

Bölgede Zorlu’dan Akfen’ine, Kipaş’tan Çinli şirketlere, Çelikler’den Bereket Enerji’ye herkes faaliyet yürütüyor zaten.

***

Adı “temiz enerji” olan sektörde faaliyet yürüten şirketlerin ilişkilerini, ortaklıklarını, kimin kimle iş yaptığını çözebilmek gerçekten zor. Ancak devasa bir hukuki ve bürokratik ağın içine gömülü enerjide, sahaya yansıyan ürpertici bir gerçek duruyor sonuçta: Doğayı, yaşamı, felaketi hiçe sayan bir anlayış, var gücüyle ülkenin topraklarına saldırıyor.

Ve hiçbir süreç aleni yürütülmüyor. Nerede gizlilik varsa, orada suç vardır. JES’ler de HES’lerden sonra birer seri katil olarak kariyer yapıyorlar. Sadece varlığı zenginlik sayılan Seferihisar ve Sığacık’ı boğazlıyorlar şimdi...

Bahadır Özgür / duvaR.

Naapıcaz be Kamil? - Kaan Sezyum / BİRGÜN

 Naapıcaz be Kamil? Memleket borç içinde, eve ekmek götüremiyorz diyorsun “Bana abartılı geldi” diyorlar. Sanki zevkimizden söylüyoruz. Sanki keyif olsun diye mutsuzuz, sanki böyle yaşamak hoşumuza gittiği için acı çekmeyi seviyoruz. Sanki mazoşistiz de her işimiz ucu ucuna gidiyor. Sanki hasta olup ölmeyi seviyoruz da zorla metrobüse, metroya tıkış tıkış biniyoruz. Sanki özellikle memlekette sorun olsun diye çıkıyoruz “Ağaçları kesmeyin, böyle saçma bir kanalı binlerce yıllık şehrin ortasına saplamayın” diyoruz…



Sanki memleket geri kalsın istiyoruz da o yüzden üniversitede öğrenciyken aklı hür, bilinci hür, bilime dayanan eğitim istiyoruz. Sanki manyağız da keyfimize madenlerde ölüyoruz. Sanki aptalız da bize 1800’lerde de böyle şeyler olurdu diye masallar anlatılıyor…

Sanki bir biz kötüyüz de sen haklısın, sen doğrusun Kamil. Sanki onca okumuş insanın kafası hiçbir şeye basmıyor da bir senin keskin zekan ve uyanıklığın her şeyi çözüyor. Sanki biz elde avuçta ne var eşe dosta satmayı bilmiyoruz da bir sen uyanıksın, sen ileri görüşlüsün, deremizi, toprağımızı, dağımızı, fabrikamızı, arsamızı ona buna satıyorsun… Sanki biz bilmiyoruz yol yapmayı da bir tek sen yol yapıyorsun be Kamil… Hoş senin yaptığın yol da bi enteresan, bir ilginç. Dünyada bir ilk herhalde geçiş garantili yol… Geçmesen de ver parasını diyorsun Kamil… Dünyada bir ilk herhalde ya da bizim kafamız basmıyor. Hasta garantili hastane olur mu be? Hastayı değil sağlıklı bireyi, sağlıklı vatandaşı garanti etmiyorsun da bir tek senin aklın kesiyor bir bıçak gibi. Bir tek sen uyanıksın, pırıl pırılsın da, hasta garanti ediyorsun…

Bizim aklımız herhalde yetmiyor. Bir liralık işi eşe dosta bin liraya yaptırıp ondan sakal almaya… Biz iş insanı değiliz demek ki. Bize koyun versen onunla arkadaş oluruz. Sana verdik koyunları keçileri, ya kayboldu koyunlar, ya keçiler kaçtı, ya seni pazarda kazıkladılar, kandırdılar. Yine gelmiş bizden hayvanlarımızı istiyorsun…

Bir bizim aklımız yetmiyor ki herhalde, biz bize yetiyoruz o yüzden. Bir bizim kuş beynimiz hasta sayılarını saklamayı vatana millete karşı suç olarak görüyor ki sen aylarca bu verileri hem milletinden hem de dünyadan saklıyorsun… Sonra gerçekler zeytinyağı gibi su üzerine çıkınca da aynen yüzün bile kızarmadan devam ediyorsun Kamilim…

Ne yapacağız be Kamil? Bunca zaman ne ettik sana? Bizden ne istedin, köylünden ne istedin hadi bizi bırak. Neden tohumlarını yasakladın köylünün, neden tarım arazilerine çöktün, imara açtın. Neden yurt dışından gelen tarım ürünlerine öyle avantajlar sağladın ki, yurdunda üreten gariban köyü için arazisini satmak, arazisinden bir şeyler üretmekten daha kâr etti? Ne istedin zeytinden, ne istedin ağaçtan? Bir bizim aklımız saf herhalde, meydanda şöyle güzel bir ağaç olsa da gölgesinde sıcak günlerde durabilsek diye düşündük. Ama sen akıllısın, sen bir tanesin, o yüzden o ağaca da gerek yok.

Bir sen akıllısın, herkes aptal. 

Bir sen uyanıksın, herkes saf. 

Bir sen en iyisini bilirsin, herkes ne bilsin… 

Ne bilelim lüks arabaları, lüks uçakları, en pahalı meyveleri ve yemişleri. 

Tabii ki akıllsın, sen bileceksin di mi Kamil?

Kaan Sezyum / BİRGÜN

1 Aralık 2020 Salı

Medusa’dan Afrodit’e hidrokarbon savaşı - İbrahim Varlı / BİRGÜN

Giderek şiddetlenen Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon paylaşım kavgasında mitolojik göndermeler yeni değil. Haliyle Levant Havzası’nın güneyinde İskenderiye açıklarında Mısır, Yunanistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa ve Güney Kıbrıs’ın gerçekleştirdiği ortak tatbikata Medusa adının verilmesi de tesadüf değil elbette ki.

Zira zengin hidrokarbon yatakları üzerindeki rekabet hiç olmadığı kadar nüksetmiş durumda.

Medusa bilindiği üzere mitolojik bir karakter. Yunan mitolojisinde gözlerine bakanı, bakışlarıyla taşa çevirdiğine inanılan yılan saçlı, keskin dişli canavar. Medusa tatbikatıyla verilen mesaj da, mesajın gönderildiği adres de sır değil.

2009’da İsrail’in, 2010’da Güney Kıbrıs’ın, 2015’te Mısır’ın yaptığı enerji keşifleriyle alevlenen rekabette gerek İsrail’in gerekse de Güney Kıbrıs’ın doğalgaz keşif alanlarına verdikleri mitolojik isimler dikkat çekici.

İsrail’in adını verdiği Leviathan, Tevrat’ta da adı geçen büyük bir deniz canavarı. İncil’de güçlü bir düşmanı, özellikle de Babil’i tarif etmek için metafor olarak da kullanılır. Güney Kıbrıs’ın adını verdiği Afrodit ise Yunan mitolojisinde aşk ve güzellik tanrıçası. Hesiodos’on farklı mitlerle anlattığı hikâyeye göre Afrodit, tahtına göz diken oğlu Titan Kronos tarafından hadım edilen tanrı Uranüs’ün kesilen uzuvlarının denize düşmesinden doğar. Uzuvlar Akdeniz’e saçılır, denizin köpükleri döllenir. Buradan da “köpüklerin çocuğu” anlamına gelen Afrodit, adanın Ortadoğu yüzüne bakan doğusundaki Baf sularında doğar.

***

Her aktörün tarihsel/mitolojik referanslara başvurması ülkeler açısından enerji mücadelesinin sadece ekonomik olmadığını gösteriyor; aynı zamanda meselenin politik muhtevasını da simgeselleştiriyor.

Tıpkı Türkiye’nin sismik araştırma ve sondaj gemilerine Osmanlı Fatih, Kanuni, Barbaros gibi Osmanlı padişah ve komutanlarının ismini vermesi gibi.

İkili, üçlü anlaşmalar, bölgesel ittifaklarla Doğu Akdeniz’e sınırdaş ülkeler pozisyonlarını sağlamlaştırırken “oyun bozan” konumundaki Türkiye tüm bu gelişmelerden dışlanmış durumda.

Mısır, Yunanistan ve Güney Kıbrıs üç yıldır düzenli olarak yılda bir tatbikat yapıyor. Bu yılki tatbikata Fransa ve Birleşik Arap Emirlikleri de eklendi. Fransa malum Libya ve Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı cephenin liderlerinden. Ankara-Paris hattında uzunca bir süredir yaşanan gerilimin perde arkasında da Libya ve Doğu Akdeniz’de yaşanan bu hegemonya mücadelesi var.

***

Antik, modern hükümdarlıkların hâkimiyet kapışmasının merkezindeki Akdeniz’in doğusu stratejik önemde. Levant bölgesi, yani Mısır’dan Türkiye’ye uzanan Akdeniz’in doğusu boydan boya bir hidrokarbon deposu.

Her ne kadar buradaki gaz rezervlerinin büyüklüğü tam olarak bilinmese de önemli bir potansiyel barındırdığı ispatlanmış durumda. Örneğin Nisan 2010 tarihli Amerikan Jeolojik Araştırma Merkezi’nin-US Geological Survey raporunda Levant Havzası’nda toplamda 1,7 milyar varillik petrol rezervi bulunduğu, büyük oranda deniz yatağında olan çıkarılabilir doğalgaz rezervinin de 3,45 trilyon metreküp olduğu belirtiliyor. Bu çalışma dünyanın hatırı sayılı büyük doğalgaz yataklarından birinin Doğu Akdeniz’de bulunduğuna işaret ediyor. Tam da bu zengin rezervler dolayısıyla Doğu Akdeniz Havzası son yıllarda enerji-politiğin merkezine oturmuş durumda.

***

Kıyıdaş ülkelerin birbirleriyle olan sorunları, deniz yetki sınırı ve münhasır ekonomik bölge sınırlarındaki anlaşmazlıklar bitmeyen krizlerin nedeni. Türkiye’nin Yunanistan ve Güney Kıbrıs’la, İsrail’in Güney Kıbrıs ve Lübnan ile deniz sınırı sorunları var. Türkiye’nin Libya ile imzaladığı sınır anlaşması İsrail’den Mısır ve Yunanistan’a tüm ülkelerin sınırlarıyla çakışıyor.

Bu ülkelerden İsrail ile Lübnan bir süredir ABD güdümünde sürdürdükleri müzakerelerde bir yol almış değil. Medusa tatbikatının başladığı gün Tel Aviv ile Beyrut arasındaki görüşmelerin 2 Aralık’ta yapılması beklenen ikinci turunun belirsiz bir tarihe ertelendiği duyuruldu.

Tatbikatlar, krizler, gemi baskınları derken Akdeniz’in doğusundaki enerji ve nüfuz mücadelesinin yol açtığı krizler hiç eksik olmayacak.

İbrahim Varlı / BİRGÜN