6 Aralık 2020 Pazar

Bilim emekçilerinin sınır tanımayan sömürüsü - Prof. Dr. Erhan Nalçacı / SOL

 

'Nihai ürünü ve sürecin bütününü göremeyen bilim emekçileri için bu süreç sömürünün yanı sıra emeğin anlamsızlaşmasına yol açmıştır.'

Özet

Bilim emekçileri bütün dünyada “evrensel bir bilimden” bahsedilerek uluslararası yayına teşvik edildiler ve tüm akademik yükseltme ölçütleri uluslararası yayınlara endekslendi. Oysa bilimsel bilgilerin üretilmesi ile emekçilerin refahı ve mutluluğu kavramları arasındaki bağlar hemen tamamen koparılmıştır. Bilimsel bilgi tekeller arasındaki rekabet sürecinde kullanılmakta, bilim emekçilerinin emeği izlenmesi çok zor bir şekilde artı değere dönüştürülmektedir. Ulusal sınırları tanımayan bu sömürüye yine artı değer üreten tekellere ait Ar-Ge birimleri aracılık etmektedir. Nihai ürünü ve sürecin bütününü göremeyen bilim emekçileri için bu süreç sömürünün yanı sıra emeğin anlamsızlaşmasına yol açmıştır.
 

GİRİŞ

Türkiye’de bilim üretiminde hep dikkatimizi başka yerlere çektiler. Şimdi bunu doğal karşılıyoruz, çünkü ister üniversite içi, ister dışından yönlendiriciler farkında olsunlar veya olmasınlar sermaye sınıfı adına ideoloji üretiyorlardı. Bu deneme niteliğindeki yazıda emekçiler adına gerçeğin başka ve bizden saklanan bir boyutuna dikkatimizi yönlendireceğiz.

Emekliliği yaklaşan bir kuşak 1980 öncesini az çok hatırlıyor ama bugün görev başındaki bilim emekçilerinin çoğu için üzerinden 40 yıl geçen bu dönem artık neredeyse tarihçilerin araştırma alanı olacak kadar geride kaldı. 1980 öncesinde, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK)’nun kurulmadığı ve üniversitelerin şu veya bu şekilde özerk kabul edildiği, ODTÜ’lü öğrenciler Komer’in arabasını yakarken Rektör’den izin alamadığı için polisin kampüse giremediği yıllardan bahsediyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinin kuruluşunda Alman bilim insanlarının emeği ve belirleyici katkısı çok iyi biliniyor. Bu model ulusal sermaye üzerinden ülkenin kalkınmasında üniversitelere araştırmacı rolü biçen Humboldt tipi üniversite olarak biliniyordu. Uluslararası yayınlardan çok ülkenin içine doğru yapılan araştırmalar akademik yükselmede temel ölçüt olarak kabul ediliyordu. Örneğin, doçentlik ve profesörlük yükseltmeleri için öğretim üyeleri kapsamlı araştırmalara dayanan ayrı ayrı tezler yazmak zorundaydı. Ayrıca yazdığı kitaplar, ders verme deneyimi ve yeteneği başlıca ölçüttü. Uluslararası hakemli dergilerde yayın yapmak en azından en önemli ölçüt değildi.

Türkiye’de uluslararası yayın sayısı ve kalitesinin akademik yükselmede temel ölçüt haline gelmesi YÖK ve YÖK’ün ilk başkanı İhsan Doğramacı ile başladı. 1982 Anayasası ile tanımlı halen gelen YÖK’ün 1981’den 1992’ye kadar başkanlığını yürüten Doğramacı aynı zamanda Türkiye’de ilk özel üniversitenin kurucusu ve sahibiydi.

İlk dikkatimizi çeldirme YÖK’ün kuruluş amacıyla ilgili olarak karşımıza çıkıyor. Bugün üzerinde herkesin anlaştığı temel tez, “topluma göre fazlasıyla uyanmış olan üniversiteyi” baskı altına almaktı. YÖK’ün bu işlevinin inkâr edilecek bir yanı yok, ancak bu tez diğer ve asıl amaç olan işlevi saklamaya da yarıyor ve tek başına alındığında liberal bir renk kazanıyor.

24 Ocak 1980 Kararları sermaye sınıfının yeni bir sermaye birikim modeli arayışı içinde olduğunu gösteriyor ve ayrıca emperyalizme bağlı Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) gibi kurumlar tarafından da dayatılıyordu. Çok kısaca emperyalist düzenle bütünleşme diye tanımlanan bu model, uluslararası sermayenin önündeki ulusal engelleri kaldırmaya ve emekçi sınıfların kazanımlarını mümkün olduğu kadar aşağıya çekmeye dayanıyordu. 12 Eylül Askeri Darbesi ve darbeye zemin yaratan toplumsal kargaşa dönemi bu bütünleşme önündeki engelleri temizlemek için tezgâhlanmıştı.

Dolayısıyla YÖK’ün kuruluşu sadece üniversiteleri baskı altında tutmaya dönük değil, üniversitelerin piyasalaşması, yalnızca ulusal sermayenin değil, uluslararası sermayenin güdümüne girmesi için de kurgulanmış, kendisi de sermaye sınıfının bir üyesi olan Doğramacı üzerine düşeni başarı ile yerine getirmişti.

Nasıl ülkenin özel üniversitelerle dolduğunu, devlet üniversitelerinin döner sermayeye bağlandığını, bilim üretiminin sermayenin hizmetine verildiğini bugün çok daha iyi görebiliyoruz. Ancak bu yazıda piyasalaştırma sürecinin tüm boyutlarına değinmek yerine bilim emekçilerinin sınır tanımayan sömürüsüne odaklanacağız.

1. ULUSLARARASI YAYINLAR VE SERMAYEYE BİLGİ/DEĞER TRANSFERİ

Dikkatimiz sürekli olarak bir kısmı sol görüşlü olarak da kabul edilen yazarlar tarafından Türkiye’nin uluslararası makalelerinin sayısının ve niteliğinin azlığına çekilir.

1980’lerin başında YÖK’ün doçentlik ve profesörlük tezlerini kaldırması ve akademik yükselmeyi uluslararası yayın koşuluna bağlaması ile yayın sayısında hemen bir sıçrama görülmedi. Yabancı hakemli dergilerin yayına kabul eşiği çok yüksekti, bu eşiği aşabilmek için bilim emekçilerinin yoğun bir uğraşa girmesi gerekti. Ancak 1990’lardan sonra uluslararası makale sayısının hızla artışa geçtiği görüldü.

1980 yılında 439 olan yayın sayısı 25 yılda 32 kat artarak 14281’e ulaşmış, Türkiye 2004 yılında dünya sıralamasında 21.’liğe yükselmişti. Bu dönemde Türkiye fen bilimlerindeki makale sayısı açısından uluslararası bilim indekslerinde dünya sıralamasında 44. sıradan 20. sıraya çıktı (Ak ve Gülmez, 2006).

Bu artışın nedeni, Türkiye’nin bilim ve teknolojiye GSMH’dan ayırdığı payın artırmasına bağlanmadı, çünkü kayda değer bir artış olmamıştı. Ancak üniversite sayısının artması, bilim emekçilerinin yükselebilmek için uluslararası yayınlara yönelmesi ve yurtdışına doktoraya gönderilenlerin geri dönüşüyle ilişkilendirildi (Ak ve Gülmez, 2006).

Bu artış hızı aynı şekilde devam etmedi ve Türkiye’nin genel olarak uluslararası indekslere giren makale sayısına göre dünya sıralamasında yeri 17. ve 20. sıralar arasında dalgalandı (Ortaş, 2018). Ancak yayınların kalitesinin düştüğü, daha az atıf alan dergilerde makalelerin yoğunlaştığı vurgulandı, Türkiye’nin sıralamadaki yeri diğer ülkelere karşı sorgulandı ve yetersizliklere işaret edildi (Ortaş, 2018, Solaker, 2019). Üniversite sayısının çok artması ve akademik yükselme baskısının araştırmacıları daha az nitelikli dergilere yöneltmesinin dışında, çeşitli yayın etiği hilelerinin artışına işaret ediliyordu. Yazar sayısının şişirilmesi, makalenin bütünlüğünü bozacak şekilde birden fazla yayına bölünmesi gibi etik ihlallere çok yaygın olarak rastlandı. Buna karşılık YÖK ve üniversiteler, kadro/unvan alma ölçütlerini daha da yükseltme yoluna gitti. Dergiler kendi içinde bir makalenin aldığı ortalama atıf sayısına göre sınıflandırılmıştı ve daha yüksek sınıflardaki dergilerde yayın yapma ölçütlere eklendi. Akademisyenlik bir terletme sistemine dönüştü. Sonuçta kimsenin ülkenin kalkınması ile bilimsel etkinlik arasındaki ilişkiden şüphelendiği yoktu.

Oysa bu uluslararası yayın furyasının içine gömülmüşken kimsenin şüphelenmediği bir nokta yavaş yavaş su yüzüne çıktı. Ülkelerin gelişmesi ile bilimsel yayın etkinliği, daha açık olmak gerekirse emekçi halkın mutluluğu ve refahı ile uluslararası yayın sayısının artması arasında pozitif bir ilişki olduğu şüphe götürür hale geldi.

Şu örnek çok anlaşılır olacaktır. Türkiye Kurtuluş savaşı da dâhil olmak üzere bütün Cumhuriyet tarihi boyunca kendi aşılarını üretir durumda olmuştur. Aşı üretimi sadece halkın sağlığını geliştirmek ve korumak için zorunlu değil, aynı zamanda abluka ve savaş zamanları için stratejik bir süreç olarak kabul edilir. Oysa Türkiye Özal hükümetleri sırasında değişen teknolojiye yatırım yapmadığı için tam da yayın sayısının patladığı 90’lı yıllarda aşı üretmeyi büyük ölçüde bırakmıştır (Saçaklıoğlu ve ark., 2003).

Türkiye bir aşı pazarı haline geldi ve bu emperyalist bütünleşmenin tercih edilen siyasi bir sonucuydu. Türkiye’nin yılda 200 milyon dolar kadar bir meblağı aşı ithalatı için kullandığı bildiriliyor (20 Kasım 2018). COVID-19 pandemisi esnasında kendi aşısını üretememenin sıkıntısı çok daha fazla hissedildi. Şimdi su soruyu sormak zorundayız: 1990’dan bu yana 30 yıl boyunca Türkiye’den mikrobiyologların, biyoteknologların, enfeksiyon hastalıkları uzmanlarının yaptığı binlerce yayın neye yaradı? Başka bir deyişle ürettikleri bilgi nereye gitti, nerede kullanıldı?

Aynı şekilde Türkiye ilacını da büyük ölçüde üretemiyor ve ithal ediyor. Türkiye’nin 2018 yılında 5 milyar dolarlık ilaç ithal ettiği söyleniyor (Öztürk, 2020). En çok uluslararası yayın yapan kesimlerin içinde olan farmakologların emeğinin nerede cisimleştiğini yine sormalıyız. Bu arada Türkiye birçok özel ilaç şirketi üzerinden ilaç da ihraç ediyor ama yine bunun emekçi halka yararı var mı diye tartışmalıyız.

Bu soruları çoğaltmak mümkün, ancak esaslı bir yanıt vermek için Marksizmi yardıma çağırmamız gerekiyor.

2. BİLİM EMEKÇİLERİNİN EMEĞİ NASIL ARTI DEĞERE DÖNÜŞÜYOR?

Bilim emekçilerinin sınır ötesi sömürülme mekanizmalarına ilişkin bir deneme yaparken okurların Marksizmin temel ekonomi politik kavramlarına aşina olduğunu varsayacağız. Ama yine de bu uluslararası kolektif sömürüyü temellendirmek için Marx’tan bir alıntı yaparak başlayalım:

Üretim araçlarının yoğunlaşmasından ve bunların kitle halinde kullanılmasından ileri gelen bu toplam ekonomi, ne var ki, mutlaka işçilerin bir araya toplanmasını, elbirliği yapmalarını, yani emeğin toplumsal bir bileşik haline gelmesini gerektirir. Şu halde, bu, tıpkı artı-değerin, tek başına alındığında bireysel bir işçinin artı-emeğinden doğması gibi, emeğin toplumsal değerinden doğmaktadır (Marx, 2003).

Bildiğiniz gibi, emeğin sömürüsü işçilerin emek güçlerinin karşılığı olan ücret kadar bir değeri çalıştıkları zamanın bir kısmında üretmeleri, sonra ise karşılığı ödenmemiş ve patronun el koyduğu bir artı emek yaratmak için çalışmalarına dayanır. Ancak Marx emeğin sömürüsünü çok daha kompleks biçimde tanımlıyor ve emeğin toplumsal bir bileşik hale gelmesini sömürü sürecine yerleştiriyor. Bu süreçte birbirini tanımayan ve kitleler halinde çalışan emekçilerin çoğu kez ürettikleri değerler uluslararası sınırları aşıyor ve sermaye dolaşımı görülmedik şekilde toplumsallaşıyor.

Muhakkak bu süreç bugünün emperyalist düzeninde bütün sektörlerde yaşanıyor, ancak biz bilim emekçilerinin yarattıkları değerin nasıl bir toplumsal emek sürecinden doğduğunu ve sömürüldüğünü tartışacağız.

Ve bilimi, emekten farklı üretken bir güç haline getirerek sermayenin hizmetine veren modern sanayi içerisinde tamamlar (Marx, 1997: 349-351).

Gerçekten bugün bütün kapitalist tekeller bilimi bir üretici güç olarak kullanıyor. Tekeller arası rekabetin en önemli yanlarından biri kendilerine mal ettikleri pazarda onlara üstünlük sağlayacak bir yenilik (inovasyon) olarak görülüyor. Bilimsel bilginin teknolojiye dönüştürülmesi için dünyada bütün tekellerin istihdam ettikleri bilim emekçisi ve mühendislerden oluşan bir araştırma-geliştirme (Ar-Ge) ünitesi bulunuyor. Bu emekçi kesimin yarattığı artı-değer bütün metaların içinde birikmiş olarak bulunuyor. Ayrıca yeni bir kullanım değeri taşıyan bir meta uzun yıllar kullanım değerini mülkiyetine alan tekele bir tekel kârı bırakarak artı-değerin katlanmasına neden oluyor.

Ar-Ge etkinliğini devlet kuruluşları da yapabilir, yine de son 30 yılda Ar-Ge yatırımlarının özel şirketlere kaydığı görülüyor. Örneğin 2017 verilerine göre AB’nin 28 ülkesinde özel sektörün payı %60’tan fazladır (Yıldırım ve Göze Kaya, 2019).  Ancak emperyalist düzende devletin tekellerin bir aracı haline dönüştüğünü unutmamak gerekiyor. Ar-Ge harcamalarının GSYH’ye oranına bakıldığında 2015 verilerine göre bu oranlar, Almanya’da %2,93, ABD’de %2,74 olarak gözükmektedir. Örneğin, Türkiye 0,88 ile ülkeler sıralandığında üst sıralarda değildir (Sezgin ve Sezgin, 2018).  Öte yandan, emperyalist düzende hızla yükselen Çin’in Ar-Ge yatırımının 2016’ya kadar son 8 sene içinde %120 kadar arttığı bildirilmektedir (Korkut ve Sabah, 2016).

Almanya’da Ar-Ge’de istihdam edilen bilim ve teknoloji emekçilerinin sayısının 600 bin civarında olduğu bildiriliyor (Yıldırım ve Göze Kaya, 2019). Ancak şu unutulmamalı, nasıl tekeller yurtdışına sermaye ihraç ediyor ve emek gücünün değerinin düşük olduğu, sosyal kazanımların geriletildiği ülkeleri tercih ediyorlarsa, aynı şekilde Ar-Ge merkezlerini de yurtdışında kuruyorlar. Ar-Ge bilim emekçilerinin yarattığı artı-değerin büyüklüğü düşünüldüğünde bu değişen sermaye kısmının masrafını azaltmak onlara en makulü geliyor.

En çok Ar-Ge çalışması yapan sektörlerin, bilgisayar-telekomünikasyon, ilaç-tıbbi teknoloji ve otomobil endüstrisi olduğu biliniyor (Korkut ve Sabah, 2016). Silah sanayisi de yüksek Ar-Ge çalışması yapan bir sektördür ve tüm dünyanın askeri harcamaları 2018’de 1,67 trilyon dolar civarında gerçekleşmiştir (Sezgin ve Sezgin, 2018).

Ar-Ge bilim emekçileri araştırma konularının ve buluşlarının hangi ürün ve hangi pazar ile ilişkili olduğunu belki kestirebilirler, ancak Şekil 1’de görüldüğü gibi bir sermaye bileşeni olarak ürüne hâkim olma ve yönetme hakları bulunmamaktadır. Teknolojik yenilikleri ve yeni ürün tasarımları sanayi işçilerince metaya dönüştürülecektir. Nihai ürünün içinde yarattıkları artı-değerin sermaye bileşenleri içinde yüksek bir orana sahip olması beklenir. Şekil 1’deki oranlar sadece bu tahmini yansıtmaktadır, hesaplamaya dayanan değerleri bulabilmek için derin bir iktisadi araştırma gerekiyor.

Ar-Ge emekçilerinin uluslararası sömürüsünün yanı sıra araştırma konularını özgürce seçme hakkı da olduğu söylenemez. Örneğin aşı ve ilaç üreten tekellerin zengin ülkeler ve onların zengin sınıfsal tabakalarının tüketmesine dönük geliştirme çalışmaları yaptıkları, yoksul ülke ve halklarını umursamadıkları çok iyi belgelenmiştir. Ar-Ge çalışmaları kolesterol yüksekliği, kalp, damar hastalıkları ve diyabet gibi varlıklı sınıfların sorunlarına yönelirken, sıtma, AIDS ve tüberküloz araştırmalarına yönelim çok düşüktür (Korkut ve Sabah, 2016, BAA, 2020). Aslında dünya ölçeğinde büyük kaynak israfına neden olan, emekçilerin refahına ne kadar katkı yaptığı çok şüphe götüren otomotiv sanayinin Ar-Ge araştırmalarının düşük karbondioksit emisyonu gösterme hilesine odaklanması tam bir skandaldır (BBC, 2015).

Şimdi artık doğrudan bir tekelin Ar-Ge biriminde çalışmayan ve çoğunlukla üniversite mensubu olan dünyadaki on milyonlarca bilim emekçisinin durumuna göz atabiliriz.

Bilim emekçilerinin bir kısmı devlet, bir kısmı özel üniversitelerde istihdam edilmektedir. Özel üniversitelerde çalışanların aynı zamanda eğitim emekçisi olarak da sömürüldüğünü, çünkü yükseköğrenim hizmetinin metalaştırıldığını söyleyelim, ancak bununla bu yazıda ilgilenmeyeceğiz. Ücretlendirme biçimleri de çok önemli olduğu halde ayrıntı kalacak. Ayrıca üniversite bilim emekçilerinin bir kısmı doğrudan sermaye için çalıştırılıyor.

Bunların dışında hem devlet hem özel üniversitelerde araştırmaların önemli bir kısmını üreten yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin önemli bir yüzdesinin bir ücret almadan çalıştığını söylemeliyiz.

Sonuçta bu bilim emekçileri ordusunun uluslararası yayına yönlendirildiğini ve akademik olarak yükselmelerinin buna bağlandığını söylemiştik. Ar-Ge birimleri genellikle temel bilimlere yönelmezler, bunlar hem pahalıdır hem de bir ürüne dönüşmesi çok daha fazla zaman alır. Uluslararası yayınlarla “insanlığın yararına” sunulan bütün temel ve uygulamalı bilimlere ait bilgiler tekellerin Ar-Ge birimlerince ele alınır ve yeni teknolojilerin üretilmesinde kullanılır.

Milyonlarca bilim emekçisi bu koşullarda kendileri ürettikleri bilginin evrensel olduğunu sanırken, bu bilgiler ancak tekellerin Ar-Ge birimleri tarafından tek kuruş ücret ödenmeden artı-değere dönüştürülür (Şekil 1). Şekil 1 tahminlere dayanarak ve çok daha karmaşık olan ilişkiler yumağını basite indirgeyerek bu uluslararası sömürü mekanizmasını soyutlamaya çalışmaktadır.

__________________________
Şekil 1
:Bir soyutlamaya dayanan şema bir tahmin yürütmektedir. Dünyadaki tüm tekellerin ürettiği toplam değer 100 olarak kabul edilmiştir. Eskiyen makine, kullanılan hammadde ve sarf malzemesi değişmeyen sermaye olarak 10 birim, tekel geliri ise 90 birim olarak gösterilmiştir. Ancak bunun içinde asıl olarak artı değeri yaratan emekçilerin emek güçleri karşılığında ödenen ücretleri de bulunur. Sömürü oranın %200 olarak tahmin edilmiş, değeri yaratan işçilerin toplam ücreti 30 birim olarak işaretlenmiştir. Bunun içinde yeni buluş ve icatlardan sorumlu ve asıl tekel kârlarına katkı yapan Ar-Ge bilim emekçilerinin ücreti 5 birim olarak tahmin edilmiştir. Tekellere ait Ar-Ge birimleri dünyadaki bütün bilim emekçilerinin bilimsel ürünlerini uluslararası yayınlar aracılığı ile takip etmekte ve bunları artı değere çevirmektedir. Dünyanın birçok üniversitesindeki ücretli ve ücretsiz çalıştırılan bilim emekçilerinin emeği tekellerin piyasaya sunduğu metalarda cisimleşmektedir. Oysa tekeller bu çok sayıdaki bilim emekçisinin ne gelişimi ve yoğunlaşmış emeği için ne de ürettikleri değer için bir ödeme yapmaktadır.
_________________________________________________________________________

Söz konusu bilim emekçileri, ürettikleri bilginin hangi tekel tarafından hangi ürünün içinde kullanıldığını bırakın kontrol etmeyi, bilmezler dahi. Belki bir fizikçinin sürtünmesiz ortamla ilgili yaptığı bir çalışma bir tank motorunda, bir farmakoloğun ürettiği bilgi bir ilacın içinde, bir kimyagerin polimerler üzerinde yaptığı bir çalışma bir savaş uçağının astarında, bir sinirbilimcinin makalesi bir SİHA’nın beyninde kullanılıyor olabilir. Bilim emekçileri bu koşullarda emeklerinin nihai ürünlerini hiç göremezler ve onların emekçi kitlelerin yararına kullanıldığından hiçbir şekilde emin olamazlar. Bu büyük bir yabancılaşma yaratıyor, bilim emekçilerinin emeğini anlamsızlaştırıyor. Bunların yanı sıra tekeller tarafından ulusal sınırları tanımaz şekilde sömürülüyorlar.

Marx’tan (1997: 349) şu alıntıya bakabiliriz: “Yalnızca parça işler, farklı bireyler arasında dağıtılmakla kalmaz, bireyin kendisi de, bir parça-işlemin otomatik motoru haline getirilir… Üretimde zekâ tek yönde gelişir, çünkü diğer birçok yönlerde yok olmuştur. Parça işçilerin yitirdikleri, onları çalıştıran sermayede toplanmıştır.” Gerçekten yaşanan tam da böyledir, bilim emekçileri bedavaya sermayeye ürünlerini teslim ederken bir parça olarak bütünün farkına varamayacak duruma gelmişlerdir.

Şimdi denilebilir ki üniversitelerde iktisat, uluslararası ilişkiler, tarih gibi alanlarda çalışan çok sayıda bilim emekçisinin makaleleri Ar-Ge’nin ne işine yarasın? Ama şunu unutmayalım, her tekelin bir ulusu ve devleti vardır. Çokuluslu kavramı sadece sermaye ihracatına işaret eder. Tekellerin bir ofisi olarak devlet; jeostratejik hedefleri takip eder, tekellerin yayılabileceği alanları sağlar, tekellerin lehine iktisadi düzenlemeleri yapar. Ayrıca sürüp gitmekte olan sınıf mücadelesinde ideolojik verilere ihtiyacı vardır. Tekeller ancak bu ortamda kârlarını optimize ederler. Dolayısıyla birleşik emek illaki Ar-Ge birimlerinden geçmeyi gerektirmez.

Zaten sosyal alanlardaki makaleler sıkı bir hakem denetiminden geçer ve sermayenin işine değil, emekçi sınıfların işine yarayacak bilgiler bu denetimden çok zor kurtulup yayına dönüşür.

Ancak tekellerin hizmetine koşulmuş ve bütün uluslara dağılmış bu milyonlarca bilim emekçisini bir düzene sokma gereksinimi de bulunuyor, kargaşayı önlemek ve köleleştirilmiş kadrolarını bilmek istiyorlar. Sonuçta milyonları bir numarayla tanımlamaya karar vermişler. Örneğin, hepimizi çalışma kampında göğsümüze takılmış bir numarayla tanımlayan ORCID’in kendini nasıl tanıttığına bir kez göz atalım.

ORCID, özgür, kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olarak bütün paydaşlarına fayda sağlamayı amaçlar ve disiplinler, araştırma sektörleri ve ulusal sınırları aşma yeteneği ile benzersizdir. Araştırma ile araştırmacıları birleştirme yeteneği bilimsel keşif sürecini artırır ve araştırmaya fon sağlama ile işbirliği olanaklarını geliştirir. ORCID bu vizyonu gerçekleştirmek için araştırma camiasının bütün sektörleri ile iletişim içindedir (members.orcid.org, 2020).

3. BİLİM EMEKÇİLERİNİN DÂHİL OLDUĞU BU SÖMÜRÜ VE EMEĞİN ANLAMSIZLAŞTIĞI SÜREÇTEN KURTULMAK İÇİN NE YAPMALI?

Bu katmerli sömürü mekanizmasını hafifletmenin önemli bir yolu bilim emekçilerinin sendikalarda örgütlü mücadeleyi yükseltmesidir. Bu şekilde iş güvencesiz, yarı zamanlı ve ücretsiz çalıştırılmaya, düşük ücret ve düşük sosyal haklara karşı mücadele edilmesi bazı mevzileri kazandıracak, sermaye bileşeni içinde değişen sermayenin oranını artırırken, artı değerin oranını düşürecektir.

Ancak bu yolla sermayenin uluslararası sömürü zincirinden kurtulmak ve bir bilim emekçisinin emeğinin anlam kazanması mümkün gözükmüyor. Bu ancak üretimin sermayenin kontrolünden çıkması ve emekçilerin eline geçmesi ile mümkün olacaktır. Tüm Ar-Ge birimleri kamuya ait enstitülere dönüşmeli, maddi üretim sürecinin kendisi kamulaştırılmalıdır. Bilim emekçilerini de kapsayan merkezi planlama emeğin anlam kazanması için şarttır. Bilimin sadece bu koşullarda sınır tanımaması değerli ve evrensel bir nitelik kazanabilecektir.

Bunun için bilim emekçilerinin siyasallaşması ve nasıl bir döngünün içinde olduklarını, neye karşı mücadele etmeleri gerektiğini kavramaları gerekmektedir.


Prof. Dr. Erhan Nalçacı / SOL


KAYNAKLAR

Ak, M. Z. ve Gülmez, A. (2006). Türkiye’nin uluslararası yayın performansının analizi, Akademik İncelemeler Dergisi, 1 (1): 22 -41.

BBC, (2015).https://www.bbc.com/turkce/ekonomi/2015/09/150922_volkswagen_emisyon(Son erişim: 01.11.2020).

Bilim ve Aydınlanma Akademisi (BAA). (2020). Yeni Koronavirüs (2019-nCov) Salgınında Güncel Durum.http://bilimveaydinlanma.org/yeni-koronavirus-2019-ncov-salgininda-guncel-durum/(Son erişim: 01.11.2020).

https://www.haberturk.com/turkiye-nin-asi-butcesi-18-milyondan-200-milyon-dolara-cikti-2227420, 20 Kasım 2018 (Son erişim: 11.10.2020).

https://members.orcid.org/sites/default/files/Publishers_Turkish_0114.pdf(Son erişim: 19.10.2020)

Korkut, N. ve Sabah, B. (2016). Çokuluslu şirketlerin Ar-Ge harcamalarında öncelikli sektörel eğilimler ve teknolojik yeniliklerde öncü şirketler. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı, İnovasyon ve Girişimcilik Ekonomisi, Tezsiz Yüksek Lisans Ödevi, İstanbul.

Marx, K. (1997). Kapital, 1. Cilt, (A. Bilgi, Çev.), Ankara: Sol Yayınları.

Marx, K. (2003). Kapital, 3. Cilt, (A. Bilgi, Çev.), Ankara: Sol Yayınları.

Ortaş, İ. (2018). Bilimsel yayınlar yönünden Türkiye’nin dünyadaki yeri nedir? İndigo, 154,https://indigodergisi.com/2018/07/bilimsel-yayinlar-turkiye-yeri/(Son erişim: 12.10.2020).

Öztürk, F. (24 Eylül 2020).  Türkiye'nin ilaç sektöründeki ithalat ve ihracat hacmi ne kadar? BBC Türkçe, Ankara.https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-54284475(Son erişim: 11.10.2020).

Saçaklıoğlu, F., Davas, A., Döner, B., Durusoy, R., Ergin, I., Erol, N. ve Hassoy, H. (2003). Aşı pazarı can pazarı, “Aşı üretiminin perde arkası”. Türk Tabipleri Birliği Yayını.

Sezgin, Ş ve Sezgin, S. (2018). Dünya ve Türkiye’de savunma sanayi: genel bir bakış. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 5, 1-19.

Solaker, G. (2019). Türkiye'nin bilimsel yayın karnesi zayıf. DeutscheWelle,https://www.dw.com/tr/t%C3%BCrkiyenin-bilimsel-yay%C4%B1n-karnesi-zay%C4%B1f/a-48989776 (Son erişim: 11.10.2020).

Yıldırım, C. ve Göze Kaya, D. (2019). Ar-Ge harcamalarının gelişimi: TR-AB üzerine bir değerlendirme. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 33, 791-812.



Osmanlı'nın vebayla dansı - Mehmet Bozkurt / SOL

 

Koca Yavuz Selim’e hekimlerin yakıştırdığı hastalık “aslan pençesi”dir. Oysa aslanpençesi, vebanın en paşa belirtisi olan bildiğiniz hıyarcık”tan başkası değildir.

Andrew Nıkıforuk’un alt başlığı “Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi” olan kitabı “Mahşerin Dördüncü Atlısı” adını taşıyor. 

Bu tanımlamayı Eski Ahit’tin altıncı bölümünden aldığını ve vahiy’e göre her atlının kendine özgü misyonu olduğuna işaret ediyor. İlk üç atlı sırayla yaşamı, savaşı, kıtlığı temsil ederken dördüncü atlı soluk ve kansız bir atın sırtındadır. Ölümü temsil etmektedir ve ölümün diğer adı vebadır. 

Bütün kitaplı dinlerde vebadan söz ediliyor ve insanoğlunun yapmış olduğu densizliklerden ötürü Tanrının gönderdiği bir musibet olduğu ileri sürülüyor. Ancak İslam, sözcük anlamı “uğursuz” olan bu musibetin sanıldığı kadar kötü olmadığını, hatta tersine, insanı manen ve zihnen derinleştiren, olgunlaştıran bir yanına dikkat çekerek diğer kitaplı dinlerden kendisini ayırıyor. 

Tam bu ayrım çizgisine gelindiğinde görmemiş olsanız da en azından adını duyduğu o gariban hayvancık porsuk aklıma geliyor. Ve ben “porsuk” üstüne verilen misali pek öğretici bulduğumdan aktarmak istiyorum:

“Porsuk denilen bir hayvan vardır, boyuna dayak yedikçe semirir. Onu dövdükçe iyileşir, sopa vuruldukça semizleşir! Gerçekten müminin nefsi de porsuk gibidir, zahmet ve mihnet onu güzelleştirir, semirtir. Musibet ve acıların bazısı insanı manen olgunlaştırmak ve temizlik içindir (… ) Dolayısıyla bu tür musibetler insan için ilahi bir ikram ve nimettirler (…) İnsanın karşılaştığı kimi musibet ve belalar da yaptığı yanlışların, zulmün karşılığıdır. Evet korona mazlumların ahı ve lanetidir diye bilir miyiz? Kısacası Allah kimseye zulmetmez. Kula düşen isyan ve günahını terk edip tövbe etmektir.”

Gayet öğretici olarak düşündüğüm bu misalde geçen korona, bana öyle geliyor ki güncelleme neticesi olarak önümüze düşmüştür. Siz bunu çekiniksiz bir şekilde veba olarak okuyabilirsiniz. 

 Dünyanın bilinen en büyük veba salgının XIV. Yüzyılın ikinci yarısının hemen başında ortaya çıktığı bilgisine sahip bulunmaktayız. Göçebe Moğol atlılarının terkisinde “pire” kılığına girmiş olarak Çin’den başlayan veba mikrobunun yolculuğu Kafkasya’da, Kırım’ın Karadeniz’in kıyısındaki Kefe liman şehrine kadar sürüyor. Moğol göçebe ordusu vebalı ölülerini döke saça geldiği Kefe önlerinde büyük bir dirençle karşılaşınca, kimin aklına gelir, mancınıklarla vebalı ölülerini surlardan aşırarak Kefe’yi veba musibetiyle tanıştırıyor. Moğol çapul yapıp çekildikten sonra Cenevizli tacirler, gemi ambarlarına istifledikleri esir,kürk ve keresteden oluşan değerli yüklerini Avrupa’nın Akdeniz liman şehirlerine boşaltıyor. Bir de pireler!

Avrupa’da veba hızla yayılıyor. Papa IV. Clement’in, bunları Daniel Panzac’ın “ Veba” kitabından okuyoruz; ölü sayıcıları, 1348-1351 yılları arasında vebanın Avrupa’nın nüfusunun üçte biri olan 23 milyon 840 bin insanın ölümüne neden olduğunun haberini veriyorlar. Kediler, cadılar ve Yahudiler için ayrı bir sayfa açıyor ölü sayıcılar. Tahmini olarak 10 milyon kedinin , sayıları bilinmeyen çoklukta cadı ve Yahudi’nin öldürüldüğünü kayıt altına alıyorlar. Yahudilerin öldürülmesi, sağ kalanlarında tehcire tabi tutulması Avrupalı tacirleri ekonomik olarak rahatlatıyor. Nasıl rahatlatmasın, Yahudi tefecilerden ve bankerlerinden faizle alınan borç paraların üzeri çiziliyor. 

Cadılar ve kediler birlikte değerlendiriliyor. Vebanın cadılar yüzünden çıktığı dedikodusu yayılınca cadı avına çıkılıyor. Cadıların teşhisinin nasıl yapıldığı tam olarak bilinmiyorsa da bunu kıskanç kadınların dedikodularına pekala bağlayabiliriz. Kedilerin ise talihsizliği, yazık, geceleri gözlerinin parlıyor olması. Parlayan göz onların cadıların büyülü yardakçıları olduklarının delili oluyor. Öldürülüyorlar… 

Ne zaman biteceğini tam olarak kestiremediğim bu yazının konusu olan vebayı Osmanlı topraklarına halen sokamadığımın farkındayım. Vebanın Avrupa’daki dansını noktalamadan önce yapacağım son değinme hekimlere dairdir:

“…Latince konuşan, kibirli ve hasta muayenesinden çok teorik tartışmalara yer veren ve uzun elbiseli, siyah külahlı bu hekimler saygın bir yere sahiptiler. Kiliseye bağlı olan bu hekimler cerrahi müdahaleleri küçümser, bu görevi emirleri altında bulunan berber-cerrahlara bırakırlardı (…) Hekimler hastalığın kendilerine bulaşacağı korkusuyla hastanelerden uzak durup hastanelerde kalan bu cerrahları sokaktan bağırarak yönlendirirlerdi…” Nasıl ama!

 Hekimleri önerdiği çare gayet basit ve sade:

Çabuk kaç, uzağa git, hemen dönme!

Varlıklı takımı kaçıyor, kır evlerine çekiliyor, geride bıraktığı şehir evini dezanfekte ettiriyor. Ama güvenemiyor, deney faresi niyetine evsiz fakir bir aileyi çoluk çocuk falan eve yerleştiriyor. Ölürlerse bir kez daha dezanfekte ettiriyor, tatilini uzatıyor,. ölmezlerse ne âla…

Yetmiyor, başkaca önlemler gerekiyor. Veba Osmanlı coğrafyasına doğru yolculuğa çıkarken halk sağlığının önemini kavrayan Avrupa’nın şehir devletleri veba evleri açıyor, yayılmayı önlemek için ilk karantina uygulamalarını başlatıyor. Kilise hasta ve ölü sayılarını tutmaya başlarken bir yandan da merkezi önlemler alınmaya başlanıyor.

Osmanlı mı?

Bu musibet Osmanlı’da hep var ve olması da pek yadırganacak bir durum değil. Zira fetihçi ve ekonomisi çapul üzerine kurulmuş bir devletin istila ettiği topraklarda vebayla tanışması kadar olağan ne olabilir. Yalnızca bu da değil, Osmanlı; tüccarların, seyyahların, misyonerlerin mesken tuttuğu bir coğrafya üzerinde yer alıyor ve vebanın taşıyıcıları arasında bunların da olduğunu okuyarak öğrenmiş bulunuyoruz. Bir de Orhan var. Anladığım kadarıyla kuruluştan itibaren şiddeti, kapsayıcılığı değişmekle beraber veba bu topraklardan hiç eksik olmuyor. 

Orhan dedim ya, henüz “sultan” yoktur. Osman’ın oğlu ve kurucu beylerdendir. Bazı kaynaklar Orhan’ın vebadan öldüğünü yazıyor. Bizans işi olmalı diye düşünüyorum. Bunun için sağlam bir nedenim var. Orhan’ın Bizans’la yakın ilişkileri var zira damattır, dört karısından üçü o diyardan oluyor! Fikrimdir; Söğüt’e vebayı taşıyan Orhan’dır! 

Büyük salgın Fatih dönemine denk geliyor. Fatih Mehmet’in büyük veba salgının İstanbul’u kırıp geçirdiğini Rumeli seferi dönüşünde yolda öğreniyor. Şehre girmiyor. Kaçıyor ve uzağa gidiyor. Veba çekilinceye kadar da Trakya dağlarında avlanıyor. Talihsiz olmalı 1466’da yaşanılan bu salgından kısa bir süre sonra, 1475’te yeni bir salgın İstanbul’u vuruyor. Bu defa eski başkente, Edirne’ye kaçıyor. Aradan üç yıl geçiyor geçmiyor, sultan hazretleri inşaatı yeni biten Topkapı Sarayı’na hevesle yerleşme hazırlığı yaparken veba onu tekrar ablukaya alıyor canını Edirne’ye atarak zor kurtarıyor. Yani sahiden talihsiz. Veba koca sultanın yakasından düşmüyor. Sözün kısası adamcağız bin bir zahmetle zapt ettiği İstanbul’da bir türlü huzur bulamadan genç denebilecek bir yaşta, 51 yaşında ölüp gidiyor. Tarihçiler ölüm nedeni olarak zehirlenmeyi gösterse de benim fikrim Fatih Mehmet’in kaderi olarak zuhur ettiğini düşündüğüm vebanın sonunda onu yakaladığı yönündedir.

Oğlu Yavuz Selim’in vebadan öldüğü ise kesindir. Koca Yavuz Selim’e hekimlerin yakıştırdığı hastalık “aslan pençesi”dir. Oysa aslanpençesi, vebanın en paşa belirtisi olan bildiğiniz hıyarcık”tan başkası değildir. Tahminler Mısır seferi dönüşünde hastalığı kaptığı yönündedir. Ölümünün acılı olduğunu okuyoruz.

 Tarih-i Gılman’da 3.Murat döneminde ortaya çıkan veba salgını şöyle başlıyor:

“…Fukaraya sadaka ve zekât vermemeğe başladılar. Halk ta zina ve livata’ya eğilim ve düşkünlük göstermeğe başladı (…) Kul tayfası pek fazla bozuldu, ayaklanır oldu. Kısacası sözü edilen esnafın her biri şu Hadis-şerif’in anlamını dikkatten uzak tuttular: ‘Bir beldede zina ve kumar ya da kötülük baş gösterir ve doğruluk yok olursa Yüce Tanrı dört şeyle temizler; yangınla,kıtlıkla,,salgın hastalıklarla,savaşla. Tanrı dilediği şeyi yapar dilediği şeye hükmeder. Bu hadiste belirtildiğine öre, bundan önce kaç kez veba çıkıp bir iki ay içinde her gün yedi sekiz yüz adam ölmüştü. Ama bu derece felaket ve uyarı gördükleri halde uslanmamışlardı…”

1597’de bu defa 3. Mehmet döneminde başlayan salgının yalnızca sokaktaki adamı değil, sarayı da telaşlandıracak denli büyük olduğu anlaşılıyor ki başta sultan olmak üzere devlet adamları, alimler, şeyhler ve ahalinin İstanbul’u boşaltıp ıssız bıraktığını öğreniyoruz. Yüksek tepelere çıkıp toplu halde Ahkâf ve Duhan surelerini okuyorlar, dua ediyorlar. Bunların öylesine tesadüfi seçilmiş sureler olmadığını bilmeniz için şu notu düşmem gerekiyor: Her iki sure de Allah’ın Ademoğluna gönderdiğine inanılan cezaları kapsıyor ve bu gibi durumlarda faydalı oldukları daha önce deneyimlenmiş yakarış ve bildirimlerdir. 

Seslerini duyuramıyorlar. Duaların ve yakarışların Allah’a ulaşması için daha da yükseklere çıkılması şartını ileri süren din adamlarının tavsiyesi üzerine, daha yükseğe , Alemdağ tepesine çıkılıyor. Devamı şöyle:

“…Gece orada kalındı. Şifa niyaz edildi. Tarihçi Selanik’e göre daha önce İstanbul’un farklı kapılarından günde en az 325 tabut çıkarken bu duadan sonra ölü sayısı 100’e düşmüştür.” Duaların gücüne bağlanıyor. Burada Tarihçi Selaniki hangi surenin daha kuvvetli olduğuna dair bir bilgi vermemektedir.

 Siz inanmayın. 1597’den itibaren 1700’ün başlarına kadar salgın yok. Veba ortadan kayboluyor. Ve bu özellikle Alemdağ’ında edilen dualar ile Ayasofya’da verilen vaazların samimi seslenişlerine bağlanıyor. Şu da var, yalnızca dua ile her zaman beklenen sonuca varılamadığı anlaşılınca ki bazen varılamıyor, tavuk/güvercin desteğine başvuruluyor. Bu oldukça basit bir yöntem ancak hastalığın belirtilerinden yalnızca biri olan hıyarcık, hani şu Aslanpençesi üzerinde uygulama imkânı bulunuyor. Merakınızı gidermek için küçük bir parantez açabilirim; hekimler bakıyorlar, vücudun bir yerinde hıyarcık boy vermiş. üzerine canlı tavuk ya da canlı güvercin koyuyorlar. Onlar ne yapsınlar, gagalıyorlar. Hayvan ölürse hastalığın zehrini çekmiş olarak kabul ediliyor, bu şekilde hastalığın iyileşeceğini düşünüyorlar. Bunları okuduklarımdan aktarıyorum. Yöntemin işe yaradığına dair bir bilgiye rastlamadığımı da belirtmek isterim.

Osmanlı ve İslam aleminde vebanın mücadele edilmesi gereken korkutucu bir hastalık mı yoksa Allah’ın insanları manen olgunlaştırmak için gönderdiği bir lütuf, bir terbiye aracı mı tartışması kaçış, dua, sabır ve gagalama üzerinden sürerken ; modern anlamda ilk karantina uygulaması 1831’de İstanbul’u kasıp kavuran büyük salgın sırasında başlatılıyor. Osmanlı’nın “Büyük Petro’su“ olarak bilinen 2. Mahmut , Maltepe’de bir hastane, Kızkulesi’nde de bir veba evi açıyor. Ardından bir de Karantina Meclisi… Başına da Avusturya’da getirttiği bir uzmanı tayin ediyor. İkinci Mahmut mu? “ Gâvur Padişah” olarak biliniyor. Zındık” diyoruz.

Sonraları Alman ordusunda genelkurmay başkanlığı da yapacak olan Helmuth Von Moltke, Mahmut döneminde haritacı ve askeri öğretmen olarak 1835-39 yılları arsında Osmanlı topraklarında bulunuyor. Vebanın Osmanlılar için ne ifade ettiği ve onun halkla olan samimiyetinin boyutuna dair gözlemleri var. Bir çalım yazının başında geçen porsuk hikâyesindeki acı çektikçe semiren ve güzelleşen insanları hatırlatıyor bize:

“Buradan pek uzak olmayan bir bataryada( askeri birlik) vebalılar için bir hastane kuruldu; bataryadaki bir tabur askerin hemen hemen üçte ikisi öldü. Birkaç defa, az önce bir arkadaşlarını gömmüş olanların tabut örtüsünü sırtlamış, tasasızca şarkı söyleyerek, salına salına yerlerine döndüklerini gördüm...” Bu noktaya gelince küçük bir parantez daha açmak zorunluluğunu duyuyorum, Moltke’nin “şarkı” olarak duyduğu nağmelerin büyük bir ihtimalle ölünün arkasından getirilen “salavat” olduğunu düşünüyorum. Salavatın grup halinde söylenmesi halinde , İslam adetlerini bilmeyenlerin kulağına neşeli bir “şarkı” olarak gelebileceğini olağan karşılamak gerekir. Cenazecilerin dönüş yolunda salınmalarına gelince, bunu da yürüyüş halinde çektikleri “zikre” bağlamanın bir sakıncası olmadığını düşünüyorum. Ama nereden bilecek gâvurcuk! 

Her neyse devam ediyor Moltke ve şöyle:

“…Orada ölenin mirasını aralarında paylaştılar ve büyük bir ihtimalle kendilerine üç defa yirmi ört saat içinde ölümü getirecek olan bir ceket ya da pantolonu aldık diye çok sevindiler. Korkunç ölü sayısı, her gün görülen örnekler, bulaşmanın açıkça görülen delilleri bu adamları itikatlarından vazgeçirmiyor. ‘Allah Kerim’, kaderden kaçılmaz! Müslüman için veba bir bela değildir, aksine Tanrı’nın inayetidir ve bundan ölenlerin şehit sayılacağı Kuran’da açıkça bildirilmiştir. Bu sebeple vebadan korkmak ve ona karşı alınan bütün tedbirler sadece lüzumsuz değil, aynı zamanda günahtır.” 

Dikkatinizi çekmiştir, Moltke “Gâvur” mavur ama biliyor! 

Şimdi mi?

Veba kılık değiştirmiş. Dans devam ediyor. Vesselam!


Mehmet Bozkurt / SOL

Kaynaklar:
Andrew Nıkıforuk, Mahşerin Dördüncü Atlısı,İletşim yayınları,2000,İst.
Selahattin Yıldırım, Doğru Haber Gazetesi, 21 Mart 2020,köşe yazısı.
Danıel Panzac, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba,Tarih Vakfı yayınları,2011 İst. 
Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları,oğlak yayınları ,1999, İst.
Mehmet Halife, Tarih-i Gılmani, MEB yayınları,1976,ist.
Helmut Von Moltke, Türkiye Mektupları, Remzi kitabevi, 1969,İst. 

5 Aralık 2020 Cumartesi

'Proleter denen unsur'un izinde - Orhan Gökdemir / SOL

 İstikbalini Demirtaş ile İmamoğlu arasında arayan bir sol var. Ancak bu yer giderek sol bir harekete izin vermeyecek kadar daralıyor. Eğitim-Sen’in son kongresinde yaşananlar o daralmanın işareti.


KESK’e bağlı Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası, Eğitim-Sen, 11. Olağan Genel Kurulu’nu yaptı bir hafta önce. Toplandıklarında ilk işleri “Yüksel Direnişçisi” oldukları için tutuklanan üyelerini oy çokluğuyla sendikadan uzaklaştırmak oldu. 

İhraç kararından sonra sendikanın “bileşenleri” arasında da tartışma çıktı. İki grup seçimlerden çekildi. Kalan grup yönetim kurulunu seçti ve her şey hızlıca olup bitti. 

Sendikanın Genel Kurulu’ndan geriye kalanlardan biri de “bileşenler”in en kalabalığı olan “Demokratik Emek Platformu”nun bildirgesiydi. Biraz uzun olduğunu bilerek, bir “kamu emekçileri sendikasının” geldiği yeri veya düştüğü durumu göstermek açısından açık bir belge niteliği taşıdığından, bu alıntıyı yapmak zorundayım. Şöyle başlıyor:

Ekonomik bazda kar-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramlaştırmaları, kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihsel birikimini en acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk adımlarıdır. Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek, ekonomizm yaklaşımının temelidir. (Aslında da altı çizilmiş vaziyette- O.G.) Ekonomik indirgemecilik denen anlayış bu olsa gerekir. Tarih, toplum ve siyasal erkten bu denli kopuk bir değer tarifinin düşüncesi bile çok problemlidir. Bireyi sermayedar ve işçi olarak tanrılaştırsak dahi, değeri bu anlayışla oluşturamazlar. Ekonomik değerlerin tarihsel-toplumsal niteliği çok açıktır. İşte bu yüzden Temel Çelişki; Devletli Uygarlıkla Demokratik Uygarlık arasındadır.”

Dili için özür dileyerek, bu girişten anladıklarımı özetleyeyim: Kâr-ücret ve burjuva-proleter kavramları kapitalizmin “pozitivist bilimselleştirilmesi”nin ilk adımıdır. Emeğin değerin tek yaratıcısı olduğunu, sermayedarın da onu sömürerek var olduğunu söylemek ekonomizmdir. Ayrıca bu kavramların tarih, toplum ve siyasal erkten kopuk olmak gibi problemleri vardır. Aslında sermayedar ve işçi tanrılaştırılmış (şişirilmiş!) bireylerdir, değer meğer yaratmazlar. Haliyle sömürmezler de. Yani temel çelişki sermaye ile emek, burjuva ile emekçi (proleter denen unsur) arasında değil “devletli uygarlıkla demokratik uygarlık arasında”dır.

Yani işçi ve burjuva yoktur, haliyle artık-değer yoktur. “Proleter denen unsurun” tek başına emeğiyle değer yaratması imkânsızdır. Marksizm’i bilimsel bir tespit yapıyormuş gibi sunamazsınız. Sunarsanız ekonomizm günahını işlemiş olursunuz. Kavga sivil toplum (demokratik uygarlık?) ile devlet (devletli uygarlık?) arasındadır... 

Adı “Demokratik Emek Platformu”dur ve platform, Eğitim-Sen Kongresi için hazırladığı bildirgesi ile daha yolun başında adındaki “emek” dahil, emekçi sınıfının varlığını ve haliyle Marksizm’i bütünüyle reddetmektedir. Kaldı ki “emek” Marksizm’de eleştirilen bir soyutlamadan ibarettir. Marksizm onun da tıpkı toprak ve sermaye gibi, toplumsal ilişkilerin bir soyutlaması olduğunu varsaymaktadır. Toprak toprak sahibinden, sermaye sermayedardan ve emek emekçiden ayrılamaz. Dediği budur. Bu durumda reddiyecilerin adı yanlıştır, doğrusu “Demokratik Emekçi Platformu” olmalıdır. Böylece “adıyla müsemma” bir yanlışlıklar manzumesi ile karşı karşıya kalıyoruz. 

***

Haklarını yemeyelim; metinden anlaşılıyor, radikal bir reddiye niyeti var. Yalnız reddiyenin dili anlaşılmayacak kadar kötü olduğundan bir “tercüme ihtiyacı” da var. Bu tuhaf dili anlamak için kaynaklarına inmelisiniz. 

Bu tür zevzeklikleri Birikim Dergisi çevresi yapardı öteden beri. Hatta derginin yazarlarından Ahmet İnsel “İktisat İdeolojisinin Eleştirisi” başlığıyla bir de kitap yapmıştı. Esası “Homo Economicus”un iktisat eleştirisidir ve iktisattan hiçbir şey anlamamaya dayanır. Hiçbir şeyden anlamadan yazarsanız her şey birbirine karışır ve yeni bir dil ortaya çıkar! 

Yazarken, derginin yazarlarından Tanıl Bora’nın yeni yazısı yetişti imdada. Şöyle diyordu: “Sinizmden sakınırım. Aktivizm mefhumunun, eylemin/eylemciliğin kriminalleştirildiği bir zamanda ‘steril’ sosyal faaliyet konformizmiyle damgalanması insafsızcadır. Tartışmaya çalıştığım ince ayrım içinde, aktivizmin ve eylemciliğin de zaafları ve ‘faydaları’ var.” 

Bu bir “yazı”dır ve belli ki yazılmasının bir amacı vardır. Ancak amacı açık etmemek bu yazı türünde esastır. Bora, “eylem yapmıyoruz diye bizi konformizmle damgalamayın, aktivistiz işte” diyor, tercümesidir. Bu dili bir de KESK’e bağlı Eğitim-Sen’e hâkim olan grupta buluyoruz. Aynı liberal zihniyetin (tahayyülün) iki ayrı mekânda ve zamanda dışavurumudur.

***

Emeği ve emekçiyi reddeden “emek platformu” olabiliyorsa, işçiyi ve bilimini reddeden “işçi partisi” de olur. “Demokratik uygarlıklarda” imkân tükenmez! 

PKK yöneticisi Murat Karayılan’ın, İsrail gazetesi Jerusalem Post'a verdiği söyleşisi reddiyeci emek platformunun bildirge şokunun üstüne geldi. "ABD dahil hiçbir tarafa düşmanlığımız yok ve ABD'yi asla hedef almadık” diye başlıyordu söyleşi. “Lozan anlaşması Kürt milleti için felaketti" diye devam ediyordu. Yukarıdaki örneklerin tersine gayet açık ve anlaşılırdır.

“Marksist-Leninist Kürdistan kurma amacı güdüyor musunuz” diye soruluyor. "[O dönem] Marksist-Leninizm bir modaydı ve biz de bu fikirlerden etkilendik." Cevabıdır. “Öcalan tutukluyken birçok fikrimizi revize etti. Demokrasiyi, çevreciliği ve kadın haklarını vurguladı…" Bunlar da Marksizm-Leninizm’den vazgeçen bir eski işçi partisinden geriye kalanların özetidir. 

Bu yeni politikanın Avrupa ayağı da boş bırakılmadı. Cemil Bayık, L'Humanité'ye bir yazı göndererek Avrupa’nın yanlarında olmalarını arzuladıklarını beyan etti. Rastlantı sayamayız.

Sınıfı reddettiniz mi geriye demokratizm, liberalizm, çevrecilik ve feminizm kalır. AB’ye ve ABD’ye dostluk esasıdır. İşçi sınıfından uzaklaşırsanız sermaye sınıfına yaklaşırsınız, doğaldır. Hepsi birlikte yeni nesil sosyal demokrasinin temel bileşenleridir. 

***

Böylece “Kürt siyasal hareketi” içinde uzun süredir hissedilen radikal bir dönüşümün açık işaretlerini not etmiş oluyoruz. Dönüşüm işçi sınıfından ve Marksizm’den uzaklaşma, Kapitalizme ve Emperyalizme yanaşma yönündedir. Nitekim, aynı tarihlerde kesinleşmiş hapis cezası nedeniyle İngiltere’de yaşayan eski Diyarbakır Belediye Başkanı ve HDP Milletvekili Osman Baydemir açıklamalarıyla tabloyu tamamladı. 

Baydemir kısmını geçen hafta Aydemir Güler yazdığı için uzatmayayım. Özeti şudur: HDP, Tayyip Erdoğan’a “seni başkan yaptırmayacağız” diye savaş açan Selahattin Demirtaş’ın sözlerinin hilafına 7 Haziran genel seçimlerinden sonra koalisyon teklifiyle Erdoğan’ın kapısını çalmıştı. Seçim sonuçlarına göre tek başına hükumet kurma şansını kaybeden Erdoğan’a çözüm sürecinin devam etmesi şartıyla destek verme teklifi götürmüşlerdi. Bakanlık pazarlığı yapmadan, yeni Anayasa ve çözüm süreci şartıyla, birlikte koalisyon bile kurabilirlerdi. Baydemir’in açıklamasına göre teklifi reddeden Erdoğan, “siz göreceksiniz” anlamına gelen bir yanıt vermişti. Bir başka deyişle 7 Haziran seçimi HDP’nin de içinde olduğu fiili bir hükumetin yıkılışına neden olmuş, yerine AKP-MHP koalisyonu kurulmuştu. 

Bu çalkantılı dönemin kahramanlarından biri olan HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş uzun süredir tutuklu. 14 Şubat'taki ilk savunmasında o da “sürece” değin çok önemli açıklamalar yaptı. Şöyle dedi; “2010 referandumunda partim boykot kararı aldı. Bizim üzerimizde ‘evet’ oyu verilmesi için baskı oluşturuldu. O dönemde partimin içinde olmadığı bir çözüm süreci vardı. Oslo süreci olarak bilinen, hükümet ve PKK yetkililerinin yüz yüze görüştüğü süreç. Anayasa teklifi sunuldu. Biz iki şeye itiraz ettik. Birincisi kimlikle ilgili düzenleme olmamasına, ikincisi de HSYK ve yüksek yargıyla ilgili düzenlemelerdeki tehlikelere dikkat çektik. Boykot kararı aldık. Ne yaptılar biliyor musunuz? Abdullah Öcalan’ın el yazısıyla bakanın kendisi İmralı’dan yazı getirdi. Bana getirdi. Niye, referandumda hem parlamentoda hem dışarıda ‘evet’ oyu vermemiz için… Kabul etmedik, boykot tavrımızı sürdüreceğiz dedik.”

HDP 7 Haziran seçimlerinden bu yana iktidarın ağır saldırısı altında. Binlerce üyesi tutuklu, neredeyse kazandığı bütün belediyelere el konuldu. Parti yöneticileri, görevden el çektirilen belediye başkanları cezaevlerinde bir türlü başlamayan yargı sürecini bekliyor. Olayların gelişiminden ortaya çıkan sonuca göre “Dolmabahçe Mutabakatına” veya koalisyonuna taş koyma girişimlerinin bedelidir. 

***

Sadede gelelim. Doğru, istikbalini Selahattin Demirtaş ile Ekrem İmamoğlu arasında arayan bir sol var. Ancak bu yer giderek sol bir harekete izin vermeyecek kadar daralıyor. Eğitim-Sen’in son kongresinde yaşananlar o daralmanın işareti.
Şimdi bütünüyle düzenin ve aktörlerinin uzağında konumlanmış bir solun zamanı. Zor değildir. İşçi sınıfına yaklaşan, burjuvaziden, kapitalizmden, emperyalizmden uzaklaşır. Marksizm-Leninizm’de ısrar eden, AB’yi ve ABD’yi karşına alır. Bu kadar basittir!

Orhan Gökdemir / SOL

İmama atama, iktidara savaş, Erdoğan’a asker lazım - ERK ACARER / BİRGÜN


 Sadece savaşta işlevi olan, 1974’teki Kıbrıs Harekatı’ndan beri ataması yapılmayan, Osmanlı’da ‘Tabur İmamlığı’ denilen, ‘Din İşleri Subaylığı’ için tekrar kadro açıldı. Atama şartları ve sınav koşullarını Diyanet duyurdu. Liyakat resmi olarak ordu da kalktı!

46 yıl sonra tekrarlayacak uygulamayı, “Gericilikte yeni bir eşik” diye ifade etmek tek başına yetersiz. Çünkü Din subaylığı, ‘sıkışan iktidardan’, ‘kaos arayışından’, ‘şahsa münhasır ordudan’ ve her alandaki ‘kadrolaşma arayışından’ kopuk değil.

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yakın odaklar, 2018’den bu yana doz artırarak nabız yokladı, ortam hazırladı. Avrupa ile ABD’de de din subaylığı benzeri uygulamalar bulunduğu ve Atatürk döneminde de işlevsel olduğu söylendi.

Ancak bugünkü Türkiye koşulları ne Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına ne de sekülerizmin kurumsallaştığı başka ülkelere benziyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) 1960 sonrası lağvedilen ve 1967’de hukuken kaldırılan birimin yeniden kurulmasının anlamı ne?

İMAMA KADRO AÇMAK

Diyanet İşleri Başkanlığı’na göre, Türkiye’deki cami sayısı 88 bin 681. Her köşe başında cami var. Cami, sadece ibadethane olarak kullanılmıyor. Kompleks camiler içinde işletmeler de yer alıyor. Aynı zamanda ticaret demek olan cami, imam hatip mezunları için ise iş kapısı.

CAMİLER YETMEMİŞ!

Öğretmen, sağlık çalışanı yıllarca atama bekleyip, işsizlik nedeni ile intihara sürüklenirken imam hatipli kolayca istihdam ediliyor. Camiler yetmemiş olacak ki, yeni bir kapı aralanıyor. İmam artık orduda resmi olarak yer alacak. Kontenjan şimdilik bilinmiyor. Uzun vadede, imam hatip mezunlarına bağlı artacaktır.

DİN DEVLETİNE DOĞRU

Güncel verilerle, Diyanet’in istihdam ettiği personel 11 yılda, 47 bin artıp, 130 bine yaklaştı. Bu sayı, Sağlık Bakanlığı’na bağlı hekim sayısını geride bırakıyor. Türkiye’deki toplam 164 bin 594 doktorun yüzde 64’ü bakanlığa bağlı. Kıyaslamadan çıkan sonuca göre din, bilimi geride bırakmak üzere! Türkiye İslam devleti olma yolunda.

SAVAŞLARI SÜRDÜRME SİNYALİ

Din subaylığının son olarak Kıbrıs’ta uygulanmasının özel anlamı vardı. Birim, savaş koşullarının istisnasıydı. Din subaylarının öncelikle ana komuta merkezlerinde görevlendirileceği gelen bilgiler arasında. Sınır ötesinde, Libya, Suriye, Somali, Azerbaycan gibi ülkelerde askerlere din hizmeti verecekler.

MİLLİYETÇİLİK VE DİNCİLİK AKIMI

Din subayından yola çıkarak, yakın vadede Türkiye’nin, dış müdahalelerden, savaş arayışından vazgeçmeyeceğini anlamak da mümkün. İktidarın sürdürülebilir olması, neo-Osmanlı imajı ile yakından ilgili. Dışarıdaki çatışma ise içeriye kutuplaşma taşıyor, bu sayede milliyetçilik ve dincilik üzerinden kitleler konsolide edilip, oy avcılığı yapılıyor.

ORDUDA ZORUNLU DİN EĞİTİMİ DÖNEMİ Mİ BAŞLIYOR?

Kuvvet komutanlıklarının tamamında olacak Din subaylığının görev tanımı kısaca şu şekilde: “Personelin, moral, sosyal refah ve mutluluğu için manevi telkinlerde bulunur. Din eğitimini, ibadet ve dini törenleri idare eder. İbadethane ihtiyaçlarını ilgili makamlarla eş güdümlü sağlar. Din işlerini sevk ve idare eder.”

DAHA ÇOK ASKER TABUTU

Din subayının anlamlarından biri, Türkiye’nin müdahil olduğu yurtdışı topraklarından daha fazla asker tabutu gelmesidir. “Peygamber Ocağına, Tabur İmamı” şarttı, denilerek köpürtülen uygulama, sadece imama kadro açma ve artarak sürdürülecek dış mübadele sinyali de değil!

HER ŞEY BİRBİRİ İLE BAĞLANTILI

Anayasa Mahkemesi (AYM), üyesinin “Işıklarımız yanıyor” mesajı sonrası kendisine iktidara yönelik bir çeki düzen verdi. Kuruma dışarıdan müdahale de arttı. Darbe sonrası İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı yapılan İrfan Fidan’a yeni görev biçildi. Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSYK) tarafından Yargıtay üyesi seçildi.

Fidan hemen ardından AYM üyeliğine aday oldu. CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun avukatı Celal Çelik, “AYM seçimlerinin 17 Aralık’a ertelenme nedeni de Fidan” diyor. Kulislere göre Fidan, Erdoğan’ın, Adalet Bakanı’na talimatı ile AYM üyesi yapılmak üzere Yargıtay üyesi seçildi!

TEK TİP, ‘ŞAHIS ORDUSU’

AYM’nin yakın dönemde verdiği kararlardan biri bekçilik ile ilgili. “kasıtlı ya da taksirli suç ayrımı yapılmaksızın 6 aydan fazla hapis cezası alınmasının bekçiliğe engel oluşturduğunu” öngören kural iptal edildi. Bu, AKP ve MHP teşkilatlarındaki ‘genç üyelere’ bir jest olarak değerlendiriliyor.

FİŞLENECEKLER Mİ?

Din İşleri Subaylığı, ‘şahsa yönelik kolluk’ ve 'şahsa yönelik yargıdan’ azade değil. Ordu da dizayn ediliyor. Tek tip bir uygulama! Her kurum ve her toplumsal katmanda olduğu gibi TSK’de kutuplaşma yaratacak. Farklı din ve mezhep gruplarından olan asker ve subaylar dini uygulamaların dışında kalmak isterlerse fişlenecekler mi?

ERK ACARER / BİRGÜN

Kavala İddianamesi: Aynı suçtan yargılama yasağı+Kavala İddianamesi: İstihbarı değeri olmayan istihbarat raporu - Hüseyin Aygün /BİRGÜN

 


Kavala İddianamesi: Aynı suçtan yargılama yasağı.(28/11/2020)

Hiç kimse, bir devletin hukukuna ve ceza muhakemesi usulüne uygun olarak mahkûm edildiği ya da beraat ettiği bir suçtan dolayı, aynı devletin yargı yetkisi içindeki ceza yargılamaları kapsamında yeniden yargılanamaz veya cezalandırılamaz. Bir suçtan, bir kere yargılama olur; aynı suçtan ikinci kez yargılama olmaz; kural budur.

İngiltere’nin Norman Fatihi, 1066’da İngiliz kilisesini yerel ve feodal baskılardan kurtararak kilise otoritesini kralın elinde toplamaya soyundu. Bir yıl sonra Fatih William, yayınladığı kararnamesinde, Normandiya ve İngiltere’de kralın kilise hukuku üzerinde otoritesini tesis etmeye girişmiştir. Ne var ki, sekiz yıl sonra Papa VII. Gregorius da imparatorların ya da kralların değil kendisinin, papanın kilisenin başı olduğunu, psikoposları görevden alma yetkisinin -gerçekte imparatorları ve kralları azletme yetkisinin de- tek başına papada olduğunu söylemiştir (Harold J. Berman, Hukuk ve Devrim, s. 369, Pınhan Yayın).

1164’te krallığın kilise üzerindeki yetkilerini geri veren Clarendon Yasaları yayınlanmıştır. Clarendon yasaları, kilise makamlarına atamaya ilişkin tüm ihtilafların, kralın mahkemelerinde görülmesi; bir arazinin kiliseye ait olup olmadığına ilişkin meselelerde, kraliyet mahkemelerinin yargı yetkisinin üstün olduğu; din görevlilerin kraldan izin almadan krallığı terk edememeleri, başpiskoposluğun mahkemesinden kralın mahkemesine gidilmesine olanak tanınması, piskopos ve ruhbanların seçiminin kralın ruhbanlarının onayıyla kralın şapelinde yapılması vd. hüküm ve fermanları içermektedir.

Yasanın 3. maddesi nihayetinde en kötü bilineni haline gelmiştir. Cinayet, kundakçılık, soygun, tecavüz, müessir fiil vb. ağır filleri işleyen herhangi bir din görevlisi kralın mahkemesinden kilise mahkemesine gönderilecekti. Eğer zanlı kilise mahkemesinde mahkûm olursa, cezasının infazı için yeniden kralın mahkemesine gönderilirdi. Bunun anlamı, uygulamada idam edilmesi veya sakatlanmasıydı.

“Aynı suçtan ikinci kez yargılama yasağı”nın Clarendon Yasaları’nın bu maddesiyle ihlal edildiği ileri sürülmüştür. İddia edenler, “Tanrı aynı suçu iki defa cezalandırmaz” (ne bis in idem) demiştir. Bu ilke öylesine güçlüdür ki, kanon hukukçuları da, kilise mahkemelerinde ikinci kez yargılamanın önüne geçmek için bir emir olarak başvurmuştur.

12. yüzyıl İngiltere’sinden Amerikan, Fransız ve Bolşevik Devrimi’ne bu ilke anayasalarda yer almıştır. Amerikalılar, “common law”ın bu eski ilkesine “no double jeopardy” adını verdiler. İlke, beraat etmiş kişileri mahkûm ettirmeye yönelik girişimleri yasaklar ve kişiyi sürekli baskı ve güvensizlik içinde yaşamaktan alıkoyar.

Türkiye’de 21. yüzyılda Osman Kavala -Tanrı bile aynı suçu iki defa yargılamazken-, 18 Şubat’ta “Gezi’yi finanse etmek” ve “hükümeti devirmeye çalışmak” suçlarından İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıp beraat ettiği halde, 18 Aralık’ta aynı suçlardan bu defa İstanbul 36. Ağır Ceza Mahkemesi’ne çıkarılacak.

Kavala iddianamesi, her şeyden evvel 12. yüzyıldan kalma “ne bis in idem” ilkesi yönünden büyük bir skandal ve hukukla açıklanması olanaksız bir belgedir. Haftaya bu korkunç iddianamenin içeriğini ele alacağım.

                                                                  ***

Kavala İddianamesi: İstihbarı değeri olmayan istihbarat raporu (05/12/2020)

Geçen haftaki yazımızda Osman Kavala’ya açılan yeni davanın iddianamesinin, daha önceden yargılandığı “Gezi” ve “15 Temmuz” isnatlarına ilişkin olduğunu, İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde beraat kararı verildiği halde bu suçlardan yeniden yargılandığını ve böylece “ne bis in idem” ilkesinin rafa kaldırıldığını ortaya koymuştuk. Sadece 30. Ağır Ceza Mahkemesi kararı da değil; bu suçlara dair makul bir şüphe bulunmadığını tespit eden AİHM kararı da var (Kavala/Türkiye, Bşv. N. 28749/18, 18 Aralık 2019).

İddianamede sanık olarak gösterilen ve Osman Kavala’nın “baz birlikteliği” ile “ilişkide olduğu”, böylece “hükümeti devirmeye teşebbüs ettiği”, “casusluk yaptığı” iddia edilen Henry Jak Barkey adlı Türk vatandaşı sanıktan bugüne kadar ifade alınmaması dikkat çekicidir (“Baz birlikteliği”, İstanbul Taksim’de gezdiğiniz sırada, o sırada Taksim’de olan bir şüphelinin telefonun sinyal vermesi halinde, sizin salt orda bulunmanız nedeniyle onunla irtibatlı ve “otomatik suçlu” sayılmanız demek!)

Kavala’ya atfedilen “eylemler” şunlar: “Küçük Kara Balıklar, Güneydoğu’da Çocuk Olmak adlı belgesel filme, Dersim’de köylerin yakıldığına dair 1994 adlı belgesele maddi kaynak göndermek, KHK ile mesleğinden çıkarılan çok sayıda kamu görevlisine para göndermek”. Yani Osman Kavala’nın on yıllardır vakfı aracılığıyla destekte bulunduğu dernek ve sivil toplum çalışmaları “darbe suçu” olarak gösteriliyor (“Anadolu Vakfı” bünyesinde yürütülen bu demokratik faaliyetlerin Maliye Bakanlığı’nca her yıl denetlendiği ve bu faaliyetlerin yürütüldüğü yıllarda bir sorun bulunmadığını da not edelim).

Başka bir “suç”, Soros’un Açık Toplum Vakfı ile “kadına şiddet, asimilasyon, ifade özgürlüğü, çevre hakları, çocuk istismarı konularında çalışmalar yapmak” olarak sunuluyor. Bu faaliyetlerde, “Mehmet Osman Kavala’nın ayrıştırıcı amaçlarla Kürt ve Ermeni vatandaşlarımızı hedef aldığı anlaşılmıştır”. Yani iddianame ne Ermeni ne de Kürt kimliğini tanıyor, bu kimlikten insanları “vatandaş” görmüyor (“Çözüm” masallarından bu yana beş yıl geçti mi?).

Gezi’ye dair bölümlerde, “bu kalkışmayı perde arkasından Soros ile beraber yürüttüğü” iddia edilen Kavala’nın bu kapsamda neler yaptığına dair yine hiçbir kanıt sunulmuyor (Soros’un ifadesinin yedi yıldır bir kez alınmadığını da hatırlatalım). “Casusluk” suçu yönünden de hiçbir delil bulamayan savcılar, uzun uzun Türk Ceza Kanunu’nun 328. maddesindeki casusluk tanımından yakınıyorlar.

Kavala’ya atfedilen tuhaf başka bir “suç”, iddianamede “Büyükada Darbe Toplantısı” başlığı altında geçiyor: “Şüpheli Mehmet Osman Kavala’nın 22 Ocak 2016 tarihinde Joe Biden ile görüşmesinin ardından 27-29 Ocak 2016’da Avrupa Birliği’nin merkezi Brüksel’e gittiği...” (Savcılar, 15 Temmuz ve Biden arasında hayali bir irtibat, Kavala’nın ziyareti üzerinden ise “büyük bir ganimet” bulduklarını düşünmüş olmalı. Ama bu cümle bir bumerang oldu: Biden seçilir seçilmez Adalet Bakanlığı’nın, Kavala dosyasında işlem yapan yargı görevlilerinin isimlerini sorması hatırlayın).

Altına imza atan savcının Adalet Bakan Yardımcısı olarak “ödüllendirildiği” bu iddianameye, gerçek bir “iddianame” muamelesi yapmak, hukuk bilimine hakaret olur. Zira bir iddianame -asgari ve kanuni olarak- herhangi bir suç meydana gelip gelmediğini, bu suçu oluşturan eylemlerin neler olduğunu, bu eylemlerle suç arasındaki irtibatı ortaya koyan delilleri ve bu delillerin sanıkla irtibatını ortaya koymak zorundadır.

Yukarıdaki unsurları içermeyen bir iddianameyi eskiler -hukuki dille- “polis fezlekesi” olarak nitelerdi. Bu son dönemde, “istihbarat raporu” deniliyor (AKP’nin “İstihbarat Devleti” düsturuna uygun). İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2017/96115 numaralı Kavala İddianamesi o derece hukuksuzdur ki, onu “istihbarat raporu” olarak nitelemek de olanaksızdır. Bu vesikaya ancak “istihbarı değeri olmayan istihbarat raporu” denebilir.

Hüseyin Aygün /BİRGÜN

Kafkaslar Türkiye’yi Pasifiğe bağlayacak mı? - Erhan Nalçacı / SOL

 "Şu anda aralarında büyükçe bir ticaret hacmi bulunuyor. Ayrıntıları atarsak, Azerbaycan İsrail’e Bakü-Tiflis- Ceyhan boru hattıyla petrol veriyor, karşılığında silah alıyor"

Sabah gazetesi sekiz sütuna manşet  “Bir koridorla Pasifik’teyiz” diye yazmış. 

Bu temelsiz sevinci Dağlık Karabağ savaşı sonrası Nahçıvan ile Azerbaycan arasında ulaşımın tekrar kurulmasına dayandırıyorlar. 

Orta Asya petrol ve doğal gaz boru hatları, hızlı tren ulaşımı bu koridordan geçecek, Türkiye sermayesi Pasifik kıyılarına kadar etkinliğini artıracak.

Eğer dünya emperyalist bir düzen altında olmasaydı, böyle bir iktisadi/kültürel bütünleşme mümkün olabilir ve sevinçle karşılanabilirdi. 

Ama şimdi Türkiye sermayesinin bu koridordan nereye açılabileceğine, İran’da bir bilim insanının katledildiği suikastın izini sürerek bakalım.

Türkiye’de gerici kafanın bir Yahudi söylemi vardır, dünyayı onlar yönetiyorlar diye, dolayısıyla dünyayı Yahudiler ve Müslümanlar diye iki kampa bölmeye çalışırlar. Oysa İsrail’in diğer devletlerden özünde farkı yok, İsrail sermaye sınıfı yayılmacı, şoven, militarist özellikleri ile her türlü cinayeti işleyecek bir pragmatizmle davranıyor. 

Son cinayetten önce de İran’da en az dört bilim insanına, aileleriyle birlikte suikast düzenlemişler. Ayrıntıların ve cinayet planlarının nasıl yapıldığının bize bir faydası bulunmuyor.

Buna karşılık şu önemli: İsrail “uluslararası kamouyu” dedikleri yani emperyalist düzende tekellerin devletleri tarafından hiçbir eyleminden dolayı suçlanmıyor. Örneğin bu cinayet Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne gelebilirdi, ama bahsi bile olmuyor. Ancak dönüp “Ya İran’ın istihbaratı da amma zayıfmış” diyorlar. Sanki bir kovboy kasabasında yaşıyoruz.

İsrail gizlice nükleer silah sahibi olabilir, bağımsız ülkeleri bombalayabilir, cinayetler işleyebilir, Filistin topraklarını yavaş yavaş zimmetine geçirebilir, Filistinli devrimcileri hapishanede çürütebilir, ama kimsenin esasa ilişkin sesi çıkmaz.

ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin başlıca müttefiki olan İsrail dokunulmazlığın keyfini çıkartıyor, bir yandan da Çin sermayesinin İsrail’e yatırımları çok pragmatik bir şekilde sürüp gidiyor.

Şimdi İsrail’in sinsi yayılmacı eğilimini Kafkaslara bağlayabiliriz. Son suikastta Azerbaycan’daki İran’a dönük İsrail’in dinleme üslerinin kullanıldığı iddia ediliyor. En azından kimse bunu yalanlayacak durumda değil.

Azerbaycan’da yaşayan hatırı sayılır bir Yahudi nüfus olduğu ve bunların parça parça İsrail’e göç ettikleri, bu kesimin Yahudi olmaktan dolayı Azerbaycan’da baskı görmediği ve bundan dolayı iki ülke arasında bir yakınlık olduğu söyleniyor. 

Bu doğrudur büyük ihtimalle, ancak bu geçmişe dayalı duygusallık bir paravan olarak kullanılıyor.

Azerbaycan karşı-devrim sonrası Sovyetler Birliği’nden ayrılır ayrılmaz İsrail Azerbaycan’ı tanıyan ilk ülkelerden biri oluyor. Eski bir Sovyet Cumhuriyeti olan Azerbaycan’ın İsrail’in jeostratejik hedefleri içinde yer aldığı anlaşılıyor. 

Bu tarihten günümüze giderek artan bir işbirliği doğuyor. Şu anda aralarında büyükçe bir ticaret hacmi bulunuyor. Ayrıntıları atarsak, Azerbaycan İsrail’e Bakü-Tiflis- Ceyhan boru hattıyla petrol veriyor, karşılığında silah alıyor.

İsrail’in petrol ihtiyacının %50’si kadarı Türkiye üzerinden Azeri petrolü ile sağlanıyor. Azerbaycan ise İsrail’den İHA’lar ve güdümlü gelişkin füzeler olmak üzere silah satın alıyor. Ordusu İsrailli subaylar tarafından eğitiliyor. Ortak silah üretimine ilişkin anlaşmalar yapılıyor.

Azerbaycanlı öğrenciler İsrail üniversitelerinde eğitim görüyorlar, Azerbaycan’da Üniversite’nin İbranice bölümü açılıyor.

Netanyahu çeşitli kereler Azerbaycan’ı ziyaret etmiş. Bu ziyaretlerden birinde Aliyev şöyle demiş: “İsrail ile yakınlığımız çok derindir, sizlerin gördüğü ancak yüzeydeki %10’u bu ilişkinin”. 

Eyvah, itirafa bakın, %90’ı gizli ve derin bir ilişki.

Nitekim İsrail’in Azerbaycan’da sahip olduğu İHA üssünden kalkan bir uçağın İran nükleer tesisinin üzerinde uçtuğu belgelenmişti geçen yıllarda. 

Şimdi bütün bunlara bir de ABD devletinin kirli ve kanlı bir gedikli çavuşu olan Biden’ın seçilmesi ile NATO’nun Asya ve Okyanusya’daki müttefiklerini de kapsayarak Çin ve Rusya’ya karşı bir koçbaşına dönüştürülme girişimini ekleyin.

Türkiye’den Pasifik’e kadar bütün coğrafya, Azerbaycan’dan, Özbekistan’a, Kırgızistan’dan Tayvan’a bir darbeler, renkli devrimler, suikastlar, askeri kışkırtmalar coğrafyası haline gelecek.

Dolayısı ile normalde sevinilecek bu koridorun Türkiye için Pasifik’e değil, felakete açılma olasılığı çok kuvvetli.

Erhan Nalçacı / SOL