25 Aralık 2020 Cuma

Arap Baharı: On Yıl Sonra - Korkut Boratav / SOL

Her yerde sömürüden, zulümden, adaletsizlikten bunalan halk ayaklanıyor; kendi iktidarının özlemindedir; yani devrim istemektedir; ama örgütsüzdür. 



“Arap Baharı”, on yıl önce Tunus ve Mısır’da patlak verdi. Aslında bu iki ülkeyle sınırlıdır. Yine de uzantıları tüm Orta Doğu coğrafyasını sarstı.

Tunus ve Mısır’da halk ayaklanmaları önce yozlaşmış iktidarları devirdi. Yerlerine siyasal İslam geçti; halk direnmesi o iktidarlara da son verdi. 2020’ye gelindiğinde egemen sınıfların tahakkümü süregelmektedir.

Arap Baharı’nı bu aşamaları ile hatırlatmak istedim.

2011: Halk ayaklanmaları yozlaşmış iktidarları deviriyor

Arap Baharı’nı tetikleyen olay Tunus’ta 17 Aralık 2010’da gerçekleşti. Sidi Buzid kentinde işsiz bir üniversite mezunu Muhammed Buazizi pazarcılık yapmaktadır; tezgâhındaki meyvelere zabıta el koyar. Polise şikâyeti sonuçsuz kalan; dahası dayak yiyen Muhammed, bedenini ateşe verir; on dokuz gün sonra ölür.

Muhammed’le dayanışma, önce Sidi Buzid’de, sonra tüm Tunus’ta protestoları tetikler. Gösteriler halk sınıflarının tüm katmanlarına yayılır; ayaklanmaya dönüşür. Başkan Bin Ali’nin önce şiddete dayanan önlemleri; sonra uzlaşı çabaları ve ödünleri sonuçsuz kalır. Bin Ali, ordu ile anlaşır; ülkesini terkeder; Cidde’ye gider.

“Arap Baharı”nın ikinci dalgası, Ocak 2011’de Mısır’da Hüsnü Mübarek rejimine karşı patlak verir. Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda yüzbinler toplanır; kalkışma, zamanla tüm Mısır’a yayılır; güvenlik güçleri çaresiz kalır. Bir ay sonra Mübarek, başkanlıktan istifa eder; yargılanmak üzere gözaltına alınır.

Tunus ve Mısır, Bin Ali ve Mübarek dönemlerinde fiilen tek lider rejimleriydi. Seçimleri daima, açık-ara kazanan liderler… Ayrıca, devlet aygıtından beslenen, emperyalizme bağımlı, ilkel kapitalizmler…

Tunus’ta Bin Ali ailesi, ekonominin kritik sektörlerinde, yabancı şirketlerle ortaklıklar içindeydi. İktidar, zamanı gelince ailenin genç kuşaklarına devredilecekti.

Mısır’da da benzer bir aile iktidarı yerleşmekteydi. Başkan Mübarek’in oğlu Cemal, iktidar partisinin genel sekreteri idi; bir sonraki seçimde babasının görevini devralacağı peşinen biliniyordu. Mısır, Dünya Bankası’nın ölçütlerine göre “dünyanın en aktif on reformcusu” listesinde yer almaktaydı.

Tunus ve Mısır halkı 2011’de bu iki iktidara son verdi

2012: Tunus ve Mısır’da siyasal İslam iktidarda

2010-2011’de Tunus ve Mısır isyancıları, yozlaşmış Bin Ali ve Mübarek iktidarlarının “gitmesi” hedefinde birleşiyorlardı; o kadar… “Devrimler Çağı”nın Avrupa’sında, 1917 Rusya’sında değildiler; iktidara el koyabilecek örgütleri, sonrasını hedefleyen programları yoktu. Bin Ali ve Mübarek sonrasında “özgür seçimler” hedefinde birleştiler; o kadar…

İki ülkede 2011-2012 seçimleri, ayaklanmalara katılmayan; o aşamada rol almayan Müslüman Kardeşler (Tunus’taki adı “Nahda”) tarafından kazanıldı.

Burgiba’dan bu yana Tunus’ta laik birikim yerleşmişti. Nahda’nın yaygın örgütlenmesi yoktu. Lideri Raşid Gannuşi 22 yıldır Londra’da yaşıyordu. Bin Ali döneminin “tabela partileri” itibarsızdı. Halk sınıflarında yaygın olan Selefi akımların katkısıyla Nahda seçimlerden ilk parti olarak çıktı; hükümeti kurdu.

Mısır’da Müslüman Kardeşler (İhvan) ise, Tunus’a göre daha yaygın ve örgütlüydü. Ayaklanmalardan uzak durdu; seçimlere hazırlandı. 2012’deki başkanlık seçiminde İhvan’ın adayı Mohamed Morsi, ilk turda %25 oy aldı. Siyasal partilerden yoksun olarak seçime giren üç laik adayın oy toplamı ise %56’ya ulaşmıştı. İkinci turu Morsi küçük bir farkla kazandı.

Böylece 2011’de Arap baharı, iki ülkede siyasal İslamcı iktidarlarla sonuçlanıyordu.

2013: Halk ayaklanmaları; İslam’cı iktidarların sonu

İslamcı iktidarlar, 2012-2013’te halk sınıflarının sert direnmesiyle karşılaştı.

Tunus’ta Nahda, İslamcı programını, dolaylı yoldan, Selefi hareketler aracılığıyla yürüttü. Selefiler, “Devrimi Koruma Komiteleri” içinde örgütlendi; kültür, giyim-kuşam, basın, siyaset alanlarında “İslâm’ın değerleriyle uzlaşmayan” sembollere, ürünlere, mekânlara, kişilere saldırmaya; baskı, şiddet uygulamaya başladı.

İki solcu aydının (Şükrü Belaid ve Muhammed Brahmi’nin) öldürülmesi bardağı taşırdı. Cenazeleri, yüzbinlerin katıldığı direnme gösterilerine dönüştü. Halk direnmesi sınıf örgütlerini harekete geçirdi. Sendikalar Konfederasyonu ile Ticaret, Sanayi ve Esnaf Odaları arasında ulusal uzlaşma görüşmeleri başladı. Nahda, İslamcı programından vazgeçmeye zorlandı. Kurucu Meclis görüşmelerinde Anayasa taslağı, İslamcı ve laik güçlerin uzlaşması sonunda kabul edildi.

Sonraki yıllarda Nahda, parti programını da İslamcı hedeflerden arındıracak; laik partilerle işbirliğini yeğleyecektir. 2014 seçimlerini kazanan, yüzde 38’lik oy oranı ile laiklik platformu üzerinde oluşturulan yeni bir parti (Tunus Çağrısı) oldu. Bu partinin yönetiminde Burgiba ve Bin Ali dönemlerinin bazı siyasetçileri de yer almaktaydı.

Tunus’ta, zaman zaman Nahda’nın da katılacağı koalisyonlarla yönetilen; hukuk devleti ilkelerinin yerleştiği bir dönem böyle başladı.

Mısır’da ise, siyasal İslam iktidarının sonu, Tunus’tan farklı bir süreç içinde gerçekleşti. Morsi liderliğindeki bir yıllık İhvan iktidarı, İslamcı programı pervasızca yerleştirmeye kalkıştı. Laik bir halk muhalefeti örgütlenmeye başladı; Morsi’yi istifaya çağıran 22 milyon imza toplandı. Temmuz 2013’te milyonlar, bir kez daha meydanlarda bir araya geldi.

İhvan iktidarının sonu gelmişti. Morsi istifa etmek üzereydi. Halk sınıflarının iktidara katılımının ön-koşulları, örgütlenme düzleminde oluşmaktaydı.

Egemen güçler, iktidarı paylaşmayı dahi göze alamadı. Emperyalizmin örtülü desteği altında Genel Kurmay Başkan Sisi’nin askeri darbesi yeğlendi.

2020: Farklı iki güzergâh; ayrışmalar, benzerlikler

“Arap Baharı”nı temsil eden Tunus ve Mısır, on yıl sonra iki farklı durakta bulunuyor: Hukuk devleti ilkelerini içeren temsilî bir demokrasi (Tunus) ile baskıcı bir askerî faşizm (Mısır)…

Ne var ki, 2020’ye gelindiğinde ikisini de birleştiren hazin bir özellik var: Kesintisiz sürdürülen neoliberal programlar, sermayenin yoğunlaşan tahakkümü, halk sınıflarının çaresizliği…

 Bu ortak sonucun arka planında, Arap Baharı’na karşı emperyalist sistemin ilk tepkisi var: Mayıs 2011’de Deauville, Fransa’daki G8 zirvesinde oluşturulan Deauville Partnership with Arab Countries in Transition girişimi önem taşımaktadır. Bu girişim, halk ayaklanmaları ile başlayan “geçiş süreci”ni, Tunus, Mısır ve Fas’a dönük, IMF destekli kaynak akımları ve neoliberal reformlar ile denetlemeyi hedeflemekteydi.

Aynı tarihte Libya ve Suriye iktidarlarına karşı emperyalist saldırganlık tasarlanmaktaydı ve hızla hayata geçirilecekti.

Tunus’a açılan krediler sonunda ülkenin dış borç/millî gelir oranı 2010-2018 arasında 30 puan (%41 → %71) artmıştı. 2012’yi izleyen IMF programları, iyi bilinen “kemer sıkma” kurallarına dayanmaktaydı: Dış borç servisini bütçe fazlası yaratarak ödemek… Dolaylı vergileri artıran, enflasyonu hızlandıran ve kamu harcamalarını frenleyen yeni bir program, 2018’de yaygın, sert sokak gösterilerine yol açtı.

Demokratikleşmeden beklentiler bu ortamda aşındı. Siyasal partilere dönük hayal kırıklığı yaygınlaştı. 2019 seçimlerine bu ortamda gidildi. Partiler-dışı, az tanınan bir aday (Kais Said), ikinci turda %72 oyla cumhurbaşkanı seçildi. 2012 uzlaşmalarını temsil eden Nahda ve Tunus Çağrısı büyük boyutta oy kaybetti. Sosyalist muhalefet marjinalleşti.

İki doğrultuda bir siyasal kutuplaşma gözleniyor: Laik muhalefeti, Özgür Destur Partisi lideri bir kadın siyasetçi Abir Moussi temsil ediyor. 2010 sonrasının demokratik dönüşümlerine karşı çıkıyor; Burgiba-Bin Ali dönemlerini, Nahda’nın yasaklanmasını savunuyor. Karşı uçta, Nahda’nın uzlaşmacı çizgisini sindiremeyen, katı İslamcı eğilimler güçleniyor.

Mısır için söylenecek fazla şey yok: Askerî faşizm altında Mübarek dönemi ve öncesinde benzeri yaşanmayan, ölçüsüz bir baskı rejimi… İhvan’cı, liberal ve tüm renkleriyle solcu akımlar, kan dökülerek ezildi. Karşılığında Trump’ın Sisi için “en beğendiğim diktatör” dediğini öğrendik.

Sisi’nin İhvan karşıtlığı, darbe sonrasında, Suudi Arabistan’dan yüklü destek almasını sağladı. 2016’da IMF ile bir kredi anlaşması, geleneksel neolieral politikaları içerdi. Mısır’ın geleneksel egemen güçleri ile emperyalizm arasında örtülü bir ittifak yerleşmiştir.

Her yerde sömürüden, zulümden, adaletsizlikten bunalan halk ayaklanıyor; kendi iktidarının özlemindedir; yani devrim istemektedir; ama örgütsüzdür. Bu kalkışmaları iç ve dış egemen güçler eziyor ve/veya yönlendiriyor. Sonuç, halk sınıflarının çaresiz, sahipsiz kalması…

Arap Baharı’nın hem Mısır’da, hem Tunus’ta nihaî bilançosu da budur.

Korkut Boratav / SOL

24 Aralık 2020 Perşembe

‘Paralel devletçikler devleti yıkıyor!’ - Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

 


- CHP’li Belediye Başkanları İmamoğlu ve Çerçioğlu için yapılan ahlaksız teklifin arkasında hangi AKP’li bakan vardı? 

- Pelikancılar AKP içinde hangi operasyonları yaptı ve kimleri fişledi? 

- Yargının arka odalarında hangi ses kayıtları dolaşıyor? 

 - Holding patronu cinayetinin üstü hangi yollarla kapatılmak istendi?  

-Hâkimler ve savcılar gizlenen skandalları ilk kez nasıl anlattı? 

- Nurcular devlet içinde nasıl bir ağ kurdu? 

- Yargıdaki Pelikan-Hakyol mücadelesinin perde arkasında ne vardı? 

- FETÖ borsasının belgesinde neler yazıyordu? 

- Diyanet’in gizli tarikatlar raporu nasıl sızdı? 

- Öldürülen AKP yöneticisinin eşi sessizliğini bozup neler anlattı? 

- 15 Temmuz raporu aslında neden basılmadı? 

- Kartal İmam Hatip mezunu olmak devlette hangi kapıları açıyor? 

OdaTV Haber Müdürü, gazetemiz yazarı Barış Terkoğlu ile OdaTV Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan; çarpıcı gazetecilik araştırmaları Metastaz serisinin bu ikinci halkasında, devlette yaratılan çürümeyi ve herkesin hissettiği cendereyi belgeliyor.

ALARM!

- Metastaz 2 - Cendere’yi bugünü önemsediği, öncelediği kadar geleceği de düşünerek kaleme alıyorsunuz. Uyarıların, ortaya konulan gerçeklerin “menzil”inde bir değil birkaç kuşak var. Gelecekte sizi bekleyen okura ulaşma çabanızdan bahsediyorsunuz ta en baştan. Neler diyor, öncelikle hangi uyarılarda bulunuyorsunuz o geleceğin okuruna, yurttaşına da?

BARIŞ PEHLİVAN: Eğer Cendere’de anlatılan çürümüş devlet ve sıkışmış toplum yapısı değişmezse, yarın çok daha kötü günleri görmemiz kaçınılmaz. Bu kitap bir anlamda alarm zili görevi üstleniyor. Herkesi uyandırmayı amaçlıyor. Bugünün küçüklerinin geleceği, bu devletin her yanını sarmış kirli ağdan kurtulup kurtulmayacağımızla şekillenecek.

BARIŞ TERKOĞLU: Gelecek bugün toprağa tohumu bırakılmış bir çiçek gibi. Yaptığımız eylemler, attığımız adımlar önümüzdeki kuşakların dünyasını yaratacak. Kitap Cumhuriyet'in kazanımları yıkılarak yerine geçirilmiş hizipleri, tarikatları, örgütleri, çeteleri anlatıyor. Geleceğin okuyucusu bu güçlerle hesaplaşmamızın sonucuna bakarak yazdıklarımıza bir anlam verecek.

- Kriz ve salgın, şahtık şahbaz olduk misali hali hazırdaki cendereyi iyice sıkan, dünyanın ahvalini de betere yol aldıran dinamikler olarak fil gibi bir gerçeklik, dağ gibi bir karmaşa olarak karşımızda duruyor! Pek çok ezberin bozulduğu bu dönemde ülkemizde gözden kaçırılmaya, gürültüye getirilmeye çalışılan gerçekliklere ilişkin fikri ve fiziki takibiniz nasıl sürüyor bu kertede?

B.P: Gazeteciyiz ve bunu en çok şaşırmaktan vazgeçmemeye borçluyuz. Habercilik için kanıksamayı günlüklerimizden silmek gerekiyor. Gerisi geliyor zaten...

B.T: ABD'de boğazına polis dizi basılmış siyahi "nefes alamıyorum" diyordu. Sahiden dünyanın yaşadığı bunalımın özeti oldu. Ekonomik kriz, despotik iktidarların yükselişi, salgın ile yaşanan buhran hepsi ama hepsi bir büyük sıkışmaya işaret ediyor. Her şeye rağmen karanlığı tarif etmek ışığın bilgisiyle oluyor. Gazetecilik de böyle bir şey. ‘Bu şartlar altında da gerçeğin üstündeki örtüyü kaldırmaktır’la tarif edilebilir..

'DEVLETİN YAKINDAN FOTOĞRAFINI ÇEKTİK'

- Memlekette devlet algısı neye dönüştü? Kim devlet, kimler adeta? Denklemde yeri olmayanların devletteki konuşlanışı nasıl sürüyor da sürüyor? Ve bu sefer neler ayrı neler farklı, hani daha çakalca?

B.P: Kitapta da vurguladığımız bir nokta var. Osmanlı’nın çöküşünün simge sözlerinden biriydi kaht-ı rical; devlet adamı yoksunluğu anlamına geliyordu. Şimdi tam da bunu yine yaşıyoruz bize kalırsa. Bu yoksunluktan oluşan boşluğa, yani devlete tarikatlar, klikler ve çetelerle ilişkili insanlar dolmuş durumda. Hepsi adeta paralel devletçikler oluşturmuş halde. Maalesef...

B.T: Devlet çok somut bir kavram. Teoriye göre bürokrasi artı ordu. Ancak bir de soyutlama. "Ben devletim" diyen kralları biliyoruz. Biz bu dönemi anlatırken uzaktan koca bir dağ gibi görünen devletin yakından fotoğrafını çektik. Görünen o ki devletin içinde sayısız grup kendi gündemini takip ediyor. İşin ilginci hepsi kendince "ben devletim" diyor. Devleti bir şal gibi üstünü örtmek için kullanıyor. Bu açıdan devletin yerini, günden güne gücünü devlet gibi kullananlar alıyor. İşin esasına bakarsanız bu devletin de yıkımıdır. Devlet, gücünü kendi sınırları içinde başka bir organa devredemez. Ya da Özdemir İnce Ağabey'in uyarısıyla devletin otoritersi başka kurumlara terk edilemez.


- Ülkeyi cendereye sokanlar vurguladığınız gibi elbirliğiyle boğazımıza basan o çetelerin, tarikatların, hiziplerin, paralel örgütlerin kör dövüşünde ikinci üçüncü rauntta böyle giderse bizleri daha neler bekliyor? Cendere o sıfır noktasına ilişkin hangi temel vargıları işliyor?

B.T: Yakın coğrafyamıza bakın tehlike kendisini gösteriyor. Bugün ulusu tarif eden kurumların yerine geçmeye çalışan yapılanmalar ülkeleri yerlebir etti. Umarım o günleri görmeyecek Türkiye. Zira bu ülkenin yurttaşlarının tarihten gelen bir birikimi, bir aklı var.

‘TARİKATLAR DEĞİL AKP TABUSU YIKILDI!’

- Metastaz 1’i konuştuğumuzda dışarıdaydınız, sonra hapse atıldınız. Şükür ki çıktınız ve bu süreçte çok şey değişti ve değişmedi. Değişenleri ve değişmeyenlere burada da getireceğiniz yorum nedir?

B.P: Şöyle özetleyebilirim; hukuk ve adalet dediğimiz o yüce kavramlar elimizin, zihnimizin ve yüreğimizin içinde çok daha fazla küflendi. Artık kokuyor ve istemeseler de, sorumlusu olsalar bile en baştakiler bile “reform yapalım” deme noktasına geldi. Yaparlar mı, çok şüpheliyim.

B.T: Hiçbir şeyin değişmediğini söylemek kulağa hoş gelebilir. Ama aslında değişiyor. Bakın Metastaz 1'i neredeyse iki yıl önce konuştuğumuzda bir tarikat tabusu vardı. Tarikatlar değil ama tabusu yıkıldı. Artık her yerde tartışılıyor. Kamuya dair fikir üretenler bile tarikatları tehlike olmaktan çıkarmayı konuşuyor. Bizim işimizin toplumun önüne konan aynalı vitrinlere taş atmak olduğunu düşünüyorum. Göreceksiniz bugün yazdıklarımız da bazı şeyleri konuşmayı kolaylaştıracak. Kişisel olarak sorarsanız benim, bizim değişimimiz tarihin yanında önemsiz bir ayrıntı.

- Yazım sürecinde kimler ne gerekçelerle yönelttiğiniz sorularınızı yanıtsız bıraktı?

B.P: Gazetecilik gereği kitapta yazdığımız konuları taraflara sorduk. Aldığımız yanıtları da sayfalarımıza taşıdık. İki önemli eksik dışında: Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli ile gücünü Cumhurbaşkanlığı’ndan alan bir avukat. Onlar sorularımıza yanıt vermek istemedi.

Barış Terkoğlu: Belki de verecek yanıtları yoktu.

‘MAHKEMELER TORNAVİDAYA DÖNÜŞTÜ’

- Ekrem İmamoğlu, Özlem Çerçioğlu başta CHP’li başkanları yolsuzluk ve usulsüzlük konularında asılsız suçlamayı reddeden FETÖ sanığı Erkan Karaarslan üzerinden düzenlenmek istenen kumpas filmin nasıl bir devamıdır? Yöntemler değişmiyor ama alınan sonuçlara bakıldığında kötüler artık daha bir kaybetmeye başlar gibi mi? Aracı bakan makan forsu da hak getire adeta… Kumpasın şanındandır misali tehdit gırla ama hani ricacılıkta da bir artış mı gözleniyor ne dersiniz? Tükenişin izlerini de nasıl sürüyorsunuz bu bağlamda?

B.P: Düşünebiliyor musunuz; halen görevdeki bir bakan bir FETÖ tutuklusuna iftira atması karşılığında tahliye, beraat ve para vadediyor. O kadar çok istedik ki, yalan olmasını. Ama maalesef hem sorularımıza yanıt vermediler hem de sessizliklerini koruyorlar.

B.T: Burada benim içimi yakan daha çok bakan, iftira, şantaj değil. Başka bir şey. Hukukun bu işlere aracı kılınması. Mahkemelerin çatal gibi, bıçak gibi, tornavida gibi bir alete dönüşmesi. Zira insan insana her türlü kötülüğü yapar ama hukuk tarihsel bir kazanımdır. Beni öldürmelerinden daha kötüdür bir milletin yarattıklarının yıkılması.

‘PELİKAN, İSTANBUL ADLİYESİ’Nİ BİLE YÖNETTİ!’

- Pelikancıların yargı içerisindeki müdahalelerini nasıl ortaya koyuyorsunuz? Pelikan’ın hedefindeki Hakan Fidan’ın bir ileri bir geri o duruma ilişkin neler söylersiniz? Davutoğlu ile Erdoğan’ın birbirinden farklı Hakan Fidan tasarruflarından kastettiğiniz nedir?

B.T: Pelikan Bildirisini okursanız çok net bir şekilde Hakan Fidan'ı sevmiyorlar. Onu Davutoğlu'nun adamı olarak görüyorlar. Bunu da açıkça ifade ediyorlar zaten. Fidan'ın vekil olmasına onay veren Davutoğlu, buna karşı çıkan Erdoğan. Öte yandan pelikan dediğinizin önemli bir ayağı yargı. İstanbul Adliyesi'ni bile yönettiler.

- “REİS’leri için canını feda edecekler”ini ifade ederek kaleme aldıkları, 1 Mayıs 2016’da yayımlanan Boğaziçi Küresel İlişkiler Merkezi’nin Kuzguncuk’taki yalısı çıkışlı Pelikan Bildirisi hangi uyarılarla yer alıyor kitabınızda? Ve Pelikancıların ortak özelliklerini burada da dile getirir misiniz?

B.T: Bildirinin analizini yapıyoruz. Hatta yazanın ismini de veriyoruz. Yarın kim yazdı sorusunun peşine düşen olursa kitaptan faydalanabilir. Öte yandan amaçlarını da çizgilerini de tarif ediyoruz. Fişlemelerini, eylemlerini anlatıyoruz. Ortak özellikleri mi? Elbette eski FETÖ'cü sonra Reisçi olmaları. Ama eski alışkanlıklarından hiç kurtulamıyorlar.

- Memnuniyetsizlikleri had safhada ve dönüşüm azmindeki Pelikancıların AKP ve MHP içinde mim koydukları isimler de öyle böyle değil! Kimler kimler var hedeflerinde?

B.T: Oldukça çok isim var. Aslında bildiğiniz gibi bildiride Devlet Bahçeli de hedef alınıyor. Ya da Naci Bostancı gibi halen partinin kritik ismi olanların üstü çiziliyor. Ancak Pelikan ekibi o bildiriyle kalmadı. Adım adım birçok ismin üstünü çizdi. Örneğin Cumhurbaşkanı'nın konuşma metinlerini yazan Aydın Ünal da Cumhurbaşkanı'nın kuzeni Cengiz Er de bunların arasında. Bana sorarsanız DEVA ya da Gelecek gibi partiler onların eylemlerinin sonucunda ortaya çıktı. Elbette Pelikan Erdoğan için Erdoğan'dan yana şiarıyla kendi hikayesini yazdı.

- Ya Pelikancıların AKP içinde temsilcisi oldukları hizibin bugünkü durumu, medya ve sosyal medyadaki temsiliyetlerinin safhası? Sonra Putin’in de benzer bir yapılanmayla ülkesinde muhaliflerine binlerce neferiyle taarruz halinde olduğu yazılmış çizilmiştir malum. Bu bağlamda Erdoğan’ın Pelikancılarla temasını nasıl yazıyorsunuz?

B.T: Erdoğan için kimi destekççilerinin kimi de muhaliflerinin bir yakıştırması var. "O değil çevresi" diyorlar. Bana sorarsanız Erdoğan her şeyin farkında, her şeyi biliyor, bütün bunların da önünü açıyor. Pelikan Grubu kendi iktidarı için işlevli olduğu oranda da destekliyor. Nihayetinde bu grubun lider bildiği kişi kendi ailesinden. Kitapta anlatıyoruz. Grup eleştirilerin odağı olduğunda Erdoğan yalıya gidip onlarla fotoğraf çektiriyor.

- Pelikancıların ekonomisine nasıl can verildiğini de ayrıntılarıyla ortaya koyuyorsunuz. Hele ki bir İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni kaybetmelerinin faturası... Öyle böyle rakamlar değil söz konusu olan…

B.P: Çok büyük paralar. Medyalarıyla beslenmişler. İhalelerle beslenmişler. Kadrolarla beslenmişler. Bunların ayrıntılarına yer verdik. İstanbul'u kaybetmemek için yaptıkları provokasyonlar bile onlar için İstanbul'un ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor.

- FETÖ Borsası dosyasını Türkiye’ye duyuran muhabir arkadaşımız Seyhan Avşar hakkında iki yıla kadar hapis istemli dava açılan FETÖ borsasını bu kertede hangi yeni adli örneklerle işliyorsunuz?

B.P: Size kitaptan bir bölüm aktarayım; siz değerlendirin:

Bir FETÖ şüphelisi, arsasındaki KHK şerhini kaldırmak için bir dolandırıcıyla anlaşıyor... O dolandırıcı, ilgili dosyaya bakan FETÖ savcısına ulaşıyor... O savcı, kendisine gelen dolandırıcının talebini asıl çalıştığı başka bir dolandırıcıya aktarıyor... Savcı ile ortak çalışan o diğer dolandırıcı, FETÖ şüphelisini bulup “işini asıl biz çözeriz” diyor... FETÖ şüphelisi, bunu diyen dolandırıcıya aracı olarak kendi çalıştığı dolandırıcıyı gönderiyor... FETÖ savcısının dolandırıcısıyla FETÖ şüphelisinin dolandırıcısı kendi aralarında anlaşamıyor... Savcının ortak çalıştığı dolandırıcı, dolandırmak için buluştuğu ama o sırada savcılığa çalışan bir başka FETÖ şüphelisine, beğenmediği dolandırıcıyı şikayet ederken polis de onları dinliyor!

- Abdülhamit Gül ile Pelikan kavgasında Türkiye’nin ıskaladığı neydi? Bu dönemde neler açığa çıktı?

B.T: Bana sorarsanız bu, memleketin hayrına bir tartışma. Zira hem bu tartışma sayesinde devlet içindeki yapılanma iyice görünür oldu. Hem de kimilerinin yargıyı ne işler için kullandığı daha da anlaşıldı. Ama neyi ıskaladık? Elbette kazanım Anayasalı hukuk düzeni olmadığı sürece çok şeyi ıskalamış olduk.

- AKP’nin içinde an itibariyle neler oluyor ve daha neler olacaktır’a yanıtınız, görü ve öngörüleriniz?

B.P: Artık bir AKP yok. AKP'ler ve Erdoğan var. Erdoğan'ın birliğini koruma politikası AKP'nin "çokları"nı artırdı. Parti güçler savaşıyla yaşar oldu. Erdoğan tutkalı olmasa neler olabileceğini söylemek zor değil. Ayrıca bütün güç iktidarda toplanmış olmasına rağmen ağır bir yönetme krizi yaşanıyor. Berat Albayrak'ın gidişi liderliğin bir adım gerisindekiler için büyük fırsat yarattı. Ancak bir gerçek daha var ki kendi elleriyle getirdikleri sistem partiyi çok sıkıştırdı. Ne MHP ile ne MHP'siz olmuyor. Erdoğan'ın dünyanın en pragmatik liderlerinden biri olduğunu unutmadan bakarsanız önümüzdeki dönem pekçok açıdan iktidar bloğunun yeniden yapılandığı dönem olacak.

- Nurcular devlet içinde yapılanırken izlenen yönteme ilişkin en dikkatinizi çekenler?

B.T: FETÖ kavramını çok kullanıyoruz. Ama bu bize FETÖ'nün bir Cemaat örgütlenmesiyle geldiğini, aslen de Nurcu olduğunu unutturuyor. FETÖ'nün iktidar hedefi Said-i Nursi öğretisini Gülen eliyle iktidara uyarlamaktan ibaret. Bütün Nurcu "abiler" düne kadar Gülen'in ardında dizilmiş, onu Nurculuğun öncüsü sayıyordu. FETÖ giderken bütün bu Nurcular günahsızmış gibi aynı yöntemlerle devletin içerisinde kendilerine alan açıyorlar. Askeriyede de mülküyede de örgütleniyorlar. Okuyucular, Yazıcılar vs vs derken yine kamuyu parçalıyorlar. Elbette hiçbir FETÖ kadar kompleks bir örgütlenmeye sahip değil. Ama niyetleri de farklı değil. Açık bir gerçek daha var ki Nurcular ellerinde yetişmiş İçişleri Bakanımızı çok seviyorlar.

- Kitabı yazarken devletin içindeki birçok gizli kahramanla buluştuğunuzu, içlerinde görevdeki bazı hâkimler ve savcıların da bulunduğunu ifade ediyorsunuz kitapta. Onları anlatmanızı rica ederek bitirelim söyleşimizi.

B.P: Bakınız, çok açık söyleyelim: Bu ülkede halâ iyi şeyler olabiliyorsa, emin olun adını belki bilmediğimiz emniyet müdürleri, savcılar ve hakimler sayesindedir. Bugün çoğu pasif görevde ama şüpheniz olmasın ki; az değiller. Biz gazeteciyiz, herkesle görüşmek bizim işimizin bir doğası. İşte elini taşın altına koyan o gizli kahramanlar sayesinde yazılıyor biraz da böyle kitaplar.


Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

Fotoğraflar: VEDAT ARIK 



Metastaz 2: Cendere / Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan / Kırmızı Kedi Yayınevi / 296 s. / 2020.

Askerlerin çıplak fotoğrafının öyküsü - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


BirGün’de de gördüm Cumhuriyet’te de. Basın İlan Kurumu’nun kısıtlamasına karşı yayımlanmıştı. Kimi ilanların altında eski harp okulu öğrencilerinin numaraları vardı. Arkadaşlarım gösterince “Bazılarını tanıyorum” dedim.

Anlatayım...

Jandarma baskına hazırlandı. Metris Cezaevi’nde ansızın girecekleri koğuşun bir farkı vardı. İçeride yatanların çoğu eski silah arkadaşlarıydı. 14 Ocak 1984’te, topluca girdikleri odada, yasaklı madde aramıyorlardı. 3 gün sonra mahkemeye çıkacak tutukluların kıyafetlerinin peşindeydiler. Pantolon, gömlek, ceket hepsine el kondu.

Neden mi?

Çünkü “Mustafa Kemal’in askerine tek tip giydiremezsiniz” diyen THKP/C Üçüncü Yol davası sanıkları, tek tip kıyafeti reddediyordu. Düşünüldü, taşınıldı. Sıkıyönetim komutanları bir formül buldu. “Giyecek başka elbiseleri olmazsa...” denildi.

17 Ocak 1984: Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No’lu Askeri Mahkemesi’ndeki duruşmanın günü.

3 gün koğuşta don-atlet gezen askerler kararlıydı. Bu kez döve döve giymeye zorlandılar. Onların da bir B planı vardı. Tek tipler giyildi. 123 sanık salona girdi. Kelepçeler çözüldü. Basın içeri alındı. Hesap belliydi. Ertesi gün gazeteleri açanlar, üniforması çıkarılan askerleri tulum içinde görecekti.

Ama kimsenin beklemediği bir şey oldu. Saniyeler içinde hepsi tek tipleri parçaladı. Çıplak kalmışlardı. O anın fotoğrafını Cumhuriyet muhabiri Deniz Teztel çekti.

Askerler salondan çıkarıldı. Tarihi fotoğrafa da o gün yayın yasağı geldi. 31 Ocak’ta görülen bir sonraki duruşmada, salon yine atlet-külotlu adamlarla dolunca, mahkeme karar aldı: “Duruşma inzibatını bozdukları gerekçesiyle yargılamanın sanıkların yokluğunda yapılmasına...”

Bir zamanların hikâyesi

Yalan söylemeyeyim.

Darbe mağduruyuz” dediklerinde aklıma başkaları gelmişti. Buluştuğumuzda anladım. 12 Eylül’ün ve 12 Mart’ın ardından tutuklanan, yargılanan, işkence gören ve nihayetinde üniformaları üzerlerinden sökülen askerlerdi.

Masaya oturduğumuzda ilk sorum şuydu: “Yetmez Ama Evetçi” misiniz?

Nereden çıktı” demeyin. Çok değil, 10 yıl önceki 12 Eylül referandumunda, onlar konuşulmuştu. Asıl niyet; yargıyı, AKP desteğiyle FETÖ’ye teslim etmekti. Mezardakiler kalkıp oy kullanacaktı. Vitrine ise 12 Eylül-12 Mart mağdurları konmuştu. Karşı çıkanlara “darbeci” deniliyor, “darbelerle hesaplaşıyoruz” masalı anlatılıyordu.

Öyle ya, FETÖ’cü savcılar bu sırada yurtsever askerleri Silivri’ye tıkmıştı. Sanki Türkiye’nin tüm günahlarının kefaretini onlara ödeteceklerdi. İşte o referandumda, darbe mağduru askerlerin de gündeme geldiğini, içlerinden bazılarının ekranlara, gazetelere çıkarıldığını hatırlıyordum.

Üstelik...

Buluşmamızda bana 50 yıllık mağduriyet hikâyelerini ve mücadelelerini anlatan “Kışlada Sol Kırım” başlıklı bir kitap verdiler. Arka kapağında, bugün Sabah gazetesinde yazan iki gazetecinin satırlarının olması dikkatimi çekmişti.

Bu bir çifte standart

12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün ardından yapılan yargılamaları konuştuk. Darbecilerin kendi hukuklarıyla yarattıkları sıkıyönetim mahkemelerinde yaşadıklarını sıraladılar. İşkenceleri yeniden yaşar gibi anlattılar. Kurtulmak için bileklerini kesenlerden, camdan atlamaya çalışanlardan bahsettiler. 11981-18 sicil numaralı Harbiyeli Ahmet Reşit Erdoğdu’nun kayıtlara “intihar” diye geçen hikâyesini de konuştuk.

Peki, bugün? Bugün neden yaşadıklarını yeniden gündeme getiriyorlardı? İmza kampanyası başlatmış, milletvekillerine mektuplar göndermişlerdi? Gazetecileri teker teker dolaşıp ne istiyorlardı?

Sebebi; geçen haziranda Meclis’ten geçen, 1 Temmuz 2020’de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, 7248 sayılı yasayla ilgiliydi. Yasa, Adnan Menderes ve arkadaşlarını idam cezasına çarptıran Yüksek Adalet Divanı kararlarını hükümsüz hale getirmişti. Doğan zararları da devletin tazmin etmesine karar vermişti.

Karşılar sanmayın! Tam tersine, destekliyorlar.

Ama basit bir şey söylüyorlar: 27 Mayıs’ın ardından kurulan “özel mahkeme” kararlarını gayri meşru ilan ediyorsunuz da 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemeleri için neden aynısını yapmıyorsunuz?

Üstelik sadece mağdur askerler için bunu söylüyorlar sanmayın!

Örneğin Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararını veren General Ali Elverdi, sonrasında Adalet Partisi’ne katılmıştı. “Sadece askeri görevi yerine getirmedim, üzerime düşen politik görevi de yerine getirdim” demişti. Yani niyeti adaletten başka bir şeydi!

16 Mart 1971 tarihinde yakalanan Gezmiş’i yargılayan sıkıyönetim mahkemesi, 2 ay sonra, 13 Mayıs 1971 tarihinde çıkarılan Sıkıyönetim Kanunu ile kurulmuştu. Yani sıkıyönetim mahkemeleri; Yassıada yargılamalarında olduğu gibi, yargılamaya konu eylemlerin gerçekleştiği tarihten sonra kurulmuştu. Doğal mahkeme ilkesine aykırıydı. Darbecilerin isteğiyle kurulmuş, bağımsız olmayan, üyeleri kimi zaman hâkim bile olmayan askerlerdi.

Kenan Evren’in “Asmayalım da besleyelim mi?”, “Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk. Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de soldan asıyorduk” gibi sözleri de mahkemelerin çalışma ilkelerini yeterince anlatıyordu.

Kandırılanlar da kandırdı

Peki, 27 Mayıs’tan sonraki mahkeme kararlarını tanımayanlar, bu mahkemelerin kararlarını neden hâlâ tanımaya devam ediyorlardı?

Konuştuğum mağdurlar, “Bu, darbeler arasında ayrımcılıktır” dediler. “Darbeler ve mağdurlar arasında ayrımcılık da darbe virüsü kadar tehlikeli ve zararlıdır” diye tamamladılar.

Gerçekten de anlattıklarına göre muhafazakâr iktidarlar, 27 Mayıs’a “darbe” değerlendirmesi yaparken, 12 Mart’a ve 12 Eylül’e geldik mi ayak sürüyordu. Bunun en büyük delili, “27 Mayıs mağdurları”na özel 4 ayrı yasa yapılmasıydı. Örneğin 12 Aralık 1992 tarihli 3854 sayılı yasa, 27 Mayıs’ta emekli edilenlerin “göreve devam etmiş olsalardı elde edecekleri mali hakları”nı tanıyordu. Geçen haziranda Meclis’ten geçen ise 27 Mayıs ile yüzleşme defterini tamamen kapatıyordu.

Görüştüğüm eski askerler, 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra sıkıyönetim mahkemelerinin verdiği kararların da ilgasını, mağdurların haklarının iadesini, bütün idam kararlarının iptalini istiyorlar.

Bunların hepsi 10 yıl önce olacak sanıyorduk. Meğer olmamış. Belli ki sürekli kandırılanlar, kandırmayı da öğrenmiş!

Beyaz, mavi ya da yeşil. Hürriyet belki de mahkemelerde ya da yasalarda değil, içimizdeki dondadır!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


 

Minik bir direnişin ışığında: Alman sendikalarının gerçeği - CEMİL FUAT HENDEK / SOL

Almanya’da da bıçak kemiğe dayanınca, sendikanın itirazına karşın başlatılan yerel ve küçük direnişler oluyor. Bu gidişle yakında daha mücadeleci sendikaların ortaya çıkmasına şaşırmamalı. 

Geçen hafta sonu Frankfurt yakınındaki Rhein-Main Havaalanı’nda soL’un sayfalarına da yansıyan1, yaklaşık 100-150 kişinin katıldığı, üç gün süren minicik bir direnişe şahit olduk. Direnişin somut hedefi, kimisi yirmi yılı aşkındır aynı firmada çalışmakta olan toplam 238 işçinin gülünç düzeyde tazminatlarla işine son verilmesini protesto etmek ve işten çıkartmaları geri çevirmekti.

Burada söz konusu olan, geçen yıl Ağustos ayında, gelen ve giden 7 milyon yolcunun işlemlerinin tamamlandığı, yüklerinin taşındığı, göze görünen ve görünmeyen her türlü hizmetinin görüldüğü, Avrupa’nın en büyük sivil havaalanlarının başında gelen bir havaalanıdır. Yaklaşık 500 firmaya bağlı olarak 81 bin işçi ve hizmetlinin çalışmakta olduğu bir “işyerinde” bir avuç işçi direnişe geçmiş, yürüyüş ve miting yapmış, lafı mı olur? Olmaz! Ve olmadı. Olaya işçi ve sendikal hareket açısından bir anlam atfedilmediği gibi güdümlü Alman medyasında ufacık bir haber de olmadı.   

Direniş ve grev karşıtı bir sendika

Halbuki son derece önemli bir işaret fişeği olması gereken bir çıkıştı o. Pandemi bahanesiyle sadece Lufthansa bünyesinde 30 bin kişinin işine son verilmesinin planlandığı bugünlerde, geniş ve haklı bir direnişin ilk kıvılcımı olarak görülmeliydi. Dört aydır ellerindeki tüm olanakları denedikten sonra sabrının son raddesine gelmiş, direnişe kararlı işçileri, sendikaları kucaklamalıydı. Toplu işten çıkartmalara karşı ilk uyarı olarak kullanmalı, belki çok geniş grevlerin habercisi olarak patronları ikaz etmeli, işçi ve emekçileri kolaylıkla bir tarafa atamayacaklarını hatırlatmalıydı. Heyhat! En başta, bu işçilerin yıllardır üyesi olduğu, genel işkolunda toplu sözleşme hakkı olan Ver.Di direnişin karşısında yer aldı. Bazıları dört aydır ücretlerini alamayan işçileri mücadelelerinde yalnız bıraktı.

Aslına bakılırsa, Ver.Di’nin bu tutumunda hiç de hayret edilecek bir yan yok. Defalarca olduğu gibi, bu kez de karakterine uygun bir davranış sergilediğini söylemekte beis görmüyorum. Defalarca derken... Sadece son yıllarını değil, tüm tarihini kastediyorum.

Utanç sayfalarıyla dolu bir sendika tarihi

Kuşku yok ki, işçi sınıfının şanlı direnişlerine sahne olmuş bir ülke Almanya. Ama işçi ve emekçilere yönelmiş, bugün halen sürdürülmekte olan büyük ihanetler de bu topraklarda nemalandı. Bir zamanlar Avrupa’daki devrimci merkezin Fransa’dan Almanya topraklarına kayışıyla yükselen sınıflar mücadelesinde bilinçle, cesaret ve fedakârlıkla kavgaya atılan işçi sınıfının en ileri unsurlarına en ağır darbeler yine kendi saflarından geldi. Bu konuda tabu ilan edilmeye çalışılan bir gerçek var: Daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde devrimci marksizme sırtını dönen sosyal demokrat yöneticiler, sendikaların tepesine yerleşmiş, emperyal sömürü ve talandan kırıntılarla beslenen işçi aristokrasisiyle elbirliği içinde kendi emperyalistleriyle bir bağlaşıklık kurdular. Bu bağlaşıklıkla birlikte sendikalar artık salt çalışanların çıkarlarını savunan bir örgüt olmakta çıktı, devletin bir organı haline dönüştü.

Sınıf sendikası değil, devletin bir organı

Birinci Dünya Savaşı öncesinde ilan edilen “kale içinde barış” günümüze dek kesintisiz olarak sürdürüldü. Bir zamanlar işçilerin mücadelesiyle elde edilmiş olan konumlar, sermayenin çıkarlarına uygun yasal düzenlemelere tabi tutuldu. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kabul edilen “Montan Kararlarına Katılım” çerçevesinde, büyük demir-çelik ve kömür işletmelerinin denetleme kurullarında işçi temsilciliklerinin de aynı oranda katılımı sağlandı. Aslında kazanılmış bir hak gibi algılanan bu uygulama, kararlarda sadece işçilerin değil, en temelde işletmelerin genel çıkarlarının savunulmasını öngörüyordu. Bunun aslında sınıf mücadelesini kırmak, görevi işçilerin hakları için mücadele olması gereken yapıları sermayenin bir bileşkeni haline getirmek olduğu açıktı. Savaş sonrası ABD, İngiltere ve Fransa tarafından kurdurulan, düzenin bekâsını hedef edinmiş, birbirinden pek az farkı olan partilerin yanısıra meslek sendikaları, işletmelerdeki işçi temsilcilikleri ve her türden işçi dayanışma örgütleri de “Toplumsal Mütabakat” çerçevesi içine oturtularak tamamen “ehlileştirildiler”. (Bunun hemen ardından 1950’de komünistlere kamu hizmetlerinde çalışma yasağı getirildiğini, 1956’da da Almanya Komünist Partisi’nin 1923 ve 1933’den sonra Almanya’da üçüncü kez yasaklandığını da not düşmeden geçmeyelim.)

Son büyük ihanet

Karanlık ve utanç verici sayfaları bolca olan bu tarihin son büyük ihaneti Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin bir karşıdevrimle ilhak edilmesi ardından, Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller’in koalisyon hükümeti ve Schröder’in başbakanlığı sırasında yaşandı. Almanya finans sermayesi, 16 yıl boyunca (1982-1998) Helmut Kohl’ün başbakanlığında hükümet eden CDU, CSU ve FDP tarafından hazırlıkları yapılmış liberal dönüşümlerin son ölümcül darbesini bu “pembe-yeşil” hükümete vurdurdu. Bir konuda hiç kimse kuşku duymasın: Bu hükümetin aldığı kararları, çıkarttığı yasa ve yönetmelikleri geleneksel sağ partiler gerçekleştirmeye kalksaydı milyonlarca insan sokağa dökülürdü. Ne yazık ki, komünistlerin sosyalizmin yıkılışı sonucu derin bir travmaya düştüğü bir dönemdi. Bir zamanlar dünya çapında parmakla gösterilen milyonlarca üyeli sendikalardan da en ufak bir direniş gelmedi. Aksine, apaçık işçi düşmanı bu dönüşümlerde pazarlık masasına oturarak bu dev saldırıya kamu nezdinde meşruiyet kazandırdılar. Özelleştirmeler, işçi haklarını budayan yasal düzenlemeler, kamu hizmetlerinde kısıtlamalar birbiri ardına sökün etti.

Gizli sendikal likidasyon

Kim inkâr ederse etsin, Alman Demokratik Cumhuriyeti’ndeki kazanımların gölgesinin düştüğü bir ülkeydi kapitalist Almanya. Burada sendikalar da ona göre konum almak zorundaydı. ADC’nin yıkılması ardından bu zorunluluk ortadan kalktı. Zaten tabandaki talepleri görmezden gelen, aktif sendikal mücadeleden yana sendika temsilcilerini bertaraf etmekte pek ustalaşmış, işçi temsilciliklerine daha çok “ılımlı” kişilerin seçilmesine dikkat eden, en tepeye konuşlanmış profesyonel sendika ağaları, bazı aktif meslek sendikalarını daha da sıkı kontrol altına alabilmek için 1999’da büyük bir revizyona giriştiler. Sözümona “işkolları arasındaki rekabete son vermek” adına üçü pek büyük beş sendikayı tek çatı altında birleştirmeye giriştiler. Böylece DAG (Alman Sözleşmeli Çalışanlar Sendikası), DPG (Alman Postacılar Sendikası), HBV (Ticaret, Banka ve Sigorta Çalışanları Sendikası), IG-MDP (Matbaa, Kağıt, Yayıncılık çalışanları ve Sanatçılar Sendikası) ve ÖTV (Kamu Hizmetlileri, Taşımacılık ve Ulaşım Çalışanları Sendikası) dağıtıldı ve “Ver.Di” (Birleşik Hizmet Sektörü Çalışanları Sendikası) içinde eritildi. Böylece üye sayısı milyonları bulan işçi ve hizmetliler liberal saldırının bir parçası olmayı kabullenen tek bir sendikanın iki dudağı arasına sıkıştırıldı. 

Bıçak kemiğe dayanınca

Yazının başında sendikalar konusunda tabular olduğuna değinmiştim. Geçmişte, tabulardan ilki “sendikal birlik” konusundaydı. Yasaları gevşeterek ve aynı işkolunda değişik sendikaların kurulmasına olanak sağlayarak bizzat sermaye iktidarı yıktı bu tabuyu. Bir diğeri de, sendikalarda aktif olmaya çalışan tüm komünistlerin defalarca şahit olduğu, tepeden gelen ihanete karşın, doğrudan meslek sendikalarına yönelik eleştirilere konan yasaktı. Bu alanda en ufak bir eleştiriye tahammülsüzlük halen devam ediyor. 

1990 sonrasında giderek artan üye kayıplarına rağmen örneğin Ver.Di’nin 2019’da aidat geliri tam 479 milyon Avro idi. Bu paranın sadece 15 milyonunun mücadele için kullanıldığı, 50 milyon Avro’nun da grev bütçelerine ayrıldığı ilan edilmişti. Bu dev bütçelere karşın giderek hakların budanmasına, reel ücretlerin düşmesine karşı ne denli mücadele edildiği tartışma konusu bile yapılamıyor.

Öte yandan, işin asıl üzüntü verici yanı, yalnız bırakılan, ihanete uğradığını düşünen işçilerin geleneksel sendikalarından istifa etmeye başlamaları. Bunlardan bazıları sonradan kurulmuş başka sendikalara üye olmaya yöneliyor. Daha da kötüsü var: “Zaten bir faydası yok” düşüncesiyle üyelikten ayrılanlar yanısıra yeni çalışmaya başlayanların genel olarak sendikal örgütlenmeye ilgi duymamaları. Nitekim Alman Sendikalar Birliği (DGB) çatısı altında örgütlü işçi ve hizmetlilerin sayısı 1991 yılında toplam 11 milyon 880 bin iken, bu sayı 2019’da neredeyse yarı yarıya azalarak 6 milyonun altına inmiş bulunuyor.

Almanya’da da bıçak kemiğe dayanınca, sendikanın itirazına karşın başlatılan yerel ve küçük direnişler oluyor. Bu gidişle, yakında geleneksel sendikaların dışında küçük ve daha mücadeleci sendikaların ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacaktır.

CEMİL FUAT HENDEK / SOL


Servet vergisi meziyet ister - Mehtap ÖZCAN ERTÜRK / SÖZCÜ



Pandemide kaynaklar tükenince artan yoksulluğa çare olarak ortaya atılan ‘servet vergisi’ tartışmaları büyüyor. İktisatçılar gelir ve vergi adaletsizliğinin çözümü için servet vergisini öneriyor fakat güvenilir ve saygın bir şekilde uygulanabileceği kuşkusu öne çıkıyor.


Dünyada, özellikle de gelişmiş Batı ülkelerinde servet dağılımında adaleti sağlamaya yönelik servet vergisi tartışmaları büyüyor. Türkiye'nin de artık servet vergisini gündemine almak zorunda olduğu savunuluyor, ancak  ilk akla gelen güven sorunu oluyor.

Servet unsurları üzerinden alınan vergileri ilke olarak doğru bulduğunu belirten duayen iktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav, uygulamanın ise teknik açıdan zor olduğunu dile getirdi. Boratav, “Siyasi iktidarın sicili bu tür araçları güvenilir ve saygın bir şekilde kullanacak meziyetleri taşımamaktadır” dedi.

Prof. Dr. Aziz Konukman ise gelir dağılımının bozulduğu bu dönemde servet vergisinin artık ciddi ciddi düşünülmesi gerektiğini savunurken, vergi adaletinin yolunun da buradan geçtiğine işaret etti. Doç. Dr. Baki Demirel de servet vergisine ek olarak temel tüketim mallarında KDV oranının düşürülmesi gerektiğinin altını çizdi.

HAKKIYLA UYGULANAMAZ

“İktidarın servet vergisini, vergiciliğin genel ilkelerine tutarlı bir şekilde uygulaması mümkün değil” diyen Prof. Dr. Boratav, “Bu tür bir vergi sistemini hakkıyla uygulaması düşünülemez. Eğer uygulamaya kalkarsa tüm geçmiş uygulamalarında gerçekleştirdiği sicile bakarsak; bunun dramatik ve güvenilmez sonuçlar çıkarabileceğini de görmek gerekir. Siyasi iktidarın sicili bu tür araçları güvenilir ve saygın bir şekilde kullanacak meziyetleri taşımamaktadır” dedi.


Borçlar tasfiye edilip yoksula gelir yaratılmalı.


Yoksulluğun giderek arttığını söyleyen Yalova Üniversitesi'nden Doç Dr. Baki Demirel, “Devlet göreve girmeli. Hane halkı, tarım ve KOBİ'lerin borçlarının tasfiye edilmesi ve tıpkı ABD'deki gibi yoksullara gelir yaratılması gerekiyor” dedi.
Demirel, pandemide yaratılan yüksek parasal genişlemeyi emmek için bir vergi artışı gerektiğini belirterek, “Çok zenginler için vergi oranı yapılan parasal genişlemeye bağlı olarak belirlenmeli. Enflasyona baskı yaratmaması için ne kadar vergi salınması gerekiyor belirlenebilir” yorumunu yaptı.


“Ülkenin servet stoku belirlenmeli”

İktisatçı Prof. Dr. Aziz Konukman vergi adaletinin sağlanması için servet vergisinin devreye alınmasının zamanının geldiğini savundu.

“Gerçek bir vergi reformu o zaman hayata geçmiş olur” diyen Konukman, iş insanlarına seslenerek, “Aynı gemideysek eğer pamuk eller cebe diyerek servetlerinden bir kısmını vergi olarak vermeliler” dedi. Dolaylı vergi yükünün yüzde 70'e dayandığına işaret eden Konukman, “Yüzde 70'e yüzde 30, vergi adaletsizliği ortada. Özal hükümetinin kaldırdığı servet beyannamesi yeniden yürürlüğe girmeli ve servet stoku belirlenmeli. Nasıl bir teknikle vergilendirileceği, geniş katılımlı, tüm örgütlü kesimlerin görüşleri alınarak uzlaşma yoluyla yapılmalı” dedi.

Mehtap ÖZCAN ERTÜRK / SÖZCÜ