2 Ocak 2021 Cumartesi

Allah da seni güldürsün Fahrettin! - Miyase İlknur / CUMHURİYET

Yılın son günü gazeteye gitmeye hazırlanırken annem, “Akşama programın var mı” diye sordu. Oflayıp puflayarak “Ayy anne bu pandemide ne programı ya?.. Sadece Aykut’la Ali Abi’ye (Ali Sirmen) bir yarım saatliğine uğrayacağız o kadar. Zaten bu sıkıntılı günlerde canımız burnumuzda...” diye çıkışmıştım ki kapı çalındı. Açtım, PTT görevlisi genç bir kızcağız bir tebligat uzattı. İmzayı atıp aldım. Açıp okuduğumda kahkahayı patlattım. Gülmekten gözümden yaşlar geldi. Annem ve bakıcısı, uzunca bir süreden beri evde böyle kahkaha duymadıklarından arka arkaya “Hayırlı bir haber mi” diye sordular. “Yok yok, hakkımda dava açılmış da onun tebligatı” deyince üzüntüden kafayı yediğimi ve bu nedenle kahkaha attığımı düşenerek kaygılandılar.

Valla tebligattaki dava konusuna bakınca, ortada bir kafayı yeme durumu olduğu kesin de, kafayı yiyenin kim olduğunu burada yazıp yeni bir dava açılmasını istemem. Hayır, korktuğumdan değil, hukuk bürosundaki avukat arkadaşların o mahkemeden bu mahkemeye koşuşturmalarına üzüldüğümden.

Meslekte 40 yılı doldurmaya 4 yıl kaldı ve bu uzun yıllar içinde hakkımızda her gazeteci gibi pek çok dava açıldı. AKP iktidarına kadar açılan dava sayısı 5 ya da 6 iken AKP’nin son yıllarında bir yılda açılan dava sayısı bile bu oranı geçti. Ama itiraf etmeliyim ki bugüne kadar açılan davalar içinde en komiği buydu. Basın literatürüne geçecek türden hem de...

Şimdi gelelim yılın son gününde kahkahalar atmamıza vesile olan dava konusuna...

3 Aralık 2020 günü Halk TV’de Ayşenur Arslan’ın “Medya Mahallesi” programına konuk olduk. Arslan, ilk olarak Saray’ın İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un evinin adresi verildiği ve terör örgütlerine hedef gösterildiği iddiasıyla gazetemiz aleyhine açtığı davanın sonucunu sordu. Davanın sürdüğünü, Terörle Mücadele Yasası’ndan üç arkadaşımızın yargılandığını belirttikten sonra devam ediyoruz:

Şimdi şöyle bir şey olabilir mi? Bir devlet memuru gelsin Boğaz Köprüsü’nün üstünde, manzarası güzel diye ev yapsın; yapabilir mi? Adam Boğaz Köprüsü’nün üstünde yaptı...

Bu absürt örneğin devamını şöyle getirecektik: “Şimdi Boğaz Köprüsü’nün üzerinde ev yapan memurun adresi belli olur ve teröre hedef gösterilir diye biz bunu haber yapmayacak mıyız?

Ama o arada Ayşenur Arslan araya girerek “Haberde adres verdiniz mi?” diye kesince, “Biz büyükşehir belediyesinin yıkım kararını koyduk, yıkım kararını koyunca, zaten orada görülüyor” dedik.

Ayrıca ironi yaptığımız Boğaz Köprüsü üzerinde ev yapma örneğinde Altun’un adını vermeyip “bir devlet memuru” diyoruz. Ne yani, koca devletin tek memuru sen misin kardeşim?

Zurnanın zırt dediği yer

İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un avukatları hemen İstanbul Anadolu Nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesi’ne koşup “Miyase İlknur, müvekkilimiz Altun’un Boğaz Köprüsü üzerine ev yaptığını söyledi. Bizim müvekkilimizin Boğaz Köprüsü üzerinde bir evi bulunmamaktadır. İlknur’a, müvekkilimize iftira attığı için 100 bin TL tazminat davası açılsın” diye suç duyurusunda bulunmuşlar. Peki, ya Boğaz Köprüsü yerine uzayda ev yapma örneği versek ne olacaktı? “Müvekkilimizin uzayda evi yoktur, o nedenle iftiraya uğramıştır” diye açacaklardı davayı herhalde.

Savcılık da “ya gidin işinize” demeyip davayı açıyor. Savcılara bir diyeceğimiz yok. Bu devr-i iktidarda isterlerse açmasınlar. 

Anlamadığım, Cumhurbaşkanı kadar olmasa da ondan sonra en kudretli şahıs olarak istediği davayı açtırabilen Altun, niye 100 bin TL istemiş ki?.. Hazır bu kadar muktedirken 1 milyon TL açıverseydi bari. Malum yönetim kurulu üyesi bulunduğu dört ayrı kuruluştan dört maaş alıyorlar karıkoca. Bunları hayır hasenat için harcadıklarını söylüyorlar ya, hani bizim de çorbada tuzumuz bulunsun isterdik. 

İletişimciliği de berbat

Ayrıca İletişim Başkanlığı gibi iddialı bir görevde bulunup da bizzat kendisiyle ilgili bir adli vakayı bu kadar kötü yürüten biri olabilir ancak. Dava açmasa, gazeteye ilan cezaları vermese olay sadece o gün konuşulup unutulacaktı. Ama kendisi olayı o kadar büyüttü ki artık “pergola” denince Altun, Altun denince de “pergola” akla gelecek. 

Ha, az daha unutuyordum. Hafta içinde Altun’un bir PR çalışması daha vardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile eşi Emine Erdoğan’ın sahiplendikleri “Leblebi” isimli köpekle uğurlanma resimleri servis edildi basına. Bu da acemi bir PR’cılık örneği. Ayol zaten evi de işyeri de Saray değil mi Erdoğan’ın? Nereye uğurluyorlar? Eline bir de sefertası tutuştursaydınız bari...

Köpek de sahiplerine pek bir yabancı. Yüzlerine bile bakmıyor. Halbuki köpek besleyenler iyi bilir ki köpekler sahiplerini uğurlarken bedenlerine temas eder ya da arkalarından gitmek ister. En azından yüzüne bakar. Leblebicik belli ki belediyenin barınağından, Saray’ın barınağına terfi etmiş sadece.

Neyse yılın son gününde bizi çok güldürdün, Allah da seni güldürsün!..

 Miyase İlknur / CUMHURİYET

Kutsal eleştiri - Orhan Gökdemir / SOL

 Yıkılmış cumhuriyetin, tepelenmiş laikliğin toplumda yarattığı habis urlardır bunlar. Cumhuriyet yoksa yobaz kural koymaya, yasa yapmaya kalkar. Bugün çoluk çocuğa dadanır, yarın kadını aşağılar...

“Tuhafazakar Süslümanlığın Ekonomi Politiği” dört yıl önce soL’da yayımlanan bir yazımın başlığı. 

Yazı hakkında, yazıda adı geçen “din adamı”nın şikâyeti üzerine dava açıldı. 

İstanbul 45. Asliye Ceza Mahkemesi hakkımda 2900 lira para cezasına karar verdi. Ayrı bir başvurusu ile de yazıya erişim engellendi. 

Hâlâ engelli.

Ceza temyize imkân vermiyordu. Ama önemli olan cezanın miktarı değildi zaten. Önemli olan bir “din adamı”nın yazıya konu sözünün aklanmış, bizim o söze tepkimizin ise mahkûm edilmiş olmasıydı. 

O “üç yaşındaki çocuklarla evlenilebilir, dinimiz buna cevaz veriyor” diyordu. Ben ise bu sözün ancak bir pedofil tarafından sarf edilebileceğini söylüyordum. Duruşmada da söyledik; laik cumhuriyetin ölüsü gömülmemişse ve anayasası tamamıyla ortadan kaldırılmamışsa, bebeleri yatağa atma önerisi düşünce özgürlüğü sayılamaz. Bu sapkınlığa itiraz, ne kadar sert ve ağır olursa olsun mahkûm edilemez. Davacı vekili ise müvekkilinin söylediğinin kaynağının kutsal kitap olduğunu, dolayısıyla tartışılamayacağını ileri sürdü. Mahkeme kararı ile bu iddiaya katıldı. Davanın esası budur. 

Avukat arkadaşlarım Özgür Murat Büyük ve Özge Demir’le birlikte kararı imkân varsa Anayasa Mahkemesi’ne taşımaya karar verdik. AYM, 29 Kasım 2017’de yapılan başvuruyu 30 Eylül 2020 tarihinde karara bağladı, gerekçeli karar 29 Aralık'ta tarafımıza tebliğ edildi. AYM, “Tuhafazakar Süslümanlığın Ekonomi Politiği” başlıklı yazıyı mahkûm eden mahkeme kararıyla "Anayasa’nın 26. ve 28. maddelerinde güvence altına alınan ifade ve basın özgürlüklerinin ihlal edildiğine" hükmetti, ilgili mahkemeden ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yargılamayı yeniden yapmasını istedi. Yani kararıyla bir anlamda laik cumhuriyetin ve anayasasının kör-topal da yürüse hâlâ yürürlükte olduğunu ilgili taraflara hatırlatmış oldu.

AYM'nin gerekçeli kararında şu değerlendirme yapılıyor: "Başvurucunun müşteki hakkında kullandığı ve ergenlik çağına girmemiş çocuklara karşı cinsel ilgi duyan ve psikolojik sorunları olan kimse olarak tanımlanan pedofil kelimesinin değer yargısı içeren son derece incitici, sert ve ağır bir ifade olduğu noktasında bir kuşku bulunmamaktadır. Bununla birlikte ifade özgürlüğü, ifadenin gerçek veya duygusal olup olmadığına ve başkalarının onu yararlı veya zararlı, değerli veya değersiz olarak değerlendirmesine bakılmaksızın ifadeyi korur. İfadenin polemik içermesi veya kırıcı olması bile onu koruma kapsamından mahrum etmez."

Bu durumda "Kamuoyunu yakından ilgilendiren herhangi bir iddia hangi oranda kesin, katı ve dolaysız ise iddia sahibine yöneltilen eleştirilere de aynı oranda katlanma yükümlülüğü olmalıdır." Yani kutsalın arkasına saklanmak, bizimki gibi yozlaşmış, çürümüş bir düzende bile imkansızdır. Bunun imkân haline gelmesi için laik cumhuriyetin ölüsünü kaldırmak ve anayasasını bütünüyle geçersiz ilan etmek gerekir. Gücü olan böyle yapar, olmayan eleştirilere katlanır. Karardır!

***

Pedofil, “paid-pedo” çocuk ve “düşkünlük-sapma” philia-fil sözcüklerinin birleşmesinden oluşuyor. Ergen veya henüz ergen olmamış çocuklara duyulan cinsel eğilim demek. Halk diliyle sübyancılık. 18 yaşın altındaki çocuklara duyulan cinsel eğilime dikkat çekiyor bilim. Dünya üzerinde bilinen en ağır ve kabul edilemez suçtan söz ediyor hukuk.

Ama dinin arkasına saklanan birtakım “din adamları” laik cumhuriyetin tepelenmesinden cesaret alarak 5-6 yaşa indirdi çocuklara dadanma sınırını. Sonra aralarından başka bir “din adamı” başını uzatıp “bir yaş da olabilir” dedi. Olabilir tabii; ölçü, ahlak, akıl, izan ortadan kalktı mı embriyo ana rahmine düşmüşse tamam. 

Bebeleri yatağa atma önerisinin gerisi de var. Çalışan kadınlar fuhşa hazırlık yapan sürece destek oluyor misal, üç yaşında kız çocukları amcalarının yanına külotla çıkamıyor, kadınların dayak yedikleri için sabaha kadar şükretmeleri gerekiyor... Geçenlerde Diyanet Başkanı da zikretti, bu kafanın kadınlara biçtiği tek “kariyer” eve kapanıp yobaza çocuk doğurmak. Kadınlar cariye, doğurdukları ganimet! Nedir bu “din adamlarının” böylesine ağır sapkınlıkları uluorta zikretmelerinin dayanağı. Kutsal kitap yasaklamamışmış. O halde? Her şey mümkün, her şey serbest!

Bunları yargı düşünce özgürlüğü saydıktan sonra nasıl toparlayacaksın? Yobazın kadınları ve çocukları hedef almasını meşrulaştırıyorsun. Gidip o tarikatta, bu yurtta, şu kursta kendisine teslim edilen çocuğa dadanıyor haliyle o da. Yasa ve yasak yok nasıl olsa.

Söyledik, tekrarlayalım; Kutsal kitaptan hukuk türetmeye kalktın mı böyle sapkınlaşırsın. Yani “pedofili” durumu karşılayan bir sözcük değil. Bireysel bir hastalık değil çünkü karşımızdaki. Suçlarına kutsallık atfeden eli kolu uzun, kamu kaynakları ile beslenen gerici bir şebeke söz konusu daha çok.

***

O zaman yapılması gereken belli. Bu tür utanç verici “inançları” olanları konuşturmayacaksın, çocuklara erişmesine engel olacaksın. Görev devletin, yargının, toplumun. Hiçbiri üstlenmiyorsa bizim. 

Aklı evvel din adamı diyor ki topluma, “Bana 6. yüzyıldan mesaj geldi. Çocuklarla yaşı ne olursa olsun evlenebilirsin. Ancak sen istersen ağına düşürdüğün çocukla yatma, büyümesini bekle.” Bekleyeceği ne? Çocuğun dokuz yaşına ulaşması…
Sonucu şu: Çocuk istismarı konusunda ülkemiz dünyada üçüncü sırada. Türkiye Psikiyatri Derneği, ülkemizde istismara uğramış çocuk oranını yüzde 33 olarak tespit etti ki, her üç çocuktan biri saldırının hedefi oluyor demek bu. Tablo bu kadar ağır.

Yıkılmış cumhuriyetin, tepelenmiş laikliğin toplumda yarattığı habis urlardır bunlar. Cumhuriyet yoksa yobaz kural koymaya, yasa yapmaya kalkar. Bugün çoluk çocuğa dadanır, yarın kadını aşağılar, öbür gün yediğine içtiğine karışır. Becerirse namaz kılmadı, oruç tutmadı diye insan boğazlamaya gelir sıra.

Öyleyse, nereden ve nasıl gelirse gelsin, hangi otoriteden, kutsallıktan feyz alırsa alsın engel olacaksın, karşı duracaksın, hesap soracaksın yobazlığa. Diyelim ki bu işlere kutsal metinleri cevaz veriyor, yırtıp atacaksın o metinleri. İnsanlığın gereği ve görevidir bu.

***

Kutsal kitaptan hukuk türetmeye kalktın mı çocukları da kadınları da cinsel bir objeymiş gibi anlatmaya başlarsın. Ahlakı açıkta kalır kutsalının. Laikliği tepeledin mi bıraktığı boşlukta tarih öncesi yaratıklar ürer, kimi çocuklara dadanır, kimi üflenmiş terlik, yanmayan kefen satar.

Peki ne yapacağız? Diyelim ki bizi mahkûm etti düzen, susup oturacak mıyız? 

“Muhafazakâr tuhafazakara, müslüman süslümana dönüşüyor büyük bir hızla. Hayat yeniyor gericinin toplum tasavvurunu; tesettürünü, türbanını, terliğini piyasanın sihirli elleriyle eğip büküyor. Elde kalan cahil bir diktatör ile onun sisteme yaydığı karanlıktan ibaret. Aydınlığı çoğalttığımızda o karanlık da dağılmaya mahkûmdur!”

Yargılanan ve sonunda aklanan “Tuhafazakar Süslümanlığın Ekonomi Politiği” başlıklı yazı bu sözlerle kapanıyordu. Hâlâ aynı yerdeyiz, aydınlığı çoğalttığımızda bu karanlık dağılmaya mahkumdur…

Orhan Gökdemir / SOL

1 Ocak 2021 Cuma

“Şirket Devlet” ve “Saray Devleti” - Korkut Boratav / SOL

Türkiye’de işgücü istihdam edenler (işverenler) “kendiliğinden bir sınıf”olarak elbette vardır. Ama sınıf (“burjuvazi”) bilincinden, kimliğinden yoksun bir kalabalıktır; yığındır, o kadar… 

2020 sonunda, Türkiye kamu maliyesi, “Şirket Devlet” veya “Saray Devleti” diyebileceğimiz bir dönüşüme uğradı.

Süreci, iki meslektaşımın (Ahmet Haşim Köse ve Oğuz Oyan’ın) katkılarından hareket ederek tartışmak istiyorum.

Devlet bütçesinin iki işlevi

Ahmet Haşim Köse, “Şirket Devletin Mali Krizine Doğru” başlıklı yazısında (Gazete Duvar, 25 Aralık 2020) kapitalist sistemde devlet bütçesinin iki kritik işlevi açısından AKP iktidarınıdeğerlendiriyor.

Birinci işlev, burjuva demokrasilerinin yerleşmiş “bütçe hakkı” ilkesinden kaynaklanır: Siyasal iktidarın vergi toplama ve harcama kararları halkın temsilcileri (parlamento) tarafından görüşülmeli; uygulanması da denetlenmelidir. Bütçe o zaman meşrulaşır. “Bütçe hakkı” gerçekleşir.

AKP iktidarı bu işlevi, 2017 anayasa değişikliği ve uygulamaları ile zedelemiştir. Saray’ca hazırlanan bütçe tasarısının reddedilmesi dahi hükümeti etkilemez; bir önceki yılın bütçesi (kabaca) enflasyon oranlarına göre ayarlanır; yürürlüğe girer.

Örneğin, 2020’de salgın ortamında gündeme gelen ek harcama önerileri, bir ek bütçe ile değil; “torba yasalar”a yedirilerek meclise getirilmiş; ödenek toplamları belirsiz kalmış; “bütçe hakkı” çiğnenmiştir.

İkinci işlev ise, devlet bütçesinin sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamasıdır.

AKP iktidarı sermaye birikiminin sürekliliği işlevini 2002 sonrasında yerine getirdi mi? Ahmet Haşim Köse’ye göre AKP, bu işlevi o tarihte uygulanmakta olan neoliberal programı da devralarak yerine getirmeyi üstlendi.Nasıl? Neoliberalizmin, kamumaliyesine yüklediği kritik görev olanenflasyon hedeflemesi programını benimseyip uygulayarak…

Bu program, ulusal paraları ile dışarıdan borçlanamayan ülkelerde devlet borçlarının ödenebilirliğini sağlar. Ana kural, devlet bütçesinin her yıl faiz dışı fazla vermesidir. Bu kural, devlet borcunun millî gelire oranı düşer; kamu borçlarından kaynaklanan krizler önlenir.

Köse, yazısında, bu açıdan kritik gösterge olan iç ve dış toplam devlet borçlarının AKP dönemindeki seyrini (dolar cinsinden) izliyor. İç borçların da dolar cinsinden hesaplaması doğrudur; zira, TL ile ihraç edilen devlet tahvilleri dahi, uluslararası finans sermayesine bir yatırımaracı olarak sunulmuştur.

Ahmet Haşim 2003-2020 arasında toplam devlet borçlarının 190 milyar dolardan 273 milyar dolara çıktığını; dolarlı millî gelirdeki (GSYH’da) payının ise 19 puan (%60,5 →%41,5’e) gerilediğini hesaplıyor.

Bu gelişme sermaye birikiminin sürekliliğini de sağlamıştır. Uluslararası finans kapital bakımından “çevre” ekonomilerinin güvenilir bir yatırım alanı olması için devlet borcu / GSYH oranının (kabaca) %50’yi aşmaması aranır. Türkiye ekonomisi, AKP yıllarında bu koşulu gerçekleştirmiştir.

Bu güvencenin de katkısıylaTürkiye’ye yabancı sermaye girişleri artmış; on yıl boyunca yüksekçe bir büyüme temposu gerçekleşmiştir. Böylece Türkiye’de emperyalizme bağımlı bir yapı içinde sermaye birikiminin sürdürülmesi sağlanmıştır.

Devletin malî krizi: Nasıl oluştu?

AKP dönemi, aynı zamanda, Ahmet Haşim Köse’nin ifadesiyle,“devletin şirketleşmesi” yıllarıdır. Aktarıyorum: “Devletin şirketleşmesine yönelik önde gelen düzenlemeleri sıralayalım: Türkiye Varlık Fonu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, Cumhurbaşkanlığına tanınan şirket kurma yetkisi (2018) ve Kamu Özel İşbirlikleri…”

Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) düzenlemelerinde devletin alt-yapı, sağlık ve enerji alanlarındakiyatırımlarıbütçe dışına taşınır; sonraki yıllarda merkezî bütçenin cari kalemleri içine dağıtılır. Nasıl? Yatırımcı inşaat şirketlerine verilen,döviz kurlarına bağlı ciro garantileri ile…

2002 sonrasında devlet borç oranlarını aşağı çeken belirleyici bir “operasyon”, Köse’nin yazısında yer almıyor: 1980 sonrasında astronomik boyutlara ulaşan özelleştirmeleri kastediyorum. Sadece devlet işletmelerinin değil; arsa, arazi, orman olarak sınırsız kamu varlıklarının kapkaççı sermaye çevrelerine satılması; bedellerinin bütçeye aktarılması…

Bu birikim biçimini sürdürmek güçleşecek; 2018’de ekonomiyi bugünkü tıkanma noktasına getirecektir. Köse’nin ifadesiyle “özel sermayenin dışarıdan borçlanmasınınbaskılandığı bu eşikte devletin borçlanma zorunluluğu artacaktır. Bu zorunluluk devletin 'mali krizinin' bir ön sinyalidir.”

“Devletin malî krizi”ne yol açan temel bir etken, özel sermayenin dış borçlarının “kamulaştırılması”; yani, devletçe üstlenilmesidir. Köse, bu tespiti yapıyor; ama kritik göstergeyi kullanmadan… Ben değineyim: Mart 2020’ye kadar özel sektörün dış borç ödemeleri; devletin dış borçlanması fazlasıyla artırılarak mümkün olmuştur. (Bk. Boratav, “Dış Borçlar ve Kamu Stoku”, Sol Portal,17 Eylül 2020).

Kasım 2020’de “devletin malî krizi”, döviz krizi ile bütünleşecek; Albayrak görevden alınacak; neoliberal “malî disiplin” devreyegirecektir. Saray engellemezse…

“Saray devleti” nasıl yapılandı?

 Arkadaşımız Oğuz Oyan, yeni anayasanın devlet yapılanmasına getirdiği yeniliklerin dökümünü izlemektedir. Sol Portal’de yayımlanan (15 ve 22 Aralık, 2020 tarihli) iki yazısında da (“İktidarın Maliyeti Yükseliyor”), bu dönüşümün patolojik uzantılarını inceliyor.

Geleneksel bakanlıklardan sadece sekizi süregelmektedir.Onların dışında sayıları sürekli değişen politika kurulları, başkanlıklar, ofislerden oluşan bir liste… Bu listeyi dolduran çok sayıda “üst kademe kamu yöneticisi” ve danışman…

Oyan, Anayasa’nın 104/9 maddesine göre çıkarılan KHK’lara, çeşitli Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine göre bu insanlara uygulanan “düzeni” açıklıyor: “Binlerce üst düzey kadronun atanması, görev süreleri ve görevden alınmaları; ücret ve emeklilik hakları Cumhurbaşkanı kararı veya onayı ile belirleniyor. Bunların kişiye göre farklılaştırılabilmesi inanılmaz keyfiliklere kapı aralıyor… Çifte görevlerden üçüncü-dördüncü, hatta beşinci maaşlar/hakkı huzurlar… ”

Oğuz Oyan, öncelikle bu yapılanmanın siyasal uzantılarıyla ilgileniyor: Bir yandan “bu kadrolardakilerin hepsi, haliyle, Cumhurbaşkanının gözünün içine bakıyor.” Öte yandan “rejim sıkıştıkça bunların sadakatini korumanın rayici de giderek yükseliyor.”

Bir de “çeperde” yer alanlar var.Oyan, “çeperdekilerin, bugünkü rejimin son bulmasından en az tepedekiler kadar kaygı duymasının sağlanması gerekiyor” tespiti ile yetiniyor; bunların dökümünü yapmıyor. Kimdir çeperdekiler? Artık bir “parti” olup olmadığı şüpheli olan AKP’nin kadroları? Milletvekilleri? Pelikan grubu gibi karanlıkyapılanmalar? Bürokrasiyeyerleşmiş militanlar?Bu soruları yanıtlamaya bugünlerde Barış Pehlivan / Terkoğlu kardeşlerimiz ve meslektaşları cansiperane çalışıyor.Yarının edebiyatçılarını da bekleyeceğiz.

Oyan’ın siyasal çıkarsamaları acımasızdır: “Böyle bir düzende iktidar partisi sıradan sistem partileriyle özdeşleştirilemez… İktidarı bırakmamaya mecbur olan bir iktidar biçiminin…hesabı ödemeden masayı terketmesine izin vermemek gerekir. Böyle bir siyasi hareketin seçimlerin sonucuna bağlı olarak sorun çıkarmadan iktidardan uzaklaşabilme olasılığı da [zayıftır].”

Burjuvazi nerede?

Oğuz Oyan’ın yazısı,bu iktidarın “sistemin egemeni sermaye kesimleriyle başka türden ilişki ağlarına da ihtiyaç duyduğunu” belirtiyor. Kısaca da adını koyuyor: “Sermayeye sürekli olarak varlık/değer aktarımları üzerinden işleyen bir talan düzeni…”

İyi ama, hangi sermaye? Bu tür bir “talan düzeni”, sistemin egemen sınıfı olduğu kabul edilen burjuvazinin tümünü kapsayabilir mi? Yanıtını 24 Aralık 2020 tarihli Türkiye basınında yer alan ikihaber başlığında arayabiliriz:

“Cengiz, Limak, Kalyon, Kolin ve Makyol’a son on yılda 128 kez vergi ve harç indirimi yapıldı”. Dev kamu yatırımlarının demirbaşları olanbeş inşaat şirketine,yatırım bedelleri kadar vergi/harç indirimi ihsan edilmiştir.

“Dünya Bankası: Kamu ihalelerialan ilk 10 şirketten 5'i Türkiye'den; ihalelerin toplam büyüklüğü 203.7 milyar dolar”. Dünya Bankası, çeşitli ülkelerde KOÖ projelerini izliyor; 2002-2020 arasında devletten en çok ihale alan şirketlerin listesi açıklıyor. İlk beş şirket Türkiye’dedir; dördü bir önceki haberde yer alanlarla aynıdır.

Bunlara, ayrıca, Oyan’ın yazısında yer alan (MMO kaynaklı) bir haberi de ekleyeyim: İşyeri elektriğinde Avrupa’nın en pahalı ülkesi Türkiye’dir. Elektrik dağıtım şirketlerine devlet tarafından verilen cömert alım garantileri nedeniyle… Sanayiciler bu şirketlere ek kaynak aktarmakta, AB’ye karşı rekabet güçlerini bu yüzden yitirmektedir.

Oyan’ın değindiği “talan düzeni” sektörlerde değil; inşaat, enerjişirketlerinde yoğunlaşıyor.“Sistemin egemen sermaye kesimi”,adlarını ezberlediğimiz bu 5-6 şirkettenmi oluşuyor? Buna Ahmet Haşim Köse’nin “şirket devlet” diye adlandırdığı yapılanmanın son iki yıldaki diğer “marifeti” de eklenebilir: TCMB, Varlık Fonu (ve onunla bütünleşmiş üç kamu bankası) ve doğrudan doğruya Hazine, özel şirketlerin döviz borçlarını fiilen üstlenmiştir. Döviz ve dış borçlulukta inşaat ve enerji şirketlerinin liste başında olduğunu da hatırlatalım.

Kısacası, Türkiye’de işgücü istihdam edenler (işverenler) “kendiliğinden bir sınıf”olarak elbette vardır. Ama sınıf (“burjuvazi”) bilincinden, kimliğinden yoksun bir kalabalıktır; yığındır, o kadar…

Kapitalizm Türkiye’de eşkıyaya teslim olmuş; en ilkel biçimiyle hortlamıştır.

2020 sonunda, Türkiye kamu maliyesi, “Şirket Devlet” veya “Saray Devleti” diyebileceğimiz bir dönüşüme uğradı.

Süreci, iki meslektaşımın (Ahmet Haşim Köse ve Oğuz Oyan’ın) katkılarından hareket ederek tartışmak istiyorum.

Devlet bütçesinin iki işlevi

Ahmet Haşim Köse, “Şirket Devletin Mali Krizine Doğru” başlıklı yazısında (Gazete Duvar, 25 Aralık 2020) kapitalist sistemde devlet bütçesinin iki kritik işlevi açısından AKP iktidarınıdeğerlendiriyor.

Birinci işlev, burjuva demokrasilerinin yerleşmiş “bütçe hakkı” ilkesinden kaynaklanır: Siyasal iktidarın vergi toplama ve harcama kararları halkın temsilcileri (parlamento) tarafından görüşülmeli; uygulanması da denetlenmelidir. Bütçe o zaman meşrulaşır. “Bütçe hakkı” gerçekleşir.

AKP iktidarı bu işlevi, 2017 anayasa değişikliği ve uygulamaları ile zedelemiştir. Saray’ca hazırlanan bütçe tasarısının reddedilmesi dahi hükümeti etkilemez; bir önceki yılın bütçesi (kabaca) enflasyon oranlarına göre ayarlanır; yürürlüğe girer.

Örneğin, 2020’de salgın ortamında gündeme gelen ek harcama önerileri, bir ek bütçe ile değil; “torba yasalar”a yedirilerek meclise getirilmiş; ödenek toplamları belirsiz kalmış; “bütçe hakkı” çiğnenmiştir.

İkinci işlev ise, devlet bütçesinin sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamasıdır.

AKP iktidarı sermaye birikiminin sürekliliği işlevini 2002 sonrasında yerine getirdi mi? Ahmet Haşim Köse’ye göre AKP, bu işlevi o tarihte uygulanmakta olan neoliberal programı da devralarak yerine getirmeyi üstlendi.Nasıl? Neoliberalizmin, kamumaliyesine yüklediği kritik görev olanenflasyon hedeflemesi programını benimseyip uygulayarak…

Bu program, ulusal paraları ile dışarıdan borçlanamayan ülkelerde devlet borçlarının ödenebilirliğini sağlar. Ana kural, devlet bütçesinin her yıl faiz dışı fazla vermesidir. Bu kural, devlet borcunun millî gelire oranı düşer; kamu borçlarından kaynaklanan krizler önlenir.

Köse, yazısında, bu açıdan kritik gösterge olan iç ve dış toplam devlet borçlarının AKP dönemindeki seyrini (dolar cinsinden) izliyor. İç borçların da dolar cinsinden hesaplaması doğrudur; zira, TL ile ihraç edilen devlet tahvilleri dahi, uluslararası finans sermayesine bir yatırımaracı olarak sunulmuştur.

Ahmet Haşim 2003-2020 arasında toplam devlet borçlarının 190 milyar dolardan 273 milyar dolara çıktığını; dolarlı millî gelirdeki (GSYH’da) payının ise 19 puan (%60,5 →%41,5’e) gerilediğini hesaplıyor.

Bu gelişme sermaye birikiminin sürekliliğini de sağlamıştır. Uluslararası finans kapital bakımından “çevre” ekonomilerinin güvenilir bir yatırım alanı olması için devlet borcu / GSYH oranının (kabaca) %50’yi aşmaması aranır. Türkiye ekonomisi, AKP yıllarında bu koşulu gerçekleştirmiştir.

Bu güvencenin de katkısıylaTürkiye’ye yabancı sermaye girişleri artmış; on yıl boyunca yüksekçe bir büyüme temposu gerçekleşmiştir. Böylece Türkiye’de emperyalizme bağımlı bir yapı içinde sermaye birikiminin sürdürülmesi sağlanmıştır.

Devletin malî krizi: Nasıl oluştu?

AKP dönemi, aynı zamanda, Ahmet Haşim Köse’nin ifadesiyle,“devletin şirketleşmesi” yıllarıdır. Aktarıyorum: “Devletin şirketleşmesine yönelik önde gelen düzenlemeleri sıralayalım: Türkiye Varlık Fonu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, Cumhurbaşkanlığına tanınan şirket kurma yetkisi (2018) ve Kamu Özel İşbirlikleri…”

Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) düzenlemelerinde devletin alt-yapı, sağlık ve enerji alanlarındakiyatırımlarıbütçe dışına taşınır; sonraki yıllarda merkezî bütçenin cari kalemleri içine dağıtılır. Nasıl? Yatırımcı inşaat şirketlerine verilen,döviz kurlarına bağlı ciro garantileri ile…

2002 sonrasında devlet borç oranlarını aşağı çeken belirleyici bir “operasyon”, Köse’nin yazısında yer almıyor: 1980 sonrasında astronomik boyutlara ulaşan özelleştirmeleri kastediyorum. Sadece devlet işletmelerinin değil; arsa, arazi, orman olarak sınırsız kamu varlıklarının kapkaççı sermaye çevrelerine satılması; bedellerinin bütçeye aktarılması…

Bu birikim biçimini sürdürmek güçleşecek; 2018’de ekonomiyi bugünkü tıkanma noktasına getirecektir. Köse’nin ifadesiyle “özel sermayenin dışarıdan borçlanmasınınbaskılandığı bu eşikte devletin borçlanma zorunluluğu artacaktır. Bu zorunluluk devletin 'mali krizinin' bir ön sinyalidir.”

“Devletin malî krizi”ne yol açan temel bir etken, özel sermayenin dış borçlarının “kamulaştırılması”; yani, devletçe üstlenilmesidir. Köse, bu tespiti yapıyor; ama kritik göstergeyi kullanmadan… Ben değineyim: Mart 2020’ye kadar özel sektörün dış borç ödemeleri; devletin dış borçlanması fazlasıyla artırılarak mümkün olmuştur. (Bk. Boratav, “Dış Borçlar ve Kamu Stoku”, Sol Portal,17 Eylül 2020).

Kasım 2020’de “devletin malî krizi”, döviz krizi ile bütünleşecek; Albayrak görevden alınacak; neoliberal “malî disiplin” devreyegirecektir. Saray engellemezse…

“Saray devleti” nasıl yapılandı?

 Arkadaşımız Oğuz Oyan, yeni anayasanın devlet yapılanmasına getirdiği yeniliklerin dökümünü izlemektedir. Sol Portal’de yayımlanan (15 ve 22 Aralık, 2020 tarihli) iki yazısında da (“İktidarın Maliyeti Yükseliyor”), bu dönüşümün patolojik uzantılarını inceliyor.

Geleneksel bakanlıklardan sadece sekizi süregelmektedir.Onların dışında sayıları sürekli değişen politika kurulları, başkanlıklar, ofislerden oluşan bir liste… Bu listeyi dolduran çok sayıda “üst kademe kamu yöneticisi” ve danışman…

Oyan, Anayasa’nın 104/9 maddesine göre çıkarılan KHK’lara, çeşitli Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine göre bu insanlara uygulanan “düzeni” açıklıyor: “Binlerce üst düzey kadronun atanması, görev süreleri ve görevden alınmaları; ücret ve emeklilik hakları Cumhurbaşkanı kararı veya onayı ile belirleniyor. Bunların kişiye göre farklılaştırılabilmesi inanılmaz keyfiliklere kapı aralıyor… Çifte görevlerden üçüncü-dördüncü, hatta beşinci maaşlar/hakkı huzurlar… ”

Oğuz Oyan, öncelikle bu yapılanmanın siyasal uzantılarıyla ilgileniyor: Bir yandan “bu kadrolardakilerin hepsi, haliyle, Cumhurbaşkanının gözünün içine bakıyor.” Öte yandan “rejim sıkıştıkça bunların sadakatini korumanın rayici de giderek yükseliyor.”

Bir de “çeperde” yer alanlar var.Oyan, “çeperdekilerin, bugünkü rejimin son bulmasından en az tepedekiler kadar kaygı duymasının sağlanması gerekiyor” tespiti ile yetiniyor; bunların dökümünü yapmıyor. Kimdir çeperdekiler? Artık bir “parti” olup olmadığı şüpheli olan AKP’nin kadroları? Milletvekilleri? Pelikan grubu gibi karanlıkyapılanmalar? Bürokrasiyeyerleşmiş militanlar?Bu soruları yanıtlamaya bugünlerde Barış Pehlivan / Terkoğlu kardeşlerimiz ve meslektaşları cansiperane çalışıyor.Yarının edebiyatçılarını da bekleyeceğiz.

Oyan’ın siyasal çıkarsamaları acımasızdır: “Böyle bir düzende iktidar partisi sıradan sistem partileriyle özdeşleştirilemez… İktidarı bırakmamaya mecbur olan bir iktidar biçiminin…hesabı ödemeden masayı terketmesine izin vermemek gerekir. Böyle bir siyasi hareketin seçimlerin sonucuna bağlı olarak sorun çıkarmadan iktidardan uzaklaşabilme olasılığı da [zayıftır].”

Burjuvazi nerede?

Oğuz Oyan’ın yazısı,bu iktidarın “sistemin egemeni sermaye kesimleriyle başka türden ilişki ağlarına da ihtiyaç duyduğunu” belirtiyor. Kısaca da adını koyuyor: “Sermayeye sürekli olarak varlık/değer aktarımları üzerinden işleyen bir talan düzeni…”

İyi ama, hangi sermaye? Bu tür bir “talan düzeni”, sistemin egemen sınıfı olduğu kabul edilen burjuvazinin tümünü kapsayabilir mi? Yanıtını 24 Aralık 2020 tarihli Türkiye basınında yer alan ikihaber başlığında arayabiliriz:

“Cengiz, Limak, Kalyon, Kolin ve Makyol’a son on yılda 128 kez vergi ve harç indirimi yapıldı”. Dev kamu yatırımlarının demirbaşları olanbeş inşaat şirketine,yatırım bedelleri kadar vergi/harç indirimi ihsan edilmiştir.

“Dünya Bankası: Kamu ihalelerialan ilk 10 şirketten 5'i Türkiye'den; ihalelerin toplam büyüklüğü 203.7 milyar dolar”. Dünya Bankası, çeşitli ülkelerde KOÖ projelerini izliyor; 2002-2020 arasında devletten en çok ihale alan şirketlerin listesi açıklıyor. İlk beş şirket Türkiye’dedir; dördü bir önceki haberde yer alanlarla aynıdır.

Bunlara, ayrıca, Oyan’ın yazısında yer alan (MMO kaynaklı) bir haberi de ekleyeyim: İşyeri elektriğinde Avrupa’nın en pahalı ülkesi Türkiye’dir. Elektrik dağıtım şirketlerine devlet tarafından verilen cömert alım garantileri nedeniyle… Sanayiciler bu şirketlere ek kaynak aktarmakta, AB’ye karşı rekabet güçlerini bu yüzden yitirmektedir.

Oyan’ın değindiği “talan düzeni” sektörlerde değil; inşaat, enerjişirketlerinde yoğunlaşıyor.“Sistemin egemen sermaye kesimi”,adlarını ezberlediğimiz bu 5-6 şirkettenmi oluşuyor? Buna Ahmet Haşim Köse’nin “şirket devlet” diye adlandırdığı yapılanmanın son iki yıldaki diğer “marifeti” de eklenebilir: TCMB, Varlık Fonu (ve onunla bütünleşmiş üç kamu bankası) ve doğrudan doğruya Hazine, özel şirketlerin döviz borçlarını fiilen üstlenmiştir. Döviz ve dış borçlulukta inşaat ve enerji şirketlerinin liste başında olduğunu da hatırlatalım.

Kısacası, Türkiye’de işgücü istihdam edenler (işverenler) “kendiliğinden bir sınıf”olarak elbette vardır. Ama sınıf (“burjuvazi”) bilincinden, kimliğinden yoksun bir kalabalıktır; yığındır, o kadar…

Kapitalizm Türkiye’de eşkıyaya teslim olmuş; en ilkel biçimiyle hortlamıştır.

Korkut Boratav / SOL

31 Aralık 2020 Perşembe

‘Kapitalist gerçekçilik’ demokratik dayanaklarını kaybediyor - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Kapitalist gerçekçilik”, insanlığın “yaşam dünyasını” yalnızca kapitalizmin sınırları içinde düşünebilir: Başka bir “dünya” olanaklı değildir. Ancak yeni bir yıla girerken “kapitalist gerçekçiliği” yaşatan, liberal demokrasiyi, piyasa ekonomisini, insana ilişkin egemen ideolojik varsayımları anlatan ideoloji verimliğini hızla kaybediyorlar.

‘Işıkları soluklaşıyor’

Finansal kriz, neoliberalizmi savunmaya devam etmeyi son derecede zorlaştırdı, bir “yeni ekonomik model” arayışını gündeme getirdi. Gittikçe derinleşmeye devam eden iklim krizi ve buna eklenen Covid-19 salgını krizi, uygarlığın yaşamsal sorunlarının, liberalizmin “bireyin serbestliği ve sorumluluğu”, tek düzenleyici kurum olarak “serbest piyasa” gibi temel ilkelerine dayanılarak aşılamayacağını, “eşitlik” iddialarının aslında giderek derinleşen eşitsizlikleri gizleyen bir fantezi olduğunu açıkça ortaya koydu. Şimdi kolektif bir irade (ve sorumluluk), işbirliği, dayanışma ruhu, “serbestliği” sınırlayan, düzenleyen planlama çabaları giderek daha fazla ilgi çekiyor.

Financial Times’da Martin Wolf’un oldukça ayrıntılı bir denemesi, dünya halklarının liberal demokrasiye olan ilgisinin, güveninin zayıfladığını; Oxford Üniversitesi’nden tarihçi Prof. Timothy Garton Ash’ın bir araştırması da bu yüzyılda, liberal demokratik olmayan ülkelerin sayısının, olanların sayısını geçtiğini gösteriyor.

Demokratik ülkelerin, ABD müttefiklerinde halkların, düne kadar liberal demokrasinin merkezi ve özgürlüklerin kalesi olarak görülen ABD’ye, güveni belirgin biçimde gerilemiş. Avrupa’da nüfusun çoğu dünyanın lider ekonomisi olarak Çin’i (liberal demokrasiyle yönetilmeyen bir ülkeyi) görüyormuş. Wolf’un yazısı “Liberal demokrasinin soluklaşan ışığı” başlığını taşıyordu.

Al birini vur ötekine

ABD Başkanı Trump seçim kampanyasına “seçimlerin çalınacağını” iddia ederek başladı; ırkçı milliyetçi komplo teorileriyle “Covid aslında sahte haberdir” gibi ardı arkası gelmeyen yalanlarla devam etti. Bu sırada Covid-19 vaka ve ölü sayısı rekor üzerine rekor kırmaya başlamıştı. ABD adeta bir “III. Dünya” ülkesi resmi sergiliyordu. Trump’ın seçimleri kaybettikten sonra sonuçları değiştirmek için başvurduğu tüm yasal yollar tükendi. Bu kez “gizli yetkilerini” (bu vesileyle gizli yetkileri olduğunu öğrendik) kullanarak kritik eyaletlerde seçimleri yenilemek için “Olağanüstü hal ilan eder mi?” gibi iddialar açıkça ortalıkta dolaşmaya başladı. “Gizli yetkilerin” varlığını ilk kez aktaran Newsweek, “Peki, biz o zaman ne yapacağız?” diyen üst düzey, Pentagon’dan yetkililerin kaygılarını aktarıyordu. Bu aşamada, böyle bir olasılığın açıkça konuşulması ABD’de liberalizmin krizinin derinliğini, “demokrasiye” güvenin ne kadar zayıfladığını gösteriyordu.

İngiltere’de Johnson yönetimi, hükümete geldiğinden bu yana devleti merkezileştirmeyi, yasama ile yargının yürütme üzerindeki denetimini zayıflatmayı amaçlayan adımlar atıyor. Önceki muhafazakâr hükümetlerde “Irk Eşitsizlikleri Bürosu” başkanlığı yapan Lord Wooly, geçen hafta The Guardian’daki yazısında, Johnson hükümetinin ırkçılıkla mücadele alanında egemen söylemi, beyaz işçi sınıfını siyah işçi sınıfına karşı kışkırtacak biçimde yeniden şekillendirmeye başlamasından yakınıyordu.

Lord Wooly’e göre Johnson hükümeti, özellikle siyah milletvekilleri ve bakanları aracılığıyla ülkede, aslında kurumsal bir ırkçılık olmadığını, ırkı yüzünden haksızlığa uğramış olma durumunun aslında bir algı sorunu olduğunu anlatmaya yönelik bir kampanya başlattı. “Kadın ve Eşitlikler Bakanı” Liz Truss da geçenlerde yaptığı bir konuşmada, “1980’lerde bir ilkokulda, ırkçılık ve cinsiyetçilik öğrenmekten okuma yazma öğrenmeye vaktimiz kalmıyordu” diyormuş.

Bu iki ülke tarihsel olarak liberal demokrasinin vatanı, 1980’lerden bu yana da kalesi olma iddiasındadır. Bugün bu ülkelerde, “süreç olarak faşizmin” gelişme dinamiklerine bakınca, “kapitalist gerçekçiliğin” liberal demokratik desteğinin ne kadar zayıfladığını, yerini “süreç olarak faşizm” içinde değerlendirilebilecek karanlık seçeneklere bırakmaya başladığını görüyoruz.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET 

Yakılan kadının son sözü - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Her an yıkılacakmış gibi duran ahşap bir ev. İçeriden yükselen çığlıklar.

Evimizin bitişik bahçesindeki binadan gelen sesleri çocuk yaşımda duymuştum. Bir battaniye içinde taşınan bedeni gördüğümde, “delik deşik” kelimesinin ne demek olduğunu anlamıştım.

Namus cinayeti” dediler. Babalarının annelerini öldürmesini az önce dehşetle izleyen beş çocuğu, akrabaları eşya gibi paylaştı. Oyun arkadaşlarımıza veda bile edemedik. Mühürlenmiş evin önündeki naylon ipte, henüz kurumamış elbiseleri asılı kaldı. Ne zaman baksak, “o çocuklar şimdi ne yapıyor” diye düşünürdük.

Bir gün değil, her gün. Bir saniye değil, her saniye. Kadınlar öldürülüyor. Yakılan Aylin Sözer, vahşetin en ortaçağ hali sadece...

Baba yerine ‘o adam’

Ne zaman bir kadının öldürüldüğünü duysam, aklıma kurusun diye bırakılmış o kıyafetler gelir. Cinayeti bıçakla, silahla, benzinle işleyen hapse girer; “namusunu temizledi” diye sırtını okşarlar. Ona bir soyun temizleyicisi gözüyle bakarlar.

Oysa bir kadın, dünyaya son kez bakarken dahi, gözlerinde kendinden sonra yaşasın diye yarattıkları vardır. Bir kadın ölünce, çocuk da ölür. Geride sadece nefes alan bir soyadı kalır.

Gamze Erükçü Akbaş’ın “Baba Anneyi Öldürdüğünde” kitabını okuyorum. Akbaş, yapılmayanı yapmış, o son çığlığı duyan çocukları bulmuş. “Babam annemi öldürdü” diyenlerle konuşmuş.

Verdiği rakamlardan öğreniyoruz. Kocası tarafından öldürülen kadınların yarısı aynı zamanda anne. Bu aileler içindeki her üç çocuktan biri “o an”a tanıklık ediyor.

Emine Bulut’un “ölmek istemiyorum” sesini hatırladınız mı? Siz unutsanız da aynı anda duyduğunuz “anne lütfen ölme” sesinin sahibi o günü yaşamaya devam ediyor.

Biz cinayet haberlerini okurken Akbaş, “Geride kalanlarla ilgili hiçbir akademik çalışma yoktu” diyor. Meleklerin cinsiyetini tartışan Türk üniversitelerinin eksiğini tamamlayan Akbaş’ı okuyunca anlıyoruz ki konu aslında halen bir tabu. Bu nedenle isimler gizli kalırken, katledilenlerin her birine bir nehir adı vermiş. Çocuklar ise zaten artık “baba” yerine “o adam” ifadesini kullanıyor.

‘Babamızın öldüreceğini biliyorduk’

Nil’in kızı Yade anlatıyor:

Vurduktan sonra panikledi. Ben bağırdım, kardeşim bağırdı. Aldı götürdü annemi. Arabamız vardı, arabaya koydu. Hiç öyle bir şey yapacağını düşünmedim ama bekletmiş. Tam iki saat sonra hastaneye götürmüş. Ambulansı aramıştım ben. Ambulans gelirken onu görmüş ama o durmamış. Annem ölmüş kan kaybından.

Boğularak öldürülen Dicle’nin kızı Dilek, perşembenin gelişini hatırlıyor:

Annem izini kaybettirecekti yoksa. Ben sezmiştim zaten, biliyordum bunun olacağını... Babam tehdit ediyordu, ‘seni öldüreceğim’ diyordu anneme.

Meriç’in annesi Münevver Hanım, kızının ölümünü bekliyor gibi:

Kızımı orada bıraktım, babasının yanına. Evde bırakmayayım dedim. Ya eve gelirse... Boğarsa, vurursa... (...) Oraya gittim ki lokantada öldürmüş. Akşam kızımla oturduğumuzda ‘Anne çok korkuyorum, benim yanıma geldiği zaman Celal sinirden titriyordu’ demişti.

Göksu’nun kızı İpek, cinayet anını nasıl beklediklerini söylüyor:

Annem boşanmak istediğinde babam kabul etmedi. Öldüreceğim diye tehdit ediyordu. İkide bir geceleri geliyor, zile basıp kaçıyordu. Rahatsız ediyordu bizi. Elinde copla, silahla geliyor, öldürmekle tehdit ediyordu.

Seyhan’ın kızı Ilgın için gülmek bile aynı değil:

Sanki hiç gitmemiş, hiç öyle bir şey olmamış gibi. İnandıramadım kendimi. Halen de inanmıyor gibiyim. Bazen yüzünü hatırlamaya çalışıyorum, hatırlamıyorum... Çok zor. O zamanki gülüşüme benzemiyor şimdi gülsem bile. Hiçbir şey aynı değil! Hiçbir zaman eskisi gibi mutlu olamıyorum.

Babasının halen hapishane görüşüne giden Tuna’nın kızı sanki annesi için değil bütün cinayetler hakkında konuşuyormuş gibi:

Zaten ben biliyordum bu noktaya geleceğini, babamın annemi öldüreceğini biliyordum. Keşke daha önceden ayrılsaydılar, onların zaten geleceği yoktu.

Çocuklar babalarına karşı, annelerinin ölümünü anlatmak için mahkemeye çıkıyor. Ceyhan’ın, 14 yaşındayken annesinin cesedini kucağına alan oğlu Haluk anlatıyor:

Mahkemede ifade verdim. Son on dakikada girdim, en son ben konuştum. Babam bana baktı ters ters. Mahkemede ‘lafta babandır, şikâyetçi misin’ dediler. ‘Şikâyetçiyim’ dedim. Hatta ‘Erkeksen ben vurdum de!’ dediğini de söyledim.

Yakılan Göksu’nun son sözü

Kocası Erkan tarafından yakılan Göksu’nun, kızı tarafından aktarılan son sözleri bile, kadınların çilesinin bitmezliğini anlatmaya yetiyor:

İlçedeki hastaneye gittik. Ben gördüğümde hayattaydı. İstanbul’a götürecektik tedavi için. ‘Baban izin vermez gitmeme’ dedi. ‘Anne izin verir, biz izin aldık’ dedim. Bizi mahvetti! (Babasını kastediyor). (...) O para yüzünden olmuş, vermiyor diye. Annem de ‘Bu sefer vermeyeceğim, çocuğun okul kıyafetlerini alıp alışveriş yapacağım’ demiş. Hatta yapmış alışverişi, market fişlerini gördüm. Bu iş olmadan önce gündüz markete gitmiş. Ama nasip olmadı yemek...

O gece geçti mi geçmedi mi bilmiyorum; aslında hâlâ o geceyi yaşıyoruz” diyor 11 çocuklu Gediz’in arkasında bıraktıkları. En büyük oğlu Nedim, neden ağlayamadığını açıklıyor. Sanmayın ki “erkekler ağlamaz” sözünden:

Ağlamak için içim yanıyordu. Ama ben ağlayınca tüm kardeşlerim ağlıyordu. O yüzden sustum.

Eşinin şehit olmasının ardından yeniden evlendirilen Nilüfer’in kızı Emel, katledilen annesine kavuşmak için gün sayıyor:

Yurtta herkes sevgilisine kaçardı. Kimse ailesine gitmezdi. Ben her kaçtığımda annemin mezarına gidip intihar ediyordum. Gece yarılarına kadar mezarlıkta kalırdım, yatardım. (...) Saatlerce mezarlığın üstünde yatıyordum ki annemi hissedeyim.

Kadın cinayetleri önlenebilir

Akbaş’ın kitabı bize, ölüm anının, acıklı bir hikâyenin yalnızca sonu olduğunu anlatıyor. Zira tüm örnekler, cinayet anının adım adım geldiğini gösteriyor. Komşular, akrabalar, çocuklar; bıçağın, kurşunun, ateşin sesini bekliyor sadece. Her katlin ardından “önlenebilir miydi” sorusunun yanıtı “evet” diye veriliyor. Tüm mesele; yurttaşını, bir adamın bir evde kurduğu hapishaneden kurtaramayan devlette kilitleniyor.

Namusunu temizledi” diyenler sanmayın ki ölenin, öldürülenin çocuklarına annelik babalık yapıyor. Kimi zaman “katleden babanın evladı”, kimi zaman “ölse de suçlanmaktan kurtulamayan annenin çocuğu” sayılanlar; ömrü silinmiş bir hayatın içinde tek bir günü yaşıyor.

Bir kadın ölünce bir çığlık ölür. Bahçedeki çiçekler, okşanan saç ölür. Ergen bir umut, geç kalmış bir sevda ölür. On yıl önce, yirmi yıl sonra ölür. “Ben büyüyünce” ölür, “okulum bitince” ölür. “İyi ki doğdunlar”, “ya olmasaydınlar” ölür. Bir kadın ölünce ağacın dalları, tohumları, meyveleri ölür.

Kadınlar ateşi en yakınlarındakilerin yaktığı cehennemden kurtulduğu gün, naylon iplerde artık unutulmuş çocuk kıyafetleri olmayacak.

 Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Asgari ücrette Oscar ödülünü hak eden müthiş performans - Alpaslan Savaş / SOL


 Kazanan patronlardır. Kimse onları gündeme getirmedi ama asgari ücreti onlar belirledi. Verdiklerinin fazlasını henüz Ocak ayı maaşlarını yatırırken teşvik olarak geri alacaklar.


Komisyon toplantıları, TÜİK’in geçim hesapları, konfederasyonların ortak açıklamaları, muhalefetin havada uçuşan rakamları derken asgari ücret müsameresi sona erdi. Kadronun Oscar ödülünü hak ettiğini düşünüyorum. Müthiş performanstı. Final sahnesinde avuçlarını ovuşturan patronu hayal edebilirsiniz.

Patronlar memnun olmuşsa AKP görevini yapmış demektir. Sendikal hak ihlalleri konusunda Türkiye’yi her yıl ilk on ülke arasına sokmayı başaran bir iktidardan asgari ücret için işçilerin yararına bir karar beklenmesi tuhaf olurdu.

Beklentileri olduğunu sanmıyorum ama tuhaflık sözde “ortak tutum” alan üç konfederasyonun son gün yaptığı ve “yapıver bir güzellik” demeye gelen açıklamasında oldu:

“Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda belirleyici olan Hükümetin tutumudur. Geçmiş kimi yıllarda olduğu gibi Hükümet tercihini, iktisaden dar ve sabit gelirli kesimler için kullanmalıdır. İnsan onuruna yaraşır bir geçimi sağlayacak bir asgari ücretin yürürlüğe girmesi için tüm imkanlarını seferber etmelidir.”

Şaka değil bu, ortak açıklama!

Bu iktidar herhangi bir tarihte herhangi bir tercihini, herhangi bir biçimde emekçilerin lehine kullanmış mıydı?

Yanıtın bilinmediğini düşünmüyorum.

AKP iktidarında kaynakların dar gelirliler için kullanıldığına dair bilinen tek örnek, yıllarca yoksul mahallelerde dağıtılan üzeri ampul logolu kömür torbaları ile makarna kutularıdır.

“Ortak tutum” diye diye ortaya böyle bir garabet çıktı. Bunun nasıl bir ortaklık olduğunu anlayamasak da işçi olmadan ortaklık olamayacağını, ortak basın toplantılarının ortak mücadele anlamına gelmediğini bir kez daha anlamış olduk. Konfederasyonlar bu işçisiz asgari ücret belirleme sürecinin işçi figürü oldular.

Bir de asgari ücretin 3100 lira olması gerektiğini söyleyen ana muhalefet partisi var. CHP’li belediyeler uygulayacakları taban ücreti bu rakam civarında açıklamaya başladılar. Kimse de çıkıp rakam açıklayan belediye başkanlarına “Sizde sendika, toplu sözleşme yok mu” diye sormadı. Oysa bu belediyelerin neredeyse tamamında bir sendika bulunuyor ve belediye işçileri sendika ile belediye arasında imzalanmış toplu iş sözleşmesindeki haklarla çalışıyor. Bu haklar arasında işe giriş ücreti de var. Rakam açıklayan belediyeler sendikalarla pazarlık etmeden mi bunu yapmış oluyor? Hani ne oldu işçilerin toplu pazarlık hakkı? Ne farkı var bunun asgari ücret tespit komisyonunun ücret belirleme yönteminden?

Kazanan patronlardır. Kimse onları gündeme getirmedi ama asgari ücreti onlar belirledi. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun dört toplantısı boyunca “sürdürülebilir asgari ücret” sözünün dışında tek bir laf etmediler. Adeta görünmez oldular. Ve verdiklerinin fazlasını henüz Ocak ayı maaşlarını yatırırken teşvik olarak geri alacaklar.

178 lira düzenli SGK yatırma teşviki. Kaynak hazineden. 733 lira yeni işe başlayan kadın, genç ve mesleki yeterlilik belgeli işçi için teşvik. Kaynak İşsizlik Sigortası Fonu’ndan. 1341 lira ilave istihdam, 3577 lira bilişim sektöründe ilave istihdam, 1529 lira ilave istihdamda gelir ve damga vergisi teşviki, 1198, 733 lira engelli işçi çalıştırma, 1341 lira kısa çalışmadan normal çalışmaya geçme teşviki. Kaynak yine İşsizlik Sigortası Fonu’ndan.

2021 yılında işçiye ödeyecekleri ücretten kalem kalem geriye alacaklarına dair böyle upuzun bir liste var. Patronların Ensesindeyiz Haberleşme Dayanışma ve Mücadele Ağı tamamını bir rapor olarak yayımladı. İncelemenizi öneririm. Patronlar neredeyse işçi çalıştırdıkları için üste para alacaklar.

*

İktidar ve patronlar 2020’yi böyle kapattıkları için seviniyor olabilir. İşçilerin sessizliğine ve örgütsüzlüğüne güvenerek hareket ettiler. Ama 2021 böyle süreceğine dair garantileri bulunmuyor. Yoksulluk, 2021 yılında Türkiye işçi sınıfının gündemini belirleyecek. Güzel bir slogan vardır, işçiler açken patronlara huzur olmaz…

Giderek daha pervasızlaşan bir iktidar ve sermaye sınıfı var. İşçilerin örgütsüzlüğüne güvenmesinler. Bu değişecek, bunu değiştireceğiz.

İyi seneler.

Alpaslan Savaş / SOL


Yılbaşında ev kutlamalarına müdahale hukuka uygun mu? Polis eve girebilir mi? Haklarınız neler? - BİRGÜN

 

Yeni yıla sayılı günler kala koronavirüs salgınını gerekçe gösteren devletin ev kutlamalarına müdahale edileceği sinyali vermesi birçok tartışma ve soruyu da beraberinde getirdi. Hukukçular, merak edilen soruları yanıtladı.

Yeni yıla sayılı günler kala devam eden koronavirüs salgını nedeniyle kutlamalara ilişkin uyarılar art arda geliyor. İktidar ise, kamu gücüyle bazı kutlamalara müdahale edilebileceğini açıkladı.

Geçen hafta Erdoğan, yılbaşı kutlamalarına ilişkin, "Bir defa bu tür partiler, otellerde-villalarda olsun... Tüm güvenlik güçlerimiz her türlü tedbiri alacak. Bunlara müsaade etmemiz mümkün değil. İstihbaratımız nerede bu tür şeyler olduğunu tespit ederse oralara gerekli operasyonu yapar" dedi.

Erdoğan’ın “İstihbaratımız nerede bu tür şeyler olduğunu tespit ederse oralara gerekli operasyonu yapar” şeklindeki sözlerinin ardından, bazı valiler ve devlet yetkililerince de yılbaşı kutlamalarına ilişkin benzer açıklamalar yapıldı.

Peki güvenlik güçlerinin ev kutlamalarına müdahale etme yetkisi var mı? Polis, koronavirüs salgını bahanesiyle evinize girebilir mi? Haklarınız neler?

Independet Türkçe’den Ali Kemal Erdem, merak edilen bazı soruları hukukçulara sordu.

‘ÖLÇÜSÜZ VE HUKUK DIŞI’

Avukat Mehmet Zengin'e göre ev partisi, doğrudan hukuki karşılığı olan bir ifade değil, insanların özel yaşam alanındaki keyfi tasarruflarını yansıtıyor.

Bu alana müdahale edilmesinin özel hayata yönelik bir müdahale anlamını taşıdığını belirtin Zengin, konuyla ilgili istihbarat çalışmalarından bahsedilmesini son derece abartılı olduğunu dile getirerek, "İstihbarat birimlerimiz, yüksek meşguliyetlerini bir kenara bırakıp kimin kiminle nerede parti yaptığıyla mı ilgilenecek? Takibatın, ev partisi düzeyine düşürülmesi, bu yöndeki uygulamalar, ölçüsüz ve hukuk dışı olacaktır" değerlendirmesinde bulundu.

‘MÜDAHALE MÜMKÜN DEĞİL’

"Ev partilerine hukuken müdahale mümkün değil" diyen Avukat Bahar Topsakal da, şunları söylüyor:

Şunu ifade etmem gerekir ki, tabiri caizse 'ev partileri' bakımından genelge ile bir düzenleme yapıldığını söylemek aslında mümkün değil. Kaldı ki her Türk vatandaşının Anayasa ile teminat altına alınmış yerleşme ve seyahat hürriyeti var. Ve bu hürriyet ancak ilgili maddede yazılan özel sınırlama sebeplerine bağlı olarak kısıtlanabilir. Sokağa çıkma yasağı ve bu yasağa ilişkin tartışmanın dışında söylüyorum; vatandaşların bu hürriyetlerine, arkadaş gruplarıyla yapılacak 'ev partilerine' hukuken müdahale etmek mümkün değildir.

Topsakal'a göre, polisin temel hak ve hürriyetlerin kullanılması bakımından ihlal teşkil edecek şekilde yılbaşında evlere baskın yapması, kapıların açılmaması halinde kapıyı kırıp içeri girmesi, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nde tartışılmaması gereken bir durum olup; vatandaşın kapısının kırılarak evine girilmesi halinde "mala zarar verme", "konut dokunulmazlığının ihlali" ve "özel hayatın gizliğini ihlal" gibi suçların oluşabileceği konusunda da tereddüt yok.

‘POLİS EVE GİREMEZ’

Avukat Yiğit Gökçehan Koçoğlu ise, “Emniyet mensuplarının, bir kişinin evine nasıl girebileceği kanunlarla belirlidir. Genelgeyi gerekçe göstererek eve girilmesi hukuken mümkün değildir” ifadelerini kullanıyor.

OdaTv de benzer soruları avukatlar Serkan Günel ve Kazım Yiğit Akalın’a sordu.

Avukat Günel, “Her şeyden önce idarenin düzenleyici işlemlerinden olan genelgelerle suç ve ceza yaratılamaz, bu Anayasal bir kuraldır” derken, Avukat Akalın ise, “Genelge gerekçe gösterilerek konutta arama yapılması mümkün değildir” dedi.

KONUT ARAMASI MÜMKÜN DEĞİL

Avukat Akalın konuyla ilgili soruları, “CMK’nın 119. maddesi uyarınca konutta, işyerinde ve kamuya açık olmayan kapalı alanlarda arama, hakim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısının yazılı emri ile yapılabilir. Yani kolluk amirinin emri ile dahi konutlarda arama yapılamaz. Arama kararı da yine CMK’nın 116. maddesi uyarınca, şüphelinin yakalanması veya suç delili elde edilmesi amacıyla yapılabilecektir. Bir başka ifadeyle, herhangi bir suça ilişkin olarak şüphelinin yakalanması ya da delil elde edilmesi durumu yoksa, Hakim veya Cumhuriyet savcısı da arama kararı veremeyecektir. Dolayısıyla, Genelge gerekçe gösterilerek konutta arama yapılması mümkün değildir” diyerek yanıtladı.

‘UYARIDA BULUNABİLİR AMA ARAMA YAPAMAZ’

Avukat Serkan Günel ise, “mevcut koşullarda yılbaşı partisi adı altında ev araması yapmak kanuna aykırıdır” derken, “ancak Kabahatlar Kanunu kapsamında evde aşırı gürültü olursa evlere uyarı için gidilebileceğini bu kapsamda eve gelen polisin içerde korona önlemlerine aykırı bir düzen varsa uyarıda bulunabileceğini ancak evde arama yapamayacağını düşünenlerdenim. Yine de son olarak insanlarımızın doğal hukuk kuralları kapsamında kendilerine ve başkalarına zarar vermeyecek şekilde korona önlemlerini alarak yılbaşı kutlamasını önermekteyim” ifadelerini kullandı.

Avukat Günel’in konuyla ilgili açıklaması şöyle:

“Her şeyden önce idarenin düzenleyici işlemlerinden olan genelgelerle suç ve ceza yaratılamaz, bu Anayasal bir kuraldır ancak maalesef son zamanlarda bu yanlış uygulama yerleşti. İkinci olarak konuta ve işyerinde arama ve el koyma işlemleri CMK 116 ve devamında düzenlenmiş olup yapılacak bir aramanın bu kanundaki şartları haiz olması gerekir. Buna göre ‘yakalanabileceği veya suç delillerinin elde edilebileceği hususunda makul şüphe varsa şüphelinin veya sanığın üstü, eşyası, konutu, işyeri aranabilir’ başka bir deyişle öncelikle bir soruşturma ve o soruşturmada şüpheli olan biri olması gerekir arama için mevcut koşullarda yılbaşı partisi adı altında ev araması yapmak kanuna aykırıdır, bazen bir bölgede tehlike ihbarları kapsamında araç ve üst aramalarına ilişkin genel kararlar alındığını görüyoruz ki bunun da anayasa ve yasalara aykırı olduğuna dair pek çok karar mevcut. Bu kapsamda ancak Kabahatlar Kanunu kapsamında evde aşırı gürültü olursa evlere uyarı için gidilebileceğini bu kapsamda eve gelen polisin içerde korona önlemlerine aykırı bir düzen varsa uyarıda bulunabileceğini ancak evde arama yapamayacağını düşünenlerdenim. Kaldı ki koroma kapsamında girilecek bir evde ne aranacağı sorusu da cevapsızdır bir evde kaç kişi yaşayabileceğine ilişkin bir kural mevcut değil ve herkes de yaşadığı eve ikametgahını aldırmamakta bunun için yasa bir süre tanımış durumda. Yine de son olarak insanlarımızın doğal hukuk kuralları kapsamında kendilerine ve başkalarına zarar vermeyecek şekilde korona önlemlerini alarak yılbaşı kutlamasını önermekteyim.”

BİRGÜN

30 Aralık 2020 Çarşamba

Köle lazım mı? - Kaan Sezyum / BİRGÜN

 Yeni yılda eğlenenleri çarmıha gerelim. Bence bir taşla iki kuş. Hem bize ait olmadığını düşündüğümüz bir inancın sembollerinden biriyle ceza vermiş oluruz, hem de bizim gibi davranmayanlara iyi bir ders olur. Sembolik yanı da cabası…

Bu sırada da anayasanın cinsel yönelimlerini tartışmaya açan, anayasaya yeni yönelimler katmak isteyen açıklamalar iktidarda bulunan malum tayfanın her kanadından aktıkça akıyor. Son damlama Bolu’dan geldi.



Bolu Valisi Ahmet Bey, yılbaşında son model koronavirüs nedeniyle tedbirlerin en üst seviyeye çıkarıldığını belirterek, “Bir evde eğer normalin üzerinde insan varsa o evdeki herkese cezai müeyyide uygulanacak” dedi... Anayasada milletin evinde kaç kişi kalıyor, nasıl kalıyor, neden kalıyor gibi mevzulara dadanılamayacağı yazıyor ama nedense kimse çok da şey etmiyor. Sonuçta bu ülkedeki yerel mahkemeler AYM’yi tanımıyor. Ülke desen AB’yi, ABD’yi ve keyfine gelmeyen kim varsa onu tanımıyor. Hatta ülke altına imza attığı kararları ve uluslararası anlaşmaları filan da tanımıyor.

Yani bizim memleket şu anda bir insan olsa, kesin kirasını filan da ödemez. Bi de gider ev sahibini darlar. “Bu yalancı, bu bilmemneci” der… Peki olmadığı ne malum.. Avrupalı da efendi takılıyor. “Kardeşim uygulayamayacağın mevzuatın altına neden imza atıyorsun? Senin olayın nedir hele bi desene?” diye el kol yapsa, o elleri kolları gerekli yerlere saplarız. Avrupa da akıllı olacak. Ne öyle yasa masa, yerel iktidarın kararının üzerine karar mı olur?

Bakın admin kendisi gibi düşünmeyen partilere ne diyor?

Hem de utanmadan gönül rahatlığıyla “Yetki sahibi olsalar hemen malum şahsı serbest bırakacaklar” diyor. Oysa yetki bir partinin ya da bireyin değil anayasanın, kanunun, hukukundu. Amaaaan sen de. Bu hukukla filan çok uğraşmamak lazım yoksa kafayı yersin valla. Yetki kimdeyse boru da onda. Hem de boru değil, tak bir gün atar yaptığın papazı ertesi günde şakkandanak salabilirsin. Hadi papaz olmadı, bir gün dersin ki “O gazeteci değil bilmemne” ertesi gün de “Abi biz size onu iade ediyoruz buyrun uçak bileti”… Hayat böyle geçip gidiyor. Hayatımıza kimler karar veriyor. Kimler kimlerle birlikte zaten...

Gelelim Bolu’nun boluna… Evde kaç kişisin, hangi amaçla yan yana duracaksın, hep bundan o sorumlu. Ama toplu bi miting olur, ne bileyim kilisenin camiye dönüşümü filan kutlanır o zaman binler, on binler, yüz binler toplanabilir. İsterse Bolu’da, isterse Urla’da. Hiç fark etmez.

Aşılar da gelmedi zaten. Ya eskiden “Sizin cihazlar gümrükte takıldı” diye bir muhabbet olurdu. Ülkenin parası para, vatandaşının alım gücü bi şeye benzerkenki yıllarda… Şimdi daha dün bir arkadaşımla konuştum. Kendisi artık bizi kıskananların yuvası bir ülkede yaşamaya çalışıyor. Annesine kartpostal yollamış, kartpostal ülkemize gelince arkadaşın annesinden bir de 18 Avro gümrük almışlar. Bravo. Zaten PayPal gibi şeylerden bahsedemiyoruz bile. Millet ayda yürüyor, biz düz yolda yürüyemiyoruz hala.

Son olarak İTO’nun bizi köle olarak satma düşüncesinin güzelliğine bakar mısınız bi:

İstanbul Ticaret Odası (İTO), hazırladığı İstanbul’da Mülk Edinme Rehberi'nde yabancı yatırımcılara çağrıda bulundu. Türkiye’deki işgücünün nitelikli ama ucuz işgücü olduğunu “İmalatta saatlik işçi maliyeti Türkiye’de 5,6 Amerikan dolarıyken, Almanya’da bu maliyet 47,2 Amerikan dolarıdır” diye açıkladı…

Gel yabancı, gel, Türk malı kölelerin Almanlardan 10 kat daha ucuz. Bizim hayatımız onlardan on kat daha değersiz. Soran olursa bir Türk dünyaya bedel dersiniz.

Kaan Sezyum / BİRGÜN