22 Nisan 2021 Perşembe

Dincilerin düzenlediği yarışmalar okullarda bakanlık duyurularıyla tanıtılıyor - (SOL)


 MEB, gerici yapılanmaların yarışmalarını okullarda özendirerek 'katılım' çağrısı yapıyor. Son örnek Saadet'in gençlik kolu AGD ve MGV'nin 'Siyer-i Nebi' yarışması.

Saadet Partisi'nin gençlik yapılanması Anadolu Gençlik Derneği (AGD) ile Milli Gençlik Vakfı (MGV) Türkiye genelinde Siyer-i Nebi isimli bir yarışma düzenliyor.

Pandemi dolayısıyla çevrimiçi yapılacak olan yarışma okullarda velilere ve öğrencilere Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından da dolaylı olarak duyuruldu. Bazı okullarda ve sınıflarda öğretmenler ya da okul aile birliği üyesi veliler, çocukları yarışmaya katılmaları için teşvik etti.

                           Afişin okullarda dolaştırılan duyurusu

İstanbul Kadıköy İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü'nün yarışmanın duyurulmasını isteyen yazısı










































AGD'nin "Geleceği inşa edecek gençlik İslam ağacının gölgesinde yetişir" diyerek duyurduğu yarışmaya internet sitesinden başvuru yapılıyor. Buna göre sitede 2 kitap yer alıyor. 

Sınav sorularının kaynağı olarak lise düzeyi için belirlendiği söylenen Şerafettin Kalay isimli kişinin 338 sayfalık "Âlemlere Rahmet Olarak Gönderilen Elçi Hz. Muhammed" kitabı ve Ortaokul düzeyi için denilerek Muzaffer Aktürk - Muhammed Mücahid Traş isimli kişilerin "Sevgili Peygamberim" kitabı belirlenmiş. Bu kitap ise 209 sayfa.

                                                  AGD'nin yarışma afişi









Çocuklara kimlerin kitabı okutulacak?

"Lise düzeyi kitabı"nın yazarı Şerafettin Kalay, imam hatip lisesi ve İstanbul Yüksek İslâm Entitüsü mezunu. 1978 yılında yurtdışına çıkan Kalay'ın Almanya, Belçika ve Hollanda’daki cemiyetlerin kuruluş ve tebliğ faaliyetlerine katıldığı belirtiliyor. 1996'dan beri Türkiye'de olan Kalay, Avrupa İslâm Üniversitesinde öğretim üyeliği yapıyor. Kalay geçtiğimiz yıla kadar da Saadet Partisi'nin yayını Milli Gazete'de yazarlık yapmış. 

                                                       Şerafettin Kalay












Diğer kitabın yazarlarından Muhammed Mücahid Traş, 2019 yerel seçimlerinde Saadet Partisi'nden Yozgat Boğazlıyan Yamaçlı Belediye Başkan Adayı olarak gösterilmiş. İmam hatip lisesi mezunu olan Muzaffer Aktürk için bağlı olduğu AGD İstanbul yapılanmasının sitesinde Milli Eğitim Bakanlığı’nda memur olduğu söyleniyor.

Veliler tepki gösterdi

Kitaplarda "peygamberin hayatı, mekke-medine dönemi" detaylı olarak anlatılıyor. Sık sık "dualar"a, Kuran atıflarına yer veriliyor. Yarışmanın "ödül"ü olarak da ilk 10'a girenler için ortaokul ve lise için ayrı ayrı "kitap seti" belirlenmiş durumda. Kitaplarda Cansuyu Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği'nin reklamları da yer alıyor.

Yarışma veli gruplarında da özendirildi. İlkokul düzeyinde dahi paylaşıldı. "Çocuklarımızı cemaatlerin, gericilerin eline teslim etmek istemiyoruz" diyen bazı veliler duruma tepki gösterdi.

Yarışmayı düzenleyenler kimler?

Yarışmayı düzenleyen MGV, Necmettin Erbakan tarafından 1975'te kurdurulmuştu. 2004'te kapatılan vakıf 2014'te tekrar kuruldu.

Vakıfla birlikte çalışan Saadet Partisi'nin gençlik yapılanması AGD gerici yayınlarıyla dikkat çekiyor. AGD TV isimli YouTube kanalında "Evlilik Okulu" adı verilen bir yapılanmayla "düğün süreci ve adabı", "evlilik öncesi alışveriş adabı",  "evlilik öncesi takı belirlenmesi", "isteme, söz, nişan süreçleri", "tanışma ve görüşme adabı", "ideal aile hayatı" gibi videolar yayınlanıyor. 

'Evlenmeyen kadın-erkek yalnız görüşemez'

Videolarda "eğitim" verenlerden biri de yarışmadaki kitaplardan birinin yazarı Muzaffer Aktürk. Aktürk, "tanışma ve görüşme adabı ve usulleri" isimli videoda "Evlenmeye karar veren kişiler evlenmeden önce 3. kişilerle birlikte görüşmelidir. Nikah olmadan el tutuşulmamalıdır" diyor.

Bu videolarda "İslam'a göre evlilik" tanımlanırken, evlilik yaşının yükselmesi risk olarak nitelendiriliyor. Kadınların aile hayatındaki "yeri" anlatılıyor.

                                                    Muzaffer Aktürk









Diyanet de yarışma düzenliyor

Benzer bir yarışma Diyanet tarafından da düzenleniyor. "Mevlid-i Nebi Gençlik Bilgi Yarışması" için Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında yer alan "Hadislerle O’nu Anlamak" isimli kitaptan sorumlu tutulacağı belirtilen çocuklar, çevrimiçi sınava tabi tutulacak. Kitap Diyanet'in yayın satış sitesinde 11 liraya satılıyor.

Diyanet'in sitesinde yarışmanın tanıtım ve duyuru aşamasında "gençlik koordinatörleri, KYK ve TDV yurtlarında görevli manevi danışmanlar ile Başkanlık gençlik çalışmalarında görev alan diğer personel aktif olarak görev alacaklardır" deniliyor.

Yarışma sonucu dereceye girenlerin tespitinde erkek ve kız öğrencilerin ayrı kategorilerde değerlendirileceği de belirtiliyor.

Yarışmalarla ilgili bilgi almaya çalışarak, "Duyuruları neye göre yapıyorsunuz? Yarışmanın içeriğini eğitsel olarak yararlı mı buldunuz?" diye sorduğumuz MEB yetkilileri ise bilgi verebilecek kimse olmadığını söyleyerek ilçe milli eğitim müdürlüklerine yönlendirdi.

SOL

21 Nisan 2021 Çarşamba

Sınırlarda sınırsızca yaşayanlar - Kaan Sezyum / BİRGÜN

 Ülkemizde belediyecilik çok ilerledi, hatta o kadar ilerledi ki ülkemiz sınırlarını bile aştı. Hatta 

o kadar aştı ki, hizmeti ülkede veriyor, hizmetin devamı da yurt dışında geliyor… İşte gönül 

belediyeciliği, işte hizmet pasaportu belediyeciliği, işte yasal yollardan insan ticareti…


Bu haberleri duyunca ben de sizin gibi önce çok şaşırdım. “Belediyelerin böyle bir imkânı var mıymış?” diye düşündüm. Sonra da bu hizmeti sağladıkları için belediyelerimizle gurur duydum, ardından da gurura bağlı olarak müthiş bir şekilde sevindim. Bir de güzel organize olmuşlar ki sormayın ya. Belediyeden “Bu arkadaşlar bizim sincap severler fındık geliştirme eğitimimiz kapsamında Almanya’ya gidecekler” diye belge hazırlanıyor. Bu belgenin gittiği merci “E tamam belediyeden eğitim için gidiyorsa bu arkadaşlar tamamdır” diyor, sincap sevdalılarına hizmet pasaportları hazırlanıyor. Sincap sevdalıları Avroları belediyeye veriyor, belediye sincap sevdalılarını Almanya’ya götürüyor, sonra verdiği özel hizmet pasaportlarını toplatıp Türkiye’ye geri getiriyor. Sincap sevdalıları da artık Almanya’da kaçak olarak hayatlarına devam ediyor…

***

Vallahi muhteşem. Tek kelimeyle CERN’e olsun Pfizer’e olsun, Moderna’ya olsun verilecek bir cevap. İstediğiniz bilim insanını getirir, bu dümendeki Ar-Ge teknolojisine hayran olur, karşısına geçer tövbe ister. Gördüğünüz gibi aslında bilim hayatımızın her yerinde, önemli olan onu görebilmek. Belediyelerimiz bunu güzel bir şekilde görmüşler ve kendi aralarında görev dağılımlarını da yapmışlar. Tabii ki seri bir şekilde pasaportları sağlayan herkese de ayrıca teşekkür etmek, bu insanlar geri dönmeyip de sadece pasaportları geldiğinde durumdan en ufak bir şekilde haberdar olamayan tüm yetkilileri de gözlerinden öpücük yağmurlarında şemsiyesiz bırakmak lazım. Ülkemiz AB’ye giriyor işte. İsteseniz de istemeseniz de AB’ye giriyoruz…

Bakın Ticaret Bakanlığı’ndan bu hafta duyduğum başka bir inovasyon. Yani adeta “Ticaret böyle yapılır alın görün” dercesine bir hareket… Olay şu: Ticaret Bakanlığı, Ticaret Bakanı’nın eşiyle birlikte ortağı olduğu şirketten, Ticaret Bakanı’nın da iznini alarak, 9 milyon liralık dezenfektan ticareti işine girmiş… Muhteşem bir iş ahlakı. Hatta aradığımız hep sorduğumuz o “Güzel ahlak” var ya işte bu. Yani Ticaret Bakanı ticaret yapamasın mı? Koskoca Ticaret Bakanı, düz bir bakanlıkla mı ticaret yapsın? Tabii ki Ticaret Bakanı’nın ticaret için Tercihi de Ticaret Bakanı’nın da onayladığı Ticaret Bakanlığı ile ticaret yapmak olacak… Hani eskiden başkasının üzerine olurdu şirketler, ticaret yapılırdı. İşte artık ona gerek yok. Ticaret Bakanlığı bir sürü gereksiz bürokratik fasa fisoyu bir kenara bırakmış, ülkemiz nasıl daha iyi ticaret yapabilir diye düşünüyor. İşte muhalefet bunu görmüyor. Kılıçtar Bey anca sarı mutfak bezli mutfağında otursun. İktidar partisinin vekillerinin bir tane benzeri mutfağa sahip evi var mıdır? Koskoca vekiller Maybach mutfaktadır kesin. Muhalefetin çapsızlığı mutfağından belli. İnsan dolapları bi şey eder. Neyse…

***

Bir tek gün içinde 340 kişinin hayatını kaybettiği şu günlerde bakın sağlıktan sorumlu bakanımızın tivitleri kadar insanı manen destekleyen başka bir şey var mı sorarım size? Bir onlar, bir de kamyon arkası yazıları. Beni edebi olarak çok besliyor. Çekemeyen anten taksın. Aşı maşı yok ama siz antenle idare edersiniz. Bakın hizmet dedik, yolu hizmetten geçen herkesin buluştuğu bir nokta var. Malum parti tabii ki. Malum partili belediye başkanı, bilim kurulunun “Bunları çocuklara yedirmeyelim” diye yasakladığı ürünleri ne yaptı? Tabii ki Ramazan’ın en güzel duygularıyla öğrencilerle paylaştı. Ya muhalefet var ya iki koyun güdemez, koyun.

Sanki ülkeyi çobanlara emanet etmemiz gerekiyormuş gibi…

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Yol ve tünellere gömülü ebedi borçluluk - Şükrü Aslan / BİRGÜN

 


Köprüler, tüneller ve yollar uzun zamandır şehirleri birbirine bağlayan işlevleri nedeniyle değil 

bunları inşa eden firmaların, aşırı ayrıcalıklı ‘hakları’ üzerinden konuşuluyorlar. Ayrıcalıklı 

haklar ifadesi belki de durumu tam anlatmıyor olabilir. Çünkü bahse konu firmalar, ülkenin 

geleceğini ipotek altına almakla itham ediliyorlar.İlginç olan yollar, köprüler ve tüneller söz 

konusu olduğunda Türkiye’de her vatandaşın devlete borçlu olduğu erken Cumhuriyet 

yıllarından, devlet de dahil her vatandaşın, bazı firmalara borçlu hale geldiği bambaşka bir 

döneme geçmiş olmamızdır. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında memleketin en önemli 

sorunlarından birisi ulaşım ağlarının zayıflığıydı. Mesela doğuda, bir şehirden İstanbul’a 

gitmek için önce Trabzon’a kadar yürümek ve sonra da vapurla bir haftalık yolculuk yapmak 

gerekiyordu. Karayolu ağları zayıftı. Türkiye demiryolu ağları açısından bir parça daha iyiydi 

ve Almanların inşa ettikleri ağlarla Ankara ve İstanbul birbirine bağlanmıştı. Ama yine de pek 

çok bölge demiryolu ile henüz tanışmamıştı. Rejim, belki de daha çok güvenlik politikaları 

nedeniyle, memleketi ‘demir ağlarla örmeyi’ de hedefine koymuştu. Kısaca Türk 

modernleşmesinin en önemli işlerinden birisi de karayolu, demiryolu ve bunların bir parçası 

olan tünel ve köprülerin inşasını merkezi bir plan içinde ele almak ve yapmaktı.

Erken Cumhuriyet dönemi devleti, yurttaşını devlete ebediyen borçlu hale getirecek o az bilinen yasayı bu amaçla çıkarmıştı. 12 Haziran 1929 tarihinde çıkarılan 1525 sayılı Şose ve Köprüler Kanunu 28 maddeden oluşuyordu ve 9. maddesine göre 18 yaşından 60 yaşına kadar her erkek, bir yol mükellefiyetine tabi tutulmuştu. Yani devletin uygun gördüğü yol yapımında bedenen çalışacaktı. Bedenen çalışacak durumda değilse (ki bunu da ispat etmesi gerekiyordu) bu işin mali bedelini devlete ödeyecekti. Bedenen yapılacak iş yılda 10 gün, nakden ödeme yapacaklar için ise bedel yılda 8 lira olarak belirlenmişti. Gerekirse bu miktarlar Vilayet Umum Meclisleri tarafından 12 işgününe ve 10 liraya kadar çıkarılabilecekti. Yasaya göre bedenen çalışacakların, yerlerine başkalarını çalıştırması da yasaklanmıştı. Kurtuluş yoktu yani, herkes ya çalışacak ya da parasını verecek; böylece memleketin ‘ihtiyaç duyduğu’ yollar, tüneller ve köprüler yapılmış olacaktı. Yasa bu içeriğiyle 18-60 yaş arası erkek vatandaşların tamamını devlete ömür boyu borçlu hale getiriyordu.

Türkiye’nin yolları, tünelleri, köprüleri büyük ölçüde bu mecburi emekle yapılmış; uygulamada kuşkusuz bir dizi dramatik sonuçlar da yaşanmıştı. Bu yasa, arada bazı değişikliklere uğramış olsa da 1952’ye kadar yürürlükte kalmıştı. O yıl DP iktidarı, yol vergisinin bazı biçimlerini koruyarak yol-köprü-tünel işlerini yeniden düzenlemişti. Özel sektörün daha aktif biçimde sürece dahil edildiği biçimde şirketler kurulmuş ve ihaleleri takip gibi yeni bir sektör de ortaya çıkmıştı.

Bugün yol-köprü-tünel yapımıyla ilgili devlet ve özel sektör ilişkisi, özelleştirmenin en uç halini bile aşmış görünüyor. Zira Türkiye’nin neredeyse bütün yol, köprü, tünel işlerini beş büyük firma yapıyor. Bu firmalar aldıkları ihalelerle o kadar büyümüşler ki, Dünya Bankası verilerine göre en fazla ihale alan ilk on şirketin yarısını onlar oluşturuyor. Bunlarla yapılan sözleşmelerin Türkiye’ye getirdiği yükler ve ilgili firmalara sağladığı ayrıcalıklar sistem açısından ‘elini verip kolunu alamama’ gibi yeni bir aşamaya evrilmiş durumda. Zira yapılan tünel, köprü ve yollara ‘araç sayısı garantisi’ verilmesi ve TL yerine dolarla ödeme taahhüdü nedeniyle ilgili şirketler sürekli alacaklı pozisyona geçmiş bulunuyorlar. Bu yüzden devletin ve dolayısıyla tüm vatandaşların şirketlere daimi borçlu hale geldiği yepyeni bir süreci yaşıyoruz. 1930’lu yılların devlet politikaları her vatandaşı devlete borçlu hale getirmişti. Şimdi ki devlet politikaları ise sadece her vatandaşı değil, onlarla birlikte devleti de söz konusu özel şirketlere daimi borçlu hale getirmiş durumda. Hem de ‘yerli ve milli’ söyleminin en yüksek seviyede dillendirildiği bir zamanda. Ne tuhaf!

Şükrü Aslan / BİRGÜN

Emperyalist çağda futbol paylaşım savaşı - İSMAİL SARP AYKURT / SOL

(1)-Emperyalist çağda futbol paylaşım savaşı.(İSMAİL SARP AYKURT)

(2)-TKP Genel Sekreteri'nden 'Avrupa Süper Ligi' yorumu.

(3)-Efsane futbolcu Prekazi'yle Avrupa Süper Ligi'ni konuştuk.(YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU)

(4)-Futbolda yeni tartışma: Nedir bu Avrupa Süper Ligi?

                                                                               ***



(1)-Emperyalist çağda futbol paylaşım savaşı.(İSMAİL SARP AYKURT)

Futbolun paylaşım savaşında yeni konjonktür, bir burjuva hizbiyle soğuk savaştan sıcağına geçtiğimizi işaret ediyor. Değişmeyen şey ise futboldaki emek cephesinin hâlâ örgütsüz ve güçsüz oluşudur.

Yanlış hatırlamıyorsam, Tunus takımı Club Africain ile Paris Saint Germain (PSG) arasında oynanan bir hazırlık karşılaşmasında Tunuslu futbolseverlerin ellerindeydi büyücek bir pankart... “Created by the poor, stolen by the rich” (Yoksullar yarattı, zenginler çaldı) yazıyordu futbola gönderme yaparak ve haklılardı Tunuslu futbolseverler. 

Kapitalizmde futbolun yoksullarla, onlara “umut tacirliği” yapmak ve gerçekleşmesi zor vaatler sunmaktan dışında bir işi kalmamıştı.

Kendini var edenlerden kopuşunu çoktandır yapan futbol kapitalizmi, şimdi de “futbolun elitleri” arasındaki bir paylaşım savaşına öncülük ediyor.

Futbolun paylaşım savaşında son kıvılcım

Yeni gündeme gelen “Avrupa Süper Ligi” tartışması futbolun egemenleri  içerisinde bir yarılma yaratacak cinsten. Çünkü Avrupa’nın majör liglerinde yer alan önemli futbol kulüplerinden 12’si kendi “özgürlük alanlarını” inşa etmeye başladılar. Bu, başlı başına FIFA ve UEFA tasallutuna meydan okuma gibi görünse de bu “beklenen darbenin” endüstriyel futbolun paydaş ve aktörlerinin kendi aralarındaki bir didişme olduğunu hatırlatmak gerekiyor.

Zaten çok uzun zamandır futbol liglerindeki eşitsizlik sürerken, futbolun hatırı sayılır tüm turnuvalarında da “elit takımlar” hüküm sürerken, bir kartelleşme neden anormal oluyor?

Bu anlamda durum hiç de bir “sapma” gibi durmuyor. Rotası çoktandır bizden uzaklaşmış bir olguyu tariflerken nedense yeniymiş gibi görmek, kurtulamadığımız  alışkanlıklarımızdan biri olarak öne çıkıyor.

Tuğrul Akşar bu döneme “endüstriyel futbolun en üst aşaması, Finansal Futbol” diyor. Ben, emperyalizm çağı ve futbol kapitalizmi demeyi tercih ediyorum.

İçerikleri benzerdir, durum ortadadır. 

Futbolun dağılma/çökme emareleri verdiği bir süredir ortaya çıkmıştı. Zaten saptanamayacak gibi değildi ve süreç salgın nedeniyle de hızlandı. Bilmediğimiz tek şey, dağılmanın  hangi saiklerle ortaya çıkacağıydı. Şimdi, Avrupa Süper Ligi çıkışı ile ortaya çıkan şey, futbolun dağıldığının ama bunun bir savaşa, çatışmaya dönüştüğünün kanıtıdır ve malumun ilanıdır.

Ayrıca bunun ilanı için basın açıklaması gerekmiyor.  Soğuk savaş, sıcağa dönmüştür.

Futbol hizip ve kartelleşme de ne demek oluyor?

Burada bir kaç cepheden bahsetmek ve duruma ihtiyatlı yaklaşmak gerekli. Bunlardan birisi, ekonomik kaygılarını başa yazan Avrupa’nın kalburüstü takımlarının kendi girişimlerini kurmaları ve buradan elde edecekleri ciddi kârı nasıl bölüşecekleri konusudur. 

İlginçtir, kendi aralarında da çelişkiler olan bu kulüpler kendi içlerinde hamlelerine itiraz eden kişiler olsa da bu kararlarında ısrarcılar. Yeni değildir ve salgın bu eğilimi güçlendirmiş, ivmelendirmiştir. “Gerekirse kendi dünya kupamızı yaparız” diyen Real Madrid başkanı aslında ve zaten kendi hegemonyasını kurduğu liginde oynamaktadır!

Bu oyuna şimdi de “mağduriyetler” eklenmiştir.

Açıklamadan hemen önceki futbolda amansız bir servet birikimi, merkez ve çevre ligler arasında uçuk eşitsizlikler haksız rekabet vardı. Bu başka boyutlarıyla devam ediyor olacak. Real Madrid başkanının salgın öncesinde de bahsettiği bir modellemedir bu. Yeni sistemle gelirlerin iki katına çıkacağı, daha çok tekelin denklemin içerisine gireceği aşikârdır ve bu gündem çoktandır futbol kurumları nezdinde gündemdedir.

Önemli değil. Bu yeni kapitalist arayış, futbolun açmazlarının getirdiği bir son raddedir. Para arttıkça para sevgisi de pekâla artmaktadır. Futbol kapitalizmin varoluş nedeni budur ve bu organizasyon, futboldaki mali çöküşün basıncını azaltmak ve mümkünse aşmak için tasarlanmıştır. 

Futbolda romantizmin kendisi romantiktir

Şimdi sıra bu organizasyonda yer almak için “lobicilik” faaliyeti yapacak Türkiyeli futbol kulüplerindedir. The Sun gazetesinin verdiği habere göre, bu takımlara Türkiye’den Galatasaray, İskoç Celtic, Hollanda ekibi Ajax ve Sırp kulüp Kızılyıldız da çağrılmanın eşiğindedir. Alman takımlar Bayern Münih ile B. Dortmund ise bu çıkışa red yanıtı vermişlerdir.

United’lı eski futbolcu Gary Neville’in futbol romantizmine meyleden çıkışı tarihsel olarak hasarlıdır. Neville, “Tüm İngiliz kulüpleri için Avrupa Süper Ligi için alınan kararı şok edici buluyorum. Asla yalnız yürümeyeceksiniz diyorsunuz, halkın takımı olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Manchester United işçiler tarafından kuruldunuz” diyor.

Galiba işçi kökenli oluşlarımız yeni aklımıza geliyor. Şuanki fotoğraftan öyle bir anlam çıkıyor ki bu kararla işçilerin elindeki futbol dünkü “Avrupa Süper Ligi” kararıyla elimizden alındı sanıyorsunuz.

Piyasanın aktörleri: Ne hizip ne FIFA...

Bu da bizi FIFA ve UEFA’yı desteklememiz gerektiği noktasına getirip bırakıyor. Kimse FIFA’nın yeni planladığı reformlarla neler hedeflediğini, çifte standartlarını, haksız uygulamalarını, ‘yönetememesini’ gündeme getirmiyor ve bu çıkışın arka planında nerede yer aldığını düşünmüyor. Olası pazarlıkları da gözardı etmiş oluyor.

Unutmadan, yolsuzluk, hırsızlık ve kalpazanlığın merkezi olmuş, Katar Emiri destekçisi ve Katar sevdalısı, araştırmacı gazeteci Andrew Jennings’in eski başkan Sepp Blatter’i “mafya babası”, FIFA’yı da “suç örgütü” olarak topa tuttuğu FIFA’dan ya da küçük kardeşi UEFA’dan bahsetmiyor muyuz?

Piyasanın futbola bu kadar zerk etmesinin sonucu “Avrupa Süper Lig” burjuva hizbidir. 

Hangi takımların hangi kriterlere göre organizasyona katılacağı, kadın futboluna ne tür ek yükler getireceğini, hangi “burjuva kulübünün” neye göre dışarıda bırakılacağını da kapı dışarı etmemek gerekiyor.

Yeni hizip, kartelleşmeyi ve fakat çevredeki diğer aktörleri dışsal bırakmayı kafasına koymuş bir yeni futbol rejimine referans verirken yeni bir tartışmayı, “eşitsizlik evreninde eşitlik aramayı” tartıştırıyor olacak.

Futbolun bu şekilde, bu girişimle birlikte öleceğini söyleyenler için ise küçük bir haberim var.

Futbol zaten ölü. Ama belli ki cenazeyi bizim omuzlamamız gerekiyor.

Daha fazla gecikmeden ve hepsinden kurtularak...

                                                                     ***

(2)-TKP Genel Sekreteri'nden 'Avrupa Süper Ligi' yorumu.


TKP Genel Sekreteri Okuyan, 'Emekçilerin kitlesel spor ve sosyalleşme aracı olarak yola çıkan futbol, paranın egemenliği arttıkça çok şey kaybetti. Biz yine Metin Kurt'un izindeyiz' dedi.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan, son günlerde çok tartışılan Avrupa Süper Ligi ile ilgili değerlendirme yaptı.

Sosyal medya hesabından açıklama yapan Okuyan, "Emekçilerin kitlesel spor, eğlence ve sosyalleşme aracı olarak yola çıkan futbol, paranın egemenliği arttıkça çok şey kaybetti. Şimdi en zengin kulüplerle UEFA su başlarını kim tutacak kavgasına tutuşmuşken biz yine Metin Kurt'un izindeyiz: "Futbol borsada değil arsada güzel!" dedi.

                                                                ***

(3)-Efsane futbolcu Prekazi'yle Avrupa Süper Ligi'ni konuştuk.(YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU)



Futbolda Avrupa Süper Ligi krizi sürerken, ortaya atılan 'sorunların' futbolla ilgisi yok. Cevad Prekazi, futbolun gerçek sahiplerinin sözü nerede diye soruyor, 'futbol artık mafya işidir' diyor.

"Futbol sadece futbol değildir" sözü, siyaset futbol ilişkisi söz konusu olduğunda ilk akla gelen anlatı. Son günlerde Avrupa’nın önde gelen kulüplerinin aldıkları yeni lig kararı patronların açgözlülüğünün sadece yeni bir fotoğrafı. Metin Kurt’la aynı dönem oynamasalar da, düşünceleriyle omuz omuza olan, bir döneme damgasını vuran Galatasaray’lı eski futbolcu Cevad Prekazi’yle "Avrupa Süper Ligi" kararını, kararın muhtemel etkilerini, futbolu, dünyadaki gelişmeleri konuştuk. Galatasaray’a teklif gelirse diye sorduk, Prekazi yanıtladı.

Bir dönem attığı gollerle milyonları ayağa kaldıran Prekazi, "Dünya bu haliyle bitik, her yerde devrimler olmalı" diyor.

Futbolun patronlar tarafından ele geçirildiğini söyleyen Prekazi, “futbol artık mafya işi oldu” diyerek her şeyi özetliyor.

İnsanlığın mutlu yaşamasının en önemli şey olduğunu vurgulayan Prekazi, "düzen değişsin, düzen gelsin" diyor. 

İşte Cevad Prekazi’nin sorularımıza yanıtları...

'Zenginler daha zengin olmak istiyor'

Avrupa Süper Ligi kararı futbol dünyasına bomba gibi düştü. Bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Zenginler daha zengin olmak istiyor. Tabii ki bu karar çok tehlikeli. Futbolu bütün dünya seviyor, sadece zenginler değil. UEFA ne karar verecek bilmiyorum. Ama bence büyük takımların kendilerine özel lig yapması çok kötü. Eğer UEFA bunlara evet derse futbol kaybolur. 

UEFA bunlara dur diyebilir. Hayır derler, iş biter. Kimler oynayacak, nasıl oynayacak? Gerekirse kanun yapabilirler, cezalandırırlar ve onları UEFA’dan silebilirler. Bu adımın futbolla ilgisi yok. Patronların büyük kulüpleri, daha zengin olmak istiyorlar. Futbolda her şey belli artık, zaten her şey para oldu. 

Şimdi kendi lehlerine durum olsun istiyorlar. Peki Avrupa’nın alt kulüpleri ne olacak? Süper Lig Güney Amerika’da olacak mı? Böyle lig olmaz!

Kim karar vermiş, Real Madrid. Real Madrid zaten kraliyetin kulübüdür. Onlar zaten her zaman Avrupa’da faşist Franko’yu kullanmışlar, o yüzden zaten büyük olmuşlar. O zamanlar Avrupa da gözlerini kapatmış. Bir yabancıya karşı onlar beş yabancıyla oynamışlar. Nasıl olur bu? Vermişler yabancı futbolculara pasaportları, oynatmışlar. Beş kere üst üste Avrupa şampiyonu olmuş Real Madrid. Sırf futbol değil, UEFA değil, politika da gözlerini kapatmış bu Franko'nun takımına. 

'Futbol mafya işi oldu'

Kapitalist futbol, kapitalizmin mekanizmalarına uygun şekilde kendine yol arıyor. Futbolun tekellerinin kâr oranları düşünce böyle bir hamle geldi, sizce futbolun geleceği ne olacak? Ne görüyorsunuz? Genç sporcuların durumunu nasıl görüyorsunuz?

Bu karar uygulanırsa hiçbir yere gidemez. Kim soruyor antrenörlere, futbolculara, kimse. Bu işi kim yapıyor; patronlar. Futbol ayrılamaz dünya çapında, herkesin hakkı var. Herkes en iyi takımlarla karşılaşmak, oynamak ister. Diğer takımlar bu takımlarla da oynamak isterler. Düşünün bundan sonra örneğin, Barcelona’yı, Juventus’u, Real Madrid’i nasıl görecek. Sırf televizyon. Ayrıca taraftarlar da itiraz ediyor, edecekler. Lig kurulursa, bir gün geleceksiniz, Liverpool taraftarları stadyumu paramparça etmişler. 

Ve Avrupa’ da bazı ülkelerde yetenekli futbolcular yok. Bakınız nereden, hangi ülkelerden genç çocuklarla sözleşme imzalıyorlar. Sırbistan’da, Balkan ülkelerinde, Güney Amerika ülkelerinde ekonomi rezil, çok küçük para verebiliyorlar. Mancester City Arap sermayesi, Paris Saint Germen Arap sermayesi, saymakla bitmez. Daha önceden söylemiştim, futbol tam mafya işi oldu. Çünkü büyük patronlar, menajerler her türlü kara para, vergi kaçırıyorlar, aklıyorlar. Artık futbolun zevki kalmadı. Televizyonu açıyorsun, şu futbolcu ne kadar, şu sponsor ne kadar, hep transfer konuşuyorlar, futbol konuşmuyorlar, transferler, transferler, transferler… Yok o kulüp şu kadar alacak, yok şu kulüp bu kadar alacak. 

'Futbol patronların değil taraftarların'

Galatasaray'ın adı da konuşuluyor, bir şey söylemek ister misiniz? Ayrıca sadece başkanlar mı söz sahibi bu tip büyük kararlarda?

Galatasaray ve diğer kulüpler ekonomik olarak bu kulüplerin yanında denizde bir damla. Galatasaray ya da diğerleri bir şey fark etmez. Bunlar batı, İtalya, İspanya, İngiltere… Futbol patronların değil, taraftarların. Patronlar mı oynayacak futbolu. Futbol kimin içindir, kim geliyor stadlara. Kulüp olarak karar verilmedi, antrenörler karar vermedi, futbolcular karar vermedi. 

'Umarım her ülkede, her yerde devrimler olur'

Daha önceki röportajlarınızda kapitalizm eleştirisi yapmanız çok dikkat çekti. Devrimci, solcu insanlardan ilham aldığınızı ifade ediyorsunuz. "Devrimler olacak" sözününüz çok heyecan vericiydi. Sizce dünyada durum nasıl şu an?

Dünya rezil. Berlin Duvarı ne zaman yıkıldı, dünya bitti. Şu ana kadar hiçbir şey yok dünyada o günden bugüne. Zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul oldu. Her ülkede oluyor, işçiler, işten atılıyorlar umurlarında bile değil, ne yiyecek, ne yapacak. Umut ediyorum ki dünyada bazı şeyler güzel olacak ki, herkes normal bir hayat yaşasın. Zenginliği kimse konuşmuyor, normal bir hayat olacak, evi olacak, işi olacak, sosyalizm gibi...  Zaten öyle olmalıdır, çoğunluk memnun olacak. Kimse memnun değil. Patronlar da memnun değil çünkü hâlâ para istiyorlar, doymuyorlar ki, mezara mı gönderecekler o paraları. Umarım her ülkede, her yerde devrimler olur. Dünya bir düzelsin, düzen gelsin. Ne var ki şu an dünya sevgisiz, saygısız. Teknoloji nerelere gitti, ne kadar güzel yerlere gitti, bunun için mi gitti?

'Onun yolundan gidiyorum'

Son soru olarak dikkatimi çekti, WhatsApp fotoğrafınızda Che Guevara var?

Ben O'yum, her zaman onun yolundan gidiyorum. Dünya mutlu olmalıdır, insanlar mutlu olmalıdır, mutsuz değil. Şimdi bir hasta oluyorsunuz neyle hastaneye gideceksiniz, neyle. Hangi parayla, paran varsa gidersin, yoksa 'gittin', geçmiş olsun. Her ülkede özel hastaneler,  ilaçlar pahalı, insanlar hangi parayla alacaklar o ilaçları, neyle, nasıl gidebilir özel hastaneye.  Her şey para. 

Röportaj için teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Ben de size teşekkür ederim. İyi çalışmalar. 

                                                                ***

(4)-Futbolda yeni tartışma: Nedir bu Avrupa Süper Ligi?



Avrupa Süper Ligi organizasyonu tartışmaların yeni odağı. Peki nedir bu Avrupa Süper ligi?

Bir süredir konuşulan ve salgın nedeniyle daha da sık dillendirilen ve bir “ihtiyaç” hâline geldiği söylenen Avrupa Süper Ligi organizasyonu, Avrupa’nın majör liglerinden kurucu takımların açıklanmasıyla tartışmaların odak noktası haline geldi.

20 takımlı bir lig olarak organize edilecek olan turnuvada 15 kurucu kulüp var bu kulüpler, organizasyona sabit bir şekilde katılım gösterebilecekler. 15 takımın dışında kalan 5 takım ise henüz içeriği ve planlaması açıklığa kavuşmasa da “performansa dayalı” olarak belirlenecek ve format bu şekilde uygulanacak.

15 kurucu üyenin 12’sinin belli olduğu organizasyona Fransız ve Alman takımların katılmaması dikkat çekici. Kurucu üyeler arasında yer alan 12 takım arasında İngiltere’den Arsenal, Manchester United, Liverpool, Chelsea, Manchester City ve Tottenham Hotspur olurken, İtalya’dan Milan, İnter ve Juventus, İspanya’dan ise Real Madrid, Barcelona ve Atletico Madrid bulunuyor.

Organizasyon formatı nasıl olacak?

Avrupa’nın majör üç liginden ağırlıklı olarak katılan takımlar arasında ise İngiliz kulüplerin ağırlığı da dikkat çekiyor. 15 kurucu üye olarak açıklanan ancak şimdilik 12’si bilinen  listenin geri kalanının ise kısa zaman içerisinde açıklanması bekleniyor.

Avrupa Süper Ligi’nin henüz ortaya çıkan formatına göre, katılım sağlayacak 20 takım iki gruba ayrılacak ve deplasmanlı bir lig usülü uygulanacak. Buna göre oynanacak maçlar sonucunda grupları ilk 3 sırada bitirecek ekipler çeyrek finale yükselirken, 4 ve 5. sıradaki kulüplerin arasından çeyrek finalistleri ise play-off maçları belirleyecek. Çeyrek final maçları çift maçlı eliminasyon sistemine göre organize edilecekken, şampiyonluk çeyrek finalde oynanacak eleme turlarından sonra belli olacak.

Tasarlanan lig takvimine göre, Mayıs ayında şampiyonun belli olması beklenirken, takımlar kendi yerel liglerine devam edebilecek ve uzan vadede de bir Kadınlar Ligi kurulması gündeme gelecek.

Tepkiler artarken organizasyon neyi amaçlıyor?

Avrupa Süper Ligi fikrinin ortaya çıkışını hızlandıran etmenlerden birisi futbolun finansal durumlarının futbol kulüğlerine getirdiği ekonomik yük olarak görülüyor.  Ancak bu durumu “bencillik” olarak gören ve Avrupa’nın futbol organizasyonlardaki kolektifliğini zedeleyeceğini öne süren FIFA ve UEFA başta olmak üzere, Premier Lig, İspanya Futbol Federasyonu, La Liga, Serie A yönetimleri ve federasyonlara Türkiye’den Kulüpler Birliği de eklendi ve “Bu talihsiz fikre karşı UEFA ve paydaşlarının yanındayız” görüşü paylaşıldı.

Juventıs Başkanı Agnelli’nin, kulübünün Avrupa Kulüpler Birliği’nden ayrıldıklarını  ve “Süper Lig bizim geleceğimiz” açıklamasını yapması, Real Madrid başkanı Perez’in futbolcuların ve takımlardın futboldan men edilme tehditlerine karşı yaptığı “Hiç problem değil, gerekirse kendi dünya kupamızı oluştururuz” demeci futbolun paydaşları arasındaki krizin boyutlarını gösteriyor.

Bunun yanı sıra diğer kıtalarda yer alan ve FIFA’ya bağlı işgören CAF, AFC, CONCACAF, CONMEBOL ve OFC gibi futbol konfederasyonları da açıklama yaparak bu turnuvalara katılacak futbol ve futbolcuların FIFA’nın organize edeceği turnuvalrdan men edileceğini açıkladı.

Turnuvanın ana fikri ve muhtemel etkileri

Avrupa Süper Ligi organizasyonu, aslında çok açık bir şekilde bir ekonomik kaygılar zincirinin son halkası olarak devreye girmiş oluyor. Futbol endüstrisinin en temel kulüplerinin ekonomik bir çıkış yolu aradığı ve salgının da bu durumu pekiştirdiği bir döneme denk gelmesi şaşırtıcı olmaktan uzak.

NY Times’ın verdiği habere göre, Avrupa Süper Ligi’ne katılmaya kabul eden kulüplerin sadece katılım parası olarak 425 milyon dolardan daha fazla para kazanacağı iddiası ya da turnuvanın Amerikan tekel JP Morgan tarafından finanse edileceği ve kurucu kulüplere 3,5 milyar avro aktaracağı iddiası turnuvanın kuruluş misyonunu tam olarak açıklamış oluyor.

Durumun lige katılmayı kabul eden futbol kulüplerinin içerisinde, özellikle antrenörler düzeyinde bir kopuşa yol açtığı ve Boris Johnson gibi siyasilerin de olaya dair yorum getirdiği görülürse, bu durumun futbolu bir açmaza götüreceği, zıtlaşmaların ayrılıklara ve sert kopuşlara varacağı, rotanın ise bir “futbol savaşı”na doğru sürüklendiği izlenebilir.

(SOL)


Altan’lar, emekli amiraller, normalleşme sevdalıları - Fatih Yaşlı / SOL

 Ahmet Altan ve onun sembolize ettiği kesimle emekli amirallerin sembolize ettiği kesimi, ayrı dünya görüşlerinden olsalar da, bir madalyonun iki yüzü olarak görmekte bir sakınca bulunmuyor.

Ahmet Altan, “Kılıç Yarası Gibi” adlı romanında, roman karakterlerinden birine İttihatçıların Bulgar komitacılarla savaşa savaşa komitacılığı öğrendiğini ve eşkıyayla eşkıya usulleriyle dövüşenin sonunda eşkıyalaşacağını söyletir. 

Romancılığı ayrı bir tartışma konusu ama artık içeride olmadığına göre daha rahat söyleyebiliriz: Ahmet Altan “gazeteci” değildir, Taraf’ta yaptığı şey de “gazetecilik” değildir. Aynı şekilde Taraf da bir gazete değil, bir operasyon aygıtıdır. Ahmet Altan’ın gözünde “Kemalist vesayet” bir “eşkıya”dır ve Altan “bütün kötülüklerin anası” olduğunu düşündüğü bu “eşkıya”ya karşı eşkıyaca usullerle mücadele etmekte herhangi bir sakınca görmemiştir. 

Ahmet Altan Taraf’ta gazetecilik yapmamıştır, çünkü söz konusu olan bir gazetecinin kendisine ulaşan bilgi ve belgeleri kamu yararına olacak bir şekilde kullanması değildir. Altan’ın Genel Yayın Yönetmeni sıfatıyla kullandığı belgelerin neredeyse tamamı düzmecedir ve Gülen Cemaati tarafından imal edilip kendisine iletilmiştir. Ortada bir kamu yararı da yoktur, Cemaat’in çıkarları vardır. 

Üstelik bu iletme işi “dışarıdan” gerçekleştirilmiş değildir. Ortada bir “bavul” falan yoktur.  Taraf, arkasında bizzat Cemaat’in olduğu, Cemaat tarafından fonlanan, Cemaatçi köşe yazarları ve muhabirlerin istihdam edildiği, Cemaat’e ait bir yayın organıdır ve o bavul zaten Taraf’ın bavuludur, dışarıdan gelmemiştir.  

Altan’ın bunlardan haberdar olmaması ise imkânsızdır. Az önce söylemiş olduğum üzere, Altan Türkiye’deki bütün kötülüklerin anası olarak gördüğü “Kemalist vesayet”e karşı Fethullahçı tasfiye projesine bile isteye dâhil olmuş, bunun için ne gerekiyorsa yapmıştır. 

Yargının Cemaate teslim edildiği 12 Eylül referandumuyla ilgili olarak atılan “halk yönetime el koydu” manşetinden tutun da Ergenekon/Balyoz düzmece davası bağlamında atılan “Fatih Camii bombalanacaktı” manşetine, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması sonrası atılan “gazetecilikten tutuklanmadılar” manşetinden tutun da, Cemaatin ÖSYM hırsızlığını aklamak için atılan “şifre palavra ÖSYM haklı” manşetine, Altan’ın yönettiği Taraf, Cemaat’in bir operasyon aygıtı olarak çalışmıştır. 

Yargının referandumla ele geçirilmesi, Cemaat’in entegre emniyet-yargı gücüyle yaptığı operasyonlar, üretilen sahte deliller, uyduruk iddianameler, yasadışı telefon dinlemeler, toplama kampına dönüştürülen Silivri ve üstelik tüm bunların Cemaat henüz AKP ile bozuşmamışken AKP-C koalisyonu yürürlükteyken yapılması…

Altan, AKP-C’nin devleti ele geçirmek için yaptığı operasyonlara ve o operasyonlarda kullanılan yöntemlere hiçbir zaman esastan itiraz etmemiş, yaptığı itirazlar Şık ve Şener’in gözaltına alınması örneğindeki gibi “böyle yaparsanız operasyonların ciddiyetine gölge düşürürsünüz”den öteye gitmemiştir. 

Velhasıl Altan, kendisini hukuksuzca içeri atan hukuk sisteminin ve bugün içinde yaşadığımız rejimin mimarlarından, üstelik küçümsenmeyecek mimarlarından biridir. Dün ne yaptıysa Cemaat’le birlikte ve Cemaat’in kadroları sayesinde yapan iktidar, bugün de Cemaat’ten öğrendiklerini hayata geçirmektedir ve Altan bu nedenle, hem dünden hem bugünden olmak üzere iki kere sorumludur. Ortaklar arasında “devletin sahipliği” üzerinden bir kavga çıktığında “yanlış ata oynamış” ve bu nedenle cezaevine girmiştir, yanlış ata oynamak ise kimseyi demokrasi kahramanı yapmaz. 

***

Cemaatin şövalyesi Ahmet Altan’ın tahliye edilmesiyle Montrö bildirisini hazırlayan ve zamanında Cemaat operasyonuna maruz kalmış amirallere yönelik soruşturma açılması ve bazılarına ev hapsi verilip elektronik kelepçe takılması arasında “doğrudan” bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. 

Ancak bu ikisinin aynı “konjonktür”ün ürünü olduğunu görmek ve o bağlama yerleştirmek gerekiyor. İktidar partisinin yeniden ABD’ye ve Avrupa’ya yanaşmaya çalıştığı bir konjonktürde, Altan’ın salınması ve hem Montrö’yü savunan hem de “Mavi Vatan” paradigmasıyla hareket eden emekli askerlerin hedef alınması hiç de tesadüf görünmüyor.

Kendilerine yönelik uygulamaya ve Ahmet Altan’ın salınmasına verdikleri tepki ise özelde bu amirallerin, genelde ise “asker”in –kara mizah unsurları da içeren- trajedisini oluşturuyor. 

Ergenekon/Balyoz kumpas sürecinde en ufak bir direniş göstermeksizin Cemaat operasyonuna teslim olan bu toplam, iktidar partisi ile Cemaat’in kavgaya tutuşmasının bir sonucu olarak serbest bırakılmıştı bildiğiniz üzere. 

İktidar partisinin başındaki kişinin bizzat “ben bu davanın savcısıyım” demesine rağmen, salınanların birçoğu Cemaat’le hesaplaşma adına süreçteki asli sorumluluğunu tamamen göz ardı edecek bir şekilde iktidara destek verdiler, hatta 15 Temmuz’da bizzat sahaya indiler. 

İşin buraya kadar olan kısmı belki durdukları yerden yine anlaşılabilirdi ama bununla da yetinmediler ve içlerinden önemlice bir bölümü “iç politika başka dış politika başka” diyerek iktidarın bütünüyle kendi bekası adına izlediği ve iç politikayı domine etmek için kullandığı yeni-Osmanlıcı dış politikayı “ulusal çıkarları korumak” adı altında coşkulu bir şekilde desteklediler. Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de izlenen politikaların arkasında durarak bu operasyonlara meşruiyet tesis edilmesinde önemli bir rol oynadılar.  

Üstelik bunu yaparken iktidara aslında hiç olmadığı bir nitelik atfederek onu anti-emperyalist ilan ettiler, iktidarın emperyalizmle mücadele ettiğini ve milli çıkarları savunduğunu söylediler. Gazetelerde, televizyonlarda, internet sitelerinde, başta “Mavi Vatan” söylemi olmak üzere, iktidarın değirmenine su taşıdılar. 

Ve nihayetinde “tarihte her şey iki kere yaşanır” sözünü hatırlatarak söyleyecek olursak, ilkinde Silivri trajedisini yaşamışken, ikincide elektronik kelepçe komedisini yaşadılar. Anti-emperyalizm adına destekledikleri iktidarın emperyalizmle yeni bir pazarlık düzleminde buluşmak adına neler yapabileceğini bizzat yaşayarak gördüler. 

***

Ahmet Altan ve onun sembolize ettiği kesimle emekli amirallerin sembolize ettiği kesimi, birbirlerinden nefret etseler ve ayrı dünya görüşlerinden olsalar da, bir madalyonun iki yüzü olarak görmekte bir sakınca bulunmuyor. Farklı derecelerde olsa da, eninde sonunda İslamcılarla bir ittifak kurulabileceğine inanıyorlar ve dahası iş tutuyorlar. 

Altan bir zamanlar iktidardan “Kemalist vesayetle hesaplaşma ve demokratikleşme” beklemiş, iktidara omuz vermiş ve sonrasında o iktidar tarafından hapse atılmıştı. Askerler de aynı iktidardan –üstelik daha önce iktidar ortaklığındaki bir operasyona maruz kalmış olmalarına rağmen- “Fethullahçılarla hesaplaşma ve anti-emperyalizm” umdular ve şimdi elektronik kelepçe takılmış bir şekilde evlerinde oturup başlarına gelecekleri bekliyorlar.  

İktidar partisini bugüne kadar ayakta tutan iki şey oldu: Bunlardan birincisi her çağrılanın kendilerine vaat edilenler karşısında gözü kamaşıp kollarına koşa koşa gitmesi sonucunda sürekli yeni ittifaklar kurabilmesi ve ikincisi hem muhalefet partilerinin hem de bunların tabanlarının ciddi bir bölümünün iktidara “normal” bir partiymiş muamelesi yapması.

Bu ikincisinin son örneği de, “muhalif” bir sanatçının, rejimin en tepesindeki isimlerinden biriyle, koskoca ülke sanki içeriden çökertilmemiş, uçurumun kıyısına getirilmemiş, soyulmamış, fakirleştirilmemiş, düşman kamplara bölünmemiş, ayrıştırılmamış gibi saz çalıp türkü söyleyebilmesine “muhalifler”in bir kısmının verdiği tepkiydi.

Muhalefet belediyelerinde çalışan işçiler greve gittiğinde “ bu yaptığınız iktidarın işine yarar” diyebilen bu zevat, söz konusu olan rejimin en tepesindeki isimlerden biri değilmişçesine, “ne var canım saz çalıp türkü söylemekte, bundan kime ne zarar gelir, hem böylece kutuplaşma da azalır” tarzı argümanlarla yapılan işi savundular ve böylece “normal” olmayan bir iktidardan “normalleşme” beklentisinin aslında ne kadar yüksek olduğunu da bir kez daha göstermiş oldular. 

Ahmet Altan’lar,

 Ahmet Altan’dan “demokrasi kahramanı” çıkartanlar, 

eski “yetmez ama evet”çiler, 

yeni “yetmez ama evet”çiler, 

emekli amiraller, 

iktidardan anti-emperyalizm bekleyenler, 

saray eşrafıyla saz çalıp türkü söyleyenler, 

“ bunda ne var canım”cılar, 

normalleşme ve kucaklaşma sevdalıları… 

Yani geride kalan yirmi yıldan öyle ya da böyle sorumlu olanlar.

Bu yirmi yıldan hala ciddi bir ders alınmadı, bundan sonra alınır mı acaba?      

Fatih Yaşlı / SOL

'AKP'li eski bakan bize 'Kıbrıs'ın esas sorunu İslamdır' demişti' - SOL

 


Emekli diplomat ve soL yazarı Engin Solakoğlu Kuzey Kıbrıs AYM'sinin aldığı Kuran Kursu kararı sonrasında Türkiye'deki tartışmaları "Nazar Erişkin ile bugüne dair" programında değerlendirdi.

Geçtiğimiz günlerde aldığı kararda AYM şu sonuca varmıştı:

"Laik bir Cumhuriyetin varlığı için, ülkede din hürriyeti bulunması ve ayrıca din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrı olması gerekir. Bu kuralın gereği olarak laik bir devletin dini kurumları devlet fonksiyonları görmemelidir. Aynı şekilde devlet kurumları da din fonksiyonlarını ifa etmemelidir."

Kararda, Din İşleri Dairesi'nin, anayasal bir kurum statüsünde olduğu hatırlatılarak bu nedenle, Din İşleri Dairesi'ne bağlı Din İşleri Komisyonu'nun dini eğitimleri düzenleyemeyeceği belirtildi. Bu kararla birlikte Kuzey Kıbrıs'ta Kur'an kurslarının faaliyetleri durduruldu.

Bu karar üzerine başta Erdoğan olmak üzere iktidarın en yetkili isimlerinden tehdit ve tepki mesajları verildi. Diyanet İşleri Başkanlığı da tamamen yetkisi dışındaki konuya dahil oldu.

Bu tartışmanın  27-29 Nisan'da Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde garantör ülkelerin de katılımıyla 5+1 formatında düzenlenecek Kıbrıs konulu gayriresmi konferansın öncesinde yaşandığı da dikkat çekti.

Engin Solakoğlu bu tartışmaların dış siyasetten çok Türkiye'nin iç siyasetiyle ilgili olduğuna vurgu yaptı. Solakoğlu'nun açıklamaları şu şekilde:

(Tartışmaların Cenevre görüşmeleriyle de ilgili kısmı var mı?" sorusu üzerine)

"Koparılan gürültünün Cenevre görüşmeleriyle ilgili olduğu izleniminde değilim.

Nedeni daha ziyade Türkiye dolaylarında aranmalı. 20 yıla yakın iktidarda olan bu kadroların bir mağduriyet arayışı var sürekli olarak. Bir yerlerden saldırılar bulup, icat edip, ona yönelik tepkiler üreterek gerçek gündemi saptırma konusunda çok başarılılar.

Ben bunun da daha çok iç siyasete dönük bir mesaj olduğunu düşünüyor. Çünkü Türkiye’de salgın koşulları ve ekonominin durumu itibariyle iktidarı sallantıda olan bir yönetim var. Bu yüzden nereye saldırabilirse, kitlesini bir anlamda mobilize edebilmek için, oraya saldırıyor. Bunun son kurbanı KKTC oldu.

Öyle bir iktidardan söz ediyoruz ki, herkesle kavga eden, hatta KKTC ile bile kavga ediyor. Normalde yakın olması, birbirini anlaması gereken iki ülkenin kavgaya girişmesi bir anomalidir, bunun da izahı esasen Lefkoşa’da değil, Ankara’da aranmalıdır.

Yaşananlara bakınca ben ortada bir planlama ve stratejik akıl görmüyorum. Kopartılan gürültünün bir içeriği yok.

2007 yılında bugünkü iktidarın önemli kadrolarından birisi Kıbrıs’tan sorumlu devlet bakanlığına geldiğinde, “gelin bize bir brifing verin” diyerek çağırdı. Biz de gittik, ne var yok anlattık. Toplam 40 dk sürdü. Bakan bizi dinledi ve “siz anlattınız anlattınız ama Kıbrıs’la ilgili esas meseleye değinmediniz. Bunu ya bilerek yaptınız ya da bu işi takip etmiyorsunuz” dedi. Tahmin edin bakalım neydi esas mesel? Bakan “Kıbrıslı Türklerin esas meselesi İslamdır’ dedi. Yani Kıbrıslıların esas sorunu ona göre yeterince müslüman olmamasıydı.

Dolayısıyla Kıbrıs’ı fethedilmiş bir toprak olarak görüp onun İslamlaştırılmasından başka bir perspektifi olmayan bir iktidardan sözediyoruz. Bu yeni bir durum da değil. Şimdi bu iş ayyuka çıktı aslında.

(Türkiye-KKTC ilişkisi nereye gider? sorusu üzerine)

Bu sağlıklı bir ilişki zemini değil. Bu elbette Ankara'dan kaynaklanıyor ama bu sorunun Lefkoşa’da de uzantısı var.

KKTC’nin kendine özgü ve gayet iyi işleyen bir hukuk sistemi var. Alınan kararın da herhangi bir şekilde dini hedef almak gibi bir amacı yok. Ama buna rağmen biz böyle bir gürültüyle karşı karşıyayız. Bu gürültünün bir alıcısı var Türkiye’de, bunu bilmek zorundayız.

'Muhalefet ağzını açmadı'

Muhalefet de dahil olmak üzere Türkiye’de KKTC’nin farklılıkları bilinmiyor ve kimse bununla ilgilenmiyor. Dolayısıyla bu zeminden çok ciddi bir destek çıkarıyor iktidar. Farkındaysanız KKTC’ye Türkiye’nin muhalefetinden de bir destek gelmedi. Çünkü muhalefet de “vatan millet Sakarya”nın ötesinde "Kıbrıs Türkü nedir, nasıl bir sistemi var" bunlarla ilgilenmez, bilmez. Üstelik de KKTC’nin Anayasası hazırlanırken Türkiye’nin saygın hukukçuları katkıda bulunmuştur. Ve o bilim insanları Kıbrıs özgünlüğünü bilerek bunu yaptılar.

Türkiye’de iktidar için geniş bir alan var. Bir de laiklik gibi hassas bir konu işin içinde olunca… Muhalefet de ağzına fermuar çekti oturuyor. Kıbrıs Türkü’nün çok doğru ve sağlıklı bir laiklik anlayışı vardır.

Şimdi işin diplomasi kısmına geçersek… (Cenevre'de) “Biz egemen, eşit bir devlet istiyoruz. Kıbrıs Türkü’nün kendi iradesi var” diyerek masaya koyduğunuz bir pozisyonun 10 gün öncesinde bu şekilde davranmak intihar eylemidir. Sizi kimse ciddiye almaz. Emin olun Kıbrıs Türk tarafının, Türkiye’nin müzakere programını hazırlayan konumda olsaydım kara kara düşünürdüm “ben nasıl bu durumu savunayım” diye.

(Cenevre’deki toplantı) Kıbrıs müzakerelerinin devam edeceği kanısındayım. Kamuoyunda çok yüksek talepler dile getirilse de bu, müzakerelerin kopacağı anlamına gelmez. Benim beklentim, Türkiye’nin dış siyasette sıkışmış durumuna da bakılınca, masada kalmaya çalışacağı yönünde. Masada mesafe almak, masada kalabilmek dış politikada rahatlama yaratır iktidara. Tabii bunun için sadece yüksekten atmak yetmez, tutarlı olmak da gerekir.                      

                                                                   ***

KKTC’den öğreneceğimiz çok şey var (Kadir Sev-SOL)

Tayyip Erdoğan ve Başkan yardımcıları ile İletişim Başkanından oluşan yakın çalışma ekibi, kararları Başkanın verdiğini düşünüyor olmalı.

KKTC Anayasa Mahkemesinin 15 Nisan 2021 günlü Kur’an kurslarıyla ilişki kurulan iptal Kararı ve sonrasında yaşananlar, laiklikten, kamu yönetimine, güçler ayrılığı ilkesinin nasıl uygulanması gerektiğine değin bir çok alanda “yavru vatandan” öğrenmemiz gereken çok şey olduğunu ortaya çıkardı.

Ama dersimize başlamadan önce Diyanet İşleri Başkanının KKTC Anayasa Mahkemesi kararına gösterdiği şiddetli tepkiden söz etmeliyiz.

Diyanet İşleri Başkanlığı, Halifelik Peşinde mi?

DİB Başkanı, 16 Nisan günü sosyal medya hesaplarından şöyle bir açıklama yaptı; “KKTC Anayasa Mahkemesi’nin Kur’an kurslarıyla ilgili almış olduğu karar kabul edilemez. Kıbrıs Türklerinin varlığını ve birliğini tehdit eden, din ve vicdan hürriyetine kasteden bu yanlış karardan bir an önce vazgeçilmeli ve Türkiye’nin bir asırlık tecrübesinden istifade edilmeli.”

Diyanet-Sen Genel Başkanı da çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarda şunları söyledi; “Kıbrıs Anayasa Mahkemesinin Kur’an kurslarını kapatma kararı tam bir hezeyandır… Kıbrıslı kardeşlerimize dinini öğrenmesine Anayasa Mahkemesi engel olamayacaktır… Din eğitimini yasaklamak en başta din özgürlüğünü savunan laiklik ilkesine aykırıdır. Bu ideolojik karardan derhal dönülmelidir.”

Dikkatinizi çekerim; Anayasa Mahkemesi kararını ilahiyatçılar eleştiriyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı, din işleri Anayasanın “laiklik ilkesi doğrultusunda” yürütülebilsin diye kuruldu. Yıllarca da öyle oldu. Yasası 2010 yılında değiştirilerek statüsü yükseltildi ve camiler-mezarlıklar dışında da yetki kullanabileceği görevler verildi. O günden bu güne çıkarılan yasa ve yönetmeliklerle kapsam giderek genişletiliyor. Hastaneler, cezaevleri, okullar, üniversiteler ve yurtlarda hep onların görevlilerini görüyoruz.

Yurt dışındaki etkinlikleri de olağanüstü hızla artıyor. En çok da Maarif Vakfı okullarını kullanıyorlar.

DİB, bir süredir kendisinde “İslam Alemi” adına söz etme, fetvalar verme hakkı görmeye başladı. Halifelik rolü oynuyor. Oysa uluslararası alanda ne genel kabul görmüşlüğü ne meşruiyeti var. Yasal yetki ve görevi ise zaten olamaz. Bırakalım bunları, Dünyadaki “Müslüman” olarak tanımlanan bütün ülkeler emperyalizmin kıskacında ve onların çıkarları için birbirleriyle savaştırılıyor. Hiçbiri tek bir otoritenin gücünü kabul edecek durumda değil.

Diyanetin “hilafet sevdasını” önleyemezsek eğer, kendisine biçtiği görev ve yetkiyi zamanla içselleştirir, Suudi Arabistan; İran; Irak; Suriye; Katar gibi ülkelerde de kullanmaya kalkışabilir. Zaten mezhep, tarikat, cemaat kavgalarıyla başımız dertte; çok daha beter oluruz. Bedelini Ülkemizle-canımızla ödetirler.

Dersimize Laiklikten başlayalım:

Kararın açıklandığının hemen ertesinde KKTC Cumhurbaşkanı, Mevlüt Çavuşoğlu ile ortak bir açıklama yaptı. Belki Türkiye’den gelen eleştirilerin etkisinde kaldığı için şunları söyledi; “laikliğin istismarına izin vermeyeceğiz, kararın derhal düzeltilmesi için girişimlerde bulunacağım…”

KKTC Başbakanı da; “Kıbrıs Müslüman bir ülkedir, kurslar yasaklanamaz…” diye bir cümle kurdu. Oysa uygulamakla yükümlü oldukları Anayasanın daha 1.maddesinde “laik bir cumhuriyettir” yazıyor. 

Ülke çoğunluğunun Müslümanlardan oluşması laikliğe engel değil. Dahası laiklik, azınlığı çoğunluğa ezdirmemek için vazgeçilemez bir koşul.

Bu sözler üzerine, Kıbrıs Türk Barolar Birliği Konseyi; şehir baroları; çok sayıda siyasetçi; sendika yöneticileri, ülkelerinde yargının bağımsız olduğunu; Anayasa Mahkemesi kararının arkasında durduklarını vurgulayan açıklamalar yaptılar. Eyleme KKTC 2.Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, bazı milletvekilleri ile çok sayıda vatandaş da destek verdi. Türkiye’den gelen eleştirilerin yoğunlaşması üzerine 19 Nisan günü daha geniş katılımlı yaptıkları eylemde; “insan hakları mücadelesi veren örgütler olarak demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerine sıkı sıkıya bağlı” olduklarını vurguladılar.

Birinci ders; demek ki Anayasada yazıyor diye bir ülke kendiliğinden laik olmuyormuş…

Laiklik Ne Demek?

Laiklik Türkiye’de “din özgürlüğü” diye yorumlanmaya başlandı. Anayasa Mahkemesi kararlarında çok sık rastlanıyor.

Kuzey Kıbrıs’ta laiklik denildiğinde şunlar anlaşılıyor. Uzun olacak ama en iyisi Karardan alıntılar yapmak.

“Laik bir Cumhuriyetin varlığı için, ülkede din hürriyeti bulunması ve ayrıca din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrı olması gerekir.”

“Din hürriyeti, inanç hürriyetini, yani kişinin istediği dini seçebilme hakkını içerir. İbadet hakkı kamu düzenine, genel ahlaka veya bu amaçla çıkarılmış yasalara aykırı olmadığı takdirde serbesttir.”

“Din ve Devlet işlerinin ayrılığı devletin resmi bir dini olmamasını, devletin bütün dinler karşısında tarafsız olmasını, devletin bütün din mensuplarına eşit davranmasını, din kurumları ile devlet kurumlarının birbirlerinden ayrı olmasını ve hukuk kurallarının din kurallarına uymak zorunda olmamasını içerir.”

“… laik bir devletin dini kurumları devlet fonksiyonları görmemelidir.”

Kur’an Kursları Yasaklandı mı?

Yasaklanmadı. Eğitim Bakanlığının gözetim ve denetiminden kaçırmak istemişlerdi, Anayasa Mahkemesi engel oldu. KKTC Eğitim Bakanlığının gözetimi ve denetiminin öngörüldüğü bir yasa çıkarılınca yeniden başlatılabilecek.

Yukarıdaki sözlerin açıklanması gerekiyor: Yasa değişikliğiyle şöyle bir kural getirilmişti; “Din Hizmetleri Eğitimi ve Halkla İlişkiler Birimi bünyesinde Eğitim İşleriyle Görevli Bakanlığın izni ile yapılan hafızlık eğitimi kurslarını düzenlemek, sınav yapmak ve başarılı olanlara hafızlık belgesi vermek” Bu kural KKTC Anayasasının 23/2 ile 59/2 maddelerine aykırılığı nedeniyle iptal edildi.

Anayasanın 23/2 maddesinde; “Din eğitimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.” 59/2 maddesinde ise; “Her türlü eğitim etkinliği Devletin gözetimi altında serbesttir” kuralı yer alıyor.

Anayasa Mahkemesi iptal kararını, izin alınmasının yeterli olmadığı; Anayasanın Devletin gözetimi altında yürütülmesini öngördüğü gerekçesine dayandırdı. 

Türkiye benzeri denetimsiz ortamlarda din eğitimi yaptıramayacakları için kızıyorlar.

Yasama İdareye ucu açık yetki verebilir mi?

Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru doğrudan laiklik ilkesiyle ilgili değildi. Yasaya yeni eklenen bir maddeyle “Din İşleri Komisyonu” adlı bir kurum kurulması öngörülmüştü. Ancak Maddede Komisyon üyelerinde aranacak nitelikler yasada belirtilmemiş, İdarenin yetkisine bırakılmıştı.

KKTC Anayasasına göre sendikalar, kendi varlık ve görevlerini ilgilendiren alanlarda Anayasa Mahkemesinde doğrudan iptal davası açabiliyor. Hizmet Sendikası, üyelerinin hakkını ilgilendirdiğini ve olumsuz etkileyeceğini öne sürerek Anayasa Mahkemesine başvurmuştu.

Mahkemenin, 15 Nisan 2021 günlü kararında; ilke ve ölçütler belirlenmeksizin idareye geniş yetkiler tanınmasını Anayasaya aykırı buldu.

Türkiye’de yıllardır uygulanmıyor. Bu dersimizi de iyi çalışmamız gerekiyor.

KKTC Bağımsız Bir Ülke mi?

Bağımsız bir ülke ama Türkiye’den başka tanıyanı yok. Aslına bakarsanız Türkiye’nin tanıdığı da kuşkulu.

Cumhurbaşkanı ve İletişim Başkanı dahil, bütün yakın çalışma ekibinin Anayasa Mahkemesi kararına gösterdiği tepkinin biçimi ve şiddeti, onların da bağımsız bir ülke gibi görmediklerini gösteriyor.

KKTC Anayasa Mahkemesinde Kararları Kim Verir?

Anayasalarına göre Anayasa Mahkemesi, biri Başkan 5 üyeden oluşuyor. Kararları Başkanın yazdığı anlaşılıyor ama sonuçta onun da bir oy hakkı var. Şu gerçek önemli; beğenilmeyen Karar, oybirliğiyle alındı.

Tayyip Erdoğan ve Başkan yardımcıları ile İletişim Başkanından oluşan yakın çalışma ekibi, kararları Başkanın verdiğini düşünüyor olmalı. Yoksa tehdit içeren şöyle cümleler kurmazlardı; “…Kuzey Kıbrıs, Türkiye'deki uygulamalar neyse bunları safhasına geçirmek durumundadır. Din düşmanı sendikaların attığı adımları kabul etmemiz mümkün değildir.  KKTC Anayasa Mahkemesi Başkanı süratle bu yanlışından dönmelidir, yoksa bizim atacağımız adımlar da farklı olacaktır."

Kadir Sev / SOL