9 Haziran 2021 Çarşamba

‘Avrupa Osmanlıları’nın ötesinde: Suç şebekeleri ve dış politika - Hakan Güneş / BİRGÜN

 

Cumhuriyet tarihinde dış siyasetin bu kadar çok ülkede soruşturma konusu edildiği tek bir dönem olmamıştır. Yine Cumhuriyet tarihinde yurtdışındaki Türkiyeliler belli bir partinin uzantısı konumuna çekilmemiştir.

Devlet olanakları ve kamu kaynaklarını kullanan karanlık bir ağın mensuplarından birisi, mensubu olduğu odaklarla çıkar çatışması yaşıyor ve ardı ardına açıklamalarda bulunuyor. Yeni bir şey öğreniyor değiliz. Yıllardır bildiklerimiz bu kez bir itiraf olarak önümüze seriliyor. Tam da bu nedenle önemli. Ortada hukuken itiraf ve suç duyurusu olan iddialar var. Dolayısıyla hukuken üzerine gidilmesi, sorgulanması, soruşturulması gerekiyor. Üstelik itiraf konuları o kadar fazla ve o kadar çok konuyu kapsıyor ki sadece bir tanesine odaklanmak, orada bir temizlik yapılmasını sağlamak belli ki yeterli olmayacak. Türkiye dış politikası ile ilgili konular da bu cümleden önemli bir yer tutuyor. Bu yazıda daha önce ele aldığım “Avrupa’da Bozkurt hareketi yasaklamaları” ile gündeme getirdiğim konuyu biraz daha açacak ve ortaya saçılan itirafların ötesinde nelerin sorgulanması gerektiğine dikkat çekmeye çalışacağım.

Hürriyet, Yeni Şafak ve Milliyet sayfalarında yakın zamana kadar “Gurbetçi İş İnsanı” olarak tanıtılan Taner Ay’ın gayri meşru çete ağı tarafından fonlandığına ilişkin bilgiler ortaya çıktı. Avrupa siyasetini izleyenler bu kişinin Almanya’da yasaklanan “Osmanen Germania”nın Duisburg Başkan Yardımcısı olduğunu ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Metin Külünk, MİT Başkanı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile fotoğrafları olduğunu biliyordu zaten. Ancak konunun bu seviye de bırakılmasında büyük eksiklik var. Osmanen Germania Avrupa’da iktidar blokunca oluşturulmuş ya da desteklenen gruplardan sadece ama sadece bir tanesi. Avrupa ülkelerinde bu grupları destekleyen ve yine Türkiye’deki iktidar bloku partilerince desteklenen ve ilgili ülkeler kanunlarınca ve ilgili ülke vatandaşı olan kişilerce kurulmuş siyasi partiler var. Bu partilerin ilgili ülkelerde mercek altına alınması üstüne birbiri ardına kapandığı ya da profil düşürmeleri son derece dikkat çekici. Sanki görünmez bir bu partileri sosyal medya ve internet ortamından silmeye çalışmış, sanki bunlar hiç kurulmamış gibi. Bir yıl önce ardına düştüğüm bu soruyu bu kez “son itiraflar” vesilesiyle bir kez daha gündeme taşımak ve bu oluşumları sorgulamak gerekiyor. Önce bu grupların neler olduğunu anımsayalım.

AKP-MHP DESTEKLİ AVRUPA PARTİLERİ

Anadolu Ajansı’nın 2017’de yayınladığı “Avrupa’nın kendisine yabancılaştırdığı Müslümanlar kendi partilerini kuruyor” başlıklı haber ve burada yayımladığı liste tam da tartışmanın panoramasını sunuyor. Özellikle Bulgaristan Haklar ve Özgürlükler Hareketi’nden ayrılarak kurulmuş olan DOST, Hollanda’da merkez sol İşçi Partisi’nden ayrılarak kurulmuş DENK ve Fransa’daki Eşitlik ve Adalet Partisi (PEJ) adlarıyla kurulan partiler doğrudan AKP ideolojisinde ve organik şemsiyesi altında ortaya çıkmış partiler olarak dikkat çekiyor. Bazen Türk ve Müslüman etnik azınlık bazen de Türk ya da gayri Türk Müslüman göçmen toplumlarının oylarına yaslanan bu oluşumlardan Yunanistan’daki Dostluk Eşitlik ve Barış Partisi (DEB), Avusturya’daki Yeni Gelecek Hareketi (NBZ), yine Fransa’daki Fransız Müslüman Demokratları Birliği (UMDF) ve Fransız Müslümanları Partisi ile İspanya’daki Melilla Koalisyonu’nun adlarını da anmalıyız.

Görüldüğü üzere ciddi sayıda ülkede ciddi sayıda partiden söz ediliyor. Peki ilgili ülkelerde kurulan ve oradaki insanların oylarına talip olan bu partiler neden web sitesine sahip değiller, neden sosyal medya kanalları yok? Sanki oy almamak halka kendilerini tanıtmamak için kurulmuşlar! Bu soruya verilecek en kestirme yanıt 2015’te başlayan bu Avrupa içi AKP uzantısı partiler yaratma siyasetinin 2018’den itibaren ciddi bir protestoya neden olmaları ve iktidar bloğunun bu gruplara “profil düşürün” demek zorunda kalmış olmasıdır.

Zira adını andığımız ülkeler bu adımları başka bir ülkenin kendi egemenlik alanında ve topraklarında doğrudan iç işlerine müdahale olarak gördüler ve karşı adımlar attılar. Önce doğrudan AKP’yi ve bu partileri hedef almak yerine bu oluşumlarla bağlantılı “Osmanen Germania” gibi kuruluşlar incelemeye alındı. Ardından Avusturya Fransa ve son olarak Almanya’da “bozkurtlar” yasaklandı. Ve yine Cumhuriyet tarihinde olmadığı kadar çok sayıda Avrupa ülkelerinde elçilik çalışanı ismi “ajanlık” suçlaması ile soruşturma hatta dava dosyası içine girdi.

Cumhuriyet tarihinde dış siyasetin bu kadar çok ülkede soruşturma konusu edildiği tek bir dönem olmamıştır. Yine Cumhuriyet tarihinde yurtdışındaki Türkiyeliler belli bir partinin uzantısı konumuna çekilmemiştir.

Hatırlatmak gerekirse yukarıdaki “karşı-önlemler” arasında andığımız “Bozkurt yasağı” gerekçe metinlerinde bozkurtların ırkçı ya da aşırı milliyetçi ideolojileri ve kriminal yasadışı bağlantılarının yanında bir ağ olarak yabancı bir devletin etki araçlarıyla ilişkileri öne çıkıyor. Konsolosluklar, diyanet camileri, başka bazı devlet ve yarı devlet kuruluşlar (Mesela Maarif Vakfı Okulları) ve uyuşturucu ticareti ve ırkçı eylemlere katılan ve bozkurt olarak anılan kişilerin ilişki ağının nerede başlayıp nerede bittiğinin tespit edilemeyecek iç içe geçtiği ileri sürülüyor.

Bu uyarıların Bozkurtlar üzerinden MHP’ye, ve MHP üzerinden aslında AKP’ye yönelik “iç işlerimize karışmayın” ültimatomu olduğunu yorumlamak için kahin olmaya gerek yok.

Mafya lideri Alaattin Çakıcı’yı MHP lideri Bahçeli’nin “yurtdışında ülke adına önemli işler yapmış bir milliyetçi” olarak lanse etmesi tam da Avrupa ülkelerinin arayıp da bulamayacakları türden açık bir itiraf. Tüm bunların siyaseten bağlandığı güncel adresi ise AKP ve lideri Erdoğan. Şimdi bunlara bir de başka itiraf eklendi ve bunu söyleyen kişinin doğruluğu eğriliğinden bağımsız hukuki bir suç duyurusu ve itiraf olarak değerlendirilmesi gerekir. Bunu ülkemizin hukuk makamları yapmazsa, hukuk kurumlarımızın yolunu açmak için bağımsız komisyonlarca soruşturulması da meşrudur.

TÜRKİYELİLER PARTİ UZANTISI DEĞİLDİR!

AKP’nin devleti ve devletin dış misyonlarını kendi parti organları gibi kullanması ve uluslararası siyasette önümüzdeki yıllarda daha da çok konuşulacak içişlerine müdahaleler geliştirmesi sadece Türkiye’nin dış siyasette başına yeni sorunlar açmakla kalmıyor, milyonlarca Türkiyeli göçmen özellikle 2014’ten bu yana, “AKP Yanlısı ve Karşıtı” olarak kutuplaştırılıyor da. Şimdi bunların gayri meşru ağlar, çeteler ve bunların aralarındaki kirli para transferleri ile ilgili iddialar bastırılarak savuşturulamaz. Dış siyasetimizin de iç siyasetimiz gibi temize çekilmesi lazım. Yeni ve temiz bir başlangıç için soruları ortaya koymaya ve bunların fikri, hukuki ve siyasi takipçisi olmamız gerekir. Bu, ülkemiz vatandaşları kadar yurtdışında yaşayan milyonlarca Türkiyelinin de talebi ve beklentisidir.

Ben bu yazıda bu adı geçen kuruluşlar ve bunların yönetici şahısları hakkında tek tek isimler verip aralarındaki bağlantıyı şema olarak gösterecek değilim. Aslında bunlar parça parça değişik yazı ve belgelerde mevcut zaten.

2014’ten bu yana yurtdışında yaşayan yurttaşların ülkelerindeki konsolosluk ve elçilik binalarında oy kullanmalarının yanında Diyanet camilerinde kurulan (Fransa Strasburg’da mesela) seçim merkezlerine gitmek durumunda kalmaları bu camilere mensup olmayan yurttaşların tepkilerine neden oluyor. Keza Hollanda’da tam da DENK partisi-AKP ilişkisi konuşulurken diyanet bağlantılı camilerde bu partinin propaganda yapmasına izin verilmesi örneği veriliyor. Sadece Hollanda’da bu nitelikte 148 cami olduğu düşünülürse camilerin ve cemaatin siyasallaştırılmasının ne düzeyde olduğunu ve tüm Avrupa’da nasıl bir network oluşturdukları hesap edilebilir.

EGEMENLİĞE MÜDAHALE HASSAS BİR KONUDUR!

Avrupa ülkelerinin sayıları on milyonları bulan ve oylarıyla ülkelerdeki siyasi denklemi değiştirme gücüne sahip olan Türkiyeli ve/veya Müslüman göçmen kökenli toplulukların siyasi araç olarak kullanılmasını mazur görmeleri ya da buna göz yummaları mümkün değil. Nitekim burada çok sert bir kayaya çarpılmış olsa gerek ki Avrupa’da AKP tarafından kurdurulduğu söylenen söz konusu partilenin sosyal medya görünürlüğü yok denecek seviyede. Arayın göreceksiniz ne demek istediğimi. Parti var, vekil var, belediye encümeni var ama sosyal medyası yok. Hatta web sayfası bile yok! Arşiv sistemleri sayesinde bir şeyler buluyorsunuz ancak. Demek ki 2015-2018 bandında yürütülen çalışmaları revize etme ihtiyacı çıkmış ama henüz bunun nasıl yapılacağı bulunmamış durumda.

Şimdi ülke içi ve dışında gayri meşru paralarla fonlanan kişi ve kuruluşların ülkemiz ve halkımızın alnına nasıl bir kara leke çaldıklarını daha fazla itiraf ve delil ile görüyoruz. Ülkemiz ve halkımızın bu karanlık işlerden, başka ülkelerin iç işlerine karışarak hem ülke ile barışımızı bozan, hem de orada yaşayan milyonlarca Türkiyeli göçmenin zor duruma düşmesine, daha da beteri kendi aralarında kutuplaşmasına neden olan kirli ilişkilerden kurtulması şart. 

İç siyasette olduğu gibi dış siyasette de güçlü bir ülkeyi tam da bu ne idiğü belirsiz mafya bozuntularından kurtulduğumuz gün kurmaya başlayacağız.

Hakan Güneş / BİRGÜN


Tarım ve Orman Bakanlığı’nın özel izniyle deniz patlıcanları avlanıyor+Deniz patlıcanı talanı ekosistemi yok ediyor/Muhammed Özmen-Cumhuriyet

 


Tarım ve Orman Bakanlığı’nın özel izniyle deniz patlıcanları avlanıyor.

Bakanlık tarafından özel izinle toplanan deniz patlıcanlarından geçtiğimiz yıl, ihracat ile 30 milyon dolar gelir edildi. 2020'de 2 bin 84 ton deniz patlıcanı toplandı. 2021 yılı için ise 2 bin 500 ton deniz patlıcanının avlanmasına izin verildi.

Ekosistemin en önemli canlılarından olan deniz patlıcanlarının avı, yaşanan müsilaj sorununa karşın sürüyor. Geçen yıl Tarım ve Orman Bakanlığı’nın özel izniyle denizlerden 2 bin 84 ton deniz patlıcanı toplandı. 2021 yılı için ise 2 bin 500 ton deniz patlıcanının avlanmasına izin verildi. 

Bakanlığın paylaştığı verilere göre Çin ve Güney Kore başta üzere Uzak Doğu ülkelerine ihraç edilen deniz patlıcanlarından geçen yıl 30 milyon dolar gelir edildi. TÜİK verilerine göre deniz patlıcanı avcılığı 2014 yılı ile 2018 yılları arasında 4 kat arttı. 

CHP Aydın Milletvekili Süleyman Bülbül, uluslararası alanda yüksek fiyatlarda satılması nedeniyle kaçak avcıların da hedefinde olan deniz patlıcanlarının avlanmasının ekosistemi yok ettiğini belirterek yasaklanmasını istedi.

Bülbül, yaşanan müsilaj sorunundan ders alınması gerektiğini belirterek “AKP iktidarının çevre ve doğaya düşman, yandaş şirketlerine minimum maliyet maksimum kâr etmeye yönelik rant politikalarıyla çevreye verdiği tahribat ile denizlerin kirliliği had safhalara ulaştı” diye konuştu.

                                                         ***

Deniz patlıcanı talanı ekosistemi yok ediyor.

Ege Denizi’nde Çeşme ile Datça arasındaTarım ve Orman Bakanlığı'nın belirlediği koordinatlarda, deniz tabanındaki kumu ve deniz suyunu filtreleyerek temizleyen ekosistemin en önemli elemanlarından olan deniz patlıcanları özelizin ile avlanıyor. Yurtdışında kilosu 150 dolara kadar alıcı bulan deniz patlıcanının, ülkemizde yetiştiriciliği yapılmadığından denizlerimizde bulundukları doğal ortamlardan çıkarılıyor. Avın en yoğun yapıldığı bölgelerin başında turistik özellikleri ve doğal güzellikleri ile öne çıkan Didim geliyor...

Didim Belediyesi, sivil toplum örgütleri ve yurttaşların itirazlarına rağmen bölgede 400 ile 500 arasından tekne, av sezonu boyunca her gün ekosisteme zarar veren bu avı sürdürüyor. Asya ülkelerinde, gıda, ilaç ve kozmetik sektöründe oldukça değer gören deniz patlıcanının avlanmasının su ekosistemine büyük bir zarar verdiğini, bu nedenle korunması gerektiğini söyleyen Başkan Deniz Atabay, çevre örgütleri ve yurttaşlar av izninin sona erdirilmesini istiyor.


Didim’deki avın durdurulması daha önce Didim Sivil Gelişim Platformu tarafından yürütmeyi durdurma davası açıldı. Konu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de gündeme geldi, avın durdurulmasıiçin kanun teklifi verildi. Ancak uzmanların uzun vadede denizlerdeki canlı yaşamını derinden etkileyeceğinisöylediği deniz patlıcanı avcılığı, bakanlığın denetiminde sürdürülüyor.

YAŞAMI TEHDİT EDİYOR

Didim Derneği, yapılan geniş kapsamlı araştırmanın ardından hazırladıkları rapor ile Tarım Bakanlığı’na başvurarak avın durdurulmasını talep etti. Deniz patlıcanı avcılığının denizdekisağlıklı yaşamının hızla tehlikeye girmesine neden olacağı vurgulanan raporda, “Denizlerin adeta gönüllü temizlik fabrikası olan deniz patlıcanı, avlanması ile birlikte denizlerin eskisi gibitemiz kalması mümkün değildir” denildi.

Raporda, Didim'in uluslararasıilgi gören doğal değerlerinin dünya turizmine kazandırılması amacıyla “Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesi” ilan edildiği hatırlatılarak “Özellikle deniz alanında uygulanmak istenen kimi projeleriçin endişeliyiz.Çünkü bu projelerin, deniz suyuna kirletici etkisi olduğu bilinmektedir. Su yapısında meydana gelecek değişikliklerin zamanla başta sucul ekosistemde olmak üzere, kentin doğal çevresinde olumsuz etki yaratacaktır. Önlem alınmazsa artan kirlenme ile birlikte kentimizdeki canlı yaşamı tehdit altında olacaktır” ifadelerine yer verildi.

Hazırlanan raporda, deniz patlıcanıstoklarında aşırı yıpranma olduğu da dile getirildi. Ayrıca yıliçerisinde avlanan deniz patlıcanlarımiktarının, bakanlığın uyguladığı av kotasımiktarının üzerinde olduğunu belirtildi.

Yurttaşların karşı çıktığı deniz patlıcanı avcılığınıilçenin belediye başkanına ve sivil toplumörgütü temsilcilerine sorduk

‘DENİZ TALAN EDİLİYOR'

Didim Belediye Başkanı Deniz Atabay: 
Bir deniz patlıcanı yılda 150 ton kumu devridaim ederek temizliyor. Bir taraftan balık çiftlikleri kurarak, diğer taraftan bu canlıları toplayarak ekosisteme ve denizlerimizin temizliğine büyük bir darbe vuruluyor. 

Bakanlığın izni ile 400 - 500 tekne 4 yıl boyunca burada hoyratça bir avcılık yapacak. Her teknedeki dalgıç günde 40 kilo toplayabilir deniliyor ancak bence daha fazlası tutuluyor. 

Çünkü doğru bir denetim yapılmıyor. 4 yıl burası talan edilecek, 4 yıl nadasa bırakılacak sonra tekrar toplanacak. Biz bunun yanlış olduğunu ve endişelerimizi bakanlığa bildirdik. Tekne sayısı ile av kotasının sınırlandırılması ve av bölgelerinin değiştirilmesi konusunda bakanlık yetkilileri ile mutabakata vardık. Bakanlıktan gelecek kararı umutla bekliyoruz. Ekolojik denge açısından nasıl bir bozulma olacağını şimdiden tespit etmemiz mümkün değil. Bu av, zaman içerisinde etkilerini gösteren bir kaybediş. Ancak şu aşamada 500 civarında tekneye yetecek bir balıkçı barınağımız olmadığıiçin teknelerden kaynaklanan bir kirlenmeyi tesbit ettik. 

Deniz yüzeyinde bir pislenme var. Didim’in doğal değerlerinin korunmasıiçin av izninin iptalini ve açıklarımızda bulunan balık çiftliklerinin Didim'den kaldırılmasını istiyoruz. Didim bir turizm kentidir, bu gerçeği unutmamaları gerekiyor. 30 yıldır burada turizmcilerle birlikte buranın çağdaş bir turizm kenti olması için çalışıyoruz. Ama öbürtaraftan balık çiftlikleri, deniz patlıcanı avlama gemileri, deniz ürünleri organize sanayi bölgesi, yem fabrikaları ve buzhaneler...Tüm bu turizme yakışmayacak kötü unsurların kesin ortadan kalkmasını bekliyoruz.

YA AV, YA TURİZM 

Didim Ticaret Odası Başkan Yardıcısı Hikmet Atilla: 

Koronavirüs salgınından dolayı esnaf zor durumda. 500 tekne deniz patlıcanları için Didim’e geldi ve her teknede 4 kişi bulunmakta, normal şartlarda buna sevinmemiz gerekir değil mi? İki bin kişi bir ilçenin esnafından alışveriş yapacak, bu sıkıntılı günlerde biraz da olsa esnaf nefes almış olacak, kazın ayağı ne yazık ki öyle değil. Buna sevinemiyoruz. Çünkü Didim’in denizini temizleyen canlıları yok ediyoruz, denizin ekosistemini bozuyoruz. “Kazan kazan deniliyor”, yani hemdeniz patlıcanlarınıtoplayan kazanacaklar, hemde turizmciler. Maalesef herseferinde turizmciler kaybediyor. Bu nasıl bir paradoks, balık çiftliklerinin artıklarını denizin altına bıraktıklarını biliyoruz, deniz patlıcanları da bunlarıtemizliyor, biz hembalık çiftliklerinin kapasite artışına gidiyoruz, hem de bunların bıraktıkları artıkları temizleyenleri yok ediyoruz. Didim için yetkililer kararlarını vermek zorundalar, ya balık çiftlikleri, deniz patlıcanları, su ürünlerine dayalı organize sanayi bölgesi, ya da turizm. İkisinin birlikte yürüme şansı yok. Didim halkının ve esnafının kararı kesin, onlar turizm diyorlar.

Didim Derneği Başkanı Mehmet Soysalan: Kota aşılıyor bu konuda endişeliyiz. Yıl, içerisinde avlanan deniz patlıcanları miktarı, ihracat rakamları ve soğuk hava depolarında yapılan stok tespitleri göz önüne alındığında, kotanın üzerinde avlandığını görüyoruz. Tebliğin izni doğrultusunda ilçemize gelen balıkçı tekneleri ise ayrı sorunlara neden oluyor. Gelen teknelerin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yanaşabilecekleri bu kapasitede biriskele sistemimiz yok. Bunlar ekstra çevre kirliliklerinin yaşanmasına neden oluyor. Bununla birlikte, teknik ekip ve eleman eksikliklerinin yaşandığı ve buna bağlı olarak denetimlerde aksaklıkların olduğu gözlemledik. Kirliliğin ve sağlıksız yaşam koşullarının ivedilikle giderilmesi gerekiyor. Deniz patlıcanları, deniz yüzeyleri ile sularımızın kirliliğe karşı kurtarıcıdır. Var olmaları denizlerimizin geleceğiiçin büyük önem taşıyor. Bu sebeple deniz patlıcanlarının korunması ve geliştirilmesi esas olan projelerin hayata geçirilmesi gerekli. Avlanmalarına izin verilmemeli.

Akbük Çevre ve Kültür Derneği’nden Gökhan Uzman: Av yasaklanmalı Denizlerin suyunu ve kumunu süzerek beslenen bu canlı,suyu berrak olan denizlerimizin adeta filtresidir.Çok sayıda derneğin, halkın, yerel yönetimin uyarılarına ve itiraz dilekçelerine rağmen bakanlık izniyle Didim koylarında bu avı sürdürüyor.Bir tarafta 30 - 40 milyon dolarlık deniz patlıcanı avcılığından gelir elde edilecek beklentisiyle, diğer tarafta onlarca 5 yıldızlı otelin milyar dolarlık gelirinivtehlikeye atıyoruz.Bizler,Didimde yaşayan çevreye duyarlı yurttaşlar ve çevre örgütleri olarak temiz, berrak denizimizin ve altın renkli kuma sahip plajlarımızın kirlenmemesi için bu avın yasaklanmasını istiyoruz.

Muhammed Özmen-Cumhuriyet







Biz ne Haziranlar gördük - Kadir Sev / SOL

Anadolu’nun her karışını maden ocağına benzetecekler. Köylüye yaşam alanı, kazanç ortamı bırakmamaya kararlılar. 

Özelleştirme İdaresi 7 Haziran 2021 günü EÜAŞ adına kayıtlı Tortum Hidroelektrik Santralını 222 milyon 710 bin liraya 40 yıllığına sattı; onay için CB’na gönderilecek.

Sırada Çamlıca HES ile Taşucu Liman ihaleleri var. Taşucu HES için 29.6.2021 gününe değin teklif verilebilecek. Geçici teminat tutarına bakılırsa 400 milyon lira dolayında fiyat oluşacağı düşünülebilir. Taşucu Liman ihalesi için son başvuru tarihi 8 Eylül, isteklilerden 20 milyon lira geçici teminat istendiğine göre kabaca 800 milyon dolayında fiyat oluşması bekleniyor.

En önemlisi Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı; 40 yıllığına devrediliyor. İhaleye katılabilmek için son başvuru tarihi önceki gün bitti, 30 milyon lira geçici teminat istendiğine bakılırsa 1 Milyar 200 milyon lira gelir beklendiğini düşünebiliriz.

Kadıköy Belediye Başkanlığı, Liman özel ellere geçmesin diye haraç vermeye razı; belki de ihaleye girip para ödeyecek. İşe bakın: Bir kamu kuruluşu, kamunun yani halkın olan bir taşınmazı, sırf parababalarının olmasın diye, bir başka kamu kuruluşu olan Özelleştirme İdaresine haraç vermek zorunda kalıyor. Üstelik başarma şansı da çok değil, “Devletin yetkilileri” kararlı görünüyor: Limanı satıp gelirini bütçeye yamayacaklar. Kim bilir kapalı kapılar altında ne görüşmeler yapılıyordur?

Haziran – Eylül arasındaki 4 ayda satılan ya da satılacak HES ve Limanların toplamı 2 milyar 622 milyon lirayı aşıyor.

Dahası var:

Özelleştirme İdaresi, 1-8 Haziran günleri arasında, Türkiye Şeker Fabrikaları, Sümer Holding gibi kuruluşların mülkiyetinde olan ve özelleştirilmek üzere devredilen aşağıda ayrıntısı gösterilen taşınmazları sattı; 39 milyon liradan çok para kazandı. Tahmin edileceği üzere satılmadan önce ticaret-konut alanına dönüştürülmüşlerdi.









Yukarıdakiler, Özelleştirme İdaresinin sattıkları. Şimdi de Çevre ve Şehircilik İl Müdürlükleri; İl Özel İdareleri ve Belediyelerin 1-8 Haziran 2021 tarihleri arasında Resmi Gazetede yayımlanan satış ilanlarına bakalım.

Gün sektirmemişler. Yalnızca 8 gün içinde çeşitli il ve ilçelerdeki 167 bin m² kamu taşınmazı satışa çıkarılmış. Ve en az 467 milyon 400 bin lira gelir bekleniyor. 













Özelleştirme İdaresinin yaptığı gibi bunların da imar planları değiştirilip konut-ticaret alanına dönüştürülmüştü. Kısa bir zaman sonucunda buralarda devasa bloklar yükseldiğini göreceğiz.

Talanda sınır tanımıyorlar.

Kaş’taki kaçak yapı talanının boyutlarını görüyoruz. Çoğunu yabancılara sattılar, paraları ihracat istatistiklerine yansıdı, ihracatımız artıyor diye övünme fırsatı yarattılar kendilerine. Şimdi de evlere verilecek suyu bulamıyorlar, kimileri sahte seralar yapıp evlerine su bağlatmaya çalışıyor. Antalya’da seralara verilecek su da kalmadı. Kasım ayına değin durdurduklarını duyurdular.

Tarım toprakları, ormanlar, yeraltı-yerüstü suları, madenlerle, otoyollarla, köprülerle, JES ve HES’lerle donatılıyor. Anadolu’nun her karışını maden ocağına benzetecekler. Köylüye yaşam alanı, kazanç ortamı bırakmamaya kararlılar.

Seçimi bekliyoruz ama müstakbel kurtarıcılarımızdan da hayır yok. Devri sabık yaratmayacaklarını söylüyorlar. Bunun anlamı şu: “Alan aldı, satan sattı, iyisi mi siz üstüne bir bardak su için”.

TMMOB’ne bağlı odalar, çalışma grupları; yerel örgütlenmeler; demokratik kitle örgütleri, talanı durdurabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Geri adım attırdıkları örnekleri görüyoruz. Başarılarının kalıcı olabilmesi için daha güçlü desteklere gereksinme duyuyorlar. 

Onların direnişlerine omuz verelim, başarırız. Biz, ne Haziranlar gördük.

Ahmet Arif’in “Ben Anadolu’yum” şiirinden dizelerle bitirelim; ölüm ayında anmış oluruz onu da;

“Gör nasıl yeniden yaratılırım / 

Namuslu genç ellerinle / 

Kızlarım / 

Oğullarım var gelecekte / 

Herbiri vazgeçilmez cihan parçası / 

Kaç bin yıllık hasretimin koncası / 

Gözlerinden / Gözlerinden öperim / 

Bir umudum sende / 

Anlıyor musun”

 Kadir Sev / SOL

8 Haziran 2021 Salı

İşçi sınıfı fotoğrafçısı: Lewis Wickes Hine - Selçuk Kozan / EVRENSEL

Selçuk Kozan, Amerikalı Fotoğraf Sanatçısı Lewis Wickes Hine’yi yazdı.


Lewis Wickes Hine’yi, daha çok hepimizin bildiği gökdelen inşaatında çalışan işçilerin fotoğraflarıyla tanırız. Hine fotoğrafları, sadece bunlardan ibaret değildir. O Amerika’daki göçmen ve çocuk işçiliğinin yanı sıra, işçi sınıfının acımasız koşullarda nasıl çalıştırılıp ve sömürüldüğünü belgelemiş bir sanatçıdır.

Özellikle işçi çocukların inanılmaz çalışma koşullarını ortaya çıkarırken, çocukların çalıştırılmasının yasaklanması için de büyük bir mücadele vermiştir. Sosyal ve adaletli bir yaşam için fotoğraf makinelerini bir silah gibi kullanan Paul Strand, Walker Evans, Gordon Parks, Milton Rogovin ve Dorothea Lange gibi, Amerikan tarihindeki en başarılı belgesel fotoğrafçısı olarak kabul edilen Lewis Hine, 26 Eylül 1874’te Oshkosh, Wisconsin’da doğdu. Hine, babası öldükten sonra, eğitimini sürdürmek ve ailesinin geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kaldı. Mobilya döşeme fabrikasında, günde 13 saat, haftada 6 gün çalışırken, kazandığı haftalık ücret sadece 4 dolardı. Hine, birçok farklı işte çalıştı, işçilerin çalışma koşullarına yakından tanık oldu.

Zorlu bir öğrenim süreci yaşayan Hine, önce Chicago Üniversitesi, Columbia Üniversitesi ve en son New York Üniversitesinin sosyoloji bölümünden mezun oldu. Kısa bir süre sonra Ethical Culture School’da (Ethik Kültür Okulu) öğretmenlik yapmaya başladı. Burada okul müdürünün isteği üzerine, okulda yapılacak birtakım çalışmalarda, kendisine fotoğraf çekimi görevi verilir. Hine de, bunu kabul edip, okul projeleri için fotoğraf çekmeye başlar.

ELLİS ADASI VE GÖÇMENLER

20. yüzyılın başında Orta ve Doğu Avrupa’ya, Akdeniz ve Asya’dan yoğun bir göç başlamıştı.  Irkçılar tarafından kışkırtılan siyasal ortam, göçmenlere karşı gittikçe artan düşmanlık, Hine’yi ciddi anlamda rahatsız ediyordu. 1905’te New York’ta Ellis Adası’nı ziyaret ettiğinde gördüğü manzara karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadı. Günün büyük bir kısmını çalışarak geçiren binlerce göçmen işçinin barınma, beslenme ve yaşam koşulları inanılmaz derecede kötüydü. Hine, bu adada olup biteni fotoğraflamış ve kamuoyunda büyük etki yaratmıştı.

Burada gördükleri Hine’nin fotoğrafa olan bakış açısını değiştirir. Fotoğrafın, gerçeği ortaya çıkarmada büyük bir gücünün olduğunu fark eder. Okulda fotoğraf kursları başlatır. Göçün yoğun olduğu bu yıllarda, göçmenlere yönelik ön yargıları kırmak adına Hine’nin başlattığı projeler öğrencilerin de büyük ilgisini çeker. “Göçmenlere saygı gösterilmeli ve onurlarını zedeleyecek davranışlardan vazgeçilmeli” diyordu. Hine, fotoğrafla tanıştıktan sonraki, 2 yıl içinde birçok dergiye sosyal sorunlara ilişkin makaleler yazdı.

OBJEKTİFİNİ SÖMÜRÜ ÇARKINA ÇEVİRİYOR

1900’lü yıllar Amerika’sında sömürü çarkları arasında en çok ezilen çocuk işçilerdi. En küçüğü 4 yaşında olan 2 milyona yakın çocuk, maden ocakları, pamuk tarlaları ve sanayinin en ağır işlerinde çalıştırılıyordu. Karnını bile doyurmayacak bir ücret ve en az 14 saat çalışmaya maruz kalan çocuklar, çoğu zaman ellerini ya da ayaklarını kaybederken, azımsanmayacak sayıda çocuk da hayatını kaybediyordu.

10 yıl boyunca ABD’yi karış karış gezerek çocuk işçilerin dayanılmaz sömürüsünü fotoğraflayan Hine, sadece koşulları vurgulamak isteyen belgesel fotoğrafçılığın aksine, çocuk işçiliğini ortadan kaldırmak için bir çabanın da içindeydi. Çocuk işçiliğinden büyük kazanç elde eden patronlar, Hine’nin fabrikalara girişini yasaklıyordu. Zaman zaman ölüm tehditleri alan Hine, farklı yöntemler deneyerek fabrikalara girmeyi başarıyordu. Bazen İncil satıcısı, bazen kartpostal satıcısı ya da itfaiyeci kılığında fabrikalara giriyor ve fotoğraf çekmenin yanı sıra, çocukların yaşları ve kaç saat çalıştıklarına kadar birçok bilgiyi elde ediyordu. 1909’da Ulusal Yardım ve Islah Kongresinde “Kamera sosyal kalkınmaya nasıl yardımcı olabilir?” adlı sunumda, “en büyük sosyal tehlikenin karanlık ve cehalet” olduğunu dile getirecekti. Sosyal reform yanlılarının çoğu Amerikalı için görünmez olan, korkunç yaşam ve çalışma koşullarını gün yüzüne çıkarmak zorunda olduğunu söyleyerek, “Sıradan insanlar fotoğrafın gerçeği olduğu gibi yansıttığına inanıyorlar. Sizin de, benim de fotoğrafa olan sınırsız inancımız sık sık sarsıldı; fotoğraflar yalan söylemeyebilir ama yalancılar fotoğraf çekebilir” dedi.*


Özellikle maden ocaklarında gördüğü işçi çocuklar onu derinden etkiledi. O güne kadar görünmeyen, hasta, yorgun ve çalışmakta zorlanan küçücük çocukları görünür kılmayı başardı. Hine, çocuklar için bir şeyler yapma umuduyla, 1908’de Ulusal Çocuk İşçiliği Komitesinin çalışmalarına katıldı. Aynı zamanda komitenin resmi fotoğrafçısı oldu. Uzun çabalar sonucu hükümetin çocuk işçiliğine karşı kanunlar çıkarma konusunda büyük bir başarı elde etse de mücadeleyi bırakamadı.

ADİL ÇALIŞMA STANDARTLARI YASASI

Hine, sonraki 10 yıl boyunca da çocuk işçilerini görüntülemeye devam etti. 1938’de çocukları koruma maddeleri içeren “Adil Çalışma Standartları Yasası”nın çıkışında Hine’nın büyük bir katkısı olmuştu. Hine’nin önem verdiği diğer konulardan birisi de çalışan kadınlardı. Özellikle tekstil fabrikalarında uzun ve ağır çalışma koşullarını gündeme getirdi. 1920 ve 1930 yılları arasında çalışan kadınları fotoğraflarken, ev kadınlarının da işçi statüsüne alınmasını istedi.

Çocuk işçiliğin yanı sıra, Amerikan işçi sınıfının içinde bulunduğu ağır çalışma koşullarını belgeleyerek, işçi sınıfı mücadelesine büyük bir katkı sağlamıştı. Fotoğrafın iyi kullanıldığında nasıl bir silaha dönüştüğünü Hine görmüştü. Hine’nin fotoğrafları, yeni reformların yapılmasında da etkili oldu.  O, fotoğrafı bir sanat olarak değerlendirirken, aynı zamanda bir eğitim aracı olarak da görüyordu. Hine, “Fotoğraf sanatı, gündelik hayatı, yoksulluğu, fabrikayı, sokağı ve ev yaşamına kadar tüm hayatı bir bütün olarak fotoğrafla yorumlamalı” diyordu.

EZİLENLERİN FOTOĞRAFÇISI


Birçok fotoğrafçı Hine’den etkilenerek onu takip etmeye başladı. Hine daha sonra objektifini savaş mağdurlarına çevirdi. 1918 yılında Amerikan Kızılhaçı’yla birlikte Avrupa’ya gitti. Savaştan kaçan mültecilerin dramlarını belgeledi. Amerika’ya döner dönmez,1920’lerde etkili konulara yönelerek, Amerikan işçilerinden oluşan portreler serisine başladı. O dönem en büyük projelerinden biri olan Empire State binasının yapımının fotoğraflanmasıydı. Çekimler zor ve tehlikeli olmasına rağmen, Hine, o devasa gökdelenlerde çalışan işçileri fotoğraflamayı başarmıştı. 1924’te New York Sanat Yönetmenleri Kulübü Hine’yi bu çalışmalarından dolayı ödüllendirdi. İşçi portreleri çalışması, 1932’de “Man at Work” adlı kitabında yayımlandı.

Hine, hiç durmadı ve birçok yardım örgütü ve sosyal kurumda çalışmaya devam etti. Hayatı boyunca ezilen milyonlarca yoksulun gözü olurken, bu koşulların mutlaka ortadan kalkacağına inanıyordu. Yeni kuşak fotoğrafçıları Hine’nin fotoğraflarını artık modern görmüyorlardı. Projelerde yer verilmedi. İş bulamıyordu. Evini kaybetti ve 1940 yılında yoksulluk içinde öldü.

Hayatı boyunca objektifini ezilenlerin yaşamlarına odaklayan Hine, tarihe işçi sınıfının fotoğrafçısı olarak geçti. Bugün halen birçok fotoğrafçının esin kaynağı olan Hine, belgesel fotoğrafçılığın da öncüsü ve ezilenlerin fotoğrafçısı olarak anılmaya devam ediyor.

 Selçuk Kozan / EVRENSEL


KaynakPeter Dreier, Huffington Post, Çeviri: Fotoğrafçı Levent Karaoğlu/ sol.org.


 

Dünyanın gözü G-7 Zirvesi’nde - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 


Pandemi sonrası yönelime ilişkin ipuçları verebilecek G-7 Zirvesi önem taşıyor. Çokuluslu şirketlere kurumlar vergisi konması emperyalizmin saldırgan dış politikasının hız kesmemesi gerçeği ile birlikte düşünülmeli.

Türkiye, Tayyip Erdoğan’ın 14 Haziran’da NATO Zirvesi sırasında Joe Biden ile yapacağı görüşmeyi bekliyor. Hatta Sedat Peker bile video gündemini bu takvime göre ayarlıyor. Küresel kamuoyu ise, 12-13 Haziran tarihlerindeki G-7 Liderler Zirvesi’ni daha fazla önemsiyor. Çünkü bu toplantıda Covid-19 sonrası uygulanacak ekonomik programlar, küresel vergi düzenlemeleri, küresel iklim değişikliği karşısında alınacak önlemler, Biden döneminde Transatlantik İttifakı’nın Çin ve Rusya karşısında izleyeceği strateji gibi bir dizi kritik konu masaya yatırılacak.

Zirve İngiltere’nin güneybatı ucunda yer alan, halkının kendine özgü bir kültürü bulunan Cornwall’da toplanacak. Bu yöre Cornish Pasty denilen içi dolgulu gevrek börekleriyle ünlüdür. Teneke madencilerinin doyurucu, pratik öğle yemeği geleneği giderek küresel bir fast food haline gelir. Cornwall halkı ise hep İngilizlerden farklı bir kimliği temsil ettiklerine, “ayrı bir yer” olduklarına inanır. Turizmin bu duraklama döneminde G-7 Zirvesi’nin bölgeye belirgin bir ekonomik hareketlilik getirmesi bekleniyor.

DEV ŞİRKETLERE YÜZDE 15 KURUMLAR VERGİSİ

Zirve öncesi ilk kritik uzlaşma en büyük 100 çokuluslu şirkete uygulanacak küresel kurumlar vergisi konusunda sağlandı. G-7 üyesi ABD, Japonya, Almanya, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya ve Kanada’nın maliye bakanları, 5 Haziran günü yayımladıkları sonuç bildirgesinde en az yüzde 15’lik bir vergi üzerinde fikir birliğine vardıklarını ilan ettiler. Amerika Hazine Bakanı Janet Yellen, bu verginin ABD ve diğer ülkelerde vergi gelirlerini artırarak, orta sınıflar ve emekçiler için daha adil uygulamaların önünü açacağını belirtti.

Alman Maliye Bakanı Olaf Scholz ise, bu anlaşmanın vergi adaleti ve dayanışma için iyi haber, vergi cennetleri için kötü haber olduğunun altını çizdi.

En az yüzde 10 kâr marjına sahip küresel şirketler, karlarının yüzde 20’sini oluşturan bir matrah üzerinden satışları gerçekleştirdikleri ülkelerin vergi otoritelerine ödeme yapacaklar. Bilindiği gibi şimdiye kadar şirketler sadece fiziksel varlıkları bulunan ülkelerde vergi ödüyorlardı.

Elde ettikleri yüksek kârlara karşın çok cüzi miktarda vergi ödedikleri için büyük tepki toplayan Google, Amazon, Facebook gibi teknoloji şirketlerinin yetkilileri de bu adımı memnuniyetle karşıladıklarını belirttiler.

Janet Yellen’in Fransa, Birleşik Krallık ve İtalya’nın özellikle ABD teknolojisi şirketlerini etkileyecek dijital vergi uygulama kararından vazgeçmeleri talebi şimdilik kabul görmedi. Tartışmanın temmuzdaki G-20 Zirvesi’nde sonuca bağlanması bekleniyor.

Özellikle platform kapitalizmi üzerinden fahiş kârlar sağlayan teknoloji şirketlerinin sadece yüzde 15’lik bir vergi ile paçayı sıyırmaları yetersiz bulunabilir. Ancak küresel ekonomiye bu küçük dokunuşlar, ABD’nin gerileyen hegemonyası karşısında Biden yönetiminin rıza mekanizmalarını devreye sokma, dünya halklarının gönlünü kazanma, aklını çelme açılımının bir parçası olarak düşünülmeli. Çünkü Transatlantik veya NATO İttifakı’nın aşağıda tartışacağımız Rusya’ya ve Çin’e karşı kuşatma planı böyle şirin hamleler gerektiriyor.

ÇİN’İ VE RUSYA’YI TECRİT PLANI

Cornwall’un Carbis Körfezi’ndeki toplantıya G-7’nin yukarıda saydığımız daimi üyeleri dışında Avustralya, Hindistan, Güney Afrika ve Güney Kore de davetli. Tüm bu ülkeler Hint-Pasifik bölgesinde Çin’e karşı ittifakta kritik önemdeki coğrafyaları temsil ediyorlar. Aynı zamanda “Quad” adı verilen, ABD-Japonya-Avustralya-Hindistan’ı kapsayan anti-Çin dörtlüsünün bilumum üyeleri katılımcı listesinde.

Söz konusu ülkelerin dışişleri bakanları zirve öncesi, mayıs ayında Londra’da bir araya geldi. Sonuç bildirgesi, Rusya’yı Ukrayna sınırındaki askeri tahkimat ve kanunsuz biçimde ilhak edildiği öne sürülen Kırım konuları üzerinden “sorumsuz ve istikrar bozucu davranışları” için kınadı. Putin rejimine “başka ülkelerin demokratik sistemlerini baltalamak, kötü niyetli siber faaliyetlerde bulunmak ve dezenformasyon” gibi suçlamalar da yöneltildi. İngiliz Dışişleri Bakanı Dominic Raab, G-7 inisiyatifine “yalanlar, yanıltıcı propaganda ve sahte haberlere karşı” demokratik kurumları savunma çağrısında bulundu.

Elbette Rusya’nın tamamen temiz, demokrasi ve insan haklarına saygılı bir ülke olduğunu savunacak değiliz. Aynı durum Çin için de geçerli. Gelgelelim, Batılı emperyalistlerin kendi kara propaganda ve yalanlarının üstünü örten, başka ülkelerdeki işgalleri mazur gören, yer yer darbeleri teşvik eden davranışlarını görmezden gelip, sütten çıkmış ak kaşık misali erdemlilik sembolü gibi ortaya çıkmalarındaki ikiyüzlülüğü de belirtmemiz gerekiyor.

G-7, Çin’e karşı pozisyonunu da, “uluslararası kural-temelli düzeni” desteklemek bahanesiyle meşrulaştırmaya çalışıyor. ABD daha Obama döneminde uygulamaya soktuğu strateji çerçevesinde Güney Çin Denizi’nde ve Tayvan’da provokasyonlara girişiyor. Sincan, Tibet, Hong Kong her “hassas” konu üzerinden Çin’in üzerine gidiyor. Ne var ki, ABD ve Birleşik Krallık’ın başını çektiği, Çin’i uluslararası arenada tecrit etme girişimi AB çevrelerinde çok sıcak karşılanmıyor. Özellikle Beijing’le yakın ticari ilişkileri bulunan Almanya ve Fransa daha itidalli bir yaklaşımı öneriyor. Bu nedenle G-7 dışişleri bakanları sonuç bildirgesi Çin’e karşı daha ılımlı bir dil kullanıyor.

NICHOLAS STERN G-7 RAPORU

Şimdi G-7 Zirvesi’nde tartışılacak ekonomi ve çevre konularına çerçeve oluşturacak bir metinden söz edeceğiz. İngiltere Başbakanı Boris Johnson tarafından Londra Ekonomi Okulu (LSE) profesörlerinden Nicholas Stern’e G-7 Liderliği’nde Sürdürülebilir Dayanıklı ve Kapsayıcı Ekonomik İyileşme ve Büyüme başlıklı bir rapor hazırlatıldı. (G-7 Leadership for Sustainable ,Resilient and Inclusive Economic Recovery and Growth May 2021). İşin ilginç bir yanı da, muhafazakâr başbakanın fikirlerine başvurduğu Stern’in İşçi Partili bir bilim insanı olması. Bu eğilimi, Joe Biden’ın sosyal yardımlara ve kamu yatırımlarına ağırlık veren, Keynesyen ekonomi politikaları ile birleştirip, küresel kapitalizmin yeni yönelimleri kapsamında değerlendirmek de olanaklı.

Stern, önce pandeminin yol açtığı ağır toplumsal maliyeti rakamlarıyla ortaya koyuyor. Eşitsizliklerin derinleştiğinin, düşük gelirli işlerde çalışanların, kadınların, göçmenlerin, düşük becerili emekçilerin bu süreçten özellikle olumsuz etkilendiğinin altını çiziyor. Küresel istihdamın yüzde 39’unu oluşturan kadınların, iş kayıplarının yüzde 54’üne muhatap olduğu gibi çarpıcı bir istatistiğe yer veriyor. Aşırı yoksullara 150 milyon kişinin ekleneceğini, Dünya Gıda Programı’na göre gıda güvensizliğiyle karşılaşan düşük ve orta gelirli ülkelerdeki insan sayısının ikiye katlanarak 265 milyona ulaşacağını dile getiriyor.

G-7 ülkelerinin önümüzdeki 10 yılda her yıl kolektif olarak; sürdürülebilir altyapıya, doğanın korunması ve restorasyonuna, yenilikçiliğe ve beceri geliştirmeye ek 1 trilyon dolar yatırım yapmalarını öneriyor. Böyle bir atılımın kısa vadede çarpan etkisiyle ekonomik aktiviteleri ve istihdamı canlandıracağını, orta vadede yeni buluşları ve üretkenlik artışını tetikleyeceğini öne sürüyor.

İklim değişikliği tehlikesine, çevresel yıkıma, biyoçeşitlilik kaybına karşı da; karbon fiyatlamasının hayata geçmesi, fosil-yakıt sübvansiyonlarının kademeli kaldırılması, net-sıfır karbon salınımı düzenlemelerinin başlatılmasını şart koşuyor.

Uluslararası koordineli bir çabayla gelişmekte olan ülkelerin (GOÜ) borç yükünün hafifletilmesi, düşük gelirli ve kırılgan ülkelerin borç, anapara ve faiz ödemelerinin askıya alınması gereğine dikkat çekiyor.

En acil konunun da Dünya Sağlık Örgütü çabasıyla ortaya çıkan COVAX aşı inisiyatifinin 20 milyar dolarlık fon açığının kapatılarak, 2022 sonuna kadar tüm GOÜ’lerin aşı ve tedavi olanaklarına kavuşması olduğunun da altını çiziyor.

SOSYALİSTLERE DÜŞEN GÖREV

Özetle, pandemi sonrası dünyanın yönelimine ilişkin ipuçları verebilecek önümüzdeki haftaki G-7 Zirvesi büyük önem taşıyor. Objektif analizler yapılırken, çokuluslu şirketlere kurumlar vergisi konması, daha kamucu ve yatırımlara ağırlık veren ekonomi programların benimsenmesi gibi yönelimlerle, emperyalizmin saldırgan dış politikasının hız kesmemesi gerçeği birlikte düşünülmeli.

Belki 2. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist ülkelerin varlığının Soğuk Savaş döneminde kapitalizmi Refah Devleti uygulamalarına yöneltmesine benzer bir konjonktürden söz edilebilir. Bugün de Çin’in yükselişinin, 21. yüzyılın kapitalizmini, kitleler nezdinde meşruiyetini artıracak arayışlar içerisine soktuğu bir döneme adım atıyor olabiliriz. Solculara, sosyalistlere düşen görev de, bu elverişli ortamda daha ileri ekonomik ve sosyal taleplerin mücadelesini vermektir.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Görünüşte Peşmerge-PKK çatışması ama...- İbrahim Varlı / BİRGÜN

 

Dört farklı silahlı gücün, - Peşmerge, PKK, 

Irak Ordusu, TSK - bulunduğubu 

güçlere Haşdi Şabi de eklenebilir, Kuzey 

Irak tehlikeli bir gerilimin eşiğinde. Bölge 

adeta barut fıçısı. 

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile PKK/HPG    

arasında bir süredir devam eden gerginliğin 

çatışmaya dönüşmesi, biriken enerjinin dışa 

vuran bir bölümü sadece.


Önce yaşananları özetleyelim. Cuma günü Duhok’a bağlı Amedi kasabası yakınlarındaki Metina Dağı eteklerinde PKK tarafından düzenlendiği belirtilen saldırıda 5 Peşmerge yaşamını yitirdi. 4’ü ağır 6 Peşmerge’nin de yaralandığı saldırının hemen ardından TSK’ye ait SİHA’lar Mahmur Kampı’nda PKK’ye ait bir hedefi vurması sonucu 3 kişi yaşamını yitirdi.

TSK, 24 Nisan’dan bu yana, iki aya yakın bir süredir, PKK’ye karşı, havadan ve karadan son yılların en kapsamlı operasyonu yürütüyor. TSK’nin devam eden operasyonu ve Amedi ile Mahmur’da yaşananlar sonrası kılıçlar çekildi, herkes birbirini suçlamaya başladı. Kürt Bölgesel Yönetimi, Irak, ABD, İngiltere PKK’yi suçlarken PKK de Erbil ve Ankara’yı suçladı.

TSK’nin bölgedeki harekâtı nedeniyle Erbil PKK’yi suçlarken PKK de yaşananlardan KDP’yi sorumlu tutuyor. PKK’yi savaş ve çatışmaları IKBY bölgesinden uzak tutmaya çağıran Irak Kürt Parlamentosu’ndan yapılan açıklamada, “PKK, yıllardır Türk devleti ile savaş bahanesiyle Kürdistan Bölgesi üzerinde tehlike unsuru haline gelmiştir” denildi. Erbil yönetimi herkesi bölge sınırlarına saygı duymaya çağırdı. HPG/PKK kanadı ise saldırının kendileri tarafından değil TSK tarafından yapıldığına işaret ediyor. Saldırının bağımsız bir komisyonca araştırılması çağrısında bulunuldu.

Çatışmanın yaşandığı Amedi, Çukurca'nın güneybatısında, Türkiye sınırına yaklaşık 15 kilometre mesafede. Amedi bölgesi aynı zamanda Suriye’ye geçişin güzergâhı. Suriye'nin kuzeyi ile Irak’ın kuzeyini birbirine bağlayan bölgede çeşitli Peşmerge noktaları bulunuyor.

KÜRTLER ARASI ÇATIŞMANIN ÖTESİNDE

Görünüşte yaşanan Peşmerge ve PKK arasında bir çatışma. Ama yaşananlar çok aktörlü bir çatışmanın yansımaları. Kürt yönetiminin askeri gücü Peşmerge ile PKK arasındaki gerilimi çatışmaya dönüştüren krizde taraflar birbirini suçlasa da mesele sadece Kürtler arası bir kavga olmanın da ötesinde.

Merkezi Irak yönetiminin, Erbil yönetiminin, PKK’nin, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve de Haşdi Şabi güçlerinin yığınak yaptığı bölgede yaşanan sıkışma bölge ülkelerinin yanı sıra çeşitli uluslararası güç merkezlerinin dahil olduğu çetrefilli bir jeo politik hesaplaşmaya dönüşmek üzere.

ABD’nin, Irak yönetiminin, İngiltere ve Ankara’nın birbiriyle paralellik arzeden açıklamaları okları PKK’e yöneltirken bu durum yeni bir sürecin de habercisi olabilir. Erbil ve Bağdat yönetimleri TSK’nin operasyonları nedeniyle hem Ankara’yı hem de PKK’yi eleştirse de asıl suçlamalar PKK’ye yönelik. Yüzlerce sivilin köylerini terk etmesine vesile olan operasyonlar nedeniyle PKK’ye “bölgeden çık” çağrıları artmaya başladı.

Herkesin ayrı bir hesabı, ayrı bir planı var. Denklem karışık. Türkiye, Nisan’da başlattığı “Pençe-Şimşek ve Pençe-Yıldırım Operasyonu”nun sonucunda sınırın diğer yakasında çok sayıda geçici üs kurdu. TSK’nin kurduğu üslerin yanı sıra Peşmerge de bölgedeki varlığını güçlendirerek yeni kontrol noktaları oluşturdu. Peşmerge’nin bölgeye yaptığı yığınak PKK kanadının şimşeklerini üzerine çekmiş durumda.

ERBİL, ANKARA, BAĞDAT, KANDİL HESAPLAR İÇİÇE

Irak merkezi yönetimi operasyonlara “egemenlik haklarının ihlâli” diyerek tepki gösterirken kendi topraklarının TSK-PKK arasındaki bir çatışmanın sahası olmasından rahatsız. Gerek Kandil gerekse de KDP, TSK üslerinin kalıcı olmasından endişe ediyor. PKK’nin bölgedeki varlığı sürdükçe TSK’nin bölgeden çekilmeyeceği endişesi hakim.

PKK’nin iddiası Türkiye destekli KDP yönetimi Kuzey Irak-Kuzey Suriye geçiş hattına yerleşme niyetinde.

Erbil yönetiminin Ankara ile yakın ilişkileri sır değil. Barzani yönetimi PKK bölgede olduğu müddetçe Türkiye’nin operasyonlarına devam edeceğini dillendiriyor.

ANKARA’DAN ÜÇLÜ MEKANİZMA ARAYIŞI

PKK/Kandil yönetimi Bağdat-Erbil ve Ankara’nın kendilerine karşı üçlü bir kuşatma başlattığı düşüncesinde. Erbil ile Bağdat arasında 9 Ekim’de imzalanan Sincar anlaşmasının bunun bir adımı olduğu düşüncesi hakim. Anlaşmaya göre PKK’ye bağlı güçlerin bölgeden çekilmesi ve yeni oluşturulacak bir askeri birliğin Sincar’da güvenliği sağlamasına karar verilmişti.

Türkiye’nin Irak yönetimi ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile birlikte PKK’ye karşı üçlü bir mekanizma kurma isteği sır değil. Ankara bu yöndeki adımlarını bu yılın başlarında hızlandırmıştı. Erbil, Bağdat, Ankara arasındaki görüşmelerin ardından bölgede yeni bazı askeri adımların atılabileceği yönünde uzun bir süredir bir beklenti vardı. Üç başkent arasında son dönemlerde hızlanan diplomasi trafiği bunun işaretlerini vermişti. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın ocak ayı sonlarında Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler eşliğinde Bağdat ve Erbil’de gerçekleştirdiği temaslarda, Ankara’nın PKK’nin Sincar’dan çıkartılması beklentisi bir kez daha vurgulanmıştı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun temasları Ankara’da ağırlanan Kürt liderler vs derken Sincar’a yönelik geniş kapsamlı bir askeri harekâtın başlayabileceği iddia ediliyor.

Kuzey Irak’taki bu gelişmeler sadece Irak’ı değil Suriye, Türkiye ve İran’ı da kapsayan bütün sınır ülkelerini yakından ilgilendiriyor. Aynı zamanda Suriye’nin kuzeyinde YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) de krizin bir parçası. SDG ile yakın bir işbirliği içinde olan ABD’nin bir süredir SDG’ye yatırım yaparak YPG’yi PKK’den ayrıştırma hamlesi dikkat çekici.

Sadece Erdoğan yönetimi değil, tüm aktörler gözlerini Joe Biden’a çevirmiş durumda. ABD yönetiminin bölgeye dönük stratejisi bütün tarafların atacağı adımlar üzerinde etkili olacak. 14 Haziran’daki NATO Zirvesi’nde yapılacak Biden-Erdoğan görüşmesi yeni döneme dair bazı ipuçlarını verebilir.

İbrahim Varlı / BİRGÜN


Dengesiz ekonomi, dengesiz TÜİK - Oğuz Oyan / SOL

 Bunu artık AKP iktidarının çözebilmesi olanak dahilinden çıkmıştır. AKP'nin ardılı bir iktidarın, salt neoliberal reçeteler üzerinden çözebilmesi de artık pek zordur.

Türkiye ekonomisi dengesiz bir tempoyla, "büyüyor" bile denilemeyecek bir istikrarsızlıkla gidiyor. Adeta hendekler ve tümseklerle dolu bir arazide ine çıka yol alıyor. Üstelik çıkışlar da öyle fazla yükseğe gidemiyor.

2018-2020 döneminde ayrıca istikrarsızlık ile düşük büyüme elele gidiyor: Sırasıyla yıllık yüzde 3, yüzde 0,9 ve yüzde 1,8 gibi çok düşük büyüme oranları, çeyrek dönemler itibariyle kaydedilen büyük istikrarsızlığa da eşlik ediyor (yüzde):

2021 ilk çeyrek için TÜİK'in açıkladığı yüzde 7'lik "hormonlu" (özellikle de, en çok kapatmaya konu olan hizmetler sektörünün yüzde 5,9 oranında "büyümesi" bakımından) büyüme oranı da, bu "bozuk şose" tanımı içine oturuyor. 

Bu oranlardaki büyüme Türkiye'deki nüfus artış oranına bile yetişemiyor. Dolayısıyla Türkiye yoksullaşıyor. 2020 için TÜİK'in açıkladığı nüfus artış oranındaki "dramatik düşüş" (2019 için normal ritminde yani binde 13,9 iken, 2020'de binde 5,5'e düşüyor ki bu ilk kez görülüyor), eğer işaretlerini alamadığımız kuvvetli bir dışa göç verme olgusuna dayanmıyorsa, Kovid-19 dolayısıyla ölümlerin açıklananın 10 katına falan çıkmış olduğuna işaret edebilir. Çünkü olağan nüfus dinamikleri bir yıldan diğerine böylesine büyük bir nüfus oranı düşüşüne olanak vermez. TÜİK ve Sağlık Bakanlığı bu konuda toplumu doğru bilgilendirmek zorundadırlar.

Türkiye açısından işsizlik yaratmayan büyüme oranları, 2020 nüfus verisi istisnasını saymazsak, yüzde 4,5 dolayındadır. Dolayısıyla, istihdam yaratmayan büyüme modeli söz konusu olmasaydı dahi, son yılların büyüme temposuyla işsizlik azalmaz artardı. Nitekim tam da böyle olmakta, bu çift yönlü etki altında işsizlik çığ gibi büyümektedir. Eğer son 16 ayın TÜİK işgücü verileri, Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) ve Ücretsiz İzin kapsamındakileri "çalışan" konumunda saymasaydı, bugünkünden daha ağır bir tabloyla yüzyüze gelinirdi. Bu nedenle, işten çıkarma yasaklarının kalkacağı ve KÇÖ'nün son bulacağı bu aydan sonra ek bir sıçramaya tanık olunabilir.

AKP ekonomisi ilk dönemlerde (Babacan ve Şimşek'li dönemlerde), yüksek değerli TL politikasının etkisiyle, dolar temelinde daha hızlı büyüyor gözükmekteydi. (Başka deyişle, TL cinsinden hesaplanan GSYH, doların düşük değeri nedeniyle, dolara çevrildiğinde olması gerekenden daha yüksek çıkmaktaydı). Türkiye'nin dış borçları da böylece olduğundan daha düşük görünmekteydi. İçte ve dışta yazılan "başarı" öyküsü bu sahte temele oturmaktaydı. Paritenin tersine dönmesi halinde bu pembe tablonun da tersine dönmesi işin matematiği gereğiydi. Nitekim, 2020 yılının ilk çeyreğinde yıllık bazda 765 milyar dolar olan GSMH, 2021'in ilk çeyreğinde 728,5 milyar dolara düşmüş yani dolar cinsinden yüzde 4,8 küçülmüştü! Oysa TÜİK bize TL cinsinden yüzde 7'lik bir artış müjdeliyordu!

Büyüme verileri konusunda bundan böyle dikkat edilmesi gereken mesele sadece dolar bazlı GSYH'yı dikkate almaktan ibaret de değildir. Bir çeyrekten diğerine olan zikzaklar nedeniyle, karşılaştırma bazı olarak artık bir önceki yılın aynı dönemini almak yanında, ele alınan çeyreğin hemen öncesindeki çeyreğin de -eskiden olduğundan daha büyük bir önemle- dikkate alınması gerekmektedir. Bunu yapan Korkut Boratav hoca, Cumhuriyet'e (2 Haziran 2021) verdiği söyleşide, GSYH'nin çeyrek bazda 2020'nin son çeyreğinde 513 milyar TL'den 2021'in ilk çeyreğinde 434 milyar TL'ye doğru yüzde 15 oranında büyük bir gerileme içine girdiği saptamasını yapmaktadır. 

***

İlk döneminin aksine dolar bazlı milli gelir verilerini artık kullanmak istemeyen iktidarın icraatının arkasında, TL'nin döviz karşısında aşırı değer yitirdiği son üç yılın bilançosu ve sayısı şimdilik üçü bulan döviz krizleri bulunmaktadır. Bu döviz krizlerinin

- birincisi, 2018 Mayıs- Ağustos döneminde;
- ikincisi, 2020 Ağustos -Kasım döneminde;
- üçüncüsü, Mart- Haziran 2021 dönemindedir.

İlk iki dönemden, "kullanılması fiilen yasak" faiz artışlarına mecbur kalınarak çıkılmıştır. Bir önceki TCMB Başkanının tuhaf görevden alınışıyla başlayan üçüncü krizden faiz artışıyla çıkılmamış ama, zaten yüksek olan faiz düzeyi korunmak zorunda kalınmıştır. Ama krizden de henüz çıkılabilmiş değildir. Üstelik CB'nin faizlerin yaz aylarında düşürüleceği yönündeki açıklamaları, son hafta TL'nin ilave değer kayıplarını da getirmiştir.

Bu krizlerin hepsinin arkasında Saray'ın bir numarasının müdahaleleri bulunmaktaydı. Bunların tamamen bilgisizlikten kaynaklanıp kaynaklanmadığı, arkasında spekülatif amaçların olup olmadığı da artık tartışma kapsamına girmiş bulunmaktadır. 2018 sonundan itibaren döviz kurunun aşırı yükselmesini (TL'nin aşırı değer yitirmesini) önlemek için faizden ziyade TCMB rezervleri kullanılmış ve tüketilmişti. Bugün gelinen noktada, artık ne rezerv vardır ne de faiz silahı etkili olabilmektedir. 

Enflasyon, hırsızlıktır

Enflasyon, kapitalist sistemin kolektif hırsızlığıdır. Üretim ilişkileri düzleminde belirlenen bölüşüm ilişkilerine dıştan bir müdahaledir. Bu müdahale, hem ekonominin bütününden ve onun dış ekonomik ilişkilerinden hem de devlet kurumları üzerinden kırılarak yansıyan siyasi bir müdahaledir. Bunun, sabit bir ücrete mahkum olan emek aleyhine olacağı açıktır. "Enflasyon farkı" verilse bile öyledir; çünkü bu farklar gecikmeli olduğu için geçmiş kayıpları tam telafi edemez ve zaten genellikle gerçek enflasyon farkının altındadır; kaldı ki enflasyon düzeyini belirleyen kamu idaresi (TÜİK) gerçekleri belirleme ve gerekirse saptırma tekeline sahiptir. Ayrıca, enflasyon farkı kamu dışında geçerli olmadığı gibi asgari ücret düzeyine de yıl içinde bir düzeltme getirmemektedir.

TÜİK'in Mayıs enflasyon rakamını yüzde 1'in altında açıklaması ve bunu 17 günlük kapanmaya dayandırması da inandırıcılıktan yoksun gözükmektedir. Bağımsız araştırmaların hepsi TÜİK verisinin çok üzerindedir. Bu arada ÜFE ile TÜFE arasındaki farkın olağanüstü açılması, önümüzdeki döneme ilişkin potansiyel bir enflasyon birikiminin oluştuğunu göstermektedir. İthalatçı ekonominin TL'nin değer kayıpları üzerinden yükleneceği enflasyonist etkiler de azımsanmayacak boyutta olacaktır. İthal edilen bazı ara malları (petrol ve türevleri, tarımsal girdiler, vb.) ve bazı nihai ürünlerde dolar bazındaki artışlar da ithal edilen enflasyon olarak kayda girecektir. Bu durumda, geçen yılın hayli üzerine çıkan TÜFE artışları görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Bunun sonucunda da, faiz indirimleri ya mümkün olmayacak ya da yeni bir indirim kumarı oynanarak yeni bir döviz krizi yaratılacaktır. 

Mesele iki ucu keskin kılıca dönüşmüştür. Yüksek faizler ekonomik büyümeyi, yatırımları ve özel olarak inşaat, gayrimenkul gibi bazı sektörleri olumsuz etkilerken, faizlerin düşürülmesi de döviz krizlerini tetiklemek ve sermaye kaçışlarını kışkırtmak gibi başka dertleri çağırmaktadır. Bunu artık AKP iktidarının çözebilmesi olanak dahilinden çıkmıştır. AKP'nin ardılı bir iktidarın, salt neoliberal reçeteler üzerinden çözebilmesi de artık pek zordur. 

Türkiye'nin ve özellikle Meclis-içi muhalefet partilerinin bundan böyle neoliberal düzenleme rejimi dışına çıkarak çözüm aramaları şart olmuştur. Öncülüğü de sosyalist hareketlerin yapması farz olmuştur.

Oğuz Oyan / SOL