4 Temmuz 2021 Pazar

Napolyon ve Bismarck'ın Avrupası’nda savaş ve devrimin izleri - ANIL ÇINAR / SOL-Gelenek

 'Devrim uyurgezerler diyarında uyanık kalabilenlerin eseri oluyor. Avrupa bu eserle tekrar tanışmayı bekliyor.'



Ama unutmamalıyız ki Avrupa’da, belirli anlarda beş sözde ‘büyük’ gücün tamamı üzerinde üstünlük sağlayan ve her birini titreten altıncı bir güç bulunuyor. Bu güç devrimdir. Uzun süre sessiz kaldı ve kenara çekildi, ticari kriz ve besin kıtlığı nedeniyle şimdi yeniden eyleme çağrılıyor. Manchester'dan Roma'ya, Paris'ten Varşova ve Pest'e kadar her yerde yaşıyor, başını kaldırıyor ve uykusundan uyanıyor. (…) Sadece bir işarete bakıyor, altıncı ve en büyük Avrupalı ​​güç, Olympian'ın başındaki Minerva gibi, elinde kılıç ve parlayan zırhıyla öne çıkacak. Bu işareti yaklaşan Avrupa savaşı verecek ve sonra güçler dengesine dair tüm hesaplar, hep canlı ve genç kalmış yeni bir unsurun eklenmesiyle altüst olacaktır ve bu, kadim Avrupalı ​​güçlerin planlarını ve generallerini de afallatacaktır, tıpkı 1792'den 1800'e dek yaptığı gibi.”1

Avrupa devrim demekti.

Avrupa önce burjuva devrimi ve yeni düzen, sonrasındaysa işçi sınıfı ve sosyalizm demekti. Devrimlerin yenilgisi ya da geri çekilişi bu gerçeği değiştirmedi: Devrim tersinden, yani sönümlendiği noktada da Avrupa’yı biçimlendirebiliyordu. Avrupa’nın güçler dengesi, eski düzenin hanedanları, devletler arası ittifakları, Napolyonlarda Bismarcklarda cisimleşen reformları bazen patlayan bazense alttan alta ilerleyen devrimci birikimin ürünleriydi.

Birinci Dünya Savaşı devrimin geri dönüşü anlamına dönüştüğünde devrim bu sefer tüm dünyaya ışık saçmaktaydı ama Avrupa merkezî önemini yine de koruyordu. Avrupa birbirinin içine geçen iki sorunun nihai olarak çözüme bağlanacağı yerdi: Birincisi, güçler dengesine dünya sathında yapılan müdahaleler Avrupa’ya izdüşüm yapan ya da oradaki hamlelere dönüşen bir yana hep sahip oldu; ikincisi, devrimin düşünce ve değerler düzeyinde verdiği kavga bir şekilde “Avrupa”da düğümlenmekteydi.

Bunun izlerini iki savaş arası dönemde takip etmek mümkündü; ama asıl dönüm noktası devrimin, komünizmin bir büyük güç olduğu ’45 dönemecinde gerçekleşecekti: ABD “özgür”, liberal düzenin kurucu unsuru olabilirdi; fakat bu yeni “eski düzen” ancak Avrupa’da inşa edilebilirdi. Yine de bu dönemeç, Avrupa’yı birkaç yönde geçmişinden koparıyordu. Avrupa’nın tarihi devrimlerin ve karşı-devrimlerin, eski ve yeni düzenin çekişmesinin ürünüydü, yeni düşünce çoğunlukla Avrupa’da filizlenmiş ve serpilmişti; halbuki Avrupa hep “özgür ve liberal” değildi. Avrupa’nın tarihinde “özgürlük”, devrimlerin dinamiğine sıkı sıkıya bağlıydı. Kapitalizmin ilk ülkesi İngiltere’nin liberalizmi bile “Avrupalı” mercekten geçirilerek anlaşılabiliyordu, İngiltere’nin “özgürleştirici” bir misyona sahip olmadığı açıktı.

Bu durumu tersinden gözlemlemek de mümkün oldu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında devrim İngiltere’nin içi dahil Avrupa’yı sarstığında, devrim karşıtı ittifak “özgürlük ve liberalizm”in değil, daha çok faşizmin üzerinde yükseliyordu. Faşizm Avrupa’da bir alternatif haline geldiğinde ve bir çekim alanı yarattığında İngiltere bile bunun etkilerinden kolayca kurtulamamıştı. Sovyetler Birliği olmasaydı belki de faşizmin “Avrupalılığı” üzerine hâlâ tartışıp duruyor olacaktık. Zaten, Avrupa’nın devrimlerle dönemlenen düşünsel tarihi sadece Aydınlanma’nın, ütopyanın ya da reformun değil; bunların merkezindeki devrimlerin “sonuçsuzluğuna” duyulan hayal kırıklığının izlerini de taşıyordu…

“Avrupa”yı bu açmazdan ancak devrim kurtarabilirdi.

Devrim Avrupa’yı faşizmden arındırdı. Komünizm Avrupa’yı özgürleştirirken ittifaklar sistemini de yeniden şekillendirdi, karşı-devrim bu sefer ünlü “özgür ve liberal düzen”in içerisinde olgunlaştırıldı. Avrupa “özgürlük” üzerine verilen kavganın asıl sahnesi oldu ve sonrasında Avrupa Birliği bu geçmişin birikimi üzerine inşa edildi. Halbuki devrimsizlik ve sonrasında Sovyetler Birliği’nin çöküşü “özgür ve liberal düzen”in mutlak zaferi anlamına gelemedi: Devrim, yokluğuyla Avrupa’yı ve dünyayı şekillendirmeye devam etti. “Özgür ve liberal düzen”in yaldızları bir bir dökülmeye başladı.

Devrim karşıtı ittifak, iki soruna “dengeli” çözümler getirebildiği ölçüde Sovyetler Birliği’ni ve onun taşıyıcısı olduğu yeni düzeni kuşatabilecekti; oysaki ittifakın iki soruna kalıcı bir çözüm getirebilmesi mümkün değildi. İronik bir biçimde, devrim karşıtı ittifakın “kalıcı çözüm”ü yani komünizmin yenilgisi, sorunu başka bir biçimde yeniden üretti. Sovyetler Birliği’ni çevrelemek “özgür ve liberal” olmayanları da güçler dengesi sahnesine çağırmayı, onlarla işbirliğini gerektiriyordu ya da devrim karşıtı müdahalelerin her zaman “özgürlük” kıyafetine sığdırılması mümkün olmayabiliyordu. Diğer yandan, dünya sathındaki bu esneme Avrupa’daki güçleri serbest bıraktığı, “özgür ve liberal Avrupa”nın şeklini bozduğu ölçüde zaaf alanları yaratmış oluyordu. Sovyetler Birliği’nin bu zaaflardan yararlanabilme kabiliyeti ve ABD merkezli Atlantik İttifakı’nın bu zaafları kontrol edebilme gücü dünyanın geleceğine yön verdi.

Bu zaafların ittifakın geleceği açısından nasıl tehlike oluşturduğu 70’lerle birlikte daha net kavranılmaya başlandı. Bunun üzerine, komünist dünyanın Sovyetler Birliği’yle birlikte çözülüşü geldi ama dediğimiz gibi, bu da tehlikeleri ortadan kaldıramamıştı. Emperyalist sistemin iç gerilimlerini kontrol etmek ona dışarıdan (ve içeriden) basınç uygulayan “altıncı büyük gücün” yokluğunda zorlaşıyordu.

Kissinger’ın ismine yazılan Çin hamlesi ya da Brzezinski’nin “özgür Avrupa” için gösterdiği çaba Sovyetler Birliği’ni çevrelediği oranda başarılıydı; halbuki kapitalist dünyanın emperyalist sistem olarak bugün yaşadığı sorunlarının varlık zeminini de yaratmaktaydı. Kissinger, “Çin ile olan karşılıklı ticaretimiz, biz büyük çabalar harcasak bile, yok denecek kadar az kalacaktır. Amerikan üniversitelerinin ‘bilgiç’leri Çinli sıkı devrimcilerin üzerinde etki yaratamayacaktı. Çin ile karşılıklı ilişkimiz önemlidir ancak objektif gerçekliği değiştirmeyecektir.”2 derken

reelpolitik itibariyle yanlış hareket etmiyordu ama yanılıyordu ya da iki sorunun  çelişkilerinden kaçınamıyordu. Öte yandan, dünyadaki değişim Çin’in herhangi bir güçten fazlası olduğunu ispat etmesinden ibaret de kalmadı. Avrupalı büyük güçlerin hareketlerindeki serbestlik ile “özgür ve liberal düzen”in onarılması güç arızaları, 2008 krizi sonrasında yaşananların ve pandeminin sonucu olarak üst üste binmiş oldu.

Sonuç olarak bugün dünya büyük güçler için daha da öngörülemez hale gelirken savaş eğilimi kendini daha fazla hissettiriyor. Son iki yüzyıl Avrupa’nın önce Fransa sonra da Almanya problemine çözüm üretme çabalarıyla geçmişti. Son iki dünya savaşı, ikincisi bir antikomünist savaş olmakla birlikte, Avrupa’nın Almanya sorununu çözme çabalarının ürünüydü. Şimdiyse, bu sorunlar mirasına bir de “Çin” eklenmiş bulunuyor.

Geçmişten bugüne, Avrupa’da düğümlenen sorunları çözme çabaları giderek daha gelişmiş yöntemlerle ve daha gelişkin bir sistem içerisinde gerçekleştirilse de belirsizliğin oranı azalmadı. Hatta artmış olacak ki Birinci Dünya Savaşı öncesini “uyurgezerler”3 diyarına dönüştürecek bir kontrolsüzleşmenin kapıları aralanmıştı. Güçler dengesi ve ittifaklar, karşılıklı güç sınamaları ve sinir yoklamalarıyla şekillenirken dünya 1914’ün hemen öncesinde fazlasıyla “belirsiz” bir görüntü vermekteydi. Diplomatların, bakanların, başkanların birbirlerine yazdıklarına ve söylediklerine baktığımızda büyük deliliğe ilerleyişin tuhaf diyebileceğimiz anlaşmazlıklarla, “savaşın sisi”nden kaynaklanan hesap hatalarıyla dolu olduğunu görürüz. Ama bunun yanında, dünyanın bir savaşa doğru gittiğinin herkes tarafından bilindiğini de hemen fark ederiz. Hatta Bismarck’ın demeçlerine bakacak olursak, savaş yıllar sonra patlamak üzere Balkanlar’da mevzilenmiştir bile.

Kaçınılmaz olanın fark edilişi ile belirsizliğin bu kadar iç içe geçmesi fazlasıyla çelişkili gibi duruyor. Aslında, bu çelişkiyi sürekli olarak üreten bir sistemin nasıl oluştuğunun kavranılması gerekiyor.

1914’ten önceki son birkaç yılda, hatta birkaç ayda yürütülen diplomasinin, ittifaklara ve olası yönelimlere nasıl etki ettiğini biliyoruz. Ama gidişatın tek tek devletlerin öznel savaş gereksinimleri nedeniyle yaratılmasının mümkün olmadığını da… Sistem manevra alanları henüz mevcutken, “aşırı” çıkışları düzenleyebilecek bir organizasyon dinamiğine sahiptir; “denge”nin anlamı da zaten budur. Oysa sorun biraz da tersinden kaynaklanır: Manevra alanlarının hâlâ mevcut olduğunu düşünerek hareket eden aktörler gidişatın kaçınılmazlığını üretir. Emperyalizmde denge, dengesizliğin geçiş uğrağıdır; kontrolsüzlük ve savaş eğilimi emperyalizmin nesnel karakteridir. Yani belirsizlik, kapitalist sistemin karakteristik özellikleriyle tekil manevra alanlarının arasında bir yerdedir.

Belirsizlikten büyük güçler doğar, ittifaklar gelişir ya da bazı karakterler tarihsel figürler olarak sahneye çıkarlar. Ama unutulmamalıdır ki devrim de bu türden belirsizliklerin içerisinde olgunlaşır: Bazen sessiz kalır, kenara çekilir; bazen de yavaş yavaş uykusundan uyanır, zırhını ve kılıcını kuşanır. Bizim de bugün öngörülemeyenin izini sürebilmemiz, onunla baş edebilmemiz ve devrimle buluşturabilmemiz için tarihe daha çok bakmamız; yani 1914’ün öngününü geçmişinde aramamız, öngörülemeyeni öngörülene bağlamamız gerekiyor.

Geçmişin anahtarı içinse Napolyon ve Bismarck’ın Avrupası’na daha yakından bakmamız…

Zoraki İmparator ile Reelpolitik Dehasının İşbirliği

1870 Fransa-Prusya Savaşı, 3. Napolyon’un bitişinin Bismarck’ınsa yükselişinin dönüm noktasıydı.

3. Napolyon Fransa’nın ikinci imparatoru haline gelişini aileden birinin, Napolyon Bonaparte’ın başarılarının mirasına konabilmesine borçluydu. “İmparatorluk”, Fransa’nın yeniden Avrupa’nın bir numaralı gücü haline getirilmesinde, Avrupa’nın fethinde, Fransa’nın en ücra köylerine bile nüfuz eden ulusal gururundaydı. Halbuki 3. Napolyon’un devraldığı miras ile Avrupa’nın o günü arasında büyük farklılıklar bulunuyordu.

Kısmen bu farklılıkların, kısmen “son çare” olarak iktidara getirilişinin kısmen de Fransa’nın Prusya gibi “küçük” bir güce yenilişindeki skandalın etkisiyle 3. Napolyon büyük kaybeden, taklitçi ve zoraki imparator olarak anıldı. Bismarck ise 1870’e adım adım ilerleyişi ve sonrasında da Fransa ile girdiği savaştan Prusya’yı bir büyük güç, Almanya olarak çıkarışıyla reelpolitik deha olarak…

Üstelik Bismarck Birinci Dünya Savaşı’na uzanan dönemde Almanya’nın merkezinde durduğu ittifaklar zincirinin yaratıcı ve koruyucusuydu. Almanya’nın kurucusu, Avrupa barışının garantörü olmak tarihte herkese nasip olabilecek özellikler değildi. Halbuki Marx’ın dediği gibi, 3. Napolyon’un başına gelenler er ya da geç Bismarck’ın da başına gelecekti. 3. Napolyon da düşene kadar dâhi, düştükten sonraysa bir aptaldı.4

Bir tarihsel karakter için aptallık ile dâhiliğin böylesine birbirinin yerine geçecek biçimde kullanılışı  normal bir durum değildir. Söz gelimi Napolyon Bonaparte da büyük zaferlerin ardından yine büyük  diyebileceğimiz bozgunlar yemiş ve bir süre sonra da tarih sahnesini terk etmiştir ama bir “aptal” hiç olmamıştır. 

Sorun, belirsizlikten ama hem Fransa’da hem de Avrupa’daki belirsizlikten, geçiş halinden kaynaklanmaktadır. Benzer bir belirsizlik Bismarck’ın kapısını çaldığında Bismarck kendi kabiliyetleri ile Almanya’nın ihtiyaçlarının, Avrupa’nın yeni sorununun uyuşmadığını göremeyecek hale gelmişti. Tarih Bismarck’a bir savaş yenilgisi değil ama onunla yarışabilecek düzeyde bir aşağılama ve kenara itilme gösterecekti. Almanya’nın partileri arasında yıllardır ustalıkla uyguladığı denge politikaları onu bu sefer kullanılamaz hale getirecek, şansölye koltuğunu terk etmek zorunda bırakıldığında eskimiş kariyerine bir meclis sandalyesi layık görülecekti. Aslında 3. Napolyon ve Bismarck aynı tarihsel dönemin benzer işlevlerini yerine getiren karakterleridirler. Peki nedir bu tarihsel dönem, nedir içte ve dışta böylesi belirsizliği yaratan koşullar?

Bu dönem devrimin geri çekildiği ve artçı etkilerinin şekillendirdiği bir Avrupa’nın ürünü olarak ortaya çıktı. Fransa’nın yine itici güç olduğu 1848 devrimleri Avrupa’da çoğalırken Devrim’in salt jeopolitik bir mesele olmadığı tekrar anlaşılıyordu. Devrim bir yandan henüz Prusya çatısı altına alınamamış Alman devletlerini Fransa’ya yakınlaştırıyor bir yandan da tekrar canlandırdığı özgürleşme dalgasıyla Avusturya-Prusya-Rusya’nın ve hatta İngiltere’nin hakim sınıflarını içeriden tehdit ediyordu.

Avrupa’nın soylular sınıfı devrimin ne anlama geldiğini 1789 ve sonrasının tecrübelerinden hafızalarına kazımıştı. 1789’da devrim Fransa’da ilk yükseldiğinde Avrupa monarşilerinin ve elbette İngiltere’nin aklı, zayıflamış bir Fransa’nın hem uluslararası sularda hem de Avrupa’nın dengelerinde yaratacağı olanaklardaydı. Fakat devrim 1789’u takip eden birkaç yıl içerisinde kendi güvenlik sorununu çözmüş, kendini güvene aldıkça devrimin yükselen seyrinin varlık koşullarını da yaratmış; bununla birlikte Fransa’nın sorununu çözen yeni düzen olarak arkasına aldığı güçle Avrupa için yeni bir tehdit unsuruna dönüşmüştü.

Avrupa’nın kültürel ve düşünsel atmosferi değişiyordu. Aydınlanma’nın yüz yıllık birikiminin eyleme geçtiği, özgürlüğün devrimle somutluk kazandığı gözle görülmüştü. Filozof ise nihayet “dünya tinini at sırtında” görebilme imkanına kavuşmuştu. Ancak Avrupa’nın eski düzeninin sahipleri için asıl uyarı 16. Louis’nin giyotine yollanışı olmuştu: Devrimin şakası yoktu, asıl tehdit Devrim’in Fransa’nın sınırlarının kilometrelerce ötesindeki sınıfsal duyarlılığı harekete geçirmesindeydi.

Avrupa’da aslen tek bir hanedan olduğu söylenir. Bunu, kendine tebaa ve toprak arayan hanedan mensuplarının Avrupa’da yaptığı “geziler”den, hanedanlar arası evliliklerden takip etmek oldukça kolaydır. Adolphe Thiers, Komün iktidarının yerine geçireceği taht sahibini bulmak için Avrupa’ya seslendiğinde esasında bir büyük ailenin fertlerine gözünü dikmektedir. 1870’te olan 1848’de de olmuştu ama ilk deneyim 1789 idi. Napolyon Bonaparte devrimin “aşırılıklarını” Fransa’nın düzeni için yatıştırıyordu ama Bonaparte’ın Avrupa için anlamı yeni düzenin yayılması demekti. Devrim karşıtı koalisyon Avrupa’nın monarşi ordularıyla Fransa’nın karşısında konumlanıyor, İngiltere ise sürecin sonunda Fransa’nın Avrupa’nın hegemonu olarak çıkması tehlikesi nedeniyle dengeleyicilik misyonunu bir kenara bırakıp doğrudan müdahaleye girişiyordu.

Devrimin Prusya için anlamı önceleri Avusturya’nın, yani baş rakibinin zayıflamasıydı. Devrim Fransa-Avusturya ittifakını zayıflattığı ve Prusya’ya alan açtığı ölçüde “hoş karşılandı”. Fakat bu hoşluk pek uzun sürmeyecekti. Fransa’nın orduları Avrupa’nın özgürleştiricisi misyonuyla Moskova’ya kadar uzandı. Bonaparte 1806 Austerlitz zaferi sonrasında Prusya kralı Friedrich Wilhelm III’e “yok olacaksınız!” diyerek alay ediyor; 1807’deyse Prusya topraklarında Prusya’nın kralı olmaksızın barış imzalıyordu.5 Fransa’nın “devrim seferi”nin sonunda Avrupa bir daha eskisi gibi olmamak üzere değişti.

O tarihlerde Prusya’nın henüz bir “Alman birliği sorunu” yoktu. Ancak bir yandan Prusya’nın, Fransa-Avusturya-Prusya üçgeninde sıkışmış Alman kentlerinin tarafsızlığına dönük politikasının Rusya gibi bir büyük gücün dengeleyiciliği olmadan yürütülemeyeceği netlik kazanıyor; diğer yandan, devrim Kutsal Roma İmparatorluğu’nun dinsel tutkalının son dayanaklarını ortadan kaldırdıkça ve monarşinin tahtı sallandıkça Almanya’nın yeni sorununu giderek olgunlaştırıyordu. Sonuç olarak Prusya’nın kendi göbeğinin bağını kendisi kesmesi gerekiyordu.

1848 devrimlerinin asıl özelliği işçi sınıfının siyaset sahnesine çıkmasıydı ve devrim bir kez daha Avrupa’daki sınıfsal dengeleri oynatacak, devrim karşıtı ittifakı yeniden canlandıracaktı. Ancak hem devrimin radikal safhası daha başta yenilgiye uğramıştı hem de işçi sınıfının geçmişin burjuva demokrat kıyafetinden kendini kurtardığı pek söylenemezdi. Yani devrim hâlâ özgürlüğün “ulusal özgürlük” ile anıldığı bir aşamada ve coğrafyadaydı. Devrim yenilmişti; ama yenilmiş hali bile onlarca yıllık reformla yaratılması mümkün olmayacak bir değişimin fitilini ateşlemişti. 1848 yenildi ancak devrimin uluslaşma sürecine, devlet mekanizmasının yetkinleştirilmesine, Avrupa’nın yeni güçler dengesinin oluşumuna etkisi büyük oldu.

Napolyon Bonaparte 1789 devriminin bakiyesini devralmış, eski sınıfın eski düzeninin yok oluşa doğru gittiği bir süreci İmparatorluğun Avrupa politikasıyla birleştirmişti. Bu politika Fransa’da düzeni sağlıyor ve modernleşmenin koşullarını yaratıyordu ama ne Fransa’ya “kapitalist” demek mümkündü ne de imparatorluk “emperyallik” anlamına geliyordu. Fransa’da kapitalizm, İngiltere’yle karşılaştırıldığında, 3. Napolyon’a dek kayda değer bir gelişme kaydetmedi. Fransa 1848’in ertesinde birbirinin içine geçen iki soruna çözüm bulmak zorundaydı.

Öncelikle, Avrupa’da artık “kapitalizm” vardı. İngiltere’nin dış politikası kapitalist gelişkinliğinin sonuçlarıyla şekilleniyor, bu gelişkinlikle finanse ediliyor ve kendi kendini yeniden üreten bir dinamizme sahip oluyordu. Fakat kıta Avrupası henüz o noktada değildi. Bonaparte’ın “devrim seferi” eski düzenin bağlarından sıyrılan bir ulusu savaş meydanına taşımış olabilirdi ama bu politika hâlâ eski düzenin “el koyma” mantığıyla finanse ediliyor; vergiler, gümrükler, hatta devletin kadroları hâlâ bu eski mantığın izleriyle şekilleniyordu. Fransa’nın hakim sınıfları ve imparatorluğun ayağını bastığı geniş köylü sınıfı paylaşılacak artığı sınır ötesinde aramak zorundaydı ve bu bir tür “savaş eğilimi” demekti. Ancak, bu eğilim “sistemik” olmaktan uzaktı ya da sürekliliği sağlanabilecek bir “finansman modeli” teşkil etmiyordu. Fransa’ya kapitalizm İngiltere’nin Avrupa’daki yeni dış politikasıyla, ticaret anlaşmalarıyla ve en sonunda da ordusu ve donanmasıyla dayatılıyordu.

Ama Fransa bir sorunla daha boğuşuyordu. ’48 devrimleri Fransa’nın sınıfsal dengelerini değiştirmiş, burjuvazi ile aristokrasi karşı karşıya gelmiş ama işçi sınıfı korkusu bu ikiliyi bir uzlaşmaya doğru ittirmişti. Devrim yenilse dahi artık bu tarihten geriye dönüş yoktu:  Sınıfların ve siyasal temsilcilerinin aralarındaki çözümsüzlükler büyük boşluk yaratmış, “Fransa’da sınıf mücadelelerinin” sonuçsuzluğunu istikrara doğru bağlayacak bir siyasal alternatife ihtiyaç doğmuştu. Bu alternatif meşruiyetini ancak üçüncü bir partiye ama kütlesi itibariyle gerçekliği olacak bir temele dayandırabilirdi. 3. Napolyon bu pat durumunda yani gerçekten de “hiçbir şey olmadığı” için desteklenebilecek bir alternatif olarak yükseldi.

Fakat siyasetin doğası biraz da bu değil miydi? 3. Napolyon yıllardır bir yolunu bulup iktidara yerleşmenin denemelerini yapıyordu, aptal ya da zoraki olduğu pek söylenemezdi. Fransa’nın dengeleri ona sıçramanın olanaklarını sunduğunda bunu değerlendirmesini bilmişti. Halbuki 3. Napolyon’un İkinci İmparatorluğu artık farklı bir dünyada, kapitalizmin rengini çalmaya başladığı bir Avrupa’da yükselecekti. 3. Napolyon bir yandan Fransa’da kapitalizmin yükselişinin temellerini atmalıydı, diğer yandan bunun dış politika gereksinimlerini geçmişin imparatorluk bakiyesiyle örtüştürmek durumundaydı. Fransa’da devlet hâlâ bir “artı ürün paylaşımı” organı gibi çalışıyor ama bu artı ürün kendini yeniden üreten bir mantığa sahip olamadığı için kadrolar, devlet mekanizmaları ve partiler arasında kapatılması zor çatlaklar oluşuyordu. İkinci İmparatorluk bu sorunların çözüm yollarının oluşturulduğu bir konsolidasyon süreci geçirdi. Özetle Fransa’da kapitalizm serpilmeye başladı, Fransa yenilenmiş büyük güç olarak Avrupa’da boy göstermeye başladı.

“Burjuva devrimi” ile “kapitalizmin gelişimi” arasında kronolojik, mantıksal hatta coğrafi bir süreksizlik ya da açı bulunuyordu. 3. Napolyon’un Fransası bu açının yarattığı belirsizliğin sonucuydu. Ama aynı belirsizlik Prusya için de geçerliydi.

Avrupa’nın değişen dengelerinde (Prusya’nın eskiden beri uyguladığı şekliyle) bir büyük gücün yardımıyla hakimiyetini korumak zorlaşıyordu. Prusya’nın daha geniş bir manevra alanı mevcuttu ama örneğin Polonya’nın başına gelenler Prusya için daimi bir tedirginlik kaynağıydı. ’48 devrimleri ise ulus olma zorunluluğunu güçler dengesinin içerisinde yeniden düşünmeyi gerektiriyordu. Prusya’nın artık tek bir politikada kaynaşan iki sorunu bulunuyordu: Birincisi, Alman ulusal birliğini Prusya mı yoksa Avusturya mı kuracaktı ve bu hangi güçler dengesi koşullarında gerçekleştirilecekti? İkincisi, Junker Prusya, yoluna “Prusya” olarak mı yoksa burjuva “Almanya” olarak mı devam edecekti? Bismarck kariyerinde bu soruna verdiği yanıtlar sayesinde yükseldi.

3. Napolyon “üçüncü” bir seçeneğe yaslanıyor, köylü sınıfından faydalanıyordu. Bunun yanında, hem kapitalist sınıfın devlet aygıtını kontrol edeceği mekanizmayı hem de yükselen kapitalizmin doğal sonucu olarak işçi sınıfının gelişme koşullarını üretiyordu. Bismarck ’48 devrimlerinin Avrupa’da yarattığı travmanın atlatılması gerektiğini düşünüyordu. Bu, “özgürlük getiren Fransa” korkusundan sıyrılma zamanı demekti. ’48 devrimlerinin etkisi yatıştıkça devrimi “ulusal” bağlarından koparmak, dolayısıyla liberal olmayan bir ulusçuluk olanaklı hale gelmişti; Almanya’nın ulusal birliği “kan ve demir” siyasetinin ürünü olacaktı. Bismarck, kapitalist kuralların işlemeye başladığı Avrupa’da güçler dengesinin farklılaşmakta olduğunu seziyor, kendi “üçüncü” seçeneği Fransa vasıtasıyla Alman birliğinin kurulabileceğini düşünüyordu. Kutsal İttifak dönemi bitmişti, öncelikli sorun Alman birliği ve dolayısıyla Avusturya’yı devre dışı bırakma sorunuydu. Avrupa değiştiyse yöntemler de değişmeliydi: “Doğal düşman” diye bir şey kalmamış, moral politik “reelpolitik”e dönüşmüş, meseleler artık “devlet çıkarı” ekseninde ele alınmaya başlanmıştı.

Bundan sonrası Bismarck ile 3. Napolyon’un karşılıklı paslaşma ve paylaşma süreci oldu. Avusturya devreden çıkarıldı, İngiltere ve Rusya ya “tarafsız” bırakıldı ya da küçük hediyelerle tatmin edildi ve en sonunda, 1870 Fransa-Prusya Savaşı’yla, Alman birliği sağlanmış oldu. 1871 itibariyle Almanya Avrupa’nın büyük gücüne dönüşmüştü. Bismarck’ın 3. Napolyon’u tuzağa düşürdüğü ya da kurnazca kandırdığı ne kadar doğruysa 3. Napolyon’un kötürüm İmparatorluk ideolojisinin Bismarck sayesinde yaşam kazandığı da bir o kadar doğruydu.

Halbuki yeni dengeler ancak bir büyük savaşla çözülebilecek yeni sorunlar yumağı demekti.

Bismarck’ın Trajedisi ve Emperyalizm

Kissinger, akıl hocası olarak gördüğü Bismarck’a “çağdaşları tarafından anlaşılamayan” bir deha yakıştırması yapar. Bismarck usta bir reelpolitikçidir, hassas dengeleri ondan başkası yürütememektedir. Bismarck’ın ardıllarının taklitçiliği yüzünden dünyanın bir büyük savaşa doğru gittiğini de her defasında belirtir Kissinger. Bu algı Kissinger’a özgüdür diyemeyiz ama Kissinger’ın bu yazının girişinde ipuçlarını verdiğimiz kendi trajedisiyle Bismarck’ınkinin bir miktar örtüştüğünü de söylemeliyiz.

Kissinger’a göre 3. Napolyon’un trajedisi ihtiraslarının yeteneklerini aşması; Bismarck’ın trajedisi ise yeteneklerinin toplumun benimseyebileceklerinin ötesinde olmasıdır. 3. Napolyon Fransa’yı felce uğratmış, Bismarck ise ardında sindirilmesi zor bir büyük miras bırakmıştır.6

Oysa gerçekte olan bunun tersidir.

Bismarck’ın trajedisi Almanya’nın (emperyalist çağın eşiğinde) bir büyük güce dönüştürülüp orada kalınabileceğini, kapitalist Almanya’nın koridorlarında Prusya’daki gibi siyaset yapabileceğini düşünmesindedir. Bismarck, Almanya’yı tepeden dönüştüren bu Prusyalı “muhafazakar reformcu”, kendi varlık nedenini ortadan kaldıran koşulları kendi yaratmış ve bunun pek de bilincine varamamıştır. Üstelik, illa bir karşılaştırma yapacaksak, 3. Napolyon en azından kendi sonunun gelmekte olduğunun farkına varma kapasitesine sahiptir.

Bismarck ofisten ayrıldığında Almanya Avrupa’nın hegemonu olmaya aday bir kapitalist ülkeye dönüşmüştü. Yani aslında Prusya Almanya’yı fethetmemiş, “Almanya”ya doğru çözünmüştü. Eskiden Avrupa’nın bir Fransa sorunu vardı. Önce Napolyon Bonaparte ve sonra 3. Napolyon’un yenilgisinden sonra İngiltere’nin arzu ettiği dengelere yeniden dönülmüştü. İngiltere kendi iki sorununu bir ayağın Avrupa’daki dengelere diğer ayağın uluslararası sulardaki mutlak hakimiyete bastığı bir hegemonya ile çözüyordu. Buna olanak sağlayan bir “kapitalizmi” mevcuttu, bu sayede iki ayağın ikisi de birbirinden destek alıyordu. Halbuki artık birden fazla “İngiltere” türemeye başlamıştı: Alman kapitalizminin gelişkinliğini göstergelerden okumak kolaydı. 1914 öncesi silahlanma yarışı sırasında Alman filosunun hızla büyütülüşü İngiliz basınında çokça yer edinmişti. Tarihçiler Alman donanmasının İngilizlerinki’yle yarışamayacağı ya da yarışmaya niyeti olmadığı konusunda çokça yazdılar ya da bunun savaşın tetikleyici unsuru olamayacağını sıklıkla belirttiler. Halbuki şu açıktı ki hegemonyanın tehdidi İngiltere için kırmızı alarm demekti. 1871 itibariyle Avrupa’nın bir Almanya sorunu vardı ve bu sorun 1914’te bir dünya sorununa evrilmişti.

1914’e giden yıllarda Fransa, bol dışişleri personeli eskitmesi ve kadroları arasındaki iç gerilimleriyle; İngiltere, kontrol sahibi Edward Grey’in ince hesaplarıyla; Almanya, egosu yüksek Kayzeri ve Bismarck’ı mumla aratan diplomatlarıyla; Rusya ise İngiliz ve Fransız yanlılarının politikayı domine etme çabalarıyla biliniyor. Bu resimden bir delilik çıkabilmesi için ikili, üçlü ve dörtlü grubun bir krizden ne devşirebileceklerini her defasında deneyerek görmesi gerekiyordu. Ama artık “küçük devletler” de sırf göz ardı edilemezlikleri nedeniyle “büyük” etkiler yaratmaya başlıyordu. 1911 Fas ve 1912 Balkan krizleri Avrupa’nın bundan böyle büyük bir poker masasına dönüşmeye başladığının işaretlerini sunmaktaydı.

Almanya kendi iki sorununu nasıl çözmesi gerektiğine bu şartlar içerisinde yanıt üretti. Almanya, Avrupa’da kendi güvenliğini nasıl tesis edebileceğine yanıt üretmeli ama bu yanıt Alman tekellerini ekstra kârdan mahkum bırakmamalıydı. Almanya’nın güvenliği Rusya ve Fransa ile aynı anda karşı karşıya gelmeme stratejisi üzerine kuruluydu. Ancak Almanya’nın birinden birinin ve elbette İngiltere’nin çıkarlarını baltalamadan bu dengeyi tutturması imkansızdı. Bismarck yıllar boyunca ördüğü ikili ilişkilerle Almanya’ya bir ittifaklar zinciri bırakmıştı; fakat zincir, taşıması olanaksız bir yükün altındaydı. Alman devletinin yönetenleri buna yanıt bulamayacaklarını fark ettiklerinde sorunun boyutu değişmiş ve mesele artık Avrupa’nın topraklarının Alman ordularıyla nasıl işgal edilebileceğine dönüşmüştü. (Birinci savaştaki başarısızlık ve ağır anlaşma koşullarından sonra Kissinger’ın Bismarck’ını en iyi anlayanlar ise herhalde Hitler ve kurmayları oluyordu!)

Almanya 1914’ün öncesinde bir felcin eşiğindeydi ve savaştan başka çaresi yoktu. Esasında bu Almanya’ya özgü bir durum değildi. Felç olan uluslararası ilişkiler ve diplomasiydi, dolayısıyla hiçbir devlet bu sorumluluktan azade olamazdı. Savaş kaçınılmazdı ve Napolyon Bonaparte’ın yenilgisinden 1914’e kadar süren “Avrupa Uyumu”nun sonlanmaya mahkum bir özel dönem olduğu anlaşılmaktaydı.

Peki savaş neden kaçınılmazdı ve neden hâlâ kaçınılmaz? Avrupa’nın ve dünyanın savaşsız geçen bir dönemi mevcut değilken savaş eğilimi açıklayıcı işlevini çoktan kaybetmiş değil mi? Bir adım daha atarsak, savaş devletler arası bir olguyken ve devlet sınır demekken devletler sistemiyle kapitalizmin sınır tanımayan mantığı arasında tam olarak nasıl bir ilişki bulunuyor?

Bu soruların yanıtları bugünün dünyasında yatıyor ama bugünün dünyasının nasıl oluştuğunu, daha özel bir ifade ile neden “ultraemperyalizm”i yaşamadığımızı anlayabilmemiz için Bismarck ve Napolyon’un Avrupası’na geri dönmek durumundayız.

Kapitalizmin verili devletler sistemine doğmuş olmasının bugünün dünyasındaki rekabeti anlamak için kritik önemde olduğu söylenir. Kapitalizm, devleti ve devletlerden oluşan uluslararası sistemi hazır almış ve kendi mantığına uydurmuş gibi gözükür. Devletler ve dünya ekonomisi arasındaki ilişkinin çok boyutlu bir yaklaşım tarzını, yani ulusal ve uluslararası boyutların “diyalektik” ilişkisine yoğunlaşmayı gerektirdiği de emperyalizm ve devletler sistemi üzerine kafa yoranlar tarafından sıklıkla vurgulanır. Bundan anlaşılan, yalnızca kapitalizmin mevcut devletler sistemine kendi rengini çalışı değil, devletler sisteminin de kapitalizmin dünyadaki gelişimi açısından vazgeçilmez oluşudur.

Ama sorun bir tarih sorunu olmadığı aynı zamanda devrim olgusunu konumlandırma sorunu olduğundan bu yaklaşımların biraz daha ötesine uzanılması gerektiği açıktır.

Devlet, kapitalizmin “üstyapısı” ve emperyalist dünyadaki ilişkilerin yönetim noktasıdır. Ama “kapitalist devlet”in oluşumuyla “burjuva devlet” aygıtının oluşumu arasında ince bir fark bulunur. Fark, devlet denilen mekanizmaya farklı yönlerinden bakmanın sonucudur ama tarihsel, kronolojik ve coğrafi yönleri olan bir açıya da işaret eder. Bu açının ya da farkların teorik açıdan bir sürekliliğe oturtulması devletin sermaye birikiminde oynadığı rolü, sınıfsal karakterini, sınıf mücadelelerinin devleti nasıl biçimlendirdiğini hesaba katmadan mümkün değildir.

Üstelik bu yapılmadan yazı boyunca tartışmaya çalıştığımız “devrimin izlerini” de sağlıklı bir şekilde teoriye aktaramayız. Çünkü devrim devletler sisteminde, uluslararası arenada “altıncı büyük güçtür” ama devrim her zaman bir “devlet”i ifade etmez de. Bu tartışmanın bir boyutu, az önce sezdirdiğimiz gibi “burjuva devrimi” ile “kapitalizmin gelişimi” arasındaki açıdan, devrim denilen sıçrama sürecinin benzersiz özelliklerinden kaynaklanıyor. Yine de bir sonuca yoğunlaşmak gerekecekse bu, devletin son tahlilde bir egemenlik aygıtı olmasıdır. Egemen sınıf devlet mekanizması olmadan ulusal sınırlar içerisindeki hakimiyetini koruyamadığı gibi emperyalizm de benzer bir şekilde devletler olmadan dünya sathında egemenliğini sürekli kılamaz.

Hâlbuki bu sonuç yeterli açıklama gücüne sahip değildir. Emperyalizm tek bir merkezden yönetilemez ya da zaten emperyalizm her zaman için bir sınıf iktidarına gönderme yapar. Yani söz konusu sürekliliğin görünür hale dönüşmesi için emperyalizmin bir devrim tarafından uyarılması, emperyalizmin farklı bileşenlerinin bir “altıncı büyük güç”le karşılaşması gerekir. Bu bizi tekrar başa götürür: Neden hâlâ “emperyalizmin bileşenleri”nden bahsetme gereksinimi duyuyoruz?

Devrim, 1789’da olduğu gibi 1848 ve 1870’de de üretim ilişkilerinin gelişkinlik seviyesine göre tahlil edilebilir; fakat aslen uluslararası koşullar ile sınıfsal gerilimlerin özgün bileşiminin ürünü olarak ifade edilmelidir. Amerikan devriminin etkilerini, İngiliz kapitalizminin basıncını, Fransa’da köylü sınıfının aristokrasiyle ve monarşiyle olan ilişkilerini incelemeden 1789 Fransası’nı kavrayabilmek mümkün değildir. Her biri bir diğerine etki eder ve patlamayı hazırlayan koşullar da böyle oluşur. Ama patlama anını ve devrimin sürükleyici atmosferini anlamak için geçmişin birikimini eyleme döken öncülerin ideallerine, kurmak istedikleri dünyaya da bakmak gerekir:  Devrim, zamanının ötesindedir ve bu yüzden de devrimin Avrupa’daki anlamı “kapitalizmi inşa etmek” olamaz ya da devrimin radikalizmi “yeni oluşan kapitalist sınıfın iktidarı ele geçirmesi” biçiminde tarif edilemez. Esasında kapitalizmin gelişmesi için “Avrupalı” anlamda bir devrime ihtiyaç yoktur. “İngiliz devrimi” bir süreç olarak ele alınabilir ama en iyi ihtimalle bir “muhafazakar devrim” olarak kalacaktır. Bu nedenle Marx ve Engels’in ilk tarihsel “devrim modeli” 1789 Büyük Fransız Devrimi olmuştur.

İngiltere’de kapitalizmin gelişmesi için radikal bir atılım gerekmemiştir. Bununla birlikte, kapitalizmin ilk defa İngiltere’de ortaya çıkışı Avrupa’daki devletlerin hareket tarzına, devrimlerin varlık koşullarına etki etmiştir. Buna rağmen, Avrupa’da devletlerin sürekli olarak savaşa yönelmesi uzun süre boyunca kapitalizm öncesi mantığın çerçevesinden dışarı çıkamamıştır. Devletlerin bir “devlet çıkarı” ekseninde toprak ele geçirmesi, vergi sistemi ve bölüşüm ilişkileri artı ürüne hâlâ sınırların ötesindeki topraklarda el konulması mantığını izler. Bu durum 1870’ler itibariyle hızla değişim geçirir. 1914’teki savaş eğiliminin mantığıyla, 1870’dekininki aynı değildir. İkisi arasındaki farklılık kapitalizmin neden hâlâ “devletler”e ihtiyaç duyduğunun ve hatta savaşlarla devrimler arasındaki ilişkinin ipuçlarını da sunar. Çünkü emperyalist dünyada devrimlerin oluşumu, İngiliz kapitalizminin 1789’a ya da 1848’e etkilerinden farklı bir zemine sahiptir.

Peki nasıl bir farklılıktan söz ediyoruz?

1789 ve 1848’in etkilerini, esasında 1815’ten 1914’e dek varlığını koruduğunu söyleyebileceğimiz Avrupa Uyumu’nda, devletler sisteminde gözlemleyebiliriz. Avrupa devletleri, devrim varken devrime karşı anlaşarak, devrimin yokluğundaysa yine onun travması üzerinde bir araya gelerek az çok sürdürülebilir bir düzen yaratmışlardır. İngiltere’nin dengeleyiciliğinde varlığını sürdüren bu düzenin eninde sonunda anlaşarak çözemeyeceği hiçbir şey yoktur. “Diplomasinin altın çağı”nın arka planında, savaş eğiliminin sistemik bir özellik kazanmaması bulunur.

Kapitalizm Avrupa’yı bir devletler sistemi anında yakalamış, kapitalizm devletler arası ilişkinin koşullamasıyla diğer devletlere ve dünyaya yayılmıştır. Yani kapitalizmin ilk defa İngiltere’de ortaya çıkışında olduğu gibi, dünyayı “bileşik gelişime” zorlayışında da devletlerin aracı rolü aşikardır. Halbuki “eşitsiz ve bileşik gelişim” sürecin doğasını açıklamaya yetmez. Bu formülasyon eninde sonunda geriye dönük yapılan bir “isimlendirme”dir; olan bitenin arka planındaki temel dinamikleri açıklayamaz, “kavramsallaştıramaz”. Eşitsiz ve bileşik gelişimi “toplam sonuç” olarak üreten mekanizmaya daha yakından bakılmalı, dolayısıyla bir adım daha ileri gidilmeli ve “sermaye”nin mantığına adım atılmalıdır: Sermayenin mantığı sınır tanımaz: Sermaye devletler arası ilişkileri, ticaret anlaşmalarını, vergi tarifelerini, gümrük bariyerlerini, hukuksal sınırları aşan bir mantığa sahiptir. Bu açıdan, sermayenin tekelleşme eğilimi gerçekten de tek bir dünya tekelinin önündeki yolu açar. Oysaki bu yolun nihayete ermesinin önündeki engel, kapitalizmin verili devletler sistemini hazır alıp kullanması ya da devletten vazgeçememesi olamaz. Dahası, Lenin ve Buharin’e yanlış atıfla ileri sürüldüğü şekliyle tek dünya tekeline yani “ultraemperyalizme” gidişin önündeki engel gelecekte gerçekleşecek devrimlerin bir şekilde bu gidişe son verecek olması da değildir.7

Emperyalizm, kapitalizmin sisteme dönüştürücü yönünün rekabet ruhuyla birlikte işlediği türden bir gelişim sayesinde şekil alır. Emperyalizm bir sistemdir. Rekabet, böyle bir sistemde öznel değil nesnel bir karakter taşır. Rekabet sermayenin “hareket yasası” değildir ama bütünsel hareketinin kaçınılmaz bir sonucudur. Rekabet “sermayenin hareket yasaları” ile “sermayenin kişileşmiş hallerini” birleştiren bağlantı noktasıdır ve bu nedenle de kapitalizmin “ruhu”dur. Rekabet, emperyalist sistemde devletleri ve sınırları ayakta tutan temel nedenlerden biridir. Tekelleşme ile rekabet aynı sistemik sürecin ürünleridirler. Kapitalistler arasındaki rekabet, tekeller arasındaki rekabete; o da politikalar arasındaki rekabete dönüşür; bu nesnel basınç rekabetin kontrolsüzlüğe ve en sonunda da savaşa doğru seyretmesine neden olur. Bu, kapitalizmi kapitalizm öncesinden, ve de 1914’ü 1914 öncesinden ayıran büyük farktır.

İşte bu farkın oluşabilmesi için son derece rasyonel bir değişiklik gerekmiştir: Bismarck ve 3. Napolyon’un Avrupa Uyumu’nun geleneklerini beğenmediği, koşullarını kabul etmediği ve değişime zorladığı dönemeç Prusya’nın sorununu çözen zarif ve akılcı hamlelerden oluşur. İngiltere’nin denge politikası da tamamıyla rasyoneldir. Halbuki bu hamleler Prusya ve Fransa’yı “Almanya”, İngiltere’yi ise oluşumuna katkı sunduğu bir Avrupa ile başbaşa bırakmıştır. Öte yandan, reelpolitiğin rasyonelinin irrasyonele dönüşebilmesi için bir sistem, yani 1914 tarihini beklemek gerekmiştir.

O halde, emperyalizmin kontrolsüzlük ve savaş yarattığının altını çizdiğimiz kadar öngörülemeyeni fırsata dönüştürmenin, devrimle buluşturmanın olanaklarını sunduğunu da vurgulamamız gerekiyor: Sonuçta bu delilik bile olsa arkasında bir sistem bulunuyor.

Devrim uyurgezerler diyarında uyanık kalabilenlerin eseri oluyor. Avrupa bu eserle tekrar tanışmayı bekliyor.

ANIL ÇINAR / SOL-Gelenek

  • 1.Karl Marx, “The European War”, New York Daily Tribune, 2 February 1854. Alıntı, Marx’ın Kırım Savaşı üzerine gazeteye yolladığı yazı dizisinin 17. bölümünde geçiyor.
  • 2.Margaret MacMillan, Nixon and Mao, Random House New York, 2007, Chapter 19.
  • 3.Christopher Clark, The Sleepwalkers: How Europe went to war in 1914, Penguin Books, 2012.
  • 4.Bay H.’nin Chicago Tribune gazetesi adına Marx ile Londra’da yaptığı 18 Aralık 1878 tarihli görüşme. Chicago Tribune 5 Ocak 1979 baskısında yayınlanıyor.
  • 5.Christopher Clark, Iron Kingdom: The Rise and Downfall of Prussia, 1600–1947, Penguin Books, 2006, Chapter 9.
  • 6.Henry Kissinger, Diplomacy, Simon&Schuster New York, 1994, Chapter 5.
  • 7.Benno Teschke, Hannes Lacher (2007), “The changing ‘logics’ of capitalist competition”, Cambridge Review of International Affairs, 20:4, 565-580, DOI: 10.1080/09557570701680514. Teschke, Brenner ve Ellen M. Wood’u da kapsayan “politik marksizm”in çıktılarını uluslararası ilişkilere uyarlarken ilgi çekici ürünler verse de emperyalizmin mantığını yerleştirmekte zorlanıyor.

Türkiye'nin Narcos'u (II) - Murat Ağırel / YENİÇAĞ

 

İlk yazımda uyuşturucu kaçakçılığının hangi yollardan yapıldığını anlatmış bazı isimleri açıklamıştım.

Şimdi de sürekli uyuşturucu operasyonlarında duyduğumuz Mersin Limanı'nda yaşananları anlatayım.

Adı: Sandra Wendy Monroy Moreno.

1 tonluk kokain operasyonunda hedefteki gemi Ekvador'daki, Yıldırım Holding'in sahibi Yüksel Yıldırım'a ait Yılport Limanı'ndan geliyor ve gemide yine muz yüklü. Bu kokainin alıcısı ise Özşimşekler firması. Muzun markası bu sefer Derby.

Bu yakalamadan sonra yine aynı limanda 150 kg daha kokain yakalandı. Alıcı, gönderici yine aynı kişiler.

Gönderici Rastoder, Slovenya firması. Alıcı ise Özşimşekler Gıda San. Tic. Ltd. Şti.

 

En son ise 23 Haziran'da 463 kilogram daha kokain yakalandı. Bu sevkiyat Ekvador'un Guayaquil Limanı'ndan Mersin'deki Alyans Meyve adlı firmaya geliyor.

Firma 2019 kuruluşlu ve Mehmet Ali Keser ve Mehmet Yüksel ile birlikte Alyans Gümrük adlı firmayı kuruyor. Daha sonra Mehmet Ali Keser tek yetkili oluyor. Firma sonra Abdülkadir Karakayalı'ya devir oluyor ve firma ismi değişiyor.

İddiaya göre alıcı aslında emanetçi. E.K.B. isimli bir kişi asıl alıcı. Dubai'de bir firma fatura kesiyor.

Firmanın adresi İhsaniye Mahallesi. Bahçeler Cad. No 22 Akdeniz/Mersin. 11 Kasım 2019'da hem unvan düzeltilmiş hem adres değişmiş. Aynı adreste bir firma daha var. Nurpek adlı firma. Sahibi Ö.B. Bu isim E.K.B.'nin kardeşi. Alyans isim ve sahip değiştirdikten sonra yeni adresi arka planda olan kişinin adresine taşınıyor.

Peki, Dubai'de bulunan firma kim? Hemen bununla ilgili araştırma da yaptım. Daha önce 5-6 firma ile bağlantılı bir firmaya ulaştım.

Phoenix adlı bir firma. Dubai, bu firmayı uyuşturucu bağlantısı nedeniyle kapattı diye bir bilgi elde ettim ancak resmî kaynaklara doğrulatamadım. Ancak bu firma 2019-2020 ortalarına kadar faalmiş.

 

Dubai ayağı çok önemli... Çünkü Türkiye'ye gelen muzu direkt Kuveyt Dubai'ye ihraç etmek dikkat çeker, ama başka bir ürün olarak çıkarırsanız dikkat çekmemiş olursunuz.

Mesela Elma!

Elma işi yapan Fruit Master adlı firma var. Tesadüf bu ya aynı adreste Sandra Wendy Monroy Morena'dan muz alan başka bir firma var FOR GIDA!

For Gıda ne alaka diyeceksiniz. Az önce bahsettiğimiz Kadir Batış daha önce For Gıda'da çalışıyordu. Tesadüf mü?

Gelelim Sandra Wendy Monroy Moreno'ya...

Kim bu isim?

Anlatayım...

Kolombiya, kokain için Uyuşturucu ile Mücadele Dairesi (DEA) tarafından kıskaca alınınca, özellikle Avrupa, Orta Doğu rotasına kokain sevkiyatları tehlikeye girdi.

Büyük miktarda kokain yakalanmaya başlanınca karteller yeni rotalar belirledi. Bu rotalardan biri Venezuela diğeri Ekvador'du. Oradan da Türkiye, Avrupa ve Orta Doğu'ya dağıtım noktası olarak belirlendi.

Ne olduysa bundan sonra oldu.

Türkiye'de bu dönemde Ekvador'dan en çok ithalat yapan ilk 5 ülke arasına girdi. Türkiye Irak, Türki Cumhuriyetler, İran, Suriye (iç savaş sonrası) için atlama noktasıydı.

Aslında bu ülkelere sadece muz servisi yapılmıyordu. Kokain de muzla birlikte Türkiye'ye sokulduğu gibi, bu ülkelere gönderiliyordu. Suriye'de karışıklık başlamadan önce kokainin bir kısmı oradan dağılıyordu. Ama iç savaş çıkınca oradaki karteller Türkiye'yi özellikle Mersin'i seçti.

Ekvador'da kullanılan en bilindik firma Frutadeli S.A. Fakat bundan ayrıca başka firmalar da var.

Tek tek yazalım...

Bu şirketin sahibi Sandra Wendy Monroy Moreno. Ekvador'da yaşıyor. Bir İtalyan mafya ailesi ile çalışıyor. Sıfırdan en büyük ihracatçılardan biri oldu. İlk 3 ihracatçı arasında adı geçiyor. "Panama Papers" olarak bilinen kara para aklama belgelerinde adı sızdı. Panamada kullandığı paravan şirket Lefinar S.A.

Konteynerlerinde Türkiye'de defalarca kokain yakalandı.

Ayrıca Dubai-Suudi Arabistan-Cezayir ve İran'da da kokain yakalattı. En son Ekvador'da yükleme yapılırken yüzlerce kilo fazla kokain konteynerlerinde gemiye yüklenmeden yakalandı. Defalarca Türkiye'ye giriş yaptı. Kimlerle görüştüğüne, ne yaptığına dair bir bilgiye ulaşamadım.

Olayların içerisindeki diğer firmalardaki benzerlikler dikkatimi çekti.

Generatıon General Trading-Dubai. Ulaştığım belgelere göre gönderdiği Türk firmalarının çoğu paravan, sürekli Türkiye'de şirketler kuruluyor.

Son olarak ise Slovenya asıllı Rastoder firması kayıtlara geçiyor. Sahibi dikkat çeken bir isim. Eski Kızıl Ordu mensubu. Karadağlı. Yugoslavya parçalanırken Sloven vatandaşlığına geçmiş. Slovenya'nın en tanınan ama en gizemli isimlerinden biri...

Ve bu Rastoder firması Türkiye'de son yakalanan firma olan Özşimşekler Gıda'ya 9 yılda yüzlerce gemi göndermiş. 1 konteyner muz 25 ton ve konteynerde 1 ton kokain bulundu. 7000 tonluk gemide neler olabileceğini düşünün. Üstelik bu gemiler kontrol altında olmayan Mersin Serbest Bölge'ye yanaştı.

Ve ardından operasyonlar geldi.

Biz ünlü "Narcos" dizisi gibi işleyişi yazmaya devam edelim.

Gemilere yükleme yapılırken aynı marka kutular Kolombiya'da paketleniyor ve paketlenirken muz kutularına kokainler yerleştiriliyordu.

Örneğin Derby marka muz kutuları Kolombiya'da paketleniyordu. İçindeki muzlar Kolombiya orijinliydi ama kutularda "Product of Ecuador" (Ekvador üretimi) yazıyordu. Buradan yüklenen kamyonlar limanlara gelip Ekvador muzu gibi gemilere atıp Türkiye'ye gönderiliyordu.

Bu gemiler 6000-7000 ton (300.000 kutu) yükle Ekvador'dan direkt Türkiye Mersin Serbest Bölge Limanı'na geliyordu. Yani kokainlerin adresi belliydi. Gerek Ekvador limanında gerekse Mersin Serbest Bölge Limanı'nda kontrol hemen hemen hiç yoktu.

Bu konuda Mersin Serbest Bölge işletme sahibi Ali Avcı ile görüştüm.

Sayın Avcı ile görüştüklerimi ve tüm bu bağlantının ortasındaki firmanın adını da sahibinin ismini de bir sonraki yazıda açıklayacağım.

Kısaca şunu söyleyeyim bu buzdağının görünen yüzü... 

(Devam edecek.)

3 Temmuz 2021 Cumartesi

Emperyalist paylaşım savaşı Güney Amerika’ya sıçrar mı? - Erhan Nalçacı / SOL

 


O zaman Şoygu’nun sözleri şöyle alınabilir: Siz bizi ta Amerika’dan gelip Karadeniz’de sıkıştırırsanız biz de size 'arka bahçenizde' Güney Amerika’da bir cephe açarız.

Batı emperyalizminin Karadeniz kışkırtması bütün hızıyla sürüyor. Rusya karasularına giren ve sadece bu provokasyon için gönderilen İngiliz Savaş gemisinin rotasına ateş açılmasından sonra şimdi de Karadeniz’de “Deniz Meltemi-2021” tatbikatı büyük bir katılım ile sürüyor. 

ABD’nin kuyruğuna takılarak gelen 31 ülkenin içinde kimler yok ki? Hadi Batı emperyalizminin bir parçası olan Avrupa devletlerini anladık, ama Japonya’nın, Mısır’ın, Senegal’in, Fas’ın, BAE’nin ne işi var Karadeniz’de?

Tabi Türkiye’siz olmaz bu tatbikatlar!

Ne bu ülkelerin halkları böylesine kullanılmayı hak ediyorlar, ne de Rusya’da yaşayan emekçi halklar böylesine tehdit edilmeyi.

Ama biz bu yazıya Karadeniz’den devam etmeyeceğiz ve buralardan çok uzak bir coğrafya ile ilişkileneceğiz. 

Geçen hafta Rusya Savunma Bakanı Şoygu tehdit altındaki Küba, Venezuela ve Nikaragua’ya askeri yardım sözü verdi. Tarihsel bağlara değinen Şoygu, “bu ülkelerin Rusya’nın desteğine her zamankinden daha fazla ihtiyacı var” dedi.

Bu ülkeler ve diğer bazı sol iktidarlar ABD’nin uzun yıllara dayanan insanlık dışı ablukası altındalar. Öte yandan 2019’da ABD ve işbirlikçisi komşu ülkeler tarafından Venezuela’nın askeri olarak da tehdit edilmesi gibi acil bir hazırlık yakın vadede gözükmüyor.

O zaman Şoygu’nun sözleri şöyle alınabilir: Siz bizi ta Amerika’dan gelip Karadeniz’de sıkıştırırsanız biz de size “arka bahçenizde” Güney Amerika’da bir cephe açarız.

Bilmiyoruz, belki bu askeri açıdan “iyi” bir taktiktir, ama emekçi sınıflar açısından muhtemel bir emperyalist paylaşım savaşının yeni bir cephesini tarif ettiği için kulağa hoş gelmiyor. Sonuçta Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında bu bölgede neredeyse kurşun bile atılmadı.

Böyle bir Güney Amerika cephesinin gerçekliği var mı diye sormalıyız. 

Sovyetler Birliği’nin tarihsel etki alanına önemli olduğu halde girmeyeceğiz. Ama bugün Rusya’nın her üç ülkeyle de askeri anlaşmaları bulunuyor. Bu anlaşmalar, Rus danışmanların görevlendirilmesi, askeri eğitim, silahların modernleştirilmesi ve yeni silah teminine dayanıyor.

2019’da Venezuela Batı emperyalizminin tipik ajanlaştırma, seçimleri gayri-meşru ilan etme, medya desteği ve oluşan karışıklığa askeri olarak müdahale etme sürecine maruz kalınca Rusya açık askeri desteğini ilan etmişti. Venezuela’daki oyun, Suriye’deki gibi o kadar aşağılık bir komploya dayanıyordu ki, Rusya müdahil olsa bir şey diyecek halimiz olmazdı.
Ama şimdi henüz ortalık biraz sakinken daha geniş bakabiliriz sürece.

Bütün karmaşıklığı ile aslında birbirine çok da benzemeyen bu üç ülke ve bütün Güney Amerika ilişkileri yerine Nikaragua’daki bir sürece eğilmek öğretici olacak.

Panama Kanalı’nın hikâyesi ABD’nin hegemonyasını inşa tarihi ile koşut kabul edilebilir. ABD Panama’yı Kolombiya’dan kopartmış, Panama Kanalını inşaya yeltenen Fransızları kovmuş, ülke halkı biraz iradesini göstermek isteyince askeri olarak işgal bile etmişti. Böylece Atlantik’i Pasifik Okyanusuna bağlayan en kısa hat 1914’ten bu yana ABD’nin elinde bulunuyordu.

Dünya ticaretinin %5 gibi önemli bir kısmının yapılmasına aracılık eden Panama Kanalı üzerindeki bu ABD hegemonyası bir süre önce bir tehdit altında kaldı.

Çin’in Güney Amerika’ya devasa yatırımlarından, verdiği kredilerden, yaptığı demiryollarından ve limanlardan burada tekrar söz etmeyeceğiz. Çin Güney Amerika’da kapitalizmin askeri olmayan yöntemleriyle ABD hegemonyasını geçen 20 sene içinde sarstı.

 Haritada Orta Amerika ülkesi Nikaragua’da inşasına başlanan ve iki okyanusu birleştirecek olan kanalın 278 km’lik güzergâhı görülüyor.

Buna bir de Nikaragua’da yapılmaya başlanan “çılgın proje” eklendi: Nikaragua Kanalı.

Aşağıdaki haritada kanalın güzergâhı ve Panama Kanalıyla karşılaştırılması görülüyor. Nikaragua gölünü de kapsayacak su kanalı iki okyanusu birleştirecek. Kanal inşası için sözleşme Çinli milyarder Wang Jing’in tekeli ve kanal inşasına katılacak diğer Çinli şirketlerin oluşturduğu HKDN Grubu ile Nikaragua devleti arasında 2013’te imzalandı ve 2014’te inşası başlandı. 

Bu girişim Güney Amerika’da 100 yıllık ABD hegemonyasının el değiştirmesinin bayrağı gibiydi. 

Hemen 2015’te Rusya inşa edilen Kanalı askeri olarak korumaya talip oldu.

2020’de bitirilmesi planlanan kanal inşası halen sürüyor.

Çevre örgütleri ve kanal güzergâhında toprakları istimlak edilenlerin şiddetli protestoları oldu. Son yıllarda neden kanal inşasının yavaşladığına ilişkin rivayetler var, ama konumuz bu değil.

Emperyalizmin hegemonya krizi dünyanın her yerinde tekrar ürüyor, emekçi sınıfları tehdit ediyor ve bütün devletleri arkasından sürüklüyor.

Sıklıkla değindiğimiz şu vurgu ile yazıyı bitirelim: 

Güney Amerika halklarının sermayesiz bir dünya kurgusuna yaslanan bir siyasi programa ve öncülüğe acilen gereksinimi var.

Erhan Nalçacı / SOL


Müsilajla savaşan Marmara'ya Kadıköy'ün göbeğinde zehir akıyor - YENİÇAĞ

 Kadıköy Fenerbahçe'de bulunan Kalamış Atatürk Parkı'nın yanındaki dereden Marmara Denizi'ne akan renkli endişe yarattı. Vatandaşlar kötü koku yayan beyaz renkli sudan rahatsız olduklarını ifade etti.

Kadıköy Fenerbahçe'de yer alan Kalamış Atatürk Parkı'nın yanından denize ulaşan dereden akan renkli su endişeye sebep oldu. 

Aylardır müsilaj kabusu ile boğuşan Marmara Denizi'ne akan ve atık olduğu belirtilen sudan kötü koku da yükseliyor. Parka gelen vatandaşlar kokudan rahatsız olduklarını söyledi.

Yürüyüş yapmak için parkta bulunan Serkan Eser, "Özellikle akşamları daha çok çıkıyor koku" dedi. Eser, "Sürekli hayvan ölüleri de çıkıyor zaten burada. Sonra bu parktaki kedilerin sürekli bir gözleri kör oluyor. Bu dereden kaynaklanıyor galiba" diye konuştu.

Denize karışan su havadan da görüntülendi.

(YENİÇAĞ)

Türkiye'nin Narcos'u (I) - Murat Ağırel / YENİÇAĞ

 

Sevgili okuyucularım, bir süre önce medyada uyuşturucu trafiği ile ilgili çokça yazıldı, çizildi, konuşuldu. Neticede havanda su dövüldü. Ancak araştırmacı gazeteciliğin gereği olarak olayların peşini bırakmadık ve bakın nelerle karşılaştık... Bulduklarımızı bir dizi yazısı halinde sizlere aktarmayı vazife bildik. Buyrun başlıyoruz...

*

Takip ediyorsunuzdur...

Hemen hemen her gün uyuşturucu madde yakalandığı haberlerini duymaya başladık. En son Ticaret Bakanı Mehmet Muş, Mersin Limanı'nda ele geçirilen uyuşturucunun göndericisi ve alıcısıyla ilgili tüm verilere sahip olduklarını belirterek, "Milletimiz müsterih olsun" dedi.

Evet...

Neredeyse bir yılda yakalanan kokain miktarı iki operasyonda ele geçirilmişti. O zaman akla gelen sorular belli; kim, kime gönderiyor? Alıcı-satıcı kim? Yurt içinde iş birlikçileri kimler?

İşte tüm bu soruların cevaplarının peşine düştüm.

Çok şaşıracağınız bilgilere ve isimlere ulaştım.

Hadi başlayalım...

BM Uluslararası Uyuşturucu ve Suç Ofisi'nce (UNODC) paylaşılan "2021 Dünya Uyuşturucu Raporu"na göre, en fazla eroinin yakalandığı ülkenin 20 ton ile Türkiye olduğu açıklandı.

En çok eroinin ele geçirildiği üç ülke Türkiye, İran ve Pakistan, 2019'da küresel pazar toplamının yüzde 48'ini oluşturdu.

Dünyanın en büyük eroin kaçakçılığı rotası, Afganistan'dan İran'a, Türkiye'ye, Balkan ülkelerine, Batı ve Orta Avrupa'daki çeşitli destinasyonlara uyuşturucuların kaçırıldığı "Balkan rotası" olmaya devam ediyor.

Raporda, ilginç olan iki durum var.

Şöyle ki yer alan rakamlar doğru değil. Eroin ve kokain miktarları toplam olarak verilmiş.

Diğer ilginç olan durum ise...

Küresel kokain üretimi 2014-2019 yılları arasında neredeyse ikiye katlanmış. Dünya genelinde en çok kokain tedarikinin Kolombiya'dan sağlandığı belirtilmiş.

Kokain demişken...

Mersin'de yurt dışından gelen gemilerdeki aramalar sonucu ele geçirilen 1 ton 763 kilogram kokaini duymuşsunuzdur.

Haliyle vatandaşlar, bu haberlere daha fazla kulak kabartır oldu. Çünkü nedense bu olayların ipinin ucunun hep iktidar ya da siyasetten birine dayandıklarıyla ilgili şüpheler oluştu.

Benzer şüpheler bende de var. Hatta gazetecilik refleksiyle araştırıp bir yazı yazmıştım. İskenderun Limanı'nda yapılan Captagon operasyonunun ardında Suriye uyruklu bir Türk vatandaşının olduğunu aktarmıştım.

Hatırlarsanız 6 milyon 200 bin adet yani 1072,6 kg uyuşturucu hap ele geçirilmişti.

Peki, bu ürünü kim, kime göndermek istiyordu?

Bu işlem bir transit ticaret. Söz konusu ihracat Kırıkhan vergi dairesine kayıtlı Altın Atlar San. Tic. adlı bir firma tarafından gerçekleştiriliyor. Sahibi ise Suriye/Hama uyruklu Haşem Kaddur... İşin ilginci bu kişi T.C. vatandaşı olmuş. Alıcı ise Arap ülkesinde kurulmuş paravan bir şirket.

 

Uzun bir girizgâh yapmamın nedeni var.

İşte tam da bu Captagon operasyonları sırasında...

Kolombiya'daki Buenaventura Limanı'nda 9 Haziran 2020'te 5 ton kokain ele geçirilmişti.

Sedat Peker, YouTube üzerinden yayımladığı bir videoda bu kokainin İzmir Limanı'na geleceğini ve alıcısının bir kimya firması olduğunu iddia etmişti. Bu bilgi yanlış. Kokainin varacağı yer Mersin Limanı'ydı.

Sonrasında Ağustos ayında Kocaeli'ndeki Yılport Limanı'nda da Brezilya'dan gönderilen bir gemide 540 kilo kokain ele geçirildi. İşin ilginci ise gemide arama yapıldıktan sonra herhangi bir yasa dışı madde içermediğine dair tutanak tutulmuş olmasına rağmen, sonrasında yapılan başka bir aramada 540 kilo gibi büyük miktarda, yaklaşık 25 milyon dolarlık uyuşturucunun bulunmuş olması...

Brezilya'dan gelen konteyner yüklü "MSC POH LIN" isimli gemideki malın alıcısı Acarer Metak San. Göndericisi Cellmark Raw Materials AB. Demir çelik sektöründe kullanılan ferrochrome hammaddesi arasına gizlenmiş 20 adet valiz tespit edilmiş. Yapılan kontrolde de kokain hidroklorür çıktığı görülmüş.

Ekim 2020'de ise yine Mersin Limanı'na Brezilya'dan gelen gemide 220 kilo kokain ele geçirildi.

Panama'da ise 5 Mayıs 2021'de Ekvador'daki Bolivar Limanı'ndan yola çıkan 616 paket kokain yakalandığı haberlerini okuduk.

Kokainin konteynerdeki muz kutuları içinde saklanmış halde bulunduğu bildirildi.

Konteynerin Panama'ya, Güney Amerika ülkesi Ekvador'da bulunan Yılport tarafından işletilen Bolivar Limanı'ndan geldiği ve aktarma noktası olan Panama'nın PSA Limanında Panamalı yetkililer tarafından arandığı belirtildi.

Bu hususta da bir yazı yazmıştım. Yazımda gönderici ve alıcı firmayı da belirtmiştim. Ben elde ettiğim bilgileri belgeleri ile paylaşayım.

Bu kokainin alıcısı ise Tommy Gıda adlı bir firma. Bu firma 600 bin TL sermaye ile 2018 tarihinde Mersin/Akdeniz'de kurulu bir firma. Sahibi ise Suriye uyruklu Naser Tomeh. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı.

Ben bu satırları yazdıktan sonra firma sahibi ile tesadüfen görüştüm.

"Benim bir bağım yok" dedi. Elimde olan diğer bilgileri sordum. "Ekvador'dan Sandra adında biri ile çalışıyor musunuz" diye sorunca "evet" dedi. "El Khadra ile tanışıyor musunuz" dedim. "Tanıyorum" dedi. "Bir açıklamanız olacak mı" dedim "evet avukatım size gönderecek" dedi. Ben açıklama beklerken Mersin'de bulunan bir yerel gazeteye röportaj vererek beni ırkçılık yapmakla suçladı.

Madem öyle devlet yazışmalarında geçen bilgileri ekleyeyim.

Buyrun çıkış limanı Ekvador olan ve Panama-İtalya aktarmalı gelen 616 paket kokainin belgeleri.

 

Şimdi gelin firmayı daha yakından tanıyalım.

Tommy adlı firmanın sahibini yukarıda da yazdım. Suriye uyruklu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Naser Tomeh.

Firmanın adresi Camii Şerif Mahallesi, Çakmak Caddesi, Kadri Bey apartmanı No:19/2 Akdeniz/Mersin.

Aynı adreste başka firmalar da var. İlki Şam Yaş Meyve Sebze. Adresi Tommy Gıda ile aynı. Sahip olarak Naser Mahmoud Tomeh ve Chadi Hassaf gözüküyor.

Yine aynı adreste Dia Corporation adlı bir firma daha var. Sahibi yine Chadi Hassaf.

Aynı adreste bir de Lojistik firması var. ISG Lojistik Ltd. Şti. Sahibi Suriye asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Naser Mahmoud Tomer, Suriye asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Chadi Hassaf ve Norveç vatandaşı Dıaa Issa Hassaf. Bu Norveç vatandaşı diğer firmalarda gözüken Chadi Hassaf'ın akrabası.

Bütün ilişkileri görün diye anlatıyorum.

Şimdi biraz üste gidip taşıma senedi yani konşimentoya dikkatli bakın. Ticaret yapılan Tommy adlı firma alıcının ISG Lojistik olduğunu görürsünüz.

Halen benim belgesiz yazı yazmayacağımı anlamayan bazı kıt akıllılar da bu kişinin açıklamasını "haber" olarak servis ediyorlar. Buyurun mahkeme orada. Dava açsınlar. Ne de olsa Türk vatandaşı değiller mi?

İkinci bölümde ise Sedat Peker'in bahsettiği uyuşturucu kaçakçılığı zincirince bu firmanın çalıştığı Frudatelli firmasıyla Mersin Limanı'nda yakalanan 1 ton kokain arasındaki bağlantıyı yazacağım.

Özellikle Tommy firmasının da muz ticareti yaptığı Sandra Wendy Monroy Moreno adını bir yere not edin... (Devam edecek.)

2 Temmuz 2021 Cuma

Sivas Katliamı'nın üzerinden 28 yıl geçti: Neler yaşandı, katilleri kimler savundu? - SOL

 Ülkenin en kanlı ve karanlık sayfalarından biri bundan 28 yıl önce Sivas'ta açılmıştı. Sivas'ta açılan bu karanlık sayfa, bugünün iktidarına uzanan yolu da temsil ediyor.


Bugün 2 Temmuz. Bundan tam 28 yıl önce şeriat isteyen gericilerin vahşice saldırısının sonucunda 33 aydın ve 2 otel görevlisi katledildi.

O günün katillerini koruyanlar, katliamı seyredenler aradan geçen 28 yıl sonunda bakanlık, milletvekilliği ve bürokratlık yaptı.

Katliamın davası AKP iktidarında, katilleri savunanların iktidarında zaman aşımı gerekçesiyle düşürüldü.

O gün neler oldu?

1 - 4 Temmuz 1993’te, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin çağrısıyla Pir Sultan Abdal etkinliklerinin dördüncüsü düzenlenecekti. Birçok aydın ve sanatçının katılacağı etkinlikler öncesi gericiler Sivas’a yığınak yapmış, etkinliğin katılımcılarından olan Aziz Nesin’i hedef alan bildiriler dağıtmıştı.

Devletin açıkça seyrettiği katliam çağrıları 2 Temmuz’da Cuma namazı çıkışında büyük bir saldırıya dönüştü.

Kent merkezindeki Pir Sultan Abdal ve Atatürk heykellerini parçalayan güruh “şeriat isteriz” diyerek etkinliklerin yapıldığı salonlara saldırdılar.

Neredeyse hiçbir güvenlik önleminin alınmadığı olaylarda ilk saldırılar katılımcılar tarafından püskürtüldü. Seyreden gözler gerici güruhun sayısının artmasını bekledi.

Sayıları her geçen dakika artan gericiler, Madımak Oteli’nin önüne geldi. Burada da devlet yurttaşların katledilmesini, otelin yakılmasını bekledi.

Saatler süren saldırının sonunda 33 aydın ve 2 otel görevlisi hayatını kaybetmişti.

Kaybettiklerimiz...

Behçet Sefa AYSAN, Yeşim ÖZKAN, Nurcan ŞAHİN, Muhibe AKARSU, Muhlis AKARSU, Murat GÜNDÜZ, Handan METİN, Ahmet ÖZYURT, Huriye ÖZKAN, İnci TÜRK, Özlem ŞAHİN, Yasemin SİVRİ, Asuman SİVRİ, Uğur KAYNAR, Sehergül ATEŞ, Gülender AKÇA, Gülsün KARABABA, Mehmet ATAY, Hasret GÜLTEKİN, Serkan DOĞAN, Muammer ÇİÇEK, Belkıs ÇAKIR, Asaf KOÇAK, Edibe SULARİ, Menekşe KAYA, Koray KAYA, Serpil ÇANİK, Erdal AYRANCI, Asım BEZİRCİ, Sait METİN, Carina Cuanna THUIJS, Nesimi ÇİMEN, Metin ALTIOK, Kenan YILMAZ, Ahmet ÖZTÜRK...

Devlet görevlileri neler söyledi?

Katliamın ardından olaya seyirci kalan devlet yetkilileri, yakılan aydınları, katledilen yurttaşları hedef alacaktı. 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz”
Başbakan Tansu Çiller: “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir”

İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu: “Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir”

Katilleri evlendirip ehliyet verdiler...

Sivas Katliamı’nda yer alan gerici güruhun büyük bir çoğunluğuna tek bir dava bile açılmadı. 

Katliamın kilit isimleri yıllarca yakalan(a)madı. Bir türlü yakalanamadığı söylenen katillerin askere gittiği, evlendiği ve ehliyet aldığı ortaya çıktı.

Bu isimlerin başında gelen Cafer Erçakmak’ın 27 Temmuz 1999’da Sivas Altınyayla Belediyesi’nde evlendiği, 22 Mayıs 1997’de askere gittiği, çocuğunu nüfusa kaydettirdiği, Emniyet’e başvurarak ehliyet bile aldığı anlaşıldı.

Zamanaşımı ve hayırlı olsun!

Katillerin mahkemedeki savunmasını üstlenen AKP'liler, 13 Mart 2012 tarihinde katliamın zamanaşımından düşürülmesine de imzasını atacaktı.

Meclis'e gelen zamanaşımı kararını engelleyen düzenleme AKP’li vekillerin oylarıyla reddedildi.

Zamanaşımı kararının alındığı 13 Mart’taki duruşmada kararı protesto eden halkın üzerine gaz bombalarıyla saldırıldı.

O gün Başbakanlık koltuğunda oturan Erdoğan, karara ilişkin "Hayırlı olsun!" diyecekti.

Katilleri savunan AKP'li avukatlar

Sivas’ta aydınları yakanları savunan avukatlardan bazıları:
Av. Celal Mümtaz Akıncı - Afyon Barosu Başkanı ve AKP oylarıyla Anayasa Mahkemesi üyesi
Av. Hayati Yazıcı Bakan
Av. Haydar Kemal Kurt - AKP Isparta Milletvekili
Av. Zeyid Aslan - AKP Tokat Milletvekili, Başbakan Erdoğan’ın eski avukatı
Av. Hüsnü Tuna - AKP Konya Milletvekili
Av. Burhanettin Çoban - Afyonkarahisar AKP’li Belediye Başkanı
Av. Faik Işık - Başbakan Erdoğan’ın ve Süleyman Mercümek’in avukatı
Av. İbrahim Hakkı Aşkar - 22. Dönem AKP Afyon Milletvekili
Av. M. Ali Bulut - AKP Maraş Milletvekili ve Anayasa Komisyonu üyesi
Av. Bülent Tüfekçi - AKP Malatya İl Başkanı
Av. Halil Ürün - RP kayıp trilyon davası sanığı, AKP Afyon Milletvekili
Av. Mevlüt Uysal - AKP İstanbul Başakşehir Belediye Başkanı
Av. Nevzat Er - Eski AKP Eminönü Belediye Başkanı
Av. Suat Altınsoy - AKP Konya İl Başkanı Yardımcısı
Av. Tayfun Karali - İstanbul Büyükşehir Belediyesi Darülaceze Müdürü
Av. Ferruh Aslan - İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın Müdürü
Av. İbrahim Kök - AKP Elazığ Milletvekili Aday Adayı
Av. Ali Aşlık - Eski AKP İzmir İl Başkanı ve 2011 seçimi milletvekili
Av. Bedrettin İskender - AKP Ümraniye Belediye Başkan adayı
Av. Ekrem Bedir - Sakarya AKP Hendek Belediye Meclis Üyesi
Av. Faruk Gökkuş - AKP Kâğıthane Belediye Başkanlığı Aday Adayı
Av. Hasan Hüseyin Pulan - AKP İstanbul İl Disiplin Kurulu üyesi
Av. Hurşit Bıyık - AKP Trabzon İl Başkan Yardımcısı
Av. Reşat Yazak - Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Üyesi.

(SOL)


Sivas Madımak Katliamı: Şiddet, hafıza ve adalet - NEVAL OĞAN BALKIZ* / SOL- Görüş

 Sivas Madımak Katliamı şiddetin, tarihsel ve güncel süreçler içinde hem koşullara bağlı ve hem de aynı zamanda onu aşkın olan uzun tarihinin en acılı, en ağır simgelerinden biri!...

Şiddet ve Öldürmenin ‘Sınırsız Bir Eylem Haline’ Gelmesi

İçinde bulunduğumuz yüzyıl, birbiriyle çelişkili,  aynı zamanda ve aynı mekanda bir arada bulunmaları veya gerçekleşmeleri  olanaksız gibi görünen dinamik ve unsurların birleşmesinin yarattığı sarsıcı gelişmelerle belirleniyor. Giuseppe Sacco ile Umberto Eco böyle durumları; “dünyanın, kendi kendisiyle  çelişkili, çok katmanlı yeni ortaçağlara doğru kayıyor olabileceğini gösteren”  olaylar olarak niteliyorlar.

2 Temmuz  1993’te  gerçekleşen Sivas Madımak Katliamı bunu doğrulayan, şiddetin, tarihsel ve güncel süreçler içinde hem  koşullara  bağlı ve hem de aynı zamanda onu aşkın olan uzun tarihinin en acılı, en ağır simgelerinden biri!... 

Yirmi sekiz yıldır, giderek büyüyen bir travma ile yaşıyoruz! Bu travma, acının mağdurların tek tek bedenlerinde, ruhlarında, algılarında ve yaşam bilinçlerinde açtığı yaradan sızarak büyüdü, büyüdü!... ‘Beden, zaman ve mekan’ sınırlarının ötesine geçti ve tüm toplumu içine alan bir karanlığa dönüştü!

O günden bugüne, siyasal yönü giderek daha belirgin hale gelen bir şiddet sarmalı, ideolojik ve hegemonik bir araç olarak, Türkiye’de özellikle son yirmi yıldır artan oranda günlük yaşamı kuşatmış bulunuyor. Bu kuşatmanın bir unsuru olarak, tarihsel önyargıları ve kültürel kategorileri günümüz politik, felsefi, etnik, dinsel, mezhepsel kimliklerle birleştiren bir nefret söylemi, uluslararası  ideolojik uzantı ve ilişkileri içerecek şekilde, yaygın ve yapısal bir sorun, aynı zamanda siyasi bir söylem biçimi haline geliyor.

Madımak Katliamı ve sonrasındaki süreçte gerçekleşen Başbağlar, Gazi Mahallesi, Roboski (Uludere), Suruç, Ankara, İstanbul, Diyarbakır ve yaşanan diğer  saldırı ve katliamlara; Hrant Dink, Tahir Elçi, Ahmet Atakan, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Uğur Kurt, Dilan Doğan, Kemal Kurkut, panzerin girdiği evde ezilerek, uykularında ölüme giden Silopili çocuklar ve sistematik hale gelen kadın öldürümlerine ait fotoğraflarda donup kalan kareler, bize; “öldürmenin sınırsız bir eylem halini” anlatıyor. Şiddetin özel ve kamusal alanı kapsayacak şekilde, toplumsal yaşamın bütününde ulaşmış olduğu sistematik ve yaygın durumu kavramanın, onu hatırda tutmanın da yoğunlaşmış bir formunu gösteriyor.

Toplumsal ve kişisel belleklerimizde acıyla andığımız, toplumsal algımızı darmadağın eden, fizyolojik ve psikolojik yönleriyle varlıksal bütünlüğümüzü ortadan kaldıran, tehdit eden ne çok katliamlar yaşandı bu ülkede! Tüm bu sistematik, yaygın şiddet uygulamalarının, öldürme görüntülerinin “yoğunlaştırdığı” bu izlek “formları”, günlük yaşam içerisinde, toplumsal ve siyasal belleğe hızla katılıyor ve etkisinin eylemsel boyutu oluşmadan, dağılıyor. Giderek sıklaşan bu olaylar ve yarattıkları dramlar gözümüzün önünde uzayıp giderken, sahneleri korkunçlaştığı ve dehşet oranları arttığı ölçüde, iç dünyamızda bunları yaşama ve duyumsama yeteneğimiz azalıyor.

Bir varoluş ve direnme dayanağı olarak ‘hafıza’

Bu koşullarda; başka yerlerde, başka bedenlerde yaşanan ve biriken acıların farkında olmak, adeta ‘kurgusal bir farkındalık’ haline dönüşüyor. Bizler, tek tek kişiler ve toplum olarak, ahlaki yükümlülük anlayışımızı, etik bir tepki olarak duyarlılığımızı yitirmek noktasına sürükleniyoruz.

Bu sürüklenmeye karşı, başkalarının ideolojik bir kurgu ve siyasal bir araç olarak dayattıkları, hatırlamamamız ya da unutmamamızı istediklerinden oluşturulmuş yapay bir hafıza karşısında, unutturulmaya çalışılanlardan, hatırlamamamız istenenlerden ve insan unsuru hep aynı olan acılardan oluşmuş bir hafıza, unutmaya karşı sürekli direniyor. Bu ortak hafıza, kendi acılarına bakarken, öncekilerin acıya dair neler hatırladıklarını da içinde taşıyor.

Bu hafızanın taşıyıcıları böylece, gelecekte neye dönüşeceklerinin kontrolünü, kendi ellerinde tutmak ve sürekli değişen gündem içerisinde kişisel ve toplumsal bellek yok edilirken, sürekli yıkılıp yeniden inşa edilirken, geleceği dönüştürecek bilgisel ve eylemsel birikim ve deneyimin oluşturduğu gerçeğin, sanki hiç var olmamış gibi silinen bir ayrıntıya dönüşmesine karşı, etik ve güçlü bir dayanak oluşturuyorlar.

Dolayısıyla hatırlamak ve kendi acımıza bakmak, düzenlenmemiş, silinmemiş hafızalara sahip olmak, siyasal erkin kurgusal söylemleriyle biçimlenmiş hikayelere teslim olmamak, insan haklarına dayalı, adil, demokratik bir hukuksal sistemde, eşit ve özgür bireyler olarak barış içerisinde yaşamayı sağlayacak bir toplumsal yapı isteminden vazgeçmemek için, güçlü bir çıkış, etik bir davranış  noktası oluşturuyor.

Yirmisekiz yıl önce Sivas’ta…

Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliklerinin dördüncüsüne katılmak üzere, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta bulunan onlarca sanatçı, tiyatrocu, yazar, şair ve  katılımcı; konakladıkları Madımak Otelinde sekiz saat  süre ile abluka altına alındı. O Cuma günü, camiden çıkan ve örgütlü şekilde otelin çevresini dolduran yaklaşık on beş bin kişinin kuşatması altında; her türlü sözlü ve fiziki saldırıya  maruz kaldı. Oteli taş, tuğla, kiremit yağmuruna tutan güruh, bu süre boyunca “Cumhuriyet Gidecek, Şeriat Gelecek”, “İslamın Ordusu Laiklerin Korkusu”, “Kanımız Aksa da Zafer İslamın”, “Cumhuriyet Burada Kuruldu Burada Yıkılacak”, “Şeriat Gelecek Zulüm Bitecek” sloganları attı. Sürekli olarak otelin içine girme hamlelerinde bulundu, her hamlede galeyan arttı, bağırış ve sloganların hızı yükseldi!

Madımak Oteli, Valilik Binası ve Kültür Merkezi arasında sürekli gidip gelen ve giderek sayıları artan kitle, Valilik Binası önünde yukarıdaki sloganlarla birlikte “Vali İstifa” bağırışları ile bina içinde bulunan dönemin Valisine sözlü saldırıda bulundu. Orada bulunan askerler sayesinde binanın içine girmeleri,  fiili ve fiziki bir saldırıda bulunmaları güçlükle engellenebildi. Bunun üzerine Kültür Merkezine yönelen kitle orada Arif Sağ konserini izlemeye gelen kalabalığa saldırdı, camları kırdı. İnsanlara fiili saldırıda bulundu, yüzlerce kişiyi yaraladı. Merkezin önünde bulunan (bir elinde saz tutan, yanında bir  Kangal Köpeği ile betimlenen yerel kıyafetli erkek figüründen oluşan) Ozanlar Anıtını yerinden söktü. Kendinden geçmiş halde tekbir getirerek, el ve ayak darbeleriyle ve tırnaklarıyla  anıtı parçaladı, naralar atarak, yerde sürükledi.

Aynı hiddet ve kararlılıkla, sloganlar eşliğinde ve tekbir getirerek Madımak Oteli önünde toplanan bu kalabalıklar, saldırıları sürdürerek oteli gün boyu kuşatma altında tuttu!...“Devlet, toplu iğnenin başında vardır” diyen anlayışın Cumhurbaşkanı Makamında oturduğu bir ülkede, başkente dört yüz kırk kilometre uzaklıkta bir kentte, kolluk güçleri (polis, jandarma)  ve itfaiye,  gün boyu süren saldırılar süresince, Madımak Oteli’nin önüne bir türlü gel(e)medi! Kuşatma ve saldırılar devam ederken, yangın başlamadan hemen önce otelin önüne askerleriyle birlikte gelen rütbeli asker, kalabalığın “Asker Bosna’ya” sloganları ve alkışlar eşliğinde, hiçbir müdahalede bulunmadan Otelin önünü terk ederek, askerlerle birlikte  oradan ayrıldı.

Laik cumhuriyeti hedef alan bu örgütlü kalkışmanın planlayıcıları ve uygulayıcıları, asker ve emniyet güçlerinin gözleri önünde ve tüm Türkiye halkının  tanıklığında, sloganlar ve tekbir sesleri eşliğinde öğlen saatlerinde başlayıp, gün boyu kesintisiz süren saldırı ve kuşatma sonunda, akşam saat yedi   civarında, “yak, yak” bağırtıları ve alkışlarla  oteli ateşe verdi!...“Rüyalarında; kendi mezheplerinden olanlara cennet kapılarını açanlar (kinlerinin davasını güdenler!),  yeryüzünde hep birlikte yaşamayı cennete yeğleyenleri” yakarak  öldürdü!...

Otuz üç insan yanarak can verdi. Onlarca insan yaralandı.

Devlet kurum ve görevlileriyle, ancak yangından yirmi dört saat sonra ve sokağa çıkma yasağı ilan edildikten sonra orada var olabildi. Katliamın hemen ardından zamanın iktidar mensupları Katliamı; “bir futbol maçı esnasında yaşanabilecek olaylar” olarak niteledi ve “çok şükür otel dışındaki vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır” değerlendirmelerinde bulundu!...

Yangından kurtulanlar, onulmaz acılarla hayatta kalabilme savaşı verdi. Yitirdiklerinin oluşturduğu  boşluğa  sarılanlar; o boşluğa düşmeden  ve fakat ona alışmaya çalışarak var olmaya çabalıyor hala!... Yangının isi, yıllardır, tüm ülkeyi içine alan kara bir delik gibi büyüdü.  İnsan türünün düşünsel ve eylemsel alanda bugüne dek biriktirdiği tüm değerlerin üstünü kaplayan kara bir leke olarak, tarihteki yerini aldı.

Ancak:

-Böyle katliamların bir daha yaşanmayacağı koşullar bütünü olarak toplumsal bir yapının, hukuksal ve siyasal bir düzenin oluşturulması,

-Hukukun temel aldığı tek ölçüt ve  toplumsal yaşamın bir kalıp ve çerçevesini oluşturmaya yönelik ahlaki bir ölçüt olarak “adaletin”, bireysel ve toplumsal düzlemde vicdan, bellek ve algısal olarak, eksiksiz bir şeklide gerçekleştirilmesinin sağlanması; katliamın arkasındaki güçlerin ortaya çıkartılması, firari ve kaçak durumunda olan sanıkların yakalanması ve yargılanması, dönemin siyasi ve idari yetkililerinin görev kusur ve ihmallerinin soruşturma ve kovuşturma konusu yapılması, yargılamanın tarafsız ve bağımsız şekilde gerçekleştirilmesi, etkin cezaların verilmesi ve cezaların eksiksiz, kanunun öngördüğü şekilde ayrıcalıklar tanınmadan infaz edilmesi,

- Katliama ilişkin yanıtsız kalan soruların ve gerçeklerin aydınlatılması, toplumun “hakikati bilme hakkının” tüm gerekleri, içerikleri ve koşullarıyla gerçekleştirilmesi,

-Mağdurların ve onlara siyasal görüş, felsefi düşünce, inanç, kültürel aidiyet vb. ortaklığı bulunan kitlelerin,  kendilerini  ‘sürekli bir tehdit altında duyumsama tedirginliğini’ ortadan kaldıracak bir yaşam anlayışının hakim kılınması,

- Katliamın acısının toplumun her kesimi tarafından paylaşıldığını, acının hafızasının  ortak olduğunu gelecek kuşaklara aktaracak söylem, eylem ve araçların ortaya konulması,

halen güncel bir sorumluluk olarak, ortada duruyor.

Yargılama süreci ve yanıtsız kalan sorular

Sivas Madımak Öldürümünden  hemen sonra, 18 gün gibi çok kısa bir süre içerisinde, henüz davaya hazırlık (soruşturma) aşaması tamamlanmadan; “olayda örgüt yok, tahrik var “ saptaması yapıldı. Deliller dahi toplanmadan, bu saptamayla hemen dava açıldı. Katliamda on binlerce eylemci bulunmasına karşın, iddianamede  yalnızca 128 kişi sanık olarak yer aldı. Tanık ifadeleri, görsel ve yazılı deliler, olay yeri tespit tutanakları, emniyet güçlerinin beyanları, Meclis Araştırma Komisyonu raporları olayın; “Laik Cumhuriyete Karşı Örgütlü Bir Kalkışma” olduğunu açıkça ortaya koyarken, Ankara 1 Nolu DGM, ilk kararında, 26 sanığı adiyen adam öldürme suçunu işledikleri savı ile Türk Ceza Kanunu’nun  (TCK) 450/6. maddesi gereğince cezalandırdı. Bu cezaları, indirim sebepleri uygulayarak 15 yıla düşürdü. 37 Sanık hakkında beraat kararı verdi. 60 sanık ise Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na aykırı davrandıkları savı ile cezalandırıldı.

Yargılama sürecinde, soruşturma ve kovuşturmalarda; etkinliklerden önce Sivas’ta “Müslümanlar” imzasıyla dağıtılan kışkırtıcı bildirinin kimler tarafından, neden ve nasıl yazılmış olduğu soruşturulmadı; üstelik bu bildiri tüm yargılama aşamasında mağdur avukatlarının ve kamuoyunun tüm ısrarına karşın, araştırma konusu yapılmadı.

Yerel basının günler öncesinden yaptığı olumsuz ve kışkırtıcı yayınlar soruşturma kapsamına alınmadı. Gerçekleşen katliamı “Şanlı Sivas Kıyamı” olarak tanımlamış ve içeriğinde suçu ve suçluları öven yazıları kaleme alan kişilere ve bu yazıları yayınlayan ‘Taraf’ adlı dergiye karşı herhangi bir idari, cezai, hukuki  işlem yapılmadı.

Şehir içinde hiçbir yerde kaldırım çalışması vb. faaliyetler yok iken, otelin önünde yığınlar şeklinde parke taşları bulunmasının nedeni bilinmedi. Dönemin Belediye Başkanı hakkında, kalabalık güruha “gazanız mübarek olsun” şeklinde, kışkırtıcı, teşvik edici bir konuşma yapmış olduğu gerekçesiyle, herhangi bir işlem yapılmadı. Olaylara katılan on binlerin destek aldıkları güçler, olayları örgütleyenler saptanmadı. Dönemin siyasi ve idari yetkililerinin görev kusur ve ihmalleri, herhangi bir araştırma ve soruşturma konusu bile yapılmadı.

Yargılamalar boyunca mahkeme salonlarında  mağdurlar, müştekiler ve avukatları,  sanıkların sürekli hakaret ve saldırılarına maruz kaldı. Sanıkların avukatlığını üstlenenlerden Şevket Kazan, olayın ardından Refahyol hükümetinde  bu ülkede Adalet Bakanı, Hayati Yazıcı’da AKP’nin Devlet Bakanı oldu.

Karar,  taraflarca temyiz edildi. Yargıtay, 25 sanık hakkındaki kararı onadı. Diğer sanıklar yönünden ise; sanıkların, cumhuriyet rejimini hedef aldığını bu nedenle eylemin “Anayasal düzenin değiştirilmesi ya da ortadan kaldırılmasını cezalandıran TCK’nın146/1 ve 3. fıkraları kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini belirterek, kararı bozdu. Bozmadan sonra Mahkeme 38 Sanık hakkında (TCK 146/1. maddesi gereğince) idam (Yeni TCK gereğince ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis) cezası verdi. (30.01.2020 tarih ve 31025 sayılı Resmi Gazete yayımlanan Cumhurbaşkanı kararı ile sağlık sorunları bulunduğu gerekçesiyle (!) cezası affedilen hükümlü  Ahmet Turan Kılıç, idam cezası almış ve  cezası yasa değişikliği nedeniyle  ağırlaştırılmış müebbet  hapse çevrilmiş hükümlülerden biriydi.)

29 sanık hakkında ise ilgili maddeler  gereğince yıl 7 yıl  6 ay, 14 sanık hakkında ise beraat kararı verdi. Terör suçluları, kendi memleketlerindeki cezaevlerine gönderilmezken, bu hükümlüler, Sivas ve civarındaki cezaevlerinde kaldı. Cezalarının infazı süren bu hükümlülerden kimileri, hükümlülük hali sürmekteyken kendilerine tanınan olağanüstü olanaklar ve ayrıcalıklar çerçevesinde eşlerinden çocuk sahibi oldu. Cezaevi koşullarında, bilgisayar donanımlarından sınırsızca yararlandı.

5237 Sayılı Yeni Türk Ceza Kanununun 1 Haziran 2005’te yürülüğe girmesiyle; bu hükümlülerden  on üçü; yeni kanunda ceza aldıkları maddeyi doğrudan karşılayan bir düzenleme olmadığı gerekçesiyle, haklarında infazın tehiri kararı verilerek, salıverildi. Savcılık, daha sonra yanlış yapıldığını belirterek, Mahkemenin vermiş olduğu bu kararın geri alınmasını talep etti. Ancak,  mahkemece böyle bir karar verilmediği gibi, salıverilen sanıklardan firari olan yedisi yakalanmadı. Ana davadan dosyaları ayrılan bu sanıkların yargılandığı davada Savcılık Makamının talebine uyan Mahkeme, 13 Mart 2012 tarihli duruşmada, Cafer Erçakmak ile ilgili dosyanın ölmüş olması nedeniyle ayrılmasına, altı sanık hakkındaki davanın da– Madımak Öldürümünün Anayasal düzeni zorla değiştirme  girişimi ve “siyasal ve dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmiş” insanlığa karşı bir suç olmasına karşın- “zamanaşımı süresinin dolmuş olması gerekçesiyle” düşmesine karar verdi!... Gerçekler, küller altında kaldı. Zamanaşımı kararını “milletimiz için hayırlı" bulan siyasal anlayış, katliamı “bir futbol maçı esnasında yaşanabilecek olaylar”, “çok şükür otel dışındaki vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır” şeklinde yorumlayan anlayışın devamı olduğunu, bir kez daha doğrulanmış oldu.

Oysa, Sivas Madımak Öldürümü bir insanlık suçudur

Bu nedenle Mahkeme, Madımak Katliamının  5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 77.maddesinde  tanımlanan “insanlığa karşı suçlar” kapsamında olduğunu; daha geniş anlatımla; Nuremberg Uluslararası Ceza Mahkemesi, Eski Yoguslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi, Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Roma Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüleri, Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmeleri ve Mahkemelerin geliştirici yorumları çerçevesinde ele alınan tüm unsurları da taşıdığını, bu nedenle de yalnızca  bir iç hukuk sorunu değil, aynı zamanda da uluslararası hukuk kapsamında olan bir konu ve yorum sorunu olduğunu gözetmeliydi.

Dolayısıyla; Sivas Madımak öldürümünün ( TCK  Madde 77 ve   Roma Statüsü 7.maddesinde  belirtilen)  tüm unsurları taşıdığını; (siyasal, felsefi, ırki veya dinsel saiklerle; sivillere - toplumun belli bir grubuna- karşı;  bir plan doğrultusunda yaygın (çok sayıda mağdura karşı doğrudan) ve ağır şekilde, kollektif olarak çok kalabalık bir (örgüt)  grubun doğrudan ve  aynı zamanda teşviki ile gerçekleştirilen, geniş çaplı, bilinçli, istemli ( kasti), sistemli  bir eylem, bir saldırı olduğunu ;ayrıca bu suçun insan türünün onuruna (insana değerini veren tüm özelliklerine, insansal olanaklara ve ürünlere) karşı topyekün bir kıyım ve aykırılık  oluşturduğunu ve bu anlamda evrensel etik değerleri geniş ve büyük ölçüde ihlal ettiğini,  insanlık vicdanını  onulmaz derecede rencide ettiğini temel almalı; sürecin kendi içinde aynı tehlikenin her an tekrarlanabilme olasılığını ve koşullarını taşıdığını  göz önünde bulundurmalıydı. Bu çerçevede:

Anayasanın m.38/1 ve YTCK m.7/1 de yer alan kanunilik ilkesi ve geçmişe yürüme yasağı düzenlemelerinin - ve elbette Roma Statüsünü onaylamamış olduğumuz şeklindeki- hukukun üstünlüğü ilkesi karşısında bir gerçekliği olmayan nedenlerin  ötesine geçmeliydi.

Yukarıda değinilen Uluslararası Örfi Hukuka ve İnsancıl Hukuka genel bir yollama –dinamik yollama- yapmalı, Madımak Öldürümünün Uluslararası Örfi Hukuk uyarınca insanlığa karşı suç teşkil ettiğini bu nedenle ve  TCK77/4’ e atfen zamanaşımı kurallarının uygulanmayacağını karara bağlamalı ve  bu konuda genel bir hüküm yaratmalıydı.

Ancak, Mahkeme bunu yapmadı. Hukuka aykırı bir karar ile katliam mağdurlarının mağduriyetini, sürekli hale getirdi.

Bu mağduriyetlerin  giderilmesi için Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvurular, yedi yıldır görüşülmeyi bekliyor.

Ayrıca, Yargıtay bozmasından sonra müebbet hapisle yargılanan üç firari sanık hakkındaki dava, Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde hâlâ sürüyor. Bu sanıkların dava zaman aşımı 2023'te dolacak. Dosya kapsamında yurtdışında oldukları belirtilen sanıklarla ilgili olarak, arama ve iade talebine ilişkin işlemlerde ciddi ihmaller yaşanıyor. Mahkeme, gerekli usulü işlemleri yaparak, “kaçak” sayılmalarına hükmetti. Ancak, bu işleme dayalı olarak, haklarında son kararı vermedi.

Sonuç

Madımak Katliamı, bu coğrafyada uzak ve yakın dönemler içinde gerçekleşmiş diğer katliamlarla hem çok ortak yanı bulunan, hem de, siyasal, sosyokültürel, konjonktürel, ideolojik yönü, dönemsel ve yapısal koşulları itibariyle ayrı değerlendirilmesi gereken, farklı ve kendine özgü özellikleri taşıyan bir  eylem. Bugün içinde bulunduğumuz koşulları yaratan sürece kapı aralayan, siyasal düzen ve rejimin yapısal olanaklarının toplumsal temellerinin konsolide olmasını, iç ve dış bileşenlerin destek için harekete geçmesini sağlayan bir işaret niteliği taşıyor.

Bugün için ise, toplumsal yaşamın her alanında hakim olan ve siyasal bir  cepheleşmeden öteye geçen, giderek siyasallaşmış bir din (İslam) anlayışının temel alındığı iyi ve kötü arasındaki ahlaki bir karşıt olma durumunun, doğru /yanlış arasındaki bir mücadeleye dönüştürülen biz/onlar ayrımının, “iki farklı dünya olarak keskinleşmiş bir saflaşmanın” ulaşacağı en acımasız durumun, en kanlı görüntüsünü oluşturuyor!

Bu katliam, demokrasinin kurucu toplumsal ilkesi olan laikliğin içinin boşaltılmasının ve devletin laik karakterinin ortadan kaldırılmasının bizi her daim yine aynı süreçlere götüreceğini gösteriyor! “Bir devletin yapılanmasında, bütün kurum ve kuruluşlarıyla örgütlenmesi ve işleyişinde, hukukunun oluşturulmasında ve uygulanmasında herhangi bir dinin anlayışlarının ve normlarının belirleyici olmaması gereğini ve istemini dile getiren” laiklik ilkesinin gereklerinin eksiksiz şekilde uygulanması ve böyle katliamların bir daha yaşanmayacağı koşullar bütünü olan bir  toplumsal yapının, hukuksal ve siyasal bir düzenin oluşturulması için  mücadele etmenin,  yaşamsal önemini  ve önceliğini.

NEVAL OĞAN BALKIZ* / SOL- Görüş

* Neval Oğan Balkız, Hukukçu/Akademisyen, Sivas Madımak Katliamında otelde bulunan ve oradan çıkabilen mağdurlardan!…